Dünkü Stalin’le ilgili yazımı okumuş bir dostum, sabah telefon etti.
“Sence, adam öldürtmemiş lider var mıdır?” diye sordu.
Biraz düşündükten sonra ben de ona sordum “Gerçekten hiç kimseyi öldürmemiş ‘büyük lider’ var mıdır yoksa adam öldürmeyene ‘büyük lider’ denmez mi? Ne dersin?”
Telefonu kapadıktan sonra da düşünmeye devam ettim... Lider tam olarak kimdi gerçekten, kime gerçek lider denebilirdi?
Aklıma gelen liderleri düşündüm. ‘Büyük lider’leri düşündüm.
İçlerinde adam öldürmemiş biri, neredeyse yok gibiydi.
Onları düşünürken aklıma üçlü isimler gelmeye başladı...
Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa...
Lenin, Troçki, Stalin...
Robespierre, Danton, Mirabo..
Onlara kaydı aklım bu sefer.
Odamda üç koltuk hayâl ettim, ortalarına bodur ayaklı bir sehpa koydum. Sehpanın üzerine de, biraz kenara kaymış kristal taklidi kalın camdan bir kül tablası.
Sonra o koltuklara bu üçlü adamları oturtup, konuşmalarını dinledim.
Enver Paşa’yı oturttum önce koltuklardan birine. O oturunca Cemal Paşa’yla Talat Paşa “Enver’i boş bırakmaya gelmez, bir işler çevirir” diyerek hemen gelip oturdular zaten diğer koltuklara.
Enver biraz sinirli, küstah, kendisinden fazlasıyla emin gözüken, oldukça genç bir adam. Sivri bıyıklarıyla hatta biraz komik bile. Sarıkamış’ta uğradığı bozgunun gizli bir utancı var üstünde sanki.
Bu konuyu biraz kurcalarsak misafir olduğuna bakmaz divanı harbe yollamaya kalkar bizi.
Talat Paşa daha sohbete yatkın biri. Daha zeki ama daha kaypak. Birinci Dünya Savaşı’na girmenin yararlarına inandırmaya çalışır bizi. Allahtan başaramaz.
Stalin’i oturttum sonra. Hemen etrafta kim varsa kurşuna dizmek istediğini hissettim.
Lenin oturdu yanına. Sözü kimseye bırakmadan konuşmaya başladı. Devrimin bir cennet yaratacağını anlattı durdu. Artık ona da inanmak zor, yıllar sonra ne olduğunu gördük çünkü. Lenin için dişlerini karıştırır, hatır hatır kaşınırmış derler. Bunu hayâl etmek biraz tuhaf oldu doğrusu.
Troçki aralarında en hoşu, ahbaplığından en tat alınacak olanı ama onu da Stalin kafasına bir odun vurdurtup öldürdü...
Gerçekten gelip otursalar şu koltuklara çok kavga ederlerdi.
Sonra da Robespierre’i oturttum. Dürüstlüğü vahşet haline getirmiş biri o da.
Acaba rüşvet mi teklif ediyorlar diye bir bardak çay bile içmezdi sanırım gelseydi.
Çay ikramından bile kuşkulanıp kellemizi kesmeye kalkardı. Dürüstlük adına çok adam öldürdü çünkü. Devrimin geleceğine dair parlak nutuklar atardı ama öldürülen binlerce insandan bahsetmezdi sanırım.
Danton... Alaycı. Genç. Sanki hiçbir şeye hatta devrime bile inanmıyor gibi.
Yaşamayı seven biri. Çok yaşamadan da vurdular boynunu. Gelseydi, intikam için Robespierre’in gırtlağını sıkardı sanırım.
Tarihte dolandıktan sonra hayâllerden sıyrılıp şimdiyi düşündüm.
Sanırım artık ‘büyük lider’ tanımı çok farklı.
Eskiden en çok savaşana, en çok öldürene “büyük lider” diyorlarmış, şimdi en çok insan kurtarana, en zor barışı yapana “büyük lider” diyorlar.
Kürt sorununu çözemeyen, barışı gerçekleştirmeyen biri büyük lider olabilir mi Türkiye’de?
Artık büyük lider olmak eskisinden zor.
Neden dersiniz?
Barış her zaman savaştan daha zor da ondan.
Ama bence insanlık asıl ne zaman gelişecek biliyor musunuz?
“Büyük lidere” ihtiyaç kalmadığı zaman.
Bu mülâkatı geçebilir miyiz?
Bu haftasonu eğlenceli bir kitap okudum.
‘Zeki Olduğunu Düşünüyor musun?’
John Farndon hazırlamış.
Oxford ve Cambridge üniversitelerine girmek isteyen öğrencilere, kabul jürisi tarafından mülakâtta sorulan sorular kitabı bu.
En keskin zekâlı öğrencileri bulmak için soruluyormuş bu sorular. Çok soru var.
Ben bazılarını çok sevdim:
- Suç işleme oranını mimarlık yoluyla nasıl azaltabilirsin?
- Sence de Hamlet biraz uzun değil mi? Bence öyle.
- Dürüstlük nerede hukuka uyar?
- Tarih bir sonraki savaşın önüne geçebilir mi?
- Neden küresel bir devlet yok?
- Bir inekte dünyadaki suyun kaçta kaçı bulunur?
- Beynin en çok hoşuna giden yanı nedir?
Kitap şöyle bitiyor: W. C. Fields’in bir sözüyle ‘Zekânızla hayran bırakamıyorsanız saçmalıklarınızla hayrete düşürün’
Sizce biz bu mülâkatı geçebilir miydik?
Ya da şöyle sorayım ‘Zeki olduğunuzu düşünüyor musunuz?’
İlk gerçek gece müzayedesi
Portakal Sanat ve Kültür Evi 2 Mayıs’ta büyük bir müzayede düzenliyor.
Hem Türkiye hem de dünyadan 46 eser varmış.
Rafi Portakal’ın yöneteceği bu müzayedenin adı ‘Büyük Ustalardan Tablolar’
Çok heyecanlı...
Üstelik bu bir gece müzayedesi...
Bu müzayede dünyasında tam ne demek bilmiyorum ama bana ‘önemli’ müzayede ya da çok ‘değerli’ eserler demekmiş gibi geldi.
Merak edip satılacak tablolara baktım... Haklıymışım...
Hatta öğrendim ki Portakal Sanat ve Kültür evinin yaptığı bu gece müzayedesi, batı ölçülerinde ilk gerçek gece müzayedesi olacakmış.
Pahalı, çok değerli ve özel eserler satışa çıkıyormuş.
Dün gazetede okudum açılış fiyatlarını. En pahalı eser, Hüseyin Zekai Paşa’nın Meyveli Natürmort tablosu. Yağlıboya. 3 milyon 850 bin TL açılış fiyatı var.
Şeker Ahmet Paşa’nın Güller’i ikinci sıradaymış.
Picasso’nun kağıt üzerine renkli kalem çalışması 110 bin, Matisse’in kara kalem çalışması 175 bin, Miro’nun deseni 132 bin, Andy Warhol’un Chocolate Bunny’si 200 bin, Buffet’nin tablosu 265 bin, Botero’nun kağıt üzerine mürekkep işi 110 bin lira açılış fiyatına sahip.
İki tane de Nazım hikmet portresi varmış.
Biri Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanımın yaptığı tabloymuş hatta arka tarafında da Kemal Tahir’in portresi varmış. Bursa hapishanesinden. Açılış fiyatı 10 bin lira.
Ben bu müzayedeye gideceğim.
Ve en çok aracıyla katılıp kendi adını açıklamayan alıcıları merak edeceğim...
Filmlerde çok oluyor herhalde burada da olur...
Bu arada bu müzayedeki eserler yarından itibaren bir hafta sergilenecek... Şu an hâlâ ‘bizimken’ tabloları gidip görmeye ne dersiniz?