Ergenekon sanığı Kemal Kerinçsiz, Orhan Pamuk İsviçre’de yayınlanan bir dergiye ‘30 bin Kürdü ve 1 milyon Ermeni’yi öldürdük’ deyince verdiği bu demeçten dolayı ona dava açmıştı.Tazminat davası...Aynı konuyla ilgili açılan ağır ceza davası da vardı Orhan Pamuk’a... Hatta Kerinçsiz, o davada mahkemeyi basmış, türlü hakaretler etmişti yazara.Ayrıca “Orhan Pamuk’un sözleri bizi de bağlıyor” diyerek ayrı ayrı şikayet dilekçesi vermiş Kerinçsiz ve ekibi.Şişli Asliye Hukuk ‘Bu sözler, kişisel dava açma hakkı doğurmuyor’ diyerek dilekçeyi reddetmiş.Ama Kerinçsiz ve ekibi pes etmemiş, Yargıtay’a gitmiş.Yargıtay 4. Hukuk Dairesi “Dava açılabilir” demiş.Şişli Asliye Hukuk Mahkemesi tekrar reddetmiş.Kerinçsizler yine itiraz edince, dosya bu sefer Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’na gönderilmiş.Kurul da Orhan Pamuk’u tazminata mahkûm etmiş. 6 bin lira.Yani “Her Türk vatandaşı Orhan Pamuk aleyhine dava açabilir” kararı veriyor bu kurul.Bu arada zaman aşımı olduğu için kimse dava açamıyor teknik olarak.Ama bundan böyle isteyen herkesin bir yazara fikirleri nedeniyle tazminat davası açabilmesi mümkün kılınıyor. Bunu onaylamış oldu kurul.Peki kim bu kurul?Yargıtay’daki hukuk daireleri başkanlarından oluşan bir kurul.“Hükümet gazeteci” susturuyor, “Basın özgürlüğü elden gidiyor” diyenler, Yargıtay bunu yapınca susacak mı?Anladığım kadarıyla öyle...Ben, Orhan Pamuk’a yapılanla ilgili “Bu nasıl olur?” feryadı pek duymadım da...Bu arada bu kurul başkanları referandum öncesi seçilmiş kişiler...Bilmem, bu ‘saptama’ bir şey söylüyor mu size...*****Nusr’et krizinde son durumGeçen gün “Etiler’deki Nusr’et kapanıyor” diye yazınca pek çok mail geldi. Yıkıma karşı çıkanlar da var ama dertleri büyük olanlar da...Meğerse durum düşümdüğümden daha ciddiymiş...“23.03.2011 tarihinde gazetenizde “Nusr’et Et Lokantası” hakkındaki yazınızı memnuniyetle ve biraz da buruk şekilde okuduk. Bu lokanta hakkında ikâmetgâh sahiplerinin Beşiktaş Belediyesi’ne yaptıkları şikayetler, bir klasörü doldurmuş durumdadır. Bunun yanı sıra apartman sakinlerinin ortaklaşa yürüttükleri hukuk mücadelesi de, maalesef yıllardır devam etmektedir. İşgaller, yaydıkları kokular ve tesisatlarının çıkarttıkları sesler nedeniyle uzun yıllardır apartmanı paylaşan sahip ve kiracılarının çaresizliklerini de dile getirmenizi umuyoruz. İtfaiye raporunun “Apartmanın yangın tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu” belirtmesi ve tüm semt sakinlerinin toptan imzalı dilekçesine rağmen Beşiktaş Belediyesi’nin otoritesine başvurarak yasa ve yönetmeliklerini uygulamasını sabırsızlıkla beklemekteyiz. Teşekkür ve saygılarımızla...Etiler-İhsan Aksoy Sok-Çoruh Apt sakinleri ve Yönetimi adına: Erkin Üstar-Selçuk Savaşan”Bir diğeri de...“Sayın Sanem Altan, Etiler, Çamlık, İhsan Aksoy Sok, Çoruh Apt altında faaliyet gösteren Nusr’et Et Lokantası ile ilgili yazınızı okudum. Çoruh Apartmanı sakini olarak size bu yazıyı yazma gereğini hissettim. Yıkılmasına üzüldüğünüzü belirttiğiniz lokantanın Çoruh Apartmanı sakinleri ve de İhsan Aksoy Sokağı sakinlerine yaşattığı kâbustan acaba haberiniz var mı? Bacası olmadan faaliyet göstermeleri neticesinde evlerimizde et kokusundan oturmamız mümkün olmamaktadır. Sabah saat 02.30’a kadar yaptıkları gürültü de cabası... Ben bahçemizi yasadışı işgal etmelerinden dolayı yatak odamı terk edip oturma odasındaki kanepede aylardır uyumaya çalışmaktayım. Biz Etiler-Çoruh Apartmanı sakinleri olarak hukuki mücadelemizi bu kaçak yapılaşma ortadan kaldırılana kadar sürdüreceğimizi ve biraz da bizim sesimize kulak vermenizi rica eder saygılarımızı sunarız. Aydan Ocaklı”Belediye 20 Nisan’da, fazla işgaliyeyi yıkacakmış ama Nusr’et’in ruhsatı da var...Bana bu sorun bitmezmiş gibi geldi...*****Nurgül Yeşilçay 1080 liraya sütyen alır mı?Nisan ayının Elle dergisini, kapağında Nurgül Yeşilçay’ı görünce hemen aldım.Zaten günler öncesinden ‘Nurgül Yeşilçay’ın cesur pozları’ başlığında birkaç gazetede rastlamıştım bir-iki fotoğrafına. Röportajı ve görmediğim fotoğrafları merak ediyordum.Çünkü cesur tanınan bir kadının, cesur fotoğrafları ve açıklamaları ne olabilirdi acaba?Ama fotoğraflara bakarken neyi merak ettiğimi unutacak kadar bir detay dikkatimi çekti. Fotoğraf çekiminde kullanılan, Nurgül Yeşilçay’ın giydiği her şey çok pahalıydı.Moda Direktörü Melis Ağazat çok zevkli ama çok pahalı parçalar seçmişti Nurgül Yeşilçay için.Moda sayfalarının iyi okuyucuları ‘Bu hep böyledir, niye şaşırdınız ki?’ diyebilirler belki bana ama ben yine de fikrimde ısrar edeceğim.Bu fotoğraftaki Jean Paul Gaultier marka sütyen 1080 liraymış ve La Perla’da satılıyormuş.Dolce Gabbana marka beyaz şort ise 625 TL. ve Beymen’de bulunuyormuş.Çok pahalı denecek ölçüyü bile geçmiş durum sanki...İşte tam bu noktada “Bu dergiler bu moda çekimlerini niye yapıyor?” diye düşündüm?Hangi okuyucu grubuna yapıyorlar?Çünkü ben o okuyucuları tanımak istiyorum.Fotoğrafları bırakın, başka ‘cesur’ insanlar var, şort ve sütyene 1705 lira vermeyi normal bulacak mesela...İlgi çekici değil mi...Nurgül Yeşilçay’la ilgili mi ne düşündüm?Sanırım, evliyken bu fotoğrafları çektirse ona daha çok yakışırdı diye düşündüm.Boşanmanın ardından olunca, ister istemez sıradan gözüküyor o güzelim fotoğraflar.Ama dedim ya neyi merak ettiğimi unutarak baktım fotoğraflara.Aklım hâlâ 1080 liralık sütyende? *****Hayvanseverler bunu duymasın! Yılmaz Ulusoy, Türkiye’nin tanınmış işadamlarından, İTO, İSO, DTO, TÜSİAD gibi kurumlarda yetkili olmuş biri, sanıyorum Yılmaz Ulusoy Holding‘in de halen yönetim kurulu başkanı...Geçen gün hakkında dinlediğim hikâyeye inanamadım.Arnavutköy’de yaşayan Yılmaz Ulusoy’un başı, çevreye dadanan sahipsiz kedilerle dertteymiş.Sürekli sayıları artan, geceleri miyavlayan kediler için kendine göre bir yol bulmuş.Modern bir kedi kapanı yaptırmış evinin yakınlarına. Kedileri kapana nasıl çektiğinin yöntemini öğrenemedim ama neredeyse çevredeki bütün kediler, Ulusoy’un kapanına yakalanmış. Kapana giren kedileri toplatan Ulusoy, onları Etiler’in bir bölgesine bıraktırıyormuş.Arnavutköy’deki sahipsiz kedilerin sayısında yüzde 90’a varan azalma olmuş. Ancak Etiler’de kedi patlaması yaşanıyormuş.Durumu araştıran kedi-severler bunu yapanın Yılmaz Ulusoy olduğunu anlamışlar. Etiler sakinleri, şimdi Yılmaz Ulusoy‘u belediye şikayet etmeye hazırlanıyorlarmış. Tuhaf bir hikâye, değil mi?*****Terim, “Umman” diyerek G.Saray’a göz kırpıyorFutbola çok girmek istemiyorum ama art arda beni cesaretlendiren gelişmeler oluyor.Geçen gün “Alex, Türkiye’nin en iyi yerli oyuncusu olarak Trabzonlu Selçuk İnan’ı gösterdi. Çünkü rakibinin ateşini düşürmek istiyor” demiştim. İlk tepki Trabzonspor Başkanı Sadri Şener’den geldi. Bana mesaj göndermiş, “Benim aklımdakini siz yazdınız” diye. Hoşuma gitti, devam edeyim istedim.Çünkü spor medyası, stratejik açıklamalara belli bir mesafeden bakmayı, arkasını okumayı pek sevmiyor, hatta pek tercih etmiyor.Mesela, Fatih Terim’in Umman’a gidişiyle ilgili haberleri okuyunca hemen şunu düşündüm, Fatih Terim kendi hakkında haber yapılmasından hoşlanan biri değildir, çevresindeki gazeteciler de onu kızdırmak istemezler ve hocaya sormadan haber yapmazlar.Bu haber çıktığına göre, Fatih Terim bu haberin çıkmasını kimseye söylemese bile en azından içinden istemiş ki, “hayır” dememiş haberi koymak isteyenlere. Mutlaka sormuşlardır.Duymuşsunuzdur, Umman Futbol Federasyonu Fatih Hoca’ya 3 yıl karşılığı 21 milyon Euro teklif etmiş.Ummanlılar, Terim’in yılda 300 gün Umman’da kalmasını istiyorlar. Terim ise 180 gün sınırı koymak istiyormuş. Yani yılın 10 ayı orada kalmayı kabul ederse Terim, Umman’a açılabilecek.Fatih Terim artık çalışmak istiyordur. Ve G.Saray’ı da özlemiştir bence.Ama G.Saray’a tam yetkili, eskisi kadar güçlü ve arkasında müthiş bir destekle gelmek ister.Bu haberle de G.Saray’ı yönetenlere “Hadi artık karar verin. Ciddi teklifler alıyorum” mesajı yolluyor sanki. Bakalım mesajı alan çıkacak mı?Merakla bekleyeceğim.Peki Terim, Umman’a gider mi?Haberin yayılmasına izin verdiğine göre, demek ki gitmek istemiyor!* 1996-2000 yılları arasında G.Saray’ı 4 kez üst üste şampiyon yapan Terim, sarı-kırmızılıların başındaki 2. görev dönemi olan 2003-2004 sezonunda elde edilen başarısızlıklar sonrası takımdan gönderilmişti.
En çok pazartesi yazılarını yazarken zorlanıyorum. Çünkü pazar günü, hele de güneşli ılık bir günse, fevkalade anlaşılmaz bir neşe oluyor içimde...Bilgisayarın başına oturduğumda aklıma iyi ve güzel şeyler geliyor sadece.Ama ya “Pazartesileri asık yüzlü olmalıyız” gibi bir inanış var bilinçaltımda ya da bu ülkede ümitli olmak, iyimser olmak, seviçli olmak ayıp sayılır ya, onu aklımdan atamıyorum.Türküm, gazeteciyim ve neşeliyim...Çok tuhaf bir durum, biliyorum... Bundan ben de endişeleniyorum.Burada değişmeyen moda; karamsar olmak, hep üzülmek ve “Ne olacak bu gidişin sonu?” diye yakınmak... Bu moda bazen canımı sıkıyor.Dün pazardı.Ben yine ümitli, neşeli ve iyimserdim.Buna rağmen bugün için asık yüzlü bir şeyler yazmaya çalışıyordum.Ama Pazartesi sabahı bütün ciddiyetiyle “Üzgün ve sıkıntılı ve ciddi ve vatanını kurtarmak isteyen ve akıllı ve milliyetperver ve ah canım okuyucular sizin dertlerinizi bütün yüreğimle paylaşıyorum, onun için ben de çok dertliyim” diyen bir yazarın yazısını okumaya hazırlanan okuyucuların, neşeli ve dertsiz bir yazarla karşılaşınca kızabileceklerini düşünmek bile beni asık yüzlü bir şeyler yazmaya ikna edemiyordu.İnatçı ve neşeliyim.Bu ülkede çok kötü şeyler olduğunu biliyorum ama bu ülkede iyi şeyler olacağına da inanıyorum.Kötülükleri, bozuklukları düzeltmek için uğraşırken, iyi şeylere sevinmekten de korkmamak gerektiğini düşünüyorum.Çok korkuyoruz, fazla korkuyoruz...Mutlu olmaktan bile korkuyoruz.“Ben mutluyum” diyen insana rastlamakta zorlanıyorum.Ama bir şey itiraf edeyim mi, “Mutsuzum” diyenlerin pek çoğuna da inanmıyorum. Mutsuzluğa, “şık bir pelerine sarınır” gibi sarınan pek çok insan var.Nedense mutsuzluk daha “şık” ve daha “önemli” görünüyor onlara.‘Önemli’ ve mutsuz insanlar...Çok karizmatik oluyor böyle sanırım...Zaten yakında bence, “mutsuz” kelimesi bir statü belirtecek.“Önemli ve mutsuz valimizi sahneye davet ediyorum” ya da “Önemli ve mutsuz sanatçımız ödülünü almak için sahneye geliyor” gibi...Bizler de “Oo mutsuzmuş, çok başarılı bu adam demek ki” diyeceğiz...Bir arkadaşıma sordum:“İnsanlar mutlu görünmekten neden çekiniyorlar?”O da bana bir soru sordu.“Mutlu bir generalden kim korkar sence?”Cevap, kimse...Korktuğumuza saygı gösteririz biz.En saygıdeğer meslekler arasında yaratıcı meslekler pek yoktur mesela.Yaratıcı olanları değil, yaptırımı olanları saygıdeğer buluyoruz.Bir adam mutluysa, gülümsüyorsa ondan korkmayız, korkmuyorsak da saygı duymayız.Bir adam asık suratlıysa, mutsuzsa ondan korkarız, korkuyorsak da saygı duyarız.Bugün pazartesi...Ben mutluyum.Mutsuz olan “önemli” insanlara da sırf mutsuz ve önemliler diye saygı duymuyorum.Bu da mutluluğumu arttırıyor.***Libya bombalandıkça insanlar ölüyor, hisse senetleri yükseliyorOrtadoğu’da halk ayaklanmaları ardından Libya’ya müdahale başladığından beri, merak ediyorum “Silah sanayii bu işten kaç lira kazanıyor” diye?“Eyvah petrolü ele geçiriyorlar, bu, petrol kimin olacak savaşı” dendikçe, “Peki silah üreticileri ne kazanıyor bu işten?” diyordum. Tam da cevap alamıyordum.Dün Radikal gazetesinde “Libya’ya müdahale başladığından beri 6 büyük silah üreticisinin değeri 2 milyar dolara yakın arttı. Fransız şirketleri de ilk sırada” başlığını görünce, heyecanla haberin devamını okudum.Çünkü, geçen gün hisse senedi piyasasında çalışan bir arkadaşım anlatmıştı, silah, füze ve savaş uçağı firmalarının hisse senetleri Libya saldırısıyla birlikte yükselişe geçmiş. Amerikalılar tarafından 19 Mart’ta Libya’ya karşı 124 tane Tomahawk füzesi fırlatılınca, aynı gün Tomahawk üreten firmanın hisse senedi 42 dolardan 53 dolara fırlamış.O yüzden haberi büyük bir ilgiyle okudum.En büyük 10 silah üreticisinin birincisi Boing şirketi.Şirketin bir haftada hisse senetleri %6,1 artmış. 400 milyon dolar kazanmış.İngiliz Bae System, 397 milyon dolar kazanmış.Kanadalı Bombardier, 251 milyon dolar...İtalyan Fnmeccanica 243, Fransız Thales 409 ve Dassault 324 milyon dolar kazanmış.Libya’yı bombalamak isteyen, NATO’yu harekete geçiren, bu işin başını çeken Fransa... Sarkozy.Bu işten en karlı çıkan yine Fransız şirketleri. Üstelik Dassault’nun en önemli müşterilerinden biri Kaddafi’ymiş. Kaddafi’ye Mirage uçağı satıyormuş.Bir de Ruslar denizaltı, tank, helikopter satışı yapıyorlarmış Kaddafi’ye.Libya’ya saldırı başladığı zaman Rusya Başbakanı Putin bunu Haçlı Seferleri’ne benzetmişti. Devlet Başkanı Medvedev bunu eleştirmişti.Sarkozy buna aldırmamış, bombalamaya devam demişti.Ama ikisi de Kaddafi’ye bir yandan da silah satıyorlarmış.Netice-i kelam...İnsanlar ölüyor, hisse senetleri yükseliyor.***Kaddafi’nin oğlunun Türk sevgilisi ne de güzel konuşuyor..Dün Sabah gazetesinde, Müjgan Halis‘in Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam ile yaşadığı aşkı anlatan Ebru Şancı ile yaptığı röportajı okudum.Gerçekten harika işti.Ebru Şancı‘nın yaşadıklarını anlatırken kullandığı dil, hem şaşırtıcı derecede dürüst geldi bana hem de “Yoksa hayalgücü geniş bir arkadaşı mı dinliyoruz şu an?” endişesi yarattı.Fakat ne olursa olsun anlattıkları gerçekten ilginç:- “Bütün varlığımı Saif’e borçluyum. Arabamı, evlerimi...”- “Aramızda biliyorum ki, gerçek bir sevgi bağı yoktu.”- “Bahçelievler’den çıkıp İtalya’da, Monaco’da, Fransa’da gezmek başımı döndürdü.”- “Okul paralarımın hepsini ödedi. Regent College’ın o zaman yıllığı 60 bin pounddu.”- “Saif’in iki kaplanı vardı George ve Tony. Bush ve Blair’den hareketle.”- “Kaddafi ile tanıştım. Saif’in annesi Safiye çok modern bir kadındı. Kaddafi ondan korkardı.”İnsan bu filmin devamını izlemek istiyor doğrusu...***Yönetimler kavga ediyor Alex diplomasi yapıyor!İki gün üst üste futbolla ilgili yazmak istemiyordum ama cumartesi gecesi Alex de Souza‘yı NTV‘de izleyince fikrimi değiştirdim.Çünkü sahada bu kadar hünerli olan bir adamın, konuşurken de tıpkı sahadaki gibi telaşsız ve zeka dolu olması beni etkiledi.Genellemeleri pek sevmem ama iyi aile babası erkeklerden kötü adam olmuyor galiba gerçekten.Alex de çok sıcak ve sevimliydi.Öncelikle ne söyleyeceğini... Hangi ölçüyle söyleyeceğini bilmesi... Söylediğine olan güveni artırıyordu.O yüzden cevaplarını ilgiyle izledim... Ellerini, gözlerini, sesini takip ettim soruları cevaplarken.Ve söylediklerine inandım.Ta ki şu soruya kadar...Rıdvan Dilmen Türkiye’de en beğendiği yerli ve yabancı oyuncuyu sordu. Alex hiç düşünmeden Selçuk ve Jaja dedi.İkisi de Trabzonsporlu.Emre Belözoğlu, Gökhan Gönül, Volkan Demirel, Mehmet Topuz değil ama Selçuk İnan...Kendi takımındaki Niang, Santos, Lugano değil de Jaja...Gerçekten inandığını söylüyor gibiydi ama ikisinin de Trabzonlu olması beni biraz düşündürdü.Futbol dünyasına yakışacak bir komplo teorisi ürettim.Katılır mısınız bilmem?Alex akıllı bir futbolcu. Kötü oynadığı zamanlar dışında hiç sinirlendiğini, kontrolsüz güç sergilediğini görmedim.Aynı aklı soruları yanıtlarken de gösterdi bence.Ve Sadri Şener‘in suçlamaları ve Şekip Mosturoğlu‘nun yanıtları yüzünden Trabzon’la aralarında yükselen gerilimi azaltmak için, bilinçli olarak bu cevapları verdi.Gerilimden beslenerek motive olan Türkleri çok iyi tanığı için, ortamı yumuşatıp Trabzonspor’un Fenerbahçe’ye karşı kabaran iştahlarını azaltmak istedi.Fenerbahçe şampiyonluğa doğru ilerliyor. Pürüz istemiyor...Alex’in bu cevabı gerçekten çok akıllıca...Ne dersiniz?
Son birkaç gündür, konuştuğum herkes kızgın, herkes üzgün, herkes cevabı belli olmayan sorularıyla çaresiz, ne olduğunu anlamaya çalışıyor.Ahmet Şık’ın basılmamış kitabı toplatılınca sanki kafa karışıklığında son noktaya da gelindi. Doğruların yanlışların iç içe geçtiği, esas doğrunun nerede olduğunun kaybolduğu, tuhaf, yorucu, karanlık bir tünelde gibiyiz ne zamandır. Bülent Arınç’ın, “Henüz basılmamış bir ürüne el konulmasını fevkalâde üzücü buluyorum” demesi...Cengiz Çandar’ın köşesinde “Eğer komplo teorilerine göre kafamı çalıştıran biri olsaydım, polislerin Radikal’e gelip Ertuğrul Mavioğlu’nun bilgisayarında Ahmet Şık’ın kitabının kopyasını silmesini Ergenekon’un marifeti olarak yorumlardım” diye yazması...Birbirinden farklarını en az 50 madde ile anlatabileceğimiz Ahmet Hakan’la Ahmet Altan’ın, Ahmet Şık’ın kitabı için benzer öneriyi getirip “Birleşip yayınlayalım” demeleri...Bu, “Kelimelerin kifayetsiz kaldığı” yer işte!Bir çocuğun bile içindeki yanlışları çok hızlı bulabileceği bir bilmece gibi gözüken bu karışıklık kimin işine yarıyor?Galiba en çok Ergenekon’un işine yarıyor.Tam da Zirve Katliamı’nın korkunç belgelerinin ortaya çıkıp Ergenekon davasına eklendiği bir dönemde bütün dikkatler Ahmet Şık‘ın kitabına yapılanlara, henüz basılmamış bir kitaba yayın yasağı konmasına döndü. Ergenekon davasını insanların gözünde kuşkulu bir hale geldi.Bu örgütü ortaya çıkarabilmek için yıllardır çalışanlar, birer “yasakçı”ya dönüştü. Hayatlarını, isimlerini, kariyerlerini Ergenekon örgütünü yakalayabilmek için ortaya koyanlar, kendi kendilerini vurdular.Benim aklımda ise hep aynı soru:* Bütün bunlara değecek ne vardı Ahmet Şık’ın kitabında?Ya da başka türlü sorarsak, Ahmet Şık’ın kitabından giderek neyi ya da kimi yakalayacaklarını düşünüyorlardı ki bütün bunları göze aldılar?Niye kitaba yayın yasağı getirdiler?Niye Danıştay Cinayeti’yle, Zirve Katliamı’yla, Hrant Dink Suikasti’yle uğraşmak ve bunların arasındaki bağı ortaya çıkarmak yerine Ahmet Şık’ın peşine düştüler?Ahmet Şık’ın kitabında ya da ilişkilerinde bulacakları sır, bu üç büyük olaydan daha mı çok belirleyici olacaktı Ergenekon’un yapısını çözmek için?Bundan sonra Ergenekon’un ve soruşturmanın ciddiyetine insanları ikna etmeleri çok zor olacak. Eğer son anda, hepimizi “Özür dileriz, anlayamamışız” demek zorunda bırakacak, şu anda hiç kimsenin göremediği “çok büyük” bir sonuçla ortaya çıkmazlarsa.. Korkarım bu macera, “Bir kitap uğruna ya Rab ne davalar batıyor?” diye bitecek.*****Ayhan Çarkın bile dayanamadıAyhan Çarkın‘ın Radikal gazetesine yaptığı itirafların nedenini ve zamanlamasını ben de herkes gibi merak ettim.Bunca yıl susmuş adam, birdenbire kendisini ve bütün eski çetesini ifşa etmeye kalktı, bütün yargısız infazları tek tek saydı, tasfiye edilmiş bir dönemin gerçek Ergenekon’unu gösterdi.Bir arkadaşım “Ergenekon davasının seyri, gerçek Ergenekoncular’ı bile rahatsız etti.İş Ahmet Şık’a kadar gelince, hatta basılmamış kitap da yokedilince, Çarkın dayanamadı. ‘Bu savcılar Ergenekon’u sulandırmaya çalışıyorlar. Gerçek Ergenekon biziz’ diye hatırlatmada bulunmak zorunda kaldı adeta” dedi.Çarkın’ın tekrar hatırlattığı Mehmet Ağar, Korkut Eken, Sedat Bucak, Yaşar Öz, Ayhan Akça, Haluk Kırcı gibi tescilli isimlere pek dokunmayan Ergenekon, hedefi niye bu kadar daralttı!İşte hepimizin sorusu...*****Doğan Kitap, İmamın Ordusu’nu niye basmamış?Ahmet Şık, İmamın Ordusu kitabı ilk önce Doğan Kitap’a göndermiş. Nereden mi biliyorum? Ahmet Şık’ın Akşam Gazetesi’nde yayınlanan sorgu tutanaklarında yazıyordu’ Ahmet Şık’a sormuşlar: “Görüşme yaptığınız X Bayan kimdir? X Bayan’ın sizi Nedim isimli şahsa yönlendirmesinin sebebi nedir?” Ahmet şu cevabı vermiş: “Buradaki X kişi kitap editörü arkadaşımdır. İsmini mağduriyet olmaması için vermiyorum. Kendisi Doğan Kitap’ta çalışıyordu, Doğan Kitap, kitabı yayınlamak istemişti. Bitmemiş haliyle, kendisinin o dönemde haberi oldu. Doğan Kitap’la biz anlaşamadık, kitabı okuyup bana eleştiride bulunmuştu. En son kitap halindeki çıktısı benim evimde bulundu, bunun üzerinde notlar vardı. Hatalı kısımları koyulaştırmak suretiyle çizmişti, bende bunları okuyup düzeltecektim, ancak sabahleyin gözaltına alındım.” ***Merak ettim Doğan Kitap bu kitabı niye beğenmemiş ve basmamış diye? Öğrenebildiğim kadarıyla Doğan Kitap editörleri kitabı okumuş ve içinde yeni bir şey olmadığına, Türkçesinin kötü olduğuna ve eksikleri bulunduğuna karar vermiş. Ve bu rapor doğrultusunda da Doğan Kitap, İmamın Ordusu’nu basmamış.Acaba Ahmet Şık, Doğan Kitap’a kitabın ne kadarlık bir kısmını gönderdi? Doğan Kitap’ın, bitmemiş haline “İçinde bilinmeyen bir şey yok” dediği kitap şimdi nasıl bu kadar korkutucu ya da savcıların iddia ettiği kadar büyük bir delil niteliğinde olabiliyor? Doğan Kitap’ın basmadığı kitaba, savcılar yüzyılın kitabı muamelesi yapınca insanın kafası karışıyor gerçekten. Bitmemiş hâli basılmaya değer değil, bitmişe yakın hâli kopyası kalmayacak kadar sakıncalı... Aradaki sayfalara ne eklenmiş olabilir? Kitabın kendisi nasıl, bilmiyorum... Ama kitabın “hikâyesi”, Stephan King’in romanlarına yakışacak kadar esrarengiz ve gerilimli.*****Başbakan, Hiddink’e haksızlık etmiyor mu? Başbakan Tayyip Erdoğan’ı TRT 1’deki Stadyum programında izledim geçen gece.Türk futbolunun gelişmesi için yerli kaynakların iyi kullanılması gerektiğini söyledi. Türk Milli Takımı’nın kazandığı bütün başarılarda yerli teknik direktörlerin imzası olduğunu belirterek “Milli Takım’a Türk hoca lazım” mesajını verdi.Ben de düşündüm, takımların altyapılarının gelişmesi için doğru olan bu mantık teknik direktörler için de doğru mu?Başbakan’ın söylediklerinin bir bölümüne katılıyorum.Bence Süper Lig’deki yerlileşme sürecinin Türk futboluna faydası var.Yeni yerli teknik adamlar ortaya çıkıyor. Daha önce Türkiye’de kafasını sokacak bir kulüp bulamayan ve Milli Takım’dan derdest edilen Şenol Güneş ile Aykut Kocaman, Ertuğrul Sağlam, Tolunay Kafkas, Abdullah Avcı şu anda tartışmasız en iyiler...Ama Milli Takım konusunda bu kadar şanslı değiliz. Düşünün, Bayern Münihli Hamit Altıntop’un dediği gibi Türk Milli Takımı’nı seçsinler diye Alman gurbetçilerine adeta yalvarıyoruz. Yalvarıyoruz ki, Mesut Özil gibi Almanya’yı seçmesinler, Hamit gibi Türkiye’yi seçsinler.Yani işi baştan kaybediyoruz. Sağlam bir altyapımız ve adil bir futbol sistemimiz hâlâ yok. Bu sonuca sahipken, Guus Hiddink dünyanın ilk 5 hocasından biri... Chelsea’yi, Bayern Münih’i rahatlıkla elinin tersiyle itebiliyor ve Türkiye’yi seçiyor.Çünkü idealist ve burada yeni bir ekol oluşturmaya çalışıyor.Türkiye’deki futbol gelişmesinin payandası her zaman bir yabancı olmuştur.Derwall, Piontek, hatta Lucescu. Hiddink de bunu yapabilir. Hem reyting açısından Türkiye’yi Katar ile türevleri çizgisinden çıkarıyor ve daha saygıdeğer bir konuma getiriyor. Hem de bizim alıştığımız ve artık hata olarak görmediğimiz zaaflarımızı yüzümüze vurarak özeleştiri kanallarını açıyor.Başbakan’ın dediği gibi, yerli antrenörle Avrupa’yı fethedecek olsaydık, şimdiye kadar çoktan yapardık.Şunu kabul etsek keşke:Bir futbol ekolümüz yok. Arada yetenekli bazı jenerasyonları yakaladıkça, iyi teknik adamlarla başarı sağlıyoruz sadece...Ama daha da önemlisi, devamlılık kaydedemiyoruz. Yani bizim Ronaldo-Messi gibi yıldızlarımız, Almanya gibi sağlam bir disiplinimiz, İspanya gibi fundamental taktiğimiz, İtalya gibi savunma geleneğimiz yok.Ama Avrupa futbolunun ilk 5’inde kalıcı bir yer edinmeye çalışıyoruz.Her turnuvaya katılan, Avrupa çapında başarılar kazanan bir futbol ülkesi olmak istiyoruz.Bunu Hiddink’le yapabiliriz. Başbakan’a katılıyorum:Türk futbolunu Türkleştirelim. Ama Başbakan’a katılmıyorum:Türkiye’yi Avrupa’da ilk 5’e sokmanın yolu Hiddink gibi firmalardan geçiyor. Yoksa Real Madrid bile Portekizli Mourinho‘ya gitmez, İspanyol Del Bosque ile bunu başarırdı.
Ülkemizde çok az insan kalıpların dışına çıkarak konuşur ya da yazar.Aydın geçinenlerimiz de dahil, çoğumuz daha önceden kabul görmüş, taraftar sağlamış fikirleri tekrar etmeyi tercih ederiz.Sanırım “Sürüden ayrılanı kurt kapar” korkusundan...Gerçi kapar da Türkiye’de kurt adamı ama... Ben, yeni bir fikir yaratamamanın, yeni fikirlerden neredeyse korkmanın nedeninin beyinsel tembellik olduğuna inananlardanım.Sürüden ayrılmayı gözü kesip de değişik fikirler söyleyenler arasında ise bu yeni anlayışı estetik bir biçimde aktarabilenler daha da azdır.Cem Boyner, geçtiğimiz salı TÜSİAD’ın “Yeni anayasanın beş temel boyutu” başlıklı çalışmasını tanıttığı 40. yıl gala yemeğinde yaptığı konuşmayla, hem epeyce adamı kızdıracak değişik görüşleri cesurca söyledi, hem de cesur olmanın dinleme zevkini bozan sertliğinin altında ezilmeyip, zekice ve söylediğini hissederek anlatmayı başardı.Çok uzun süre unulmayacak bir şey söyledi Cem Boyner:“Türkiye’deki insanların özgürlüğü, onuru, hakları; ülkenin bölünmesinden, devletin kendisinden daha önemlidir. Devlet insanları mutlu etmek için vardır.”Ardından da dün gazetede okudum.Cem Boyner, ETA ve IRA konularında uzman olan avukat Brian Currin’e “Devletin terör örgütüyle (Öcalan) görüşüp yasal partiyle (BDP) görüşmediği başka örnek var mı?” diye sormuş. Çok etkileyici bir konuşma, çok çarpıcı bir soru...Ama biliyor musunuz Cem Boyner, TÜSİAD’ın gecesinde bu konuşmayı yapacağını planlamamış aslında.“Ümit’in işlerine uzak kalmak için çaba sarfederim. Buna dikkat ederim. Planlı değildi, hocaları dinlerken heyecanlanıp bu tartışmaya sahip çıkmak zorunda hissettim kendimi” demiş. Bu açıklaması, konuşmasının diğer bölümleri kadar etkileyici geldi bana.Kadınların küçümsendiği bir toplumda yaşadığını bildiği için, TÜSİAD Başkanlığı gibi önemli bir yerde duran eşine, desteğiyle bile zarar verebileceği endişesiyle, onun işlerine uzak durmaya özen gösteriyormuş besbelli.O gece de bu yüzden belki de sadece dinleyici olarak gitti oraya. Çünkü o gece TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, Ergun Özbudun ve Turgut Tarhanlı’nın başkanlığında 22 kişilik uzman kadronun yorum ve değerlendirmeleriyle hazırlanmış 57 sayfalık bir anayasa çalışması tanıttı orada..TÜSİAD bu çalışmaya zemin hazırlamış. Çalışmanın altında TÜSİAD imzası yok. Hatta belki bazı tezlerde farklı bile düşünebilir. Ama TÜSİAD’ın “değerli bir kaynak” dediği bir çalışma bu. Öyle tabuları, kutsallıkları, inançları, dokunulmazlıkları sarsacak bir şey söyledi ki bu çalışma:“Cumhuriyetin değişmezliği dışında değiştirilemez bir madde olmasına karşıyız...”Tartışmalar derhal başladı.Dokunulmaza dokunmanın, tabusuz, dogmasız gerçek bir demokrasinin yaşam biçimi olabileceği tezi ülkenin gündeminde bomba gibi patladı.Ümit Boyner ve ekibi gerçekten çok önemli bir anayasa çalışması koydular ortaya.Gazeteler yeni anayasa tartışmalarına sayfa sayfa yer verdiler ama Cem Boyner’in korktuğu da oldu, bir o kadar sayfa da Cem Boyner’in açıklamalarına yer ayrıldı.Karı-koca beraber gündemi belirliyorlar şu sıra.İnsan evde ne konuştuklarını merak ediyor.İnandıkları şeyi söyleyip bütün düşmanlığa rağmen alkışlanmak, üstelik bunu aynı anda yapabilmek her karı-kocanın başına gelmez çünkü...Bunun için, eşine de demokrasiye gösterdiği özeni gösterecek kadar zarif ve gücünden emin bir erkek, gösterilen o özeni hak eden ama o özeni de aşabilecek kadar cesur bir kadın gerekiyor.Belki Cem Boyner’e benzeyen bir erkeği ve Ümit Boyner’e benzeyen bir kadını bulabilirsiniz bu toplumda ama ikisinin birarada olması, sanırım hem kendileri, hem de ülke için büyük bir şans.***Kötü haber: Belediye Nusr’et’i yıkıyorİstanbul’da yaşayanlar, Anadolu yakasındaki yılların Günaydın Kasabı’nı bilirler.Günaydın işleri büyütüp Günaydın Kebap ve Günaydın Steak House’lar açmaya başladıktan sonra Günaydın’da yetişmiş kasap Nusret Gökçe de 14 yıldan sonra Günaydın’dan ayrılıp Etiler Çamlık’ta kendi ismiyle Nusr’et Steak House’u açtı.Baştan hemen şunu söylemeliyim, nasıl bir yer olduğunu anlamanız için, kapısının önündeki kuyruğu, müşteri profilini görmeniz, etlerin inanılmaz lezzetini hemen tatmanız gerekir. 14 yıllık Günaydın geçmişine bakmayın, Nusret henüz 27 yaşında. Ama et konusunda neredeyse bir dahi diyebiliriz.Etleri övmeme gerek yok. Bu çok defa yapıldı zaten.Benim anlatacağım başka:Şu sıra Nusret’in başı dertte.Kiminle mi? Komşularla.Komşular kapının önündeki trafikten, yayıldığını iddia ettikleri kokudan ve dükkanın hak ettiğinin fazlasına taşıp büyüdüğünden şikayetçi. Belediyeye şikayet etmişler.Nusret’le konuştum, “Sorunu hallettik. Zaten yaz geliyor, kameriyeyi kaldıracağım” dedi. Belediyeyle konuştum, “Kaçak yapılaşma var, projeye aykırılık var, yıkmamız gerekecek. 20 Nisan’a kadar bunların düzeltilmesi gerek” diyor.Nusret sanırım yaklaşan tehlikenin farkında değil. Bir an önce, projeye uygun düzenlemeyi yapmazsa, belediye çıkan kararı uygulayacak.Umarım sorun en kısa sürede çözülür.Bu arada daha önce hiç gitmemiş, ilk defa Nusr’et’e gideceklere bir tavsiye, mekânda racon Nusret’in dediğini yemek...Kendinizi ona bırakın.Ama masaya oturmadan, vitrine bir bakın önce, etler üzerlerinde hayvanın hangi bölgesinden çıkarıldığını, hangi tarihte kesildiğini gösteren etiketlerle dolapta dizili.Bir küçük bilgi daha vereyim:Kendinizi çok da bırakırsanız epey pahalıya da çıkacağınızı söyleyenler var.Siz Nusret’in etlerini mutlaka tadın ama kendinizi de çok bırakmayın en iyisi.***Yom’u leded sameah!(* İbranice: Doğum günün kutlu olsun)Bugün, Yahudilerin en büyük sinagogu Neve Şalom’un 60. yaşgünü...25 Mart 1951’de hizmete girmiş.İstanbul Şişhane, Yahudilerin Osmanlı topraklarına geldiklerinde en yoğunlaştığı bölge olmuş.Burası aslında Musevi İlkokulu iken küçük sinagoglar kalabalık düğünlere, cenazelere yetmediği için, okulun üzerine Neve Şalom yapılmış.Gerçi artık o bölgede neredeyse hiç Yahudi kalmamış.Ama Yahudilerin en vazgeçilmez tören sinagogu halen Neve Şalom.Türkiye’deki bütün Yahudi düğünleri bu sinagogda yapılıyor.Çok sevdiğim Yahudi arkadaşlarım var.O yüzden düğünlerini, cenazelerini, sünnet düğünü dedikleri Brit Mila’yı, vafiz törenlerini çok gördüm.Geleneklerine, sinagoga gelirken o en şık hallerine hep bayılırım Yahudilerin.Sinagogları da çok güzeldir ama Neve Şalom başkadır gerçekten.Ama hangi Yahudi arkadaşımla konuşsam, Neve Şalom dediğim zaman tuhaf bir gölge düşer gözlerine...Fark etmezler onlar aslında ama görünür gözlerindeki acı onlar istemese de.İki defa terör saldırısına uğradı bu sinagog. Eşleri, dostları, sevdikleri öldü.Neve Şalom’un kelime anlamı “Barış Vahası” demekmiş, biliyor musunuz?Acılarıyla hatırlanan Neve Şalom aslında “barış” demekmiş...***Master Chef izliyorumBen bu aralar Show TV‘deki Master Chef Türkiye yarışmasını izliyorum. Yemek yapmayı severim, yemek yemeyi daha çok severim ama bunlar nedeniyle izlemiyorum programı. Programın yapımcıları harika bir jüri kurmuş. Yarışmacılarla aralarında geçen diyaloglara, sert çıkışlarına, yarışmacıların jürinin baskısı altında, o ruh halinden bu ruh haline dalgalanmalarına bayılıyorum. Üç jüri üyesi var. Bir tanesi şu meşhur Cipriani Restoran’ın baş aşçısı Batuhan Piatti. Milliyet eski yazarı ve Fatih Terim’in italyanca hocası Donatella Piatti‘nin oğluymuş. Diğeri işletmeci Erol Kaynar ve bir öteki de Mimolett‘in sahibi şef Murat Bozok. Batuhan Piatti program boyunca yarışmacılara çok kötü davranıyor. “Format gereği değil, içimden geldiği gibiyim. Kendi mutfağımda daha beterim” demiş bir röportajda. Programı seyrediyorsanız bu açıklama sizi mutlaka ürkütmüştür, daha beter nasıl olunur diye. Fakat ilgiyle izliyorum programı ve Batuhan Piatti‘nin o sertliğe rağmen çok yumuşak, hatta üzülen birini gördüğünde çok etkilenen biri olduğunu seziyorum. Erol Kaynar zaten kont gibi. Asıl sert ve acımasız Murat Bozok gibi geldi bana. İzlemeye devam edeceğim, bakalım haklı mıyım?
Dün Taraf‘ta yayınlanan Türkiye Wikileaks belgelerinde ABD’nin Ankara eski büyükelçisi Pearson‘ın “Genelkurmay Başkanı Özkök’e karşı olan yedi general var. Büyükanıt’ın ise ikili oynadığı söyleniyor” notunu okuyunca, İsmet Berkan‘ın mart ayının başında çıkan “Asker Bize İktidarı Verir Mi?” kitabında okuduklarım aklıma geldi.Kitap çıktığında okumuş, “İsmet Berkan’ın kitabı, ‘Bildiğimiz tüm bilgileri alt alta yazınca ne görürüz’ün cevabı” diye anlatmıştım merak edenlere.Çok fazla alıntı yapılıp yazılacağını düşünmüştüm.Kitap hakkında çıkan yazılar kadar, İsmet Berkan’ın verdiği röportajları da takip ettim.Evet, hakkında çok yazı çıktı kitabın ama sıradan övglerle bahsedildi, bence kitap çok daha fazlasını hak ediyordu.Bana kalırsa her sayfası ayrı bir haber niteliği taşıyor kitabın çünkü...***“Darbe için psikolojik savaş başlıyor” bölümünde, sayfa 81’de Berkan şunları yazmış:“Kendinizi 4 Aralık 2003’teki Şener Eruygur yerine koyun. Bir yılı aşkın süredir uğraşmışsınız, Genelkurmay Başkanı’nı bütün direncine rağmen hükümete karşı harekete geçirmeye zorlamışsınız. Ama Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan o kritik toplantıda Hilmi Özkök, ‘Muhtıra vermeyi düşünmüyorum’ demiş, kestirip atmış.Şener Eruygur artık kesinkes anlıyor ki, Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olduğu bir ortamda darbe yapılması söz konusu değil. Aytaç Yalman da 1 Mart’ta ‘Darbe yapalım’ dediğinizde size ilk itiraz eden oluyor. O zaman ne yapacaksınız, önce Kara Kuvvetleri Komutanı, ardından Genelkurmay Başkanı olmalısınız ki, darbe yapabilesiniz. Peki, 2004 ağustosunda emekli olmak yerine Kara Kuvvetleri Komutanı nasıl olabilirsiniz? Yaşar Büyükanıt’ı aradan çıkartarak...”Hatırlayın, Ergenekon soruşturması sırasında Eruygur’un evinde ve işyerinde yapılan aramada Büyükanıt’ı engellemek için hakkında yaptırdığı çok geniş araştırmalar çıkmıştı.***Sayfa 85’te İsmet Berkan, “Hükümetten ciddi bir kaynak bana yakın zaman önce, Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın görülmemiş sertlikte cezalandırılmasının ardında o dönem hükümetin Yaşar Büyükanıt’a karşı yapılan her şeyi Ergenekon işi sayma refleksinin yattığını ve bugün pişman olunduğunu söyledi” diye yazmış.Berkan, Aksiyon Dergisi‘ne verdiği röportajda “27 Nisan e-muhtırasına o dönemin finali diyebilir miyiz?” diye sorulduğunda, daha da ilgimi çekecek bir şey söylemiş:“Evet ama aynı zamanda da sabote etti. Şener Eruygur’un tasarımlarını, Ayışığı, Yakamoz planlarını sabote ediyor aslında 27 Nisan. Çünkü Ayışığı, Yakamoz’un amacı ne? Önce ayın şavkı denize vuracak, sonra yakamozlar parıldayacak. Yani önce kamuoyu uyarılacak, halk sokağa dökülecek, sonra yakamozlar parıldayacak, askerler çıkıp darbe yapacak. Asker erken çıkınca, yani 27 Nisan bir fo-depardır; darbe de yapamayınca bütün planlar sona erdi.”***İnsan gerçekten komplo teorileri kurmaktan kendini alamıyor.27 Nisan Muhtırası’nın Türkiye’de siyasi hayatın gidişatını değiştirdiğini, Ak Parti’nin 22 Temmuz seçimlerinde bu muhtıraya duyulan kızgınlık nedeniyle büyük ve ezici bir oy aldığını...4 Mayıs 2007’de hala o görüşmede ne konuşulduğu sır olan, Dolmabahçe’deki Büyükanıt-Tayyip Erdoğan buluşmasını...Büyükanıt’ın 32. Gün‘de tuhaf bir güvenle “O muhtırayı evde televizyon izlerken kalktım ve ben yazdım” dediğini düşününce...“Wikileaks’e yazılan ‘dedikodulara’ gel de inanma” diye düşünüyor insan...Neden olmasın... Büyükanıt darbeye inanıyordu ama Şenuygur genelkurmay başkanlığını engellemeye, ailesi hakkında dosyalar tutmaya başlayınca fikrini değiştirdi belki de... Ne iktidar meraklısıymış bu generaller?Belgelere ve kitaplara bakılırsa, hiç de saklamamışlar zaten.O zaman şu soruyu soruyorsunuz.Biz niye bunları o zamanlarda öğrenemedik?Bütün hayatımızı tehlikeye atan o gelişmeler niçin bizim için onca zaman karanlık kaldı?***AİHM de şaşırmış: Türbana hayır ama Hz. İsa’ya EVET!İlginç bir AİHM kararı okudum geçenlerde gazetelerde. İlginç diyorum, çünkü yanlış verilmiş bir karar olduğunu düşündüm ve “AİHM yanlış yapmaz” gibi bir inancım olduğu için de kararı ilginç buldum.Acaba siz ne diyeceksiniz? İtalyan vatandaşı Luitsi, İtalyan devletine, devlet okullarında kara tahtanın üzerinde çarmıha gerilmiş Hz. İsa figürlerinin olmasının laiklik ilkesine aykırı olduğunu düşünerek dava açıyor.AİHM başvuruyu haklı buluyor. Bunun üzerine İtalyan devleti temyize başvuruyor ve nihai karar ilk kararın tersi...Okullarda kara tahta üzerinde çarmığa gerili Hz. İsa laiklikliğe aykırı görülmüyor, ulusal kültürün bir parçası olarak değerlendiriliyor.Laik bir devlette, devlet okullarında çocukların karşısında kara tahtanın üzerinde Hz. İsa figürü bulunmalı mı? Şöyle sorayım aslında:AİHM, Leyla Şahin kararında “Öğrencinin türbanla derse girmesi yasaklanabilir, çünkü bu yasaklama Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı değil” demişti.Aynı AİHM “Her dinden olabilecek öğrencinin karşısına Hz. İsa koymak da sözleşmeye aykırı değil” diyor.İlginç değil mi?Durun, durun... Şöyle sorayım aslında:“Bizim okullarda kara tahta üzerine Hz. Muhammed’i ya da müslümanlığı temsil edecek bir figür asılsa ne dersiniz?”***“iPad’im var ama şimdi iPad 2 almam lazım” diyenlere...- Henüz Türkiye’ye gelmedi. Geliş tarihi belli değil.- Fiyatı ve boyutu iPad ile aynı, sadece daha ince ve daha hafif.- Türkçe klavye desteği sunmuyor.- Ön ve arka yüzde kamerası var. iPad’de yoktu.- İki kat büyük hafızası var ve iPad’den çok daha hızlı.- Akıllı kılıfı var. Hem ekranı koruyor hem batarya ömrüne katkı sağlıyor. 12 rengi var. 39 dolar.- HDMI girişi var. PC, projeksiyon ve TV’lere bağlanabiliyor.- iPad’de olduğu gibi micro-sim kart kullanılıyor. Türkiye’ye gelirken cihazı pasaporta kaydettirmek, ardından bir operatörden internet hattı almak gerekiyor. Wi-Fi ağı üzerinden bağlanacaksanız, bunu yapmanıza gerek yok.***Kürtlere b.k yedirdiğini itiraf eden adam: ÇarkınRadikal gazetesi çok çarpıcı bir haber okudum.1986’da Güneydoğu’ya ilk gönderilen Özel Harekat Ekibi‘nde olan Özel Timci Ayhan Çarkın‘la ilgili...Eski özel harekatçı Çarkın, önceki gün Nevroz Mitingi‘ne katılınca, onu bulup konuşmuş ve 2002’de Çarkın’ın Ayşe Arman‘a verdiği röportajla karşılaştırarak yayınlamışlar. Ayhan Çarkın o gün ne diyorsa bugün tersini söylüyor.Bakın bugün neler demiş:- “Hayatımdaki kırılma noktası Susurluk kazasıdır. Çatlı ve diğerleri o arabada öldürüldü. İhanete uğradığımızı o kazadan sonra anladım.”- “Bize başkanlık yapan İbrahim Şahin, şimdi deli raporu peşinde. Biz onun odasına girmeden önce salavat getirirdik. Mehmet Ağar da çıksın hesabını versin. Şimdi onu koruyanlar var. Asıl Ergenekon dışarda.”- “Mardin Pınarcık köyünde olan katliamını örgüt yapmadı. O insanları örgüt öldürmedi. Jitem’in provokasyon amaçlı oluşturduğu gruplar yaptı. Başbağlar Katliamı Ergenekon zihniyeti ürünüdür.” - “Biz Kürtlere b.k yedirdik, tırnaklarını söktük, dillerini yasakladık. Kürt halkı bizim onurumuz. Kürtlerden özür dilenmeli.”- “Hakikatleri Araştırma Komisyonu açılsın, herşeyi anlatırım. Bu ülkeye ihanet edenleri söyleyeceğime yemin ederim.”- “İçimdeki karanlıktan kurtulmak istiyorum. Beraber görev yaptığımız arkadaşlarıma sesleniyorum. Çıkın anlatın. Artık konuşmak lazım.”2002’de neler mi söylemiş Ayhan Çarkın?Ne önemi var ki artık!Bundan sonra önemli olan, Ayhan Çarkın’ın bugün söylediklerinin aydınlatılması...Bu açıklamaların peşinin bırakılmaması...Benim tüm direnmelere rağmen umudum var...
Büyük felaketler yaşayan Japonya mı yaralarını çabuk saracak ve bu yaralanmış insanlardan yeni bir Japonya yaratacak, yoksa kendini dönüştürmeye çalışan, iç çatışmaların, savaşların yaşandığı, bombaların atıldığı Ortadoğu mu?Hangisi o büyük derdinden daha çabuk sıyrılabilecek?Doğanın yarattığı felaketi yenmek mi kolay, yoksa diktatörlerin yarattığı felaketleri mi?Sanırım çoğumuz onca soruna rağmen Japonya’nın kendisini büyük bir hızla baştan yaratabileceğine inanırız, değil mi?Neden peki, Japonya’ya olan bu güvenimiz?Arap ülkelerinde diğer bütün ülkelerin istediği, hatta muhtaç olduğu petrol var.Büyük güç... Ama Arap ülkeleri kendilerini baştan yaratabilme gücüne sahip değiller.Sahip oldukları güç kendilerine yetmiyor.Tüm dünya o gücü istiyor, onun peşinde savaşlar çıkıyor ama Arap ülkeleri o gücü kendilerini dönüştürmek için kullanamıyor.Japonya’da ise on binlerce insan kayboldu, zarar gören evlerin, arabaların, şehirlerin maliyeti kimbilir ne kadar. Ama Japonlar hep beraber göreceğiz, çok kısa bir süre içinde bıraktıkları yerden devam edecekler.Şimdi büyük facialarla uğraşan Japonya, dünyanın en büyük 3 ekonomisi içinde...Hatta çok yakın zamana kadar ikinci sıradaymış, burun farkıyla Çin’e geçilmiş.Dünyada yaşayan 7 milyar insanın, yuvarlak hesap bir yıl içinde ürettiği 55 trilyon doların onda birini Japonya tek başına üretiyormuş.Bu nasıl bir zenginlik ve güç, düşünsenize...Gücü yaratan sahip olduklarımız mı, yoksa sahip olduklarımızı nasıl kullanabildiğimiz mi acaba?Bizi düşündüm...“Birinci Dünya Savaşı’nı bizimle birlikte kaybeden, ardından İkinci Dünya Savaşı’nı bizsiz kaybedip parçalanan Almanya, bu felaketlerden kurtulup nasıl bizden çok daha zengin olabildi?” diye...Japonlar ve Almanlar üretiyor...Araplar, Türkler üretmeye önem vermiyor...Onların kuralları var, bizlerin yasakları...Onlar insana önem veriyor, biz devletin büyüklüğüne...Onlar gerçekleri esas alıyor, biz yalanları...Japonya depremlerden, tsunamilerden, nükleer patlamalardan kurtulacak güce sahipken, bizler kendi yarattığımız sıkıntıları aşamıyoruz.Devleti yüceltip, insanı küçümsüyoruz çünkü...İnsanı küçümseyen toplumların devletleri de çürük oluyor.Sadece siyasi sistemi değil, zihinsel yapıyı da değiştirmemiz, insanın değerini öne çıkarmamız lazım herhalde.Seçim yaklaşıyor ama bu gerçek sorunlardan söz eden yok.Sorunları görüp çözmek yerine, o sorunlar yokmuş gibi davranmayı tercih ediyoruz.Ama biz konuşmuyoruz diye sorunlar ortadan kaybolmuyor.Bunca suskunluğa rağmen dertlerin hiç bitmemesinden de belli değil mi zaten bu?***Acelesi olanlar için 90 klasik kitapKomik bir kitap aldım.“Acelesi olanlar için 90 klasik kitap.”Karikatürist Hendrik Lange, klasikleri okumak için zaman bulamayanlar ya da okumaktan sıkılanlar ya da kitabın arkasında yazdığı gibi okuyup da hatırlamakta zorlananlar için 90 kitabı dört resimli karede, esprili-eğlenceli bir dille anlatmış.İşte birkaçı:- Franz Kafka’nın Dava’sı:Josef K doğum gününde tutuklanır. Neden olduğunu ne biz anlarız ne de kendisi. Bir sürü çetrefil yasal işlemden geçirilir ve bir sonuca varılamaz. Sonunda Josef K ölüme mahkum edilir. Hala sebebini bilmemektedir.- Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’si:Marcel Proust 1000 küsür sayfa boyunca çayına bisküvi batırıp yerken hatırladığı anılarını anlatır. Anıları pek çok seks sahnesiyle doludur. Çoğu da iki kadın arasında geçer. Anılar devam eder. İnsanlar güler, ağlar, sevişir, sosyetede yükselmek için herşeyi yaparlar.- Gabriel Garcia Marguez’in Yüz Yıllık Yalnızlık’ı:Maconda kasabasında yaşayan bir ailenin hikayesini anlatan bir kitap. Herkesin deli gözüyle baktığı Jose Arcadio’yla başlar. 100 yıl boyunca yedi kuşak gelip geçer ve herkesin ismi ya Jose ya Arcadio ya Aureliano’dur ya da hepsi birden. Yedinci kuşaktan Aureliano’yu bebekken karıncalar alıp götürür.- Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı: Raskolnikov iğrenç bir tefeci kadınla kız kardeşini öldürmeye karar verir. Ama sonra vicdan ve paranoya yakasına yapışır. Suçluluk duygusundan kurtulmak için kendisini Sibirya’ya zorunlu tatile gönderir. Orada hala sevebildiğini keşfedir. işte Dostoyevski’nin mutlu sonu.***Demirören Alışveriş Merkezi’ni merak ediyorumİlk fırsatta Beyoğlu‘na, İstiklal Caddesi‘ne gitmek istiyorum.Neden mi?Çünkü, uzun zamandır beklenen Demirören Alışveriş Merkezi açıldı.Binanın inşaatı çok tartışma yaratmıştı.“Tarihi dokuyu bozuyor”, “İznin dışında kat çıkıyor”, “İzinler geçerli değil” gibi çeşit çeşit iddia ve tartışma vardı hakkında.Sonunda 3 gün önce açıldı.İçinde müzikseverleri kendinden geçirecek Virgin açıldı. Çok büyük bir MediaMarkt var.Sadece restaurant katı açılmamış, o da mayıs gibi açılacakmış.Ama daha gitmeden kafam karıştı benim.Radikal gazetesi bu inşaatla yakından ilgilenmişti. “Beyoğlu’nun tarihi dokusu bozuluyor” diye haberler yapmışlardı.O yüzden Radikal gazetesinde çıkan Demirören haberlerini ilgiyle okuyorum.Cumartesi Cem Erciyes “İstiklal Caddesi’nin kalabalığını içeri buyur eden geniş girişleri güzel. İçi de şık ve ferah” diye yazarken, pazar günü Ömer Kanıpak imzalı yazıda “Binanın içi neredeyse şantiye. Asansör montajları hala bitmemiş. Yürüyen merdivenlerin ayarları yapılmakta. Mağazalar boş ve inşaat tozlu” diye anlatıyordu alışveriş merkezini.Acaba hangisi doğru?Bu arada mimar Han Tümerertekin‘in yapmak istediği proje çok modern bulununca Anıtlar Kurulu tarafından, binanın aslını yansıtan tarihi doku korunmuş.Binanın içini Autoban mimarlık yapmış, hatta dış cephede de büyük katkıları olmuş.Tamamen bittiğinde bence İstiklal Caddesi’ni sevenler için güzel bir merkez olacak burası.***Sokak çocukları keman çalacak! Düşüncesi bile çok etkileyici...Dün Hürriyet gazetesinde Gila Benmayor‘da okudum.İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı ve İKSV Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ahmet Kocabıyık, 240 kişilik Simon Bolivar Gençlik Senfoni Orkestrası‘nın 3 gün İstanbul’a gelip, etkinliklere katılması için destek arıyorlarmış.Bunu yapabilmek için büyük bir bütçe gerekiyormuş çünkü.Çok merak ettim, 3 günlük bu maliyet ne kadar acaba?Bülent Eczacıbaşı ve Ahmet Kocabıyık bunu tek başlarına yapamıyor...İKSV’nin tek başına karşılayabileceğ bir etkinlik değilmiş bu, Gila Benmayor öyle yazmış.Eczacıbaşı,bizzat mektup yazarak iş dünyasından yardım istemeye hazırlanıyormuş.İKSV gerçekten tek başına yetemeyebilir ama Bülent Eczacıbaşı ve Ahmet Kocabıyık kendi şirketleriyle bu projeyi yürütemezler mi?Borusan ve Eczacıbaşı buna nasıl yetemez ki!Neyse, bu çok anladığım bir şey değil, sadece mantık olarak çok anlaşılır gelmediği için merak ediyorum.Asıl ilgi çekici konu, bu gelecek senfoni orkestrasının ne olduğu...Dünyada giderek ünlenen 30 yaşındaki genç şef Gustavo Dudamel‘in yönettiği senfoni orkestrası, gecekonduda yaşayan, suça bulaşmış gençlerden oluşuyor.Onları müzikle beraber hayata kazandırıyorlar. Bu sistemin adı El Sistema‘ymış.1975 yılında Venezuelalı piyanist-ekonomist Jose Antonio Abreu kurmuş.“Yoksulların en büyük talihsizliği ekmek bulamamak değil, kişi olarak önemsizliklerinin bilincinde olmaları. Müzik sayesinde kendilerini daha iyi hissediyorlar” diyormuş Abreu.Kişi olarak önemsizliklerinin bilincinde olmak...Ne güzel bir anlatım.El Sistema, yüzde 90’ı yoksul gecekondu mahallelerinden olan Venezuelalı 350 bin çocuğa yeni bir hayat hediye etmiş.İKSV bu projenin Türkiye’de nasıl yapılabileceğini anlatmak, yollarını göstermek üzere davet etmiş şef Gustavo Dudamel ve Jose Antonio Abreu‘yü...Sokak çocukları keman çalacak...Kendini önemsiz hisseden çocuklar kimlik bulacak...Çok etkileyici bir fikir.Bu, herkesin desteklemesi gereken bir proje.3 günlük maliyet değil de... Bu projenin hayata geçmesi için herkesin yardım etmesi gerekir.Yoksul ve suçlu çocukları kurtarmak, üstelik müzikle kurtarmak insanı gerçekten heyecanlandırıyor.***Bu sergiye randevusuz gitmeyin, kapıda kalırsınız!Ermeni Patrikhanesi‘nin koleksiyonunun bugüne kadar korunabilmiş önemli eserlerinin sergilendiği, Kumkapı’daki patrikhane binasının bodrum katındaki sergiye giderken bir arkadaşım “Hz. İsa’nın çarmığının parçaları varmış, gazetede okudum” dedi. Ben de ona “Aynı haberi ben de okudum, 2006 yılından beri varmış bu sergi. Moda deyimle ‘Neden şimdi?’ duyuruyorlar acaba?” dedim... 2006’dan beri olan bir sergiyi duymamış olmanın utancıyla beraber, gerçekten de üst üste o kadar çok haber okudum ki sergiyle ilgili, şu sıralar özel olarak duyurulduğuna eminim neredeyse. Osmanlı döneminden üç ferman, İsa’nın çarmığı, Ermeni ressamların tabloları, 2. Abdülhamit zamanında dönemin patriğine hediye edilen taht... Daha bir çok eser var bu sergide. Ama sergiyi ancak randevuyla gidip görebiliyorsunuz. Bizim gibi kapıda kalmayın, dikkat!
Pazartesi 21 Mart.Baharın başladığı... Doğanın uyandığı gün.Goggle’da 21 Mart için şunları yazıyor: “Güneş ışınları öğle vakti Ekvator’a 90olik açı ile düşer. Gölge boyu Ekvator’da sıfırdır. Güneş ışınları bu tarihten itibaren Kuzey Yarım Küre’ye dik düşmeye başlar.Bu tarihten itibaren Güney Yarım Küre’de geceler, gündüzlerden uzun olmaya başlar, Kuzey Yarım Küre’de ise tam tersi olur.Bu tarih Güney Yarım Küre’de Sonbahar, Kuzey Yarım Küre’de İlkbahar başlangıcıdır.Aydınlanma çemberi kutup noktalarına teğet geçer. Bu tarihte güneş her iki kutup noktasında da görülür.Dünya’da gece ve gündüz süreleri birbirine eşit olur. Bu tarih Güney Kutup Noktası’nda 6 aylık gecenin, Kuzey Kutup Noktası’nda ise 6 aylık gündüzün başlangıcıdır.”Öylesine, aldırmadan içinden geçip gittiğimiz günün, doğadaki manası insanı bu aldırmazlığından utandıracak kadar büyük, değil mi?Alexander Dumas’ın sevdiğim bir sözü var; ‘Çiçeği sevmeyen Tanrı’yı da küçümser.’Çiçekleri çok severim... Tanrı’nın görebildiğim parçaları olduğuna inanırım.Yakında erguvanlar açacak... Şehrin her yeri eflatunun tonlarına bürünecek.Ardından manolyalar çiçeklenecek..Erken açarlarsa mayısta ama genellikle haziran ayının ortalarında olur bu aslında.Ama bu sene şaşırtacak şekilde, manolyalar aniden çiçek açmış.Bugün Mart’ın 20’si ama manolyalar öyle söylemiyor.İstanbul’da olanlar belki görmüşlerdir, Bebek Yokuşu’ndaki o görkemli büyük manolya ağacı çiçeklenmiş zamansız.Manolyalar açtı mı ardından kiraz dallarında henüz kızarmamış pembemsi minik meyveler belirir.Hayatı doğadan takip etmek zevklidir.Bırakın insanları, bırakın o insanların sığ fikirlerini, bırakın o fikirlerin tatsız kavgalarını, doğaya bakın...Bu sene manolyalar erken çiçek açmış.Mart sabahının mucizesi gibi.Manolyaların o etkileyici çiçekleri var ya, çok güzel kokarlar. Ama koklarken nefesinizi verirseniz hemen solar ve kararırlar.Bahar başlıyor Pazartesi...Nevruz kutlamaları nasıl geçecek endişesi var herkeste?Bebek Yokuşu’nda zamansız açmış manolya...Dokunursan kararan çiçek...Soldurmadan sevmek, karartmadan yaşamak gerek...***Bu filmi seyredelimPress diye bir film duydunuz mu? Ben duydum henüz seyretmedim ama seyredeceğim... Senaryosunu ve yönetmenliğini Sedat Yılmaz yapmış. Hikayesi gerçek kişilere ve olaylara dayanıyormuş. ‘Gerilim, kuşku, aksiyon, mizah, siyaset ne ararsanız içinde olan iyi bir drama’ diyor seyredenler. 90’lı yılların başında Özgür Gündem’i çıkaranların hikayesi. Korkmayın, siyasal provakosyon hiç yokmuş bu filmde. Özgür Gündem’i hayatları pahasına çıkartmaya çalışan gazetecilerin öyküsü. Gazetecilerin düşünce özgürlüğünün tartışıldığı şu günlerde Kürt gazeteciler 90’lı yıllarda ne yaşamıştı diye merak ediyorsak bu filmi izlemeliyiz... Sinema eleştirmeni Alin Taşcıyan “dialogları doğal ve akıcı. Oyuncuların performanslarına da diyecek yok“ demiş bu film için. Bence bu filmi Ahmet Şık da severdi...***Deprem mi tehlikeli nükleer santral mi, ne dersinizÖnce Japonya’da 8.9 şiddetinde deprem oldu...Tek bir bina bile yıkılmadı, bir tek kişi ölmedi.Biz, beklenen o büyük İstanbul depremini konuşacaktık ki Japonya’da tsunami oldu bu sefer, on binlerce insan kayboldu, yaşamlarını yitirdi.Tam, bizim ülkemizde de tsunami olur mu, o şiddette deprem olursa bizde kaç kişi ölür, ne yapmamız gerekiri tartışacaktık, bu sefer de Japonya’da Fukuşima Nükleer Santrali’ndeki patlama ve sızıntı tehlikesi ortaya çıktı ve tüm gündem nükleer santral tartışmalarına odaklandı.Deprem unutuldu, yapılacaklar, yapılması gerekenler bir dahaki depreme kadar ne yazık ki rafa kalktı.Sanmayın ki, nükleer santral tehlikelerini anlamıyor, önemsiz buluyor ya da tartışılmasın diyorum.Tehlikeler arasında seçim yaparak, depremi unutup sadece nükleer santrali öne çıkararak büyük kavgalara girişen insanları anlamıyorum.Depremi doğa yapıyor santrali Ak Parti yapıyor derseniz... Evet buradan size bir kavga çıkar ama bunun kimseye bir faydası olur mu... Sanmıyorum...Size küçük bir sır vereyim, bu tehlikelerin hepsi öldürüyor, hiç ayırım yapmadan üstelik...Depremi unutmayalım istiyorum o kadar.Gelelim nükleer santral gündemine.Nükleer enerji santralleri yapımına karşı çıkanların sayısı giderek artıyor.Güvenliği eksik ya da yüksek kalitede yapılmazsa büyük tehlikeler yaratabilecek bir proje bu, haklılar.Enerji Bakanı Taner Yıldız, “Gelişen Türkiye’nin 2023 enerji ihtiyaçlarını karşılamak için mevcut kaynaklar yeterli değil. Nükleer enerji olmazsa herşey bitmez ama büyüme hedeflerimiz nükleere ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Dünyada 442 nükleer santral var. Bunların yarısı ABD, Fransa ve Japonya’da. Halen dünyada 65 santral inşaat halinde. Ekonomisi dünya ortalamasının üzerinde büyüyen Türkiye bunun dışında kalamaz” demiş.60 yıllık bir geçmişi varmış bu santrallerin insanlık yararına kullanılmasının... Üç tehlikeli kaza olmuş şimdiye kadar.Bunlardan biri Çernobil... Yani sonuçlarına baktığında üç hiç de az bir rakam değil...Bir de nükleer atık sorunu var.Nükleer atığa yer bulamadığı için İtalya nükleer santral yapmıyormuş.Peki bizde var mı diye soruyorsunuz? Henüz bu sorunun çözümü belli değilmiş. Tam Türklere uygun proje yönetimi gerçekten!Ama bu santraller elektrik üretiyor. En temiz ve en ucuz enerji kaynakları.Bu da bir ülke için ve o ülkede yaşayanlar için küçümsenemeyecek bir ekonomik katkı.Tüm güvenlik önlemleri alındığında çok da karşı çıkılmayacak projeler gibi aslında.İnsanın kafası karışıyor biraz. Yararı da var telikesi de...Hemen kızmayın... Yazarak düşünüyorum...Tümden karşı çıkmaktansa kurulum, işlemesi, atık imhası gibi konularda kalite ve güvenliğin ön plâna çıkması için durumu tartışsak..Tıpkı deprem önlemlerine ihtiyacımız olduğu tartışmamız gerektiği gibi...Hepimize daha faydalı olur sanki...Tabi amaç ‘üzüm yemekse’, yoksa ‘bağcıyı dövmek isteyenlere’ bir lafım yok. ***Mehmet Torun ve Emre ArolatGeçen Yıl, prestijli Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü İpekyol Tekstil Fabrikası projesiyle alan mimar Emre Arolat, şu sıralar Galatasaray’ın efsane stadı Ali Sami Yen’in yerine yapılacak rezidans projesini hazırlıyormuş.Temmuz’da 417 milyon TL’ye Ali Sami Yen Stadyumu ihalesini kazanan ve proje için ortak arayan Aşçıoğlu, Torunlar Gıda Sanayi ve Kapıcıoğlu İnşaat’la anlaşmıştı.Geçen gün Torunlar Şirketi’nin sahibi Mehmet Torun bir televizyon kanalında bunu anlatıyordu. Mehmet Torun’un ağabeyi ve ortağı Aziz Torun Tayyip Erdoğan’ın Fatih İmam Hatip’ten arkadaşıymış,dostlukları devam ediyormuş ve şu son dönemlerde sık sık kazandıkları ihalelerin nedeni bu ilişkiye bağlanıyormuş, sanırım bunlara bir cevap vermek için çıkmıştı televizyona ama ben hepsini seyredemedim.Ali Sami Yen projesini mimar Emre Arolat’ın yapması ilgimi çekti benim.Projenin adı Selenium olacakmış. Aşçıoğlu, Ali Sami Yen projesine yine- Selenium ismini vereceklerini açıklamış.Toplam 3 binadan oluşacak projede Versace’nin Ürdün’de isim hakkına sahip olan bir grup ‘Binayı bize verin Versace adıyla işletelim’ önerisinde bulunmuş. Görüşmeler sürüyormuş.Evlerin satışları da Mayıs’ta başlayacakmış. Bu arada, babalarının önce bir handa çay ocağı ardından bir bakkalı olan, sonra şeker işine girerek büyüyen Mehmet Aziz Torun kardeşler 425’er milyon dolarlık servetleriyle Forbes’ın en zengin 100 türk listesinde 100‘üncü sıradalarmış. Bir de mimar Emre Arolat’ın Tophane-i amiredeki Moment adlı sergisi 31 Mart’a kadar uzatılmış. Hangisi ilginizi çekerse...
Son yıllarda acı üzerine acı çekmiş bir G.Saraylı olarak, bu akşam tarifi zor bir heyecanla Arena’nın tribünlerindeki yerimi alacağım. Kime sorarsam sorayım, G.Saray’ın F.Bahçe’yi yenme ihtimalini, yok denecek kadar az görüyor.“İyi de derbilerin sonucu belli olmaz” diyorum...“Uzun zamandan beri F.Bahçe maçları G.Saray için derbi sayılmıyor o zaman...” diyorlar.“Favori olan kaybetmez mi hep!” diyorum...“Bırak Allah aşkına! G.Saray bu sezon kimi yenebilmiş ki, şampiyonluğa giden F.Bahçe’yi yenebilsin” karşılığını veriyorlar.“Arena uğurlu gelir belki. G.Saray yeni statta hiç yenilmedi” diyorum...“Herşeyin bir ilki vardır” sözüyle son umut kırıntısını da unufak ediyorlar.Üstelik bunları söyleyenler hep G.Saraylılar.Genelde böyle hissetmem ama bu sefer içimde tuhaf bir umut var. “Bu haldeki G.Saray, F.Bahçe’yi nasıl yener?” diye kendi kendime soruyorum bir haftadır. Düşünsenize;* Yönetim, bu derbiyi bütün sezonun hatalarını kapama maçı olarak görmekten vazgeçse; takımın ve Hagi’nin üzerindeki baskıyı azaltsa, onları derbi motivasyonuyla sıradan bir maça çıkma rahatlığına kavuştursa...* Hagi, geldiğinden bu yana yaptığı gibi her maçı “kendi futbol zekâsını kanıtlama” enstrümanı olarak görmese; takımın tertibiyle sürekli oynamayı bir kenara bıraksa, futbolcularıyla empati kurup 1996-2000 arasında F.Bahçe’yi yendikleri derbilerdeki ruh halini futbolculara geçirmeyi başarabilse...* Arda, kendisine hiç yakışmadığını düşündüğüm “sakat ve mağdur kaptan” psikolojinden çıkıp; sadece kendi zevki ve G.Saray tribünleri için oynamayı düşünüp, yeteneklerini ortaya koysa...* Başta Baros olmak üzere bütün yabancılar, “Takım zaten darmadağın olmuş. Sezonu bitirip buradan paramızı alarak gidelim, gerisinden bize ne?” vurdumduymazlığından bir maçlığına olsa da kurtulup, G.Saray için sorumluluk almaya karar verse...* Arena’yı dolduracak taraftarlar, maçın içinde gelişecek herhangi bir olumsuzluğu tolere edecek kadar yönetime, takıma ve Hagi’ye olan öfkelerini içine gömüp, 90 dakika boyunca hiç durmadan 12. adam görevini yapsa ve kendi futbolcularını hata yapmaktan korkar hale getirmekten vazgeçse...G.Saray F.Bahçe’yi yenemez mi?...Her seferinde aynı açmazı yaşıyor G.Saray... F.Bahçeliler, G.Saray’ı kolaylıkla yenebildikleri bir rakip olarak gördükleri için yenebiliyorlar. G.Saraylılar ise yılların biriken hıncını bir maçta çıkarmaya çalıştıkları, sadece kazanmak için değil rakibi “futbolla dövmek” için sahaya çıktıklarından, baskıdan kurtulamıyor ve ilk golü yedikten sonra da dağılıp gidiyorlar.Tabii ki ben bir futbol alimi değilim... Ama futbol artık sadece futbol değil, içinde başta psikoloji olmak üzere pek çok parametreyi barındırıyor. Ruh halini dingin tutmayı başaran ve kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış bir G.Saray, kaybedecek çok şeyi olan F.Bahçe’yi rahatlıkla bozabilir.Zaten galibiyet F.Bahçe’ye lazım değil mi? G.Saray için sonuç farketmez aslında...Bırakınız üzerinize gelsinler, bırakınız sizin sahanıza geçsinler...Akıllı bir savunmaya bağlı akıllı bir hücum taktiğiyle yenilmeyecek takım yok.F.Bahçe’yi bu sezon kimler yenmiş?Trabzon, Kayseri, Gaziantep ve A.Gücü...G.Saray niye yenemesin ki!*****İnanamadıklarım!* Bülent Arınç’ın, İbrahim Tatlıses’i ziyaret ettikten sonra “Uyuyordu, uyandırılmamasını rica ettim” demesi...* Tayyip Erdoğan’ın Japonya’daki nükleer tehlikenin ardından, Türkiye’deki nükleer santralın riskini anlatırken “Risksiz yatırım yoktur. O zaman eve doğalgaz da çekmeyin, tüpgaz da almayın” demesi...* Bedelli askerliğin savunucusunun, Ergenekon örgütünün varolmadığına inanan Kemal Kılıçdaroğlu olması...* Bedelli askerliğe karşı çıkanın referandum öncesi bu sözü veren Tayyip Erdoğan olması...* İbrahim Tatlıses’in yoğun bakım kapısında Derya Tuna‘nın Ayşegül Yılmaz’a “f...e” diyerek kavga çıkarması...* Twitter‘da günde 140 milyondan fazla mesaj yazılması...* iPad2 almak için kuyrukların olması ve 500 dolarlık iPad’in, 900 dolara kuyrukta ön sıra satışlarının olması... * Bugün G.Saray’ın F.Bahçe’ye 6 atması...*****Alışveriş gongu çalıyorBugün 40 gün 40 gece sürecek Shopping Fest başlıyor. Açılış partisi İstinye Park‘taymış. İSF gong vuruşu ile açılış, Vogue Party, Uzun Alışveriş Gecesi, Fransız Gösteri Grupları bugün olacak etkinlikler. Bir başka açılış partisi ise Torium‘daymış. Oradaki program da şöyle: * İSF Gong vuruşu ile açılış * Cosmopolitan Party * Uzun Alışveriş Gecesi * Fransız Gösteri Grupları. Ayrıca bugün Tepe Nautilus, Carrefour Haramidere, Migros Beylikdüzü‘nde de Shopping Fest’in ilk gün etkinlikleri var... Hadi, duydunuz gongun sesini... İyi eğlenceler...*****AİHM’de nasıl dünya şampiyonu olduk?Biliyor musunuz Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) imzalamış bir ülke...İnsan, ülkede yaşananlara bakınca buna inanmakta zorlanıyor değil mi? Gözaltı ve tutukluluk süreleri, yargılama aşamasındaki eksikler, tutukluluk 10 yıl sürebilir diyen karar, 2004’te çıkmış “Tutuklama delilimi sana söylemek zorunda değilim” diyen yasa...Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uluslararası bir antlaşma, yani anayasanın bile üzerinde aslında, uyulması gereken kurallar açısından.AİHM davaları çözerken bu sözleşmenin maddelerini esas alıyor. Ve AİHM’in kararları bağlayıcı...Gelgelelim Türkiye, ne sözleşmenin maddelerini ciddiye alıyor ne de AİHM’in kararlarını.AİHM’de hakkında en çok dava açılan ülke Rusya. Hemen arkasında da Türkiye var.Avrupa Konseyi üyesi 47 ülke arasında, geçen yıl yüzde 19’luk oranla AİHS’i ihlal eden ülkeler sıralamasında birinciyiz.En çok hangi maddeyi ihlâl ediyormuşuz, biliyor musunuz?“Özgürlük ve güvenlik hakkı” başlıklı 5. maddeyi, gözaltı ve tutukluluk koşullarını düzenleyen maddeymiş bu... Tam 80 karar çıkmış Türkiye aleyhine geçen yıl.Bu maddenin 2. fıkrasında, “Tutuklanan kişiye tutuklama nedenleri ve kendisine yönelik suçlamalar en kısa zamanda ve anladığı bir dille bildirilir” diyor.İkinci en fazla ihlal ettiğimiz madde ise adil yargılama hakkıymış. Bu maddeden de 2010 yılında 42 kez mahkûm olmuş Türkiye.2011 başlayalı, şu 3 ayda bu maddeden 3 mahkûmiyet kararı daha almışız bile.Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne seçilen ilk Türk kadın yargıç olan Prof. Dr. Işıl Karakaş, 3 yıldır AİHM’de görev yapıyor ve şöyle söylüyor:“Türkiye’den gelen davaların en az yüzde 40’ı, yargılama veya tutukluluk sürelerinin uzunluğundan... Yargıtay’ın tutukluluk süresini 10 yıl olarak kabul etmesi bence yanlış bir yorum. Mutlaka tutuklu yargılamak zorunda değilsiniz. Son çaredir tutuklamak... Kaçma şüphesi de tutuklama gerekçesi olamaz. Devlet, sanığı kaçırtmayacak. Delillerin karartılması için de mahkemenin sağlam gerekçeler sunması lazım. Türkiye’yi mahkûm ettiğimiz yüzlerce kararın gerekçesi şu:Hakimler, kalıplaşmış cümlelerle tutukluluğun devamına karar veriyorlar. Çoğu zaman, ‘Tutukluluğun devamına’ deyip geçiyorlar. Gerekçe göstermiyorlar.”Ve ekliyor:“Türkiye, basın ve ifade özgürlüğüyle ilgili başvurularda şampiyon. AİHM’de, en fazla ifade özgürlüğü ihlalinden mahkûm olan ülke Türkiye. 175 davada mahkûm olmuş bugüne kadar. Hemen arkamızdan gelen Avusturya’nın 32, Fransa’nın 16 mahkûmiyeti var. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Türkiye’de basının ABD’den daha özgür olduğunu neye dayanarak söylüyor?”Geçtiğimiz pazar, Faruk Bildirici’nin Işıl Karakaş portresinde okudum bunları.Peki o halde, biz neden yasaların değişmesi için ya da doğru uygulanması için yürüyüşler yapmıyoruz?Kendi ayağımıza basılınca yürümek...AİHM’deki Türkiye’nin durumuna düşürmüyor mu bizi, ne dersiniz?