Son yıllarda acı üzerine acı çekmiş bir G.Saraylı olarak, bu akşam tarifi zor bir heyecanla Arena’nın tribünlerindeki yerimi alacağım. Kime sorarsam sorayım, G.Saray’ın F.Bahçe’yi yenme ihtimalini, yok denecek kadar az görüyor.
“İyi de derbilerin sonucu belli olmaz” diyorum...
“Uzun zamandan beri F.Bahçe maçları G.Saray için derbi sayılmıyor o zaman...” diyorlar.
“Favori olan kaybetmez mi hep!” diyorum...
“Bırak Allah aşkına! G.Saray bu sezon kimi yenebilmiş ki, şampiyonluğa giden F.Bahçe’yi yenebilsin” karşılığını veriyorlar.
“Arena uğurlu gelir belki. G.Saray yeni statta hiç yenilmedi” diyorum...
“Herşeyin bir ilki vardır” sözüyle son umut kırıntısını da unufak ediyorlar.
Üstelik bunları söyleyenler hep G.Saraylılar.
Genelde böyle hissetmem ama bu sefer içimde tuhaf bir umut var. “Bu haldeki G.Saray, F.Bahçe’yi nasıl yener?” diye kendi kendime soruyorum bir haftadır. Düşünsenize;
* Yönetim, bu derbiyi bütün sezonun hatalarını kapama maçı olarak görmekten vazgeçse; takımın ve Hagi’nin üzerindeki baskıyı azaltsa, onları derbi motivasyonuyla sıradan bir maça çıkma rahatlığına kavuştursa...
* Hagi, geldiğinden bu yana yaptığı gibi her maçı “kendi futbol zekâsını kanıtlama” enstrümanı olarak görmese; takımın tertibiyle sürekli oynamayı bir kenara bıraksa, futbolcularıyla empati kurup 1996-2000 arasında F.Bahçe’yi yendikleri derbilerdeki ruh halini futbolculara geçirmeyi başarabilse...
* Arda, kendisine hiç yakışmadığını düşündüğüm “sakat ve mağdur kaptan” psikolojinden çıkıp; sadece kendi zevki ve G.Saray tribünleri için oynamayı düşünüp, yeteneklerini ortaya koysa...
* Başta Baros olmak üzere bütün yabancılar, “Takım zaten darmadağın olmuş. Sezonu bitirip buradan paramızı alarak gidelim, gerisinden bize ne?” vurdumduymazlığından bir maçlığına olsa da kurtulup, G.Saray için sorumluluk almaya karar verse...
* Arena’yı dolduracak taraftarlar, maçın içinde gelişecek herhangi bir olumsuzluğu tolere edecek kadar yönetime, takıma ve Hagi’ye olan öfkelerini içine gömüp, 90 dakika boyunca hiç durmadan 12. adam görevini yapsa ve kendi futbolcularını hata yapmaktan korkar hale getirmekten vazgeçse...
G.Saray F.Bahçe’yi yenemez mi?...
Her seferinde aynı açmazı yaşıyor G.Saray...
F.Bahçeliler, G.Saray’ı kolaylıkla yenebildikleri bir rakip olarak gördükleri için yenebiliyorlar. G.Saraylılar ise yılların biriken hıncını bir maçta çıkarmaya çalıştıkları, sadece kazanmak için değil rakibi “futbolla dövmek” için sahaya çıktıklarından, baskıdan kurtulamıyor ve ilk golü yedikten sonra da dağılıp gidiyorlar.
Tabii ki ben bir futbol alimi değilim...
Ama futbol artık sadece futbol değil, içinde başta psikoloji olmak üzere pek çok parametreyi barındırıyor. Ruh halini dingin tutmayı başaran ve kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış bir G.Saray, kaybedecek çok şeyi olan F.Bahçe’yi rahatlıkla bozabilir.
Zaten galibiyet F.Bahçe’ye lazım değil mi? G.Saray için sonuç farketmez aslında...
Bırakınız üzerinize gelsinler, bırakınız sizin sahanıza geçsinler...
Akıllı bir savunmaya bağlı akıllı bir hücum taktiğiyle yenilmeyecek takım yok.
F.Bahçe’yi bu sezon kimler yenmiş?
Trabzon, Kayseri, Gaziantep ve A.Gücü...
G.Saray niye yenemesin ki!
İnanamadıklarım!
* Bülent Arınç’ın, İbrahim Tatlıses’i ziyaret ettikten sonra “Uyuyordu, uyandırılmamasını rica ettim” demesi...
* Tayyip Erdoğan’ın Japonya’daki nükleer tehlikenin ardından, Türkiye’deki nükleer santralın riskini anlatırken “Risksiz yatırım yoktur. O zaman eve doğalgaz da çekmeyin, tüpgaz da almayın” demesi...
* Bedelli askerliğin savunucusunun, Ergenekon örgütünün varolmadığına inanan Kemal Kılıçdaroğlu olması...
* Bedelli askerliğe karşı çıkanın referandum öncesi bu sözü veren Tayyip Erdoğan olması...
* İbrahim Tatlıses’in yoğun bakım kapısında Derya Tuna‘nın Ayşegül Yılmaz’a “f...e” diyerek kavga çıkarması...
* Twitter‘da günde 140 milyondan fazla mesaj yazılması...
* iPad2 almak için kuyrukların olması ve 500 dolarlık iPad’in, 900 dolara kuyrukta ön sıra satışlarının olması...
* Bugün G.Saray’ın F.Bahçe’ye 6 atması...
Alışveriş gongu çalıyor
Bugün 40 gün 40 gece sürecek Shopping Fest başlıyor. Açılış partisi İstinye Park‘taymış. İSF gong vuruşu ile açılış, Vogue Party, Uzun Alışveriş Gecesi, Fransız Gösteri Grupları bugün olacak etkinlikler. Bir başka açılış partisi ise Torium‘daymış. Oradaki program da şöyle:
* İSF Gong vuruşu ile açılış
* Cosmopolitan Party
* Uzun Alışveriş Gecesi
* Fransız Gösteri Grupları. Ayrıca bugün Tepe Nautilus, Carrefour Haramidere, Migros Beylikdüzü‘nde de Shopping Fest’in ilk gün etkinlikleri var... Hadi, duydunuz gongun sesini...
İyi eğlenceler...
AİHM’de nasıl dünya şampiyonu olduk?
Biliyor musunuz Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) imzalamış bir ülke...
İnsan, ülkede yaşananlara bakınca buna inanmakta zorlanıyor değil mi? Gözaltı ve tutukluluk süreleri, yargılama aşamasındaki eksikler, tutukluluk 10 yıl sürebilir diyen karar, 2004’te çıkmış “Tutuklama delilimi sana söylemek zorunda değilim” diyen yasa...
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uluslararası bir antlaşma, yani anayasanın bile üzerinde aslında, uyulması gereken kurallar açısından.
AİHM davaları çözerken bu sözleşmenin maddelerini esas alıyor. Ve AİHM’in kararları bağlayıcı...
Gelgelelim Türkiye, ne sözleşmenin maddelerini ciddiye alıyor ne de AİHM’in kararlarını.
AİHM’de hakkında en çok dava açılan ülke Rusya. Hemen arkasında da Türkiye var.
Avrupa Konseyi üyesi 47 ülke arasında, geçen yıl yüzde 19’luk oranla AİHS’i ihlal eden ülkeler sıralamasında birinciyiz.
En çok hangi maddeyi ihlâl ediyormuşuz, biliyor musunuz?
“Özgürlük ve güvenlik hakkı” başlıklı 5. maddeyi, gözaltı ve tutukluluk koşullarını düzenleyen maddeymiş bu... Tam 80 karar çıkmış Türkiye aleyhine geçen yıl.
Bu maddenin 2. fıkrasında, “Tutuklanan kişiye tutuklama nedenleri ve kendisine yönelik suçlamalar en kısa zamanda ve anladığı bir dille bildirilir” diyor.
İkinci en fazla ihlal ettiğimiz madde ise adil yargılama hakkıymış. Bu maddeden de 2010 yılında 42 kez mahkûm olmuş Türkiye.
2011 başlayalı, şu 3 ayda bu maddeden 3 mahkûmiyet kararı daha almışız bile.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne seçilen ilk Türk kadın yargıç olan Prof. Dr. Işıl Karakaş, 3 yıldır AİHM’de görev yapıyor ve şöyle söylüyor:
“Türkiye’den gelen davaların en az yüzde 40’ı, yargılama veya tutukluluk sürelerinin uzunluğundan... Yargıtay’ın tutukluluk süresini 10 yıl olarak kabul etmesi bence yanlış bir yorum. Mutlaka tutuklu yargılamak zorunda değilsiniz. Son çaredir tutuklamak... Kaçma şüphesi de tutuklama gerekçesi olamaz. Devlet, sanığı kaçırtmayacak. Delillerin karartılması için de mahkemenin sağlam gerekçeler sunması lazım. Türkiye’yi mahkûm ettiğimiz yüzlerce kararın gerekçesi şu:
Hakimler, kalıplaşmış cümlelerle tutukluluğun devamına karar veriyorlar. Çoğu zaman, ‘Tutukluluğun devamına’ deyip geçiyorlar. Gerekçe göstermiyorlar.”
Ve ekliyor:
“Türkiye, basın ve ifade özgürlüğüyle ilgili başvurularda şampiyon. AİHM’de, en fazla ifade özgürlüğü ihlalinden mahkûm olan ülke Türkiye. 175 davada mahkûm olmuş bugüne kadar. Hemen arkamızdan gelen Avusturya’nın 32, Fransa’nın 16 mahkûmiyeti var. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Türkiye’de basının ABD’den daha özgür olduğunu neye dayanarak söylüyor?”
Geçtiğimiz pazar, Faruk Bildirici’nin Işıl Karakaş portresinde okudum bunları.
Peki o halde, biz neden yasaların değişmesi için ya da doğru uygulanması için yürüyüşler yapmıyoruz?
Kendi ayağımıza basılınca yürümek...
AİHM’deki Türkiye’nin durumuna düşürmüyor mu bizi, ne dersiniz?