Aynı şeyleri yaşayan farklı kadınlar... İbo’yu en çok hangisi sevdi acaba?

15 Mart 2011

Uzun uzun baktım fotoğrafa.Perihan Savaş, Derya Tuna ve Ayşegül Yıldız...Üçünün aynı karede olduğu fotoğrafı yayınlamış gazeteler...Altına bir şey yazmalarına bile gerek yok, hepimiz anlıyoruz o fotoğrafın anlattıklarını.İbrahim Tatlıses’i seven, İbrahim Tatlıses’in sevdiği kadınlar...İbrahim Tatlıses’e kızgın, küskün, İbrahim Tatlıses’in üzdüğü kadınlar...İbrahim Tatlıses’in kadınları...Kızan, küsen, seven, aşık, aldatılmış, terkedilmiş, dayak yemiş, merakla ve endişeyle, acıyla hastane kapısında bekleyen kadınlar...Onları duygularla anlattığında, yaşadıklarıyla tanımladığında, hepsi tek bir kadına dönüşüyor aslında.Aynı şeyleri yaşayan farklı kadınlar.En çok hangisi sevdi acaba İbrahim Tatlıses’i?En çok hangisi acı çekti acaba aşkını yaşarken?Aynı adamı sevmiş, aynı adamın acısını çekmiş, aynı adamı bir hastane kapısında bekleyen kadınlar...Ne konuşurlar birbirleriyle acaba?Konuşurlar mı ya da?Birbirlerine şu an çektikleri acıyı, endişeyi, bir daha yeniden hatırladıkları geçmişi anlatabilirler mi?Sarılabilirler mi birbirlerine? Birbirlerinin acısına saygı duyabilirler mi?Yoksa bir hastane kapısında bile, ölümün o kadar yakınında bile birbirlerine güçlerini kanıtlamaya mı çalışırlar?“İbrahim en çok beni sevdi...”Bir kadının başka bir kadını sevdiği adam yüzünden kıskanması, ne fırtınalar yaratır insanın içinde.Her defasında kendi canını en fazla yakacak hayalleri yaratır insan beyninde. Ve sevdiği adamın bir başka kadına gitmesindense, o acıyı yaşamaktansa, o adamın ölmesini bile isteyebilir.Peki, bir ölümün kıyısında sevdiği adamı bekleyen aynı duyguları yaşamış farklı kadınlar, birbirlerini çaktırmadan süzerken, aslında ne düşünür acaba?Ne çok şey merak ettiriyor bu fotoğraf... Aslında ne çok şey anlatıyor bu fotoğraf...Asena’yı merak ediyor insan.Geldi mi acaba?Gelmek istedi de gelemedi mi acaba?İbrahim Tatlıses’in kadınlarından biri gibi gözükmek mi istemedi acaba?Yoksa oralarda bir yerde ama acısını da kendisini de saklıyor mu hepimizden?Nedense ben Asena’nın, o kadınlar arasında en çok acı çekenlerden biri olduğuna inanıyorum.O kadar büyük bir öfkeyle, o kadar büyük bir küskünlükle, o kadar büyük bir ‘sesle’ ayrılmıştı ki İbrahim Tatlıses’ten... Geri dönmemesine hayran kalmakla birlikte, hep şunu düşünmüştüm:O öfkenin arkasına saklanan, o öfkeyi bu kadar güçlü ve büyük yapan ardındaki aşktır aslında.Asena, İbrahim Tatlıses’i çok sevdi diye hissettim hep.Çünkü İbrahim Tatlıses, Asena gittikten sonra çok acı çekti, geri dönmesi için çok şey yaptı ama Asena geri dönmedi. Bu denli güçlü bir karar ancak çok seven bir kadının incinmesine tutunabilir.Gerçekten vazgeçen kadınlar aslında gerçekten seven kadınlardır.Bütün bunları yazarken bir taraftan da düşündüm, bir hastane kapısında başka kadınlarla beraber sevdiğim ya da bir zamanlar çok sevdiğim bir adamı bekleyebilir miyim diye?Ben de beklerdim.Çocuklarının babası, bir zamanlar çok sevdikleri adam, şu an aşık oldukları adam...O üç kadının, hikayeleri ne olursa olsun çok zor bir anı paylaştıkları ve bunun üstesinden gelmeye çalıştıkları çok açık.Allah hepsine sabır ve güç versin...Allah İbrahim Tatlıses’i sevenlerine bağışlasın...Dualarımız onunla...***Doktorlar yetmez hastalar da yürüsünGeçtiğimiz pazar gazeteciler Taksim’de yürürken, doktorlar da Ankara’da miting yapıyordu. İlgiyle izledim dertlerini anlatma biçimlerini. Şarkılar söylüyorlardı, galiba kendileri yazıp bestelemişler o şarkıyı...Çok hoşlandım kendilerini ifade etme biçimlerinden.Dertlerini daha da çok merak ettim o yüzden...Doktorlar bakacakları hasta sayısına göre puan, o puana göre de para alacaklarmış.Buna karşı çıkmak için toplanmışlar.Hasta randevularını merkezi sistem yönetiyormuş bu arada. 10 dakikada bir hasta veriyormuş.Performans sistemi denen bu faciaya bakarsak, doktorlardan önce hastaların yürümesi gerekiyor.Bu sistem tamamen hastaların aleyhine... Ne kadar çok bakarsan o kadar çok para, ne kadar iyi bakarsan o kadar çok para değil...“Sağlık haktır, satılamaz” diyen doktorlar, yeni uygulamaların hepsine karşı... “Hem doktoru hem hastayı mağdur eden uygulamalar bunlar” diyorlar...Sağlık Bakanı Recep Akdağ tüm bunlara ne diyor acaba?Bana doktorlar haklı geldi.Ama Sağlık Bakanı kendisinin haklı olduğunu düşünüyorsa bunun da nedenini bilmek isteriz?Eğer gerçekten doktorlar haksızsa, doktorlar neyi yanlış anlıyor acaba?Çünkü bu sistemin kimseye sağlık veremeyeceği açık...***Paulo Coelh İstanbul’daYazar Paulo Coelho, İstanbul’a geliyor. Her yıl başka bir şehirde yemekli bir davetle kutladığı Saint Joseph Yortusu için bu yıl İstanbul’u seçmiş.18 Mart’ta burada olacak. Şu anda kitapçılarda olan Can Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı Elif, Coelho‘nun Türkiye’den esinlenerek yazdığı bir roman. Sanırım bu yüzden de bu sene İstanbul’u tercih etti. Portekizce‘den sonra Türkçe’ye çevrilen kitap, bir yazarın bunalımlarını alt etmek için çıktığı uzun yolculuğu anlatıyormuş. Okumanın zamanı geldi demek ki...

Devamını Oku

Türkiye’de yeni bir anayasa yapacak cesur lider var mı?

13 Mart 2011

Yıllardır bozuklukları hükümetlerin uygulamalarında ararız.Haksız da değiliz...Çok az hükümet bu ülkeyi daha iyi yerlere taşımak için uğraştı gerçekten.Ama bizim ülkemizde çarpıklıkların çoğunluğunun şifresi devletin işleyiş biçiminin içinde saklı...Birçok insan Türk devletinin Türkiye’yi nasıl yönettiği bilinmesin istiyor. Her gün gazeteleri, sayısız ‘uzman’ köşe yazarlarını okuyoruz, televizyonlara bakıyoruz, politikacıları dinliyoruz ve gerçekleri öğreniyoruz sanıyoruz ama bu konuyla ilgili çok az şey anlatıyorlar bize.Sanki kanmak ve kandırılmak konusunda herkes işbirliği yapmış gibi...Aslında herkes her şeyi biliyor ama çoğu, devletin şifrelerinin kırılmasını istemiyor.Neden?Neden birbirinden hoşlanmayan insanlar, devlet dendiği zaman el ele hizaya geçiyor?Bilmemizi istemedikleri şey ne?Bence, bilmemizi istemedikleri şey, vatandaşın hiçbir önemi olmadığı ve paranın devletin içinde bir yerlerde bölüşülmeye çalışıldığı...Hangi açıdan bakarsanız bakın Türkiye’nin çağdaşlaşabilmesi için ilk yapması gereken şey, devlet-vatandaş ilişkilerini yeniden düzenlemesi...Bunun için de önce yeni bir anayasaya ihtiyacımız var.Seçimlere çok az kaldı, hala yeni anayasa önerilerinden ses yok.Sesin olmadığına dair de bir ses yok.Hiç böyle sorunlar yokmuş gibi, necip basınımız da dahil olmak üzere büyük güçler, bunları unutmamız, dikkatimizin devlet-vatandaş ilişkisinin dışına çekilmesi için uğraşıyorlar.Devletin şifrelerinin çözülmesini istemiyorlar.Anayasa yenilensin istemiyorlar.“İstiyoruz” diyorlar ama yeni anayasa yapılması, devletin çürümüş yerlerinin kesilip atılması için seslerini çıkartmıyorlar.Oysa ki bu şifre çözülmeden, Türkiye’de kolay kolay yapısal bir değişim sağlayamayız.Aslında... Bu büyük sorunun çözümüne çok az kaldı.Sırları saklayan kasanın önündeyiz. Önce o kasa açılacak, sırların çözülmesinden sonra da devletin yapısı çağdaşlaşacak.Bütün dirence rağmen şifreleri çözecek akıl ve istek var bu ülkede.Yeter ki bunun gereğini yerine getirecek cesaret olsun.İşin aslını gören liderler, gereğini yapmaktan korkmasın.Ne dersiniz, aklını cesaretiyle birleştirecek, gereken yerde korkmadan gerekeni yapacak liderler var mı bu ülkede?*****Mizgin’e bakıp Kürt meselesini anlamak..Bazen kitapları okumadan önce şöyle hızlı bir göz gezdiririm.Tam olarak nasıl bir şey okuyacağımı anlamak isterim.Bejan Matur’un yeni kitabı “Dağın Ardına Bakmak”ı da almadan önce kitapçıda hızlı bir şekilde sayfalarını çevirdim. Dağa çıkmayı seçmiş, ölümü göze almış olan insanların hikâyeleri, acıları, yaraları...Kapağı çevirir çevirmez, önsözde hemen bir cümleye yakalandım:“Yaşadığım asıl en büyük hikâye Kandil’e gittiğimde çocukluk arkadaşımı bulmak oldu. 19 yıl önce izini kaybettiğim ve kendisinden bir daha haber alamadığım arkadaşımla Kandil’de karşılaştım. Kod adı Mizgin.”Mizgin...Bu adı unutmam mümkün değildi...Ahmet Altan ve Yasemin Çongar, Kandil’e röportaj yapmak için gittiklerinde PKK’nın üst düzey yöneticileri Bozan Tekin ve Mizgin Amed’le görüşmüşlerdi.Ahmet Altan döndükten sonra “Kandil’de bir gün” diye bir yazı yazmıştı:“Odanın duvarları kalın yarıklarla dolu. Sol tarafımızda, önüne bir perde indirilmiş, içinde şilteler ve battaniyeler bulunan bir yüklük var. Sağ tarafımızdaki köşede tavana kadar yükselen formika bir dolap görülüyor, televizyonu ve video aletini o dolabın içine yerleştirmişler. Üstüne plastik çiçekler koymuşlar. Dolabın önünde, büyük otellerde görülen ayaklı küllüklerden biri duruyor. Sarı kabartmaları olan kırmızıya boyalı, aşırı süslü bir küllük. Orada ne aradığı, oraya nasıl geldiği belli değil. Onun yanında da bir sac soba yanıyor. Yerlere ince şilteler seriyorlar. Bağdaş kurup oturuyoruz.Birden kapı açılıyor, içeriye Avusturyalılara benzeyen iki uzun boylu yakışıklı adamla, gözlüklü, esmer, kısa boylu bir kadın giriyor. Yeşil şalvarlar, yeşil yelekler giymişler. Adının daha sonra Bozan olduğunu öğreneceğimiz en öndekinin üstünde şık görünüşlü yeşil bir parka var, siyah motifli kalın yeşil bir şal dolamış boynuna. Görüntüsüne önem verdiği izlenimi uyanıyor bende....İki uzun boylu erkek, Bozan’la Adem kalkıyorlar, “Biz temas kurmaya çalışalım” diyerek çıkıyorlar. Mizgin bizimle kalıyor. Göğsünde Apo’nun bir resmi broş gibi takılı duruyor. PKK’nın en üst düzeydeki iki kadın yöneticisinden biri. Mizgin “müjde” demekmiş, bu arada onu da öğreniyoruz.... bir ara Mizgin, “Burada asla buna izin vermeyiz” diyecek kadar keskinleşiyor ama sonra toparlanarak, “Tabii isteyen istediği gibi giyinir ama...” diye düzeltiyor. Anlaşılıyor ki aralarında türbanlı biri yok. Ve açıkça söylemeseler de aralarında türbanlı biri olmayacak.Her üniformanın altında bir insan olduğunu biliyorum, karşılıklı olarak birbirini “düşman” olarak niteleyenler de birer insan. Düşmanın da insan olduğunu kavrayabilmek çok zor.Ben o köy evinin kapısında PKK’lılar bırakmadım; aynı odayı paylaştığım, konuştuğum, şakalaştığım insanlar bıraktım.Salih’i, Bozan’ı, Mizgin’i, Jiyan’ı, Roj’u, Adem’i bıraktım.”***Kandil üzerine çok konuşmuştuk babamla... Oradaki insanların psikolojilerini anlamak istemiştim, çok soru sormuştum.Mizgin en çok merak ettiklerimden biriydi. Çünkü kadındı, çünkü üst düzeydeki yöneticilerden biriydi ve yıllardır dağdaydı.Hemen Bejan Matur’un Mizgin’i anlattığı sayfaları çevirdim.Onun anlattığı Mizgin başka bir Mizgin.Bejan Matur’un çocukluk arkadaşıymış. Şimdi 40 yaşındaymış. Yürüyüşü değişmiş. Annesi Mizgin’i görmeye Kandil’e gelip bir hafta kalmış, hepsine patik örmüş. Beli çok inceymiş.Bejan Matur sormuş, “Dağa giderken aklında ne vardı, ne düşündün?” diye... “Yol boyunca alacağım ismi düşündüm” demiş Mizgin.“Müjde” demek olan Mizgin’i seçmiş, çünkü özgürlüğü müjdelemek istiyormuş.Bejan Matur, “Konuşurken tepemizde dolaşan heronları düşünüyorum. Havan toplarını, savaş uçaklarını. Kandil’i bombalamak üzere Diyarbakır’dan havalanan pilotlar kimleri vurduklarını hiç bir zaman bilmeyecekler” diye yazmış.Ahmet Altan “Her üniformanın altında bir insan olduğunu biliyorum” demiş.Matur o insanları, insani bir sıcaklıkla anlatmış.Şimdi sıra, bizim o insanları, insanca bir sıcaklıkla anlamamıza geldi bence.“Annesi patik ören, ince belli Mizgin” neden dağa çıktı, niye ölümü göze aldı, hangi acı, hangi öfke onu oralara savurdu, bunları anlarsak, sanırım insanlara ait bir sorunu insanca çözmek için önemli bir adım atmış olacağız.*****Kaç km. hızla şeytanlık düşünüyoruz?Mümin Sekman, kişisel gelişim uzmanı... Yeni kitabı, “Herşey Beyinde Başlar”ı anlatmış gazeteye verdiği röportajda. Diyor ki: “Ortalama insan beyni 1.4 kilogram. Bunun da %80’i sudan oluşuyor. %20’lik katı kısmın ağırlığı 280 gram. Kafamızın içinde 100 milyar hücre var. Her biri 10 bin tanesiyle bğlantı kurarak çalışıyor. Düşünceler kafamızın içinde saniyede 120 metre hızla dolaşıyor. Yani saatte 400 km. hızla şeytanlık düşünebiliyoruz.” Bu arada 13-19 Mart arası Beyin Haftası’ymış. Hepinize kutlu olsun.

Devamını Oku

Gelişmemişiz ama Mozart dinlerken pastırmalı yumurta yiyebiliyoruz...

13 Mart 2011

Geçenlerde bir yazıda “Gelişmemiş toplumuz” demiştim bir cümlenin içinde... Annem aradı. Hemen anladım aslında...Size de olur değil mi? Anneniz sitem edecekse, kızacaksa, bir şeye aklı takıldıysa o telefon başka çalar. Anlarsınız...Açtım.Annem genellikle, aklındakini anlatmakla başlar telefon konuşmasına. Konuşmanın ortalarında bir yerde öylesine sorar sonra, “Müsaittin değil mi” diye... Size de oluyor değil mi bu?“Sevmiyorum negatif benzetme yapmanı, gelişmemişiz ama ne kadar da lezzetli bir yaşam sürmemize imkan verecek bir kültürümüz var. Hangi toplumda sabah kahvaltısında, Mozart dinlerken pastırmalı yumurta yiyebilirsin? Ayrıca, derdini anlatmak için sadece negatifi değil pozitif bulduğunu da söylemen lazım ki, karşındaki seni dinlesin” dedi.“Anne meşgulüm şu an” dedim.Tabii ki böyle bir şey demedim ve yaklaşık 48 dakika süren heyecanlı bir konuşma yaptık.Kapatırken “Anne anlattıklarını yazıp göndersene” dedim, gülerek...Ama annem söylemek istediğini söyledikten sonra, başka bir konuya geçmişti, “Annem dolma istedi, alışverişe çıkıyorum” dedi ve beni duymadı bile...Size de böyle oluyor değil mi?Anneler...Telefonu kapadıktan sonra bu yazıyı yazmak için kafamda annemin anlattıklarını düşündüm, cümlelere sığdırdım ve anneme çok teşekkür ettim bana bir Pazar yazısı konusu verdiği için...***Gelişmemiş bir toplumuz biz. Ülke ekonomisinde olan hiçbir gelişme bizim yaşam biçimimizde bir gelişme ortaya çıkarmıyor. Yaşamımız renklenmiyor. Kadınla erkek arasındaki uçurum, cebimize giren paralar artsa da kapanmıyor. Müzik zevkimiz kanatlanmıyor.Konuşmalarımız konu darlığından paçasını kurtarıp geniş bir ufka doğru yayılmıyor.Çiçeklere, hayvanlara, denize, ormana, uzaya karşı duvar gibi sağır duran ilgisizliğimiz yerinden milim kıpırdamıyor. Başbakan’la müdürümüze, ha bir de bizim gibi düşünmeyene kızmanın ötesinde bir öfke çeşitliliği gösteremiyoruz. Yeni düşüncelere kapılarımızı kapatıyoruz. Dışarıdan hiçbir rüzgar almayan kendi kültürümüz de, geçmişin değerleriyle geleceğe uzanacak bir enerji kazanamıyor...Oysa ki annemin dediği gibi, ne kadar da zevk alınacak bir yaşam sürmemize imkan veren bir kültürümüz var.Bir ucu Cezayir’e, bir ucu Viyana’ya uzanan bir imparatorluktan kalan büyük bir mirasa sahibiz.Bizans var, Osmanlı var, Cumhuriyet var, Batı var, Doğu var, Türk var, Kürt var, Arap var, Acem var, Anadolu’dan geçen bütün dinler var, değişik değişik mezhepler, tarikatlar var. ***Tam da annemin dediği gibi, düşünsenize, bizden başka hangi toplumun çocukları Mozart’ın ikinci keman konçertosunu dinlerken sabah kahvaltısında pastırmalı yumurta yiyebilir.Dünyanın neresinde, en şuh ya da en feminist kadın, bir gece yarısı sevdiği bir erkeğe müthiş alaturka bir şefkatle yemek pişirmeye kalkışabilir. Hangi ülkede hangi erkek yolda yanyana yürüdüğü kadına Herman Hesse’nin kitaplarından bahsederken, kadına baktığına inandığı sokak bitirimiyle amansız bir kavgaya tutuşabilir.Dünyanın neresinde hem şampanyadan hem çiğ köfteden hoşlanan bir damak lezzeti yelpazesi görebilirsiniz?Evet, bizler zamana ve mekana önem vermeyen ama insanı büyük bir sevecenlikle sarmalayan, sıcacık alaturka coşkulara sahip bir toplumuz...Anneme telefonda söylemedim ama biz bunlara rağmen gelişmemiş bir toplumuz...Neden mi? Bu zenginliğe her defasında haksızlık ettiğimiz, bu muhteşem kültür definesini reddetmeye uğraştığımız için.Elimizdekini çoğaltacağımıza, sürekli olarak her şeyi “tek”e indirmeye çalıştığımız için...Sahip olduklarımızı bir “tehdit” olarak görüp, kendi zenginliğimizden korktuğumuz için...Annemin istediği “pozitif mesajı” da vereyim, ben bütün bunlara rağmen ümitliyim. Bir gün elimizdekilerin değerini anlayıp, ona sahip çıkacağız, çok daha derinlikli ve renkli bir hayat yaşayacağız. O gün ne zaman gelir bilmiyorum ama...Ben şimdi bir pastırmalı yumurta yiyip Mozart dinleyeceğim. “Ve her şeye rağmen bu toplumda yaşamak güzel” diyeceğim.*****Cem Yılmaz komik ama sıradan mı?Geçen gece Cem Yılmaz’ın yeni gösterisine gittim. Gitmeden önce yeni gösterinin hayâl kırıklığı yarattığını, hatta kötü olduğunu söyleyenlere rastlamıştım. Bazı durumlarda kötünün ne olduğunu anlamakta zorlanırsınız. Cem Yılmaz’ın kötü olmasının ne olduğunu anlayamamıştım ben de...“Yani artık komik mi değil?” demiştim. “Hayır komik ama çok sıradan” demişlerdi. Nedense buna bir türlü ikna olmadım ben? Onların tam tersine şovu bile görmeden çok iyi olacağına emin olanlardandım. Bu da belki tuhaf ama bu ülkede filmlere, şovlara gösterilen tepkilerden sonra şu sorunun cevabını aramaktan kurtaramıyorum kendimi:“Ne bekliyorsunuz ki?” Bu yüzden de birşeye kötü dendi mi, önce bir duruyorum... Çünkü toplumca yakalandığımız korkunç bir hastalık var, beğenmeme hastalığı... Beğenmiyoruz. Seyirci bu ülkede birşeyin olmamış olduğunu söylerken aslında o gösteriden ne bekliyor olabilir de beğenmez? Cem Yılmaz komik bir adamdır, Cem Yılmaz zeki ve yetenekli bir adamdır, Cem Yılmaz esprisi bilinmez değildir, tam tersine herkesin bildiği birşeyi herkesten daha komik söyleyebilmesidir. Bunları hepimiz biliyoruz. Gösteriye gidiyorsun, gülüyorsun, komik buluyorsun ama beğenmiyorsun...Peki bu nasıl oluyor? Cem Yılmaz’ın ne yapması gerekiyor acaba? Bir gösterisinde, sihirbaz David Copperfield‘ın şovuna gittiğini, arkasında oturan seyircilerin David Copperfield sahnede uçarken “Kesin ip var canım” dediklerini anlatmıştı Cem Yılmaz ve şunu söylemişti:“Ulan adam zaten ipsiz uçabilse burada sana parayla gösteri mi yapar?”Seyircinin durumu bu ne yazık ki...Ben çok güldüm yeni gösteride.Ve şöyle düşündüm: Benim gittiğim 16. gösteriymiş daha... Şov başladıktan kısa bir süre sonra da belinden ameliyatı olmuş Cem Yılmaz.Anlaşılıyor ki önceki şovlarda beli ağrıyordu. Belki hem şovun yeni olması, hem ağrıların çok fazla olması Cem Yılmaz’ın performansını düşürmüştür o gösterilerde.Ben gidip de beğenmeyenlere gösteriyi bir kez daha izlemelerini öneriyorum.Yine beğenmezseniz... Ne olur ki?Hiç olmazsa bir daha gülmüş olursunuz, bu hayatta...*****10 yaşındaki Diyarbakırlı yazar: Helin Erdoğan...Taraf gazetesinin “Her taraf” diye bir sayfası var. Oraya 750 sözcükten fazla olmamak üzere yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı gönderiyorsunuz, onlar da yayınlıyor. Geçen gün Diyarbakır’dan, 10 yaşındaki ilkokul 5. sınıf öğrencisi Helin Erdoğan‘ın yazısı yayınlandı o sayfada. Helin, kendisine söz verip köpek almayan ailesinden şikayet ediyor, “Büyüklere güvenim kalmadı” diyordu. “Hiçbir acı benimki kadar büyük ve uzun olamaz” diye de ekliyordu. Bir başlangıcı vardı mektubun: “Yine o dayanılmaz duygu sinmişti içime? Bu ne zaman başlamıştı? Hiç bilmiyordum ama emin olduğum birşey vardı, hiç bitmeyecekti.” Bu minik yazar günlerdir aklımda... Ve hayat ona bir şans verirse, çoğumuzun aklında kalacak büyük bir yazar olabilir... *****40 gün 40 gece alışveriş festivali40 gün 40 gece sürecek Shopping Fest yaklaşıyor.18 Mart-26 Nisan tarihleri arasında olacak bu alışveriş festivali sırasında sayısız etkinlik ve eğlenceler olacakmış her yerde. Özellikle sokaklarda ve alışveriş merkezlerinde gün boyu devam edecekmiş bu eğlence.Bağdat Caddesi, Bakırköy, Nişantaşı, Bahariye Caddesi bunlardan birkaçı.“40 gün boyunca her yerde eğlence” sloganıyla adım adım yaklaşıyor festival.İstanbul’un üçayrı yerinde konserlerle açılacakmış. Fakat tüm bunlardan daha önemlisi, festival boyunca yaşanacak olan alışveriş çılgınlığı.Merakla sonucu bekliyorum, acaba gerçekten kaç lira harcayacak tüketici bu 40 gün boyunca? Mesela uzun alışveriş geceleri olacakmış. 18 Mart’ta İstinye Park gece 02.00’ye kadar...19 Mart’ta Bağdat Caddesi, İstiklal Caddesi...29 Mart’ta Akmerkez...9 Nisan’da tüm mağaza ve AVM’ler 24.00’e kadar...26 Nisan’da da tüm AVM ve tüm mağazalar 02.00’ye kadar açık olacakmış...İndirimler olacakmış... Yüzde 30...Belli saatlerde kampanyalar yapılacak indirimler yüzde 50’lere çıkacakmış. Bu festivali yapan bir İstanbul Shopping Fest Komitesi var. Üç aydır bu organizasyon için çalışıyorlarmış. Festival boyunca gıda hariç cironun 1.8 milyar dolardan 3 milyara çıkmasını bekliyorlarmış....Ne diyeyim! Olur mu olur... ISF etkinliklerini ww.istshopfest.com’dan takip edebilirsiniz. Ben mi ne yapacağım? Ben olaya mesafeli durmaya çalışacağım. Tabii becerebilirsem...

Devamını Oku

Emine Uşaklıgil’in ağzından Cumhuriyet’in perde arkası!

10 Mart 2011

Bugünden itibaren kitapçılarda bulabilirsiniz.“Benim Cumhuriyet’im.”Emine Uşaklıgil’in, dedesi Yunus Nadi’nin kurduğu, dayısı Nadir Nadi’nin yönettiği, kendisinin 18 yıl çalıştığı, sonunda da 1991-1992’de yaşananlar yüzünden İlhan Selçuk’a kaptırdığı Cumhuriyet Gazetesi’nin öyküsü...Türkiye’nin o günkü siyasi gündemi, Nadi ailesinin içindeki çekişme ve Cumhuriyet‘in kendi içindeki savaş...Emine Uşaklıgil birbirine dolanmış bu sarmaşıkları, 20 yıl sonra tek tek ayırıyor bizim için.Hasan Cemal 2005’in sonunda yayınladığı, “Cumhuriyet Gazetesi’ndeki iç savaşın perde arkası” dediği “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” kitabında Cumhuriyet’te yaşananları anlatmıştı. İlhan Selçuk‘la girilen kavgayı ve sonunda gelen yenilgiyi...O kitabı okuduğumda Emine Uşaklıgil’i çok merak etmiştim...Bir dedesi, annesinin babası Cumhuriyet gazetesi kurucusu Yunus Nadi, bir dedesi babasının babası yazar Halit Ziya Uşaklıgil...Dayısı Nadir Nadi’nin aslında sevdiği ama sanırım bunu tam göstermediği, yengesi Berin Nadi’nin aslında sevdiği ama her zaman düşman olarak gördüğü bir yeğen...Hasan Cemal’in genel yayın yönetmenliği döneminde İlhan Selçuk’un tutuculuğuna karşı Hasan Cemal tarafında yer alan, beraber bir çok iyi iş yapan ama Nadir Nadi’nin ölümünden sonra iktidar savaşlarına gelince iş, Hasan Cemal’in tam güvenmediği, kitabında (sayfa 395) “Patronlukta ben de varım” diyen biri olarak anlattığı, Hasan Cemal’e haber vermeden gazete yönetim şemaları yapan, genel müdürlük makamı yaratarak Hasan Cemal’i bir alta indiren, inandıcılığı olmayan, güven vermeyen biri olarak yazdığı ortak...İlhan Selçuk’un ilk günden beri gazetede olmasına şiddetle karşı çıktığı kadın...Hasan Cemal’in kitabının bir çok yerinde, İlhan Selçuk‘un Hasan Cemal’i, Berin Nadi’yi, hatta Nadir Nadi‘yi sürekli fısıltı halinde bu kadına karşı doldurduğunu okursunuz.Ve en önemlisi, Avrupa’da yetişmiş, cesur, ayıpları, günahları Türklere benzemeyen, güzel bir kadın.Cumhuriyet’in sahipleri Nadi ve Uşaklıgil ailesindeki her fert ayrı ayrı roman konusu aslında...Hasan Cemal’in kitabının yayınlanmısından üç sene sonra, 21 Mart 2008’de İlhan Selçuk Ergenekon davası kapsamında gözaltına alınınca, ben daha da çok merak etmeye başladım Emine Uşaklıgil’i. Ne düşünüyor tüm bu olup bitenlerle ilgili diye...1.5 sene belki de 2 sene... Sürekli aradım, röportaj yapmak istedim.Hiç pes etmeden belli aralıklarla aradım durdum.Sonunda kitabı çıktı ve biz geçen gün bir öğlen vakti buluştuk Emine Hanım’la...Kitabını çok sevdiğimi söyledim. “Çünkü ne Hasan Cemal’e ne İlhan Selçuk’a hakaret etmeden, çok kibar bir şekilde onları beğenmediğinizi, size göre kötü olan yanlarını söylemeyi başarmışsınız” dedim. Gülümsedi...“Aksi olması mümkün değil zaten ama o dönemi bilenlere ağır gelecektir” dedi.Sonra, başladı anlatmaya...*****Aile, Berin Nadi’yi kabul etmedi. O da böyle intikam aldı* “Yunus Nadi iyi bir gazeteciydi. Haberciydi. Nadir Nadi yazar gazetesi yaptı.”* “Nadir Nadi’nin Nazi hayranlığını desteklemek mümkün değil tabii ama ihtirasları yoktu. Aslında gazeteci olan Yunus Nadi’nin diğer oğlu, Doğan dayımdı. İlhan Selçuk da hiçbir zaman haber üzerine kurulu bir gazete istemedi.”* “Aile içi kavganın sebebi bence Berin Nadi’nin hiçbir zaman gelin olarak kabul edilmemesi ve onun da bunun intikamını alması. Aldı da, Yunus Nadi ve aile efradını Cumhuriyet’ten sildi. İlhan Selçuk’u da çok sevmez, üvenmez, şüphe duyardı ama aynı uğurda ikisi birleşti.”* “Ben gazeteye başladığımda sol ve demokrasi anlayışı kendine özgü, askeri darbeleri hoş bulup destekleyen bir gazete olmuştu Cumhuriyet. İlhan Selçuk tek hakim. İlhan Abi’nin onayı olmadan kimse birşey yapamıyordu. Nadir Nadi’yi hoş tutuyorlardı. Nadir Nadi güçten düşünce, Berin Nadi’nin ihtirası ve İlhan Selçuk’un planları birleşti.”* “Berin Nadi hiçbir zaman Cumhuriyet’te yaşanan bu çöküşte, parçalanmada kendine düşen sorumluluğu hissetmedi. Tam aksine kendisini hep gazetenin kurtarıcısı olarak gördü.”***Emine Uşaklıgil’in kitabından şu günlerde yaşadığımız medya sorunlarının aslında çok eskiye dayandığını anladım...Cumhuriyet Gazetesi dürbününden geçmişi... Ve korkarım ki geleceği gördüm.*****Hasan Cemal bu işi beceremedi* “Hasan Cemal’le konuşmuyoruz. Hasan’ın kitabını okuduktan sonra çok şaşırdım. Beraber yaşadığımız ne çok şeyi farklı anlatmıştı. Aynı olayı yaşıyorsun, o kadar farklı algılanabilir mi? Ben ve ailem hakkındaki düşüncelerini kitabı okuyunca öğrendim, şaşırdım.”* “Hasan Cemal hem gazete yapmayı hem günlük yazı yazmayı hem gazetenin iç savaşını yönetmeyi aynı anda beceremedi. Olamazdı zaten. Gazeteyi yönetmeyi bırakmıştı, yazı yazıyordu. Olmadı tabii.”* “Hasan Cemal, Cumhuriyet’e ilkeli bir gazetecilik anlayışı getirmeye çalıştı ama gazetenin çizgisi konusunda tutuculuktan sıyrılamadı. Kürt meselesini bu çerçevenin ötesine taşıyamadı mesela. İlhan Abisi’yle denge yapayım derken, olmadı tabii.”* “Hasan Cemal, İlhan Selçuk’a karşı hiçbir zaman net tavır alamadı, bu monoloğun Cumhuriyet’e maliyeti çok ağır oldu.”*****“Tank Sesiyle Uyanmak” bir dedikodu kitabı!* “Hasan Cemal’in “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” kitabını dikkatli okuyunca, sorunun aslında bir kadın patron fikri etrafında düğümlendiğini görüyorsunuz. İlhan Selçuk’la demokrasi anlayışları ayrı ama gazete içindeki hakimiyet planları aynı. Berin Nadi’nin benimle ilgili kapalı kapılar ardında söylediklerine karşı beni uyarmıyor Cemal. ‘Emine’ye güvenmiyoruz’ teranesi sürüp gidiyor.”* “Hasan Cemal günlük tutardı. 12 Eylül günlüğü “Tank Sesiyle Uyanmak” kitabında bir genel yayın yönetmeninden beklenmeyecek kadar dedikodu vardır. Ayak üstü sohbetleri bile kitapta kullanmış. Şaşırdım.”* “Hasan Cemal beni zayıflattıkça aslında kendini güçsüzleştirdiğini anlamadı bir türlü. Beraber Cumhuriyet’i kaybettik. Çok iyi bir gazete yapabilirdik oysa.”*****İlhan Selçuk’a ‘Niye yaptın bunları?’ demek isterdim* “Bu kitap sadece İlhan Selçuk ve Hasan Cemal için yazılmadı. Kitap Cumhuriyet’i kuran Yunus Nadi’nin kim olduğunu anlatarak başlıyor, içinden geçtiği evreleri, ailenin içindeki çekişmelerini, sonunda ne olabilecekken Cumhuriyet’in ne olduğunu söylüyor. Sadece benim Cumhuriyet’teki çalışma yıllarımı anlatmıyor yani.” * “Kitabın ismine bakmayın siz. Günlerce adı ne olsun diye düşündüm, bulamadım. Cumhuriyet’in cumhuriyeti demek istedim, yayıncı da beğendi ama sonra vazgeçtim. Bir gün Vivet’le (Kanetti) telefonda konuşurken “Benim Cumhuriyet’im de” dedi. Çok tepki gösterdim, bu beni anlatmıyor, hiçbir zaman öyle algılamadım Cumhuriyet’i dedim ama sonunda da o oldu.”* “İlhan Selçuk’la görüşmek isterdim kitabı yazarken... Sanırım kabul ederdi de. Ama geç kalmıştım artık, çok hasta ve hastanedeydi. Ona sormak isterdim ‘Neden... O yaptıklarını neden yaptın?’ diye.” * “İlhan Selçuk Cumhuriyet’i bize kaptırmamak için kavgaya okuru da dahil etmesinin bedelini ödedi. Cumhuriyet’i ele geçirdi ama bir daha asla okuyucuyu geri kazanamadı. Cumhuriyet’in geldiği nokta her zaman içimi acıttı. Bence hiçbirimiz kazanmadık, Cumhuriyet kaybetti.”* “İlhan Selçuk kimbilir ne çok kırılmıştır hayata, Yunus Nadi’nin torunu veya Nadir Nadi’ nin yeğeni değil diye. Çok kızmıştır bu haksızlığa.”* “İlhan Selçuk’la daha birbirimizi gördüğümüz ilk an kedilerin birbirine tısladığı gibi tüylerimiz diken diken oldu karşılıklı.”* “Cumhuriyet’in bu geldiği noktaya, girdiği ilişkilere hiçbir zaman şaşırmadım ama hep çok üzüldüm.”

Devamını Oku

Hepimizin aynı anda temiz olduğunu söylemek okuyucuyu kandırmaktır...

8 Mart 2011

Çölde büyük kasırgalar patladığında, sığınacak yer bulamayan atlılar birbirine tutunurlarmış.Tek bir atlıyı uçuracak kasırga, birbirine kitlenen bir topluluğu kolay kolay yerinden oynatamıyormuş.Son zamanlarda hepimiz; düşüncemiz, inancımız ne olursa olsun, çölde sığınacak yer bulamayan atlılar gibiyiz...Bir kasırganın içine düştük. Kasırga hepimizi zorluyor.Ve kime tutunacağız, bilemiyoruz.Neye inanacağız?Kime güveneceğiz?Nasıl dostluklar kuracağız?Aklımızı mı kullanacağız, duygularımızı mı?Yalan söyleyerek mi yeneceğiz karşıtlarımızı, dürüst davranarak mı?Karar veremiyoruz.Düştüğümüz bu kasırgadan çıkabiliriz aslında.Ama önce kasırgada kaybolup gitme şehvetinden vazgeçmeliyiz.“Ne kadar çok mahvolursak, düşmana o kadar zarar veririz” inancı taşıyanlar var sanki aramızda.Çözümü sevmeyenler var.Israrla yalan söyleyenler var.Ne tuhaf ki, aklı başında konuşanları saçmalamakla suçlayanlar var...Karşısındakini, kasırgadan daha büyük tehlike olarak görecek kadar kendi hırsıyla körleşmiş insanlar var.Ben gazeteci kavgalarını okuyarak, seyrederek gündemi öğrenenleri çok merak ediyorum.Onlar kim bilir nasıl bir fırtınaya tutulmuşlardır?Neye inanıyorlardır? Kime güveniyorlardır?Ne öğrenebiliyorlardır gazete okuyarak? Televizyon seyrederek...Fizikte bir kural var. İki ışığın kesiştiği nokta karanlık olur.Tuhaf bir çelişkiyle ışık, karanlığı yaratıyor.Gazetecilik de böyle bu ülkede.Her konunun üzerine ışık tutan medyanın kendisi daima karanlıkta kalıyor.Medyada ne olup bittiğini, burada kimlerin çalıştığını, ne oyunlar oynandığını ne seyirci ne okuyucu biliyor.Bu medyada MİT hesabına çalışanlar yok mudur?Bu medyada darbeci generallerin hoparlörleri yok mudur?Bu medyada hükümetin maşası olanlar yok mudur?Bu medyada önemli olaylarda hedef saptıranlar yok mudur?Bu medyada polisin karışık ilişkilerine bulaşanlar yok mudur?Bu medyada darbeyi ilericilik olarak yutturanlar yok mudur?Bu medyada işler kızışınca dincilere sövüp “Ben ilericiyim” diyenler yok mudur?Bu medyada şarlatanlar yok mudur?Bunların hepsi vardır. Her zaman da vardı.Bizim meslekte çalışanların bir kısmı bu insanların kim olduğunu bilmiyor mudur?Peki, niye kimse bunların kim olduğunu açıklamıyor?Meslektaş dayanışması olduğu için mi?Neden darbeciler, ajanlar, işbirlikçiler, hedef saptıranlar, şarlatanlar meslektaş oluyor?Gazetecilik giderek inanılırlığını ve saygınlığını kaybeden bir meslek haline geldi.Bunun nedeni gazeteci numarası yapan ama gazetecilikle ilşkisi olmayan bu karışık insanlar. Haksızlıklara gerçekten karşı mı çıkmak istiyorsunuz?Gerçekten Ahmet Şık ve Nedim Şener’e yardım mı etmek istiyorsunuz?O halde içimizdeki kiri başkasına bırakmadan kendimiz temizleyelim.Hepimizin aynı anda temiz olduğunu söylemek, okuyucuyu açıkça aldatmak oluyor çünkü...*****Uranüs, Koç burcuna ilerliyor. Yani...Astroloji sever misiniz?Kadınla erkeğin tanıştığı ilk an sorulan “Burcun ne?” sorusundan bahsetmiyorum ama...Gökyüzünün hareketlerinden... Yıldızlardan... Onların birbiriyle ilişkisinden... Bunu merak eden insanlardan bahsediyorum.Ayın hareketlerinden... Doğum anımızdaki gökyüzü durumunun aslında hayatımızı belirleyen temel taşlardan biri olduğundan bahsediyorum.Neyse, ben severim...Geçen gün de astrolog Hakan Kırkoğlu’nun bir yazısını göndermiş bir arkadaşım bana.Yazının başlığı “Kendine bakabilme cesareti.”Bu aralar gökyüzündeki gezegenlerin durumu bizi kendimize bakmaya, buna cesaret etmeye zorlayacaklarmış.Benim cesaretler içinde en ilgilendiğim cesaret biçimi... Arkadaşım da zaten bu yüzden göndermiş yazıyı bana...Hakan Kırkoğlu diyor ki:“Karşımıza çıkan krizler büyük olaylar bize inşaatımızın nerelerinde yanlışlıklar, zayıflıklar olabileceğini bağırıyor. Cesarete teslim olmak zorundayız. Gösterebileceğimiz kişisel cesaret hayatımızı yeniden kurgulayabileceğimiz yeni bir savaş başlatmak üzere. Kendinizle hesaplaşmaktan korkmayın.”Astroloji dilinde de bu anlattığı şöyle anlatılabiliyormuş:“Uranüs, Koç burcuna doğru ilerliyormuş.”Bu şu demekmiş, önümüzdeki 7 yıl boyunca kendimizi yeniden var etmenin savaşını verecekmişiz.Bana kalırsa Uranüs’e ihtiyacımız bile yok bunu bilmek, hissetmek ve yapmak için...İnsanın önce kendi içindeki engelleri aşması gerektiğinin, kendimizle hesaplaşmaktan korktuğumuzun, kendimize karşı bu kadar zayıfken karşımızdakilere ne kadar acımasız olduğumuzun hepimiz farkındayız aslında...Ama yapamıyoruz.Hakan Kırkoğlu’nun tabiriyle kendi fabrika ayarlarımızı kendimiz düzeltemiyoruz.O yüzden de Uranüs, Koç burcuna giriyor ve her birimize aslında ondan çok faydalanabileceğimiz krizler yaratıyor. Kimimize kariyer alanında, kimimize ilişkilerinde, kimimize kişisel açıdan önemsediği konularda...Tolstoy’un bir sözünü de eklemiş Kırkoğlu yazısında:“Dünyayı değiştirmek isteyen çok ama kendini değiştiren yok.”Hadi, kendimiz değiştirelim. Alalım kendimizi karşımıza, söyleyelim ona yanlışlarını, zayıf yanlarını, eksiklerini...Kendine bakabilme cesaretini gösterelim.Bunu yapabilenler bu dünyanın geleceği olacaklar.Cesaretleri yetmeyenler ise krizlerin altında kaybolup gidecekler.*****6 yıl kapalı kalan müze...Radikal gazetesinde Cem Erciyes köşesinde yazdı bunu.“İstanbul Resim Heykel Müzesi’nin anlaşılmaz hikayesi” diye...Türk resim tarihinin tümüne sahip bu müze yıllardır kapalıymış.Gerçekten daha fazla birşey bilmeden bile insan hikayenin anlaşılmazlığını hissedebiliyor.Neredeyse ülkemizde müze yarışlarının, sergi açılışlarının en entelektüel faaliyet sayıldığı şu dönemde Türk resim tarihinin tümünü içinde barındıran Resim Heykel Müzesi 4 yıldır kapalı...Şimdi bir restorasyon çalışması varmış, 2 yıl da o sürecekmiş. O da ayrı karışık bir hikaye aslında...6 yıl kapalı kalan bir müze...Neden?Müzenin sahibi Mimar Sinan Üniversitesi’ymiş...Üniversite, “Milli Saraylar restorasyonu geciktiriyor” diyormuş.Bir kavga da orada var galiba...Peki nasıl çözülecek bu iş?İstanbul Resim Heykel Müzesi‘nin binası yenilenene kadar, içindekilerin aktarılabileceği ve sergilenebileceği yeni bir bina yok mudur?Müzeseverler, özel müze sahipleri, hadi bu işe yardım edin...Türk resim tarihini kurtarın...*****Beyoğlu Belediye Başkanı Tophane’den haberdar mı?Tophane’de galeriler açılmıştı hatırlarsanız...Orada yaşayanlar, bu galeriler yüzünden mazbut hayatlarının bozulacağına inanarak galeri açılışına gelenlere saldırmış, camları kırıp ortalığı dağıtmışlardı.“Kentsel dönüşümün olabilecek sıkıntıları bunlar” deyip bıraktık konuyu.6 ay geçti...Öğrendim ki, Outlets ve Pi Artworks galerileri Tophane’den taşınıyorlarmış.O baskından sonra Tophane halkı bir türlü rahat vermemiş bu galerilere.Outlets Sıraselviler’e, Pi Artworks Mısır Apartmanı’na taşıyormuş.Beyoğlu Belediye Başkanı, Tophane’de neler olduğunu biliyor mu?Merak ettim...*****Böyle seçim startı olmazSeçimlere üç ay kaldı.“Partiler seçim startı verdi” diyorlar.Yani ne yapıyorlar, anlamak mümkün değil.Yeni bir anayasa yapılacaktı güya...Ne AK Parti ne de muhalefet yeni bir anayasayla ilgili bir şey söyledi.12 Haziran’daki seçim 12 Eylül Anayasası yürürlüğe girdiğinden beri olacak sekizinci seçimmiş.Bu ülke hala Kenan Evren Anayasası ile yönetiliyor.Birçok değişiklik yapıldı şu ana kadar anayasa üzerinde ama bu meseleyi hukuk gözüyle iyi bilenler hala anayasanın 12 Eylül Anayasası’nı yapanların ruhunu taşıdığını söylüyorlar.Seçim startı verilmiş.Yeni Anayasa hakkında tek kelime etmeden bu partiler seçime girip oylarımızı nasıl isteyecekler, aklım almıyor.Ben çok kararlıyım.Yeni anayasadan bahsetmeyen hiçbir partiye oy vermeyeceğim.

Devamını Oku

Çetin Emeç suikastini 21 yıldır aydınlatamamış zihniyetin gazetecilere bakışı değişir mi hiç?

6 Mart 2011

Tam bir sene önce... Çetin Emeç suikastinden tam 20 yıl sonra, eşi Bilge Emeç ilk röportajını verdi.Bilge Hanım’ı ikna etmek kolay olmamıştı ama röportajı yaparken, sözünü sakınmamış, sorulara tüm içtenliğiyle cevap vermişti.Gerçi böyle davrandığı için sonradan ona kızan dostları olmuş. Konuşmasının doğru olmadığını düşünmüşler.Röportaj yaptığım dönemlerdeki en etkilendiğim konuşmalardan biridir doğrusu... Gördüğüm acı, içime işlemişti. Bugün 21. yılı doldu Çetin Emeç suikastinin...Tam da gazetecilerin tutuklandığı, kamu vicdanında bir cevabın arandığı şu günlerde, hâlâ ölümü tam aydınlatılmamış bir gazetecinin 21. ölüm yıldönümü...Çetin Emeç, Hürriyet Gazetesi’nin genel yayın yönetmenliğini de yapmış, sonra köşe yazıları yazmaya başlamıştı. 55 yaşındaydı öldürüldüğü zaman... Bilge Emeç, dinleyenin aklından çıkmayacak şeyler söylemişti röportajda...Hiçbirini unutmadım.Siz de unutmayın diye bazı bölümlerini yeniden yayınlıyorum.***- “Ben vatansever bir kadınım, gerçeklerle yüzleşmek istemedim.”- “Konuşmadım çünkü bıktırma siyaseti yaptılar. Usandırma politikası güttüler. Ve başarılı oldular. ‘Çözmesinler, istemiyorum’ dedirttiler. En acılı günlerimde, geliyorlardı, anlattırıyorlardı, gidiyorlardı. Sonra bir başkası geliyordu, sonra bir başkası... ‘Yahu ben bunları anlattım’ diyordum, ‘Dosya boş, ifadeler yok edilmiş. Baştan yapacağız’ diyorlardı. Kaç kere kayboldu ifadeler, kaç kere. Defalarca soruşturmayı yürüten terörle mücadelenin başındaki kişi değişti. Çok ağırıma gitti bu olanlar. Nasıl kaybolur ifadeler? Asıl Çetin’in arabasında, yanında olan çantasından sonraki gün yazacağı yazı kayboldu. O yazıda ne vardı, merak ediyorum.” - “İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’yu, Emniyet Genel Müdürü’nü suçluyorum.”- “Çözmemeye programlıydı her şey.”- “Bu cinayette birçok ilk vardı. Çapraz ateş ilk defa, kar maskesi ilk defa... İlk defa şoförü öldürüldü birinin, Ingram marka silah ilk defa kullanılmış bir suikastte.”- “Yakalanan katilin de gerçek olduğunu düşünmüyorum.”- “Sürekli dinle ilgili tehdit aldığımız için hep ‘İran’ dedik, ‘Dinciler’ dedik. Çünkü ben Atatürkçü, orduyu seven, vatanperver bir kadınım. O yüzden henüz devletime hiç kızmadım. Başka gerçeklerle yüzleşmek istemedim. O yüzden hep İran demek işime geldi sanırım. İran’ın yaptığına inanmak istedim.”- “Hiram Abas, Çetin öldürülmeden kısa bir süre önce, bir davette rastlayıp Çetin’le tanışmıştı. Sonra telefon edip uyarmıştı. ‘Güzergâhınızı değiştirin’ demişti. Hiram Abas’ı da hemen sonra öldürdüler. Zaten MİT’in elinde öldürülecekler listesi varmış. Oktay Ekşi bana anlattı. Oktay Ekşi, Çetin Emeç, Erol Simavi diye. Oktay’ın evi korunuyordu, Erol Simavi zaten ortada yok, en kolayı Çetin’di sanırım.”- “Bir gün gazeteyi arayıp ‘Ne olur Erol Simavi’ye söyleyin Çetin’i uyarsın, böyle sert yazmasın, çok tehdit var’ demiştim. Erol Bey bana bayıltıcı sprey göndermişti. Dalga geçer gibi.”- “Çocuklarla bu konuyu hiç konuşmadık neredeyse. Mehmet 20 yaşındaydı. Ama şaşırtıcı bir şekilde çok olgundu. Bana ‘Babam kalp sektesinden gitse mutlu olur muydu, babamın bu yazıları neden yazdığını bilmiyor musun, vatanını seven biriydi ve babam mutlu bence. Babam buna hazırdı’ dedi. Sonra öğrendim ki Çetin, Memo’yla bir keresinde Amerika’ya gittiğinde konuşmuş, durumu anlatmış. Böyle bir şey olursa ona emanet etmiş hepimizi.”- “Erol Bey’e sevgimiz ve saygımız çok büyüktü. Ama hadisede o kadar ayıp etti ki, öyle bir vefasızlık yaptı ki, anlamak mümkün değil. Suikasti unutturma politikası yaptılar resmen. Onu bırak, aramadı bile. Ne ilk gün ne geçen 20 senede bir kez. Bir gün hatırımızı sormadı. Yok oldu ortadan.”***“ŞABAN” olan Hakan Şükür değil Hagi’ymişGalatasaraylılar iyi hatırlar. Torino’ya transfer olup 2 ay içinde G.Saray’a geri döndüğü günlerde özellikle F.Bahçeli taraftarlar Hakan Şükür için “Torinolu Şaban” yakıştırmasını yapmışlardı. Futbol kariyeri boyunca Hakan’ın üzerine yapıştı kaldı bu benzetme... Hakan’ın pek akıllı olmadığını düşünenler, onu eleştirmek istediklerinde bu benzetmeyi kullandılar.Ama son günlerde G.Saray’da yaşananlara bakınca Hakan’ın “Şaban”lıkla hiç ilgisinin bulunmadığını, aksine ortada bir “Şaban” varsa bunun Gheorghe Hagi olduğunu görüyoruz.Çünkü...22 Ekim 2010 tarihini hatırlayın. Başkanlığa geldiği günden itibaren Skibbe, Bülent Korkmaz ve Rijkaard’ı kurban eden, her krizi yeni transferlerle yokettiğini sanan Adnan Polat, kendisine yeni bir “kurban” arıyordu. Esas amacı, teknik kadroyu oluşturmak için gittiği isimlerden bile anlaşılıyordu. Transfer beceriksizlikleri nedeniyle etrafında dolaşan kara bulutları yoketmek için tribünlerin sempati duyduğu bir ismi hedef tahtasına yerleştirmeyi planladığı o kadar belliydi ki...***Galatasaraylılar için en unutulmaz başarı 2000’de alınan UEFA Kupası’dır. G.Saray’ın en kötü başkanı olduğu konusunda hiç şüphe duymadığım Polat, bu kadronun unutulmaz isimlerin kapısını teker teker çaldı. Fatih Terim’in evine kadar gitti, son barutunu böyle bir macera uğruna harcamak istemeyen İmparator oralı bile olmadı. Hakan Şükür’ü de evinde ziyaret edip sportif direktörlük teklif etti. Kendisinden başka herkesi aptal sandığı için, Hakan Şükür’ü sportif direktörmüş gibi göstererek Adnan Sezgin’le beraber kulübü arkadan yönetmeyi planlıyordu. İşte Hakan’ın “Şaban” olmadığını o gün anladım. Normalde futbolu yeni bırakmış herhangi birinin uğruna sağ kolunu feda edeceği bir teklifi hiç düşünmeden geri çevirdi. Tuzağa düşmedi. 3 ay sonra başına gelebilecekleri önceden gördü.Halbuki, bu 3 ismin arasında futbol zekâsı ve yaratıcılığı en yüksek gözüken isimdi Hagi... Demek ki, hayat zekâsı başka bir şey... Terim ve Şükür’ün istemediği koltuk için Romanya’dan uçtu geldi.“Bunlar niye beni istiyor?” diye hiç sorgulamadan balıklama atladı G.Saray’a... Devre arası da 21 milyon Euro’luk transfer yaparak hem kendi kariyerini hem de Polat’ın başkanlığını bitirdi.Kupada Antep’e elenmesinden sonra Hagi’yi televizyonda izledim. “Ben G.Saray’da büyük başarılar kazandım, daha fazla vefayı hakettim” diyordu.0-0 biten ve tribün tarafından istifaya davet edildiği Karabük maçı sonrası ise “Yönetim beni istemiyorsa bunu erkekçe yüzüme söylesin” ifadesini kullandı.Halbuki fırsatçılık yaptığı için bunların başına geldiğini kabul etse, daha ilk günden kurban edilmek üzere G.Saray’a geldiğini sezebilse Hagi, G.Saray’ın tarihinde “şampiyonluklar getiren adam” olarak müstesna bir yere sahip olabilirdi. Şimdi ise 2 defa başaramamış, Polat’ın kuklası olmuş kötü bir teknik direktör olarak anılacak.“Şaban” denilen Hakan ise ne kadar zeki, cesur ve uzak görüşlü olduğunu, TV’de yaptığı her yorumda biraz daha gösteriyor. G.Saray’ın geleceğinde Hakan Şükür’ün yeri mutlaka olacak.Olmalı da zaten!G.Saray Başkanı’nın sahip olması gereken duruşu, asaleti ve zekâyı bünyesinde sanki özellikle barındırmayan ve kulübü bir futbol şubesi sorumlusu edasıyla yönetebileceğini sanan Adnan Polat da artık lütfen ‘kendisini değiştirmeyi’ düşünsün... ***Karanfili bırakın kadınları düşününYarın Dünya Kadınlar Günü...Sadece 2011 yılında öldürülen kadın sayısı 23...Kadına uygulanan şiddet, kadınların öldürülmesi biteceğe benzemiyor...Lütfen!Dünya Kadınlar Günü’nü yine kadınlara karanfil dağıtarak geçirmesin yetkililer...Kadınların, dolayısıyla hepimizin acılarını dindirin artık...Kadına uygulanan şiddet, çözüm bekliyor...

Devamını Oku

Niye kavga ediyorsunuz aranızda hiçbir fark yok ki!

5 Mart 2011

Konu ne olursa olsun, hep aynı kederi hissediyorum günün sonunda... Gelişmemiş bir toplumuz biz.Giriştiğimiz kavgalara, uğradığımız haksızlıklara, kendimizi haklı bulduğumuzdaki halimize, kadınlara, erkeklere, rütbelilere, rütbesizlere, yetkililere, yetkisizlere bakınca hep aynı şeyi görüyorum. Hepimiz birbirimize benziyoruz.Hepimizin gelişmemiş yanları aynı.Hepimiz güçlü olduğumuza inandığımızda, güçsüz olanı yok etme hakkına sahip olduğumuzu zannediyoruz.Hepimiz kendi çıkarımız için başkasını yok edecek bir hırsa sahibiz.Hepimiz kavga ederken aynı üslubu kullanıyoruz. Hepimiz hep mağduruz... Hepimiz hep ötekini suçlu buluyoruz...Farklı şeyler düşünmenin, farklı inançlara sahip olmanın bizi birbirimizden farklı kıldığını zannediyoruz.Aslında farklı düşüncelere sahipken bile birbirine benzeyen insanlar grubuyuz biz...Biz bize benziyoruz ve tabii ki biz bizle kavga ediyoruz.Biz bize benzemeseydik büyük bir ihtimalle kendi aramızda kavgalar yaratıp, o renksiz kavgaların kahramanları olmaya da bu kadar özenmezdik.Edebiyata, sanata, yeni ve özgün düşünceler yaratmaya uzak bir halde, önümüze konan fikirlerden bazılarını sahiplenip, o fikri sıkı sıkıya tutarak, ezberlenmiş sözlerle birbirimize saldırıyoruz.Ezberlediğimiz düşünceler farklı ama ezberleme alışkanlığımız aynı.Belki de o yüzden, kendi ezberlerimizi savunurken birbirimize o kadar benziyoruz.Belki de savunduğumuz fikir kendi beynimizin ürünü olmadığından “özümüzü” değiştirmeye yetmiyor, aynı mayadan yapılmış değişik biçimli kurabiyeler gibiyiz, görüntümüz değişik de olsa tadımızda aynı kekrelik var.“Öz, biçimi belirler” derler, biçimler bu kadar benzediğine göre demek “öz”de değişiklik sağlayacak bir sahiciliğimiz bulunmuyor.Birbiriyle dövüşen Türklerle Kürtlere bakın, aynı tehditkar tavrı, aynı şiddet sevdasını görürsünüz.Muhafazakarlarla Kemalistlere bakın, aynı intikamcılığa, aynı hoşgörüsüzlüğe rastlarsınız.Başbakanla muhalefet lideri, medya çalışanıyla hukukçu, ulusalcıyla ilerici, dinci ile Atatürkçü birbirine benziyor kavga ederken...Sanki bir aynaya bakarak dövüşüyoruz.Tartışmaları bu derece sığ, bu kadar tek yanlı bir toplumu hangi hukuk reformu, hangi anayasa, hangi yönetim biçimi dönüştürebilir ki...Birbirinden “farklı” olduğuna inanan bunca insan hep birlikte “farklılıktan” nefret ediyor.“Niye kavga ediyorsunuz, aranızda bir farklılık yok ki” diye bağırmak istiyor bazen insan.Farklı olduklarına inandıkları için kavga ediyorlar ama bence birbirlerine çok benzedikleri için kavga ediyorlar.Barışı bilen yok aralarında.Dinlemeyi bilen yok.Tartışırken haksız olabileceğini düşünen, haksız olduğunu gördüğünde bunu kabul edebilen de yok.Belki de kendimizden, böyle olmamızdan nefret ettiğimiz için “bize benzeyen” rakiplerimizle düşmanlarımızdan da bu kadar nefret ediyoruz.Bir gün bu toplum da değişecek elbet.Ama o zaman gelene dek her gün aynı bıkkın kederle bitecek.*****İki kitap okudum, kafam karıştıHrant Dink cinayeti dördüncü yılını doldurdu ocak ayında. Ve cinayetle ilgili iki kitap yayınlandı.Önce geçtiğimiz gün gözaltına alınan Nedim Şener’in Kırmızı Cuma’sı, ardından ölüm tehditleri alan, evine kaleşnikof mermisi ve beyaz bere gönderilen Bugün gazetesinin Ankara Temsilcisi Adem Yavuz Arslan’ın “Bi’ Ermeni Var” adlı kitabı.İkisinin de açıkladığı bilgilerle cinayeti net bir şekilde çözecek kadar aydınlanıyor insan.İki kitabın da tek bir sayfasında yazılanlar bile mahkemenin tüm seyrini değiştirebilecekken, hiçbir şey olmaması ama kitapları yazanların hakkında davalar açılması ve Ogün Samast’tan bile çok yılla yargılanmaları... “İşte, ancak bu ülkede olur” diye düşündürüyor.İki kitapta da yazarlar cinayeti Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” hikayesine benzetmişler. Hatta Nedim Şener, kitabın adını da buradan esinlenerek koymuş.Ama kitaplar arasında farklar da çok.Nedim Şener’in kitabı cinayetteki ihmaller üzerine kurulu. Cinayeti planlamakla suçlanan Erhan Tuncel’in yazdığı mektup ve açıkladıkları önemli yer tutuyor.Adem Yavuz Arslan‘ın kitabı Dink’i öldüren tetikçinin arkasındaki güçle ilgili. Hatta Ergenekon’dan tutuklu Veli Küçük ile Dink cinayeti sırasında Trabzon İl Jandarma Komutanı olan Ali Öz’ün birlikte çekilmiş fotoğrafları, ilişkilerinin delili olabilecek nitelikte... İki kitabın yazarı da birilerini aklamak, birilerini suçlu göstermek için kitapları yazmakla eleştirildiler.Bilmiyorum... Bilemem de!Arka sayfayı merak etmeyecek kadar, ön sayfanın aydınlanmasını, cinayetin suçlularının bulunmasını istiyorum.Adem Yavuz’un kitabında iz sürülecek çok işaret var. Ama insanın kafası da karışıyor. *****Yeni dizi Outcasts geliyorDünyanın büyük heyecanla izlediği Lost dizisinin yerini dolduracak bir yeni bir dizi hala yapılamadı.Ama önümüzdeki günlerde ülkemizde de yayınlanmaya başlayacak yeni bir dizi Lost‘un yerini almaya aday.BBC’de geçtiğimiz aylarda başlayan Outcasts, Lost kadar olmasa da bilim-kurgu türüne yeni bir boyut getirecek gibi gözüküyor.Outcasts yok olmaya yüz tutmuş dünyadan kaçıp kurtulan, yaşanacak yepyeni bir dünya arayan bir grup insanın hikayesini anlatıyor.Dizinin başrollerinde Jamie Bamber var.2040 yılında dünya yok olmak üzereyken, bir grup bilim adamı dünyaya benzer yaşam koşulları olan bir gezegen bulurlar.Adını da Carpathia koyarlar.İşte, dizi Carpathia’da başlıyor. Öncü grup yeni gezegene ulaşmış ve bir koloni kurmuştur.Fakat ardından dünyadan kimse o gezegene ulaşamamıştır.Ta ki yıllar sonra CT-9 adlı uzay gemisinden haber gelene kadar.Ve bilinmez bir macera başlar.Ben hikayeyi sevdim.Lost meraklıları bence siz de Outcasts‘i seveceksiniz.Bekleyin az kaldı. *****Saray’dan çok Adalet’in gerektiğini gösteren örnekGeçtiğimiz eylül ayında İngiliz gazetesi Daily Telegraph‘ta Tayyip Erdoğan‘ın, AK Parti’nin seçim kampanyasında kullanılmak üzere İran’dan 25 milyon dolarlık bağış aldığına dair bir haber yayınlandı.Tayyip Erdoğan, kasım ayında gazeteye dava açtı. Dava üç ay içinde yapılan ilk duruşmada sonuçlandı ve Londra Yüksek Mahkemesi, AK Parti’yi, seçimler için İran’dan para almakla suçlayan Daily Telegraph gazetesini tazminata mahkûm etti.Önceki gün haberlerinin yalan olduğunu itiraf ederek Erdoğan’dan özür dileyen gazete, Tayyip Erdoğan’a 25 bin sterlin de tazminat ödeyecek.İngiltere, hukukun adil ve hızlı işlediği bir memleket olduğu için, Tayyip Erdoğan kendisi hakkında söylenmiş bu iddiadan çabucak aklandı.Kendisi hakkında “Para aldı” iddiasını dile getiren herkese karşı güçlendi.Ne güzel...Şimdi Tayyip Erdoğan bu sevincin üzerine, bu ülkede hukuk eksikliği yüzünden acı çeken insanları daha iyi anlayabilir diye düşünüyorum.Başbakan derdini çözecek bir hukuk sistemi buldu. Peki ya Türkiye’de yaşayan insanlar ne yapacak?Televizyonda bir yetkili söylüyordu, tutuklananların yüzde 50’si beraat ediyormuş. Ne yazık ki, Saray’la olmuyor bu iş...Adalet gerekiyor.*****Artık 4 gün beraberizHaftada üç olan yazı günüm dörde çıkmıştır...Bundan sonra pazartesileri de sizinle buluşacağım...Pazar, pazartesi, çarşamba ve cuma...

Devamını Oku

Şeffaf olmayan bu ortam hep aynı kuşkuyu yaratıyor: Haksızlık var

3 Mart 2011

Hayat... Sen plan yaparken başına gelen şeydir.Bayılırım bu söze...Dün sabah kalktığımda bugün için yazmayı istediğim konu tamamen farklıydı.Ama Türkiye’de yaşıyorum.Yazı yazmayı planlarken araba da çarpabilir, elektrikler de kesilebilir, gündem tam tersine de dönmüş olabilir.Sınırları gayet geniş, zengin bir konudur burada hayat, sen planlar yaparken başına gelenler açısından...İşte dün de öyle oldu.Ben ne yazmak istiyordum, şimdi ne yazıyorum! Ergenekon kapsamında evleri aranan ve gözaltına alınan gazetecilerle başladı gün.Konunun tam ne olduğunu gelecek günler içinde daha iyi öğreneceğimizi tahmin ediyorum.Hiçbir savcının keyfi arama emri vermeye cesaretinin yetmeyeceğini düşünüyorum ama bu aramalarda bir hukuksuzluk yapıldığına dair kuvvetli bir kuşku da kıpırdıyor içimde doğrusu.Neden bu kadar karışık kafamız?Neden bu kadar karmakarışık duygular içindeyiz çoğumuz?Çünkü bilmemiz gereken en temel şeyler bize söylenmiyor. Bugüne kadar ne devletin aldığı kararların nedenlerini biliyoruz, ne hukukun verdiği hükümlerin...Bu şeffaf olmayan ortam da hep aynı kuşkuyu yaratıyor tabii, haksızlık var ve kandırılıyoruz kuşkusunu.Oysa ki bazen de haksızlık yok ve kandırılmıyoruz. Ama öyle hatalar yapılıyor ki artık kim haklı, kim haksız birbirine karışmış durumda.Kafalarımızın içi allak bullak işte.Bütün kavramlar birbirine girdi.Bazen bir haksızı savunmak bazen de bir haklıya karşı çıkmak zorunda kalıyoruz.Bu durum bazılarımızı suskun, bazılarımızı yalancı, bazılarımızı öfkeli, bazılarımızı da korkak yapıyor.İnandığını bu kafa karışıklığı içinde bir başka şeye dönüşmeden anlatmak giderek zorlaşıyor. Yıllar önce dinlediğim bir hikayeyi hatırlıyorum bu yaşadıklarımıza baktıkça.Komünist olan ama Sovyetler Birliği’nde olanları pek de komünistçe bulmadığı için partisinden atılan Kapinski’nin verdiği bir röportajda anlattığı bir hikayeyi anlamıştı bir gün eve gelen bir dostumuz.Bir ülkede halk iki kere ikinin altı olduğuna inanıyormuş.Matematikçiler bu durumu araştırmışlar ve araştırma sonucu iki kere ikinin dört olduğunu keşfetmişler.Durumu krala anlatmışlar hemen.“Biz yıllardır yanılmışız iki kere iki dört ediyormuş.”Kral da biraz düşündükten sonra:“Halk yıllardır iki kere ikinin altı olduğuna inandı. Şimdi bunu birden değiştiremeyiz, önce alıştıralım. Siz iki kere ikinin beş olduğunu açıklayın önce” demiş.Bizim ülkemizde de sanki tam bu durum yaşanıyor.Artık kimse kolay kolay “İki kere iki altı eder” diyemiyor ama hala iki kere ikiyi de dört ettiremiyoruz bir türlü.“İki kere iki beş”te sıkışıp kaldık.Eski ve saçma inançların ezberlenmiş konforu bozuldu, kesin doğrulara da henüz ulaşamadık.Kafalar karışmasın da ne yapsın?***Kasabalı seçmenler niye MHP’ye kayıyor?Radikal gazetesinde okudum, oy değişimlerinin en hızlı yaşandığı bölgeler 3 bin ve 70 bin arası nüfusa sahip kasabalarmış.BETAM (Bahçeşehir Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi) kasabaların oy tercihlerini inceleyen bir araştırma yayınlamış.2009’da oy kullanan 48 milyon seçmenin 12 milyonu kasabalarda yaşıyormuş.AK parti bu bölgelerde %25 e yakın oy kaybetmiş.2007’den 2009’a AK Parti’nin en yüksek oy kaybettiği bölgeymiş kasabalar...MHP’nin ise kasabalarda oy oranı %12 ile 15.5 arasında artmış.BETAM, iktidar partisini terk eden oyun MHP’ye gittiğini, CHP’yi tercih etmediğini belirtmiş araştırmasında.Çok ilgimi çekti bu.- Kasabalılar CHP’yi kabul etmiyor.- Kasabalılar AK Parti’ye kızıyor.- Kasabalılar MHP’ye oy vermeye yatkın.Neden acaba ve 2011 seçimlerinde bu durum ne kadar değişip ne kadar aynı kalacak?Seçim yaklaşıyor, daha çok araştırma yayınlansa keşke...***CHP genç nüfusu böyle kaybediyorGeçen gün de, araştırma şirketi olan ve seçimler öncesi araştırmalar yapan Tarhan Erdem yazıyordu, “2011 seçimlerini genç nüfus belirleyecek” diye...Son seçimden bu yana 22 yeni vekil çıkaracak kadar yeni seçmen katılmış aramıza.AK Parti Hükümeti bu genç seçmeni iyi analiz ediyormuş.Sırf İstanbul’da 300 bin yeni seçmen varmış.CHP ise ne yapmış?Önce Merkez Gençlik Örgütü, İstanbul Gençlik Örgütü’nü görevden almış. İstanbul ayağa kalkmış.CHP her zamanki gibi, bu karardan hemen vazgeçip il yönetimini görevine iade etmiş.İstanbul’daki 300 bin yeni seçmen oylarını kime verecek acaba? Şimdi biraz daha netleşti AK Parti’nin MHP oylarına merakı?CHP ne kasabada ne şehirde yokmuş ki...

Devamını Oku