Bu benim ilk MHP yazım olacak. Belki muhalefetlerinin etkisinin azlığından... Belki, çok alışılmış türden bir milliyetçilik yaptıklarından, belki de gerçekten siyaset yapmadıklarından dikkatimi çekmediler. Ama geçen akşam, AK Parti’ye ne olursa olsun karşı olan bir komşumla ayak üstü sohbet ederken, “MHP mutlaka barajı geçmeli. Bu seçimin en önemli meselesi bu. Yoksa tam felaket olacak. Oyumuzu ona verelim diyorum” dedi...Ne demek istediğini anlamak zor değildi komşumun.“Seçimlerde MHP barajı geçemezse, Meclis’e sadece iki parti girerse, AK Parti’nin bu ezici üstünlüğü hepimiz için felaket olacak” demek istiyordu.“AK Parti kazansa bile tek parti olmamalı” diyordu.Buna çare arıyordu.Ben de düşünmeye başladım.“MHP yaklaşan seçimde gerçekten barajı geçememe gibi bir sorunun eşiğinde mi?” diye... İçimden bir ses yüksek sesle “evet” dedi buna.MHP gerçekten bu seçimde barajın altında kalabilir.Böyle düşünmemin nedeni MHP’nin bir “siyasi parti” gibi davranmaması sanırım, bir siyasi parti hakkında bilmemiz gereken hiçbir şeyi MHP ile ilgili olarak bilmiyoruz.- Seçimlere nasıl hazırlanıyor?- Türkiye’nin gelecek beş-on senesi için nasıl bir program yapıyor?- Türkiye’yi hangi gelecek ile nasıl buluşturmak istiyor?Bunları bilen yok...***Arada bir “Bu şerefsizliktir” diyen bir genel başkan görüyorum.Başbakan Erdoğan’a verdikleri sert cevapları, kendi tabanlarına vatanı çok sevmenin kanıtı olarak sunduklarını izliyorum.Doğrularla ya da yanlışlarla fazla ilgilenmediklerini, Erdoğan’a sövmenin siyaset olduğunu zannettiklerini, demokrasi, dünya nereye gidiyor, barış, insan hakları, ekonomi, yargı gibi konuları sorun etmediklerini anlıyorum. Tek oyun bilen pehlivanlar vardır.Her zaman bildiği o tek oyunu yapar.MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de bizim politika arenamızın tek oyunlu pehlivanlarından... Hatta bu aralar ona bile üşeniyor sanki!Demeç isteseler “Benim eski demeçlerden birini koyun işte” diyecek gibi...Bunca yıllık politikacılığına rağmen başka bir oyun öğrenmeyen Bahçeli her seferinde aynı oyunu deniyor:Höt, zöt, vatan, millet, Sakarya...Artık o kadar buna alıştı ki sanki, “Ben daha iyiyim” bile demiyor Bahçeli, “O kötü” diyerek politika yapıyor.Bugün dünyada hemen hemen hiçbir ülke, kendi geleceğini tümüyle kendisi belirleme gücüne sahip değil artık.Bütün ülkelerin geleceğini dünyanın ortak değişimi belirliyor.Her değişiklik öteki ülkeleri de etkiliyor. Üstelik bu o kadar büyük bir hızla oluyor ki, yarının nasıl bir yenilik getirebileceği bile tam kestirilemiyor. Açık olan tek gerçek var, dünyanın daha iyiye doğru gittiği...Bundan böyle diktatörler olmayacak, orduların önemi azalacak, daha köklü ve yerleşik bir demokratik anlayış güçlenecek, kutsallıklar, yasaklar bitecek.Hiçbir parti ya da hiçbir politikacı Türkiye’yi bugünden geri götüremez.Hiçbirinin gücü yetmez buna.Şimdi önemli olan dünyayla ilişkimizi kimin en iyi kurabileceği...Eğer bizim politikacılar bunları anlamamakta direnirlerse, değil seçimde barajı geçmek, bir süre sonra Türkiye sahnesinde kendilerine politik figür olarak yer bile bulamayacaklar. Ne MHP’yi, AK Parti’nin güçlenmesinden korkulması...Ne AK Parti’yi, güçsüz muhalefet...Ne de CHP’yi Cumhuriyet mitingleri kurtarabilecek.***Hadi bunu da çözün görelim!Çarşamba günü “Einstein Bulmacası” adlı kitaptan bahsetmiş, dünyanın sadece yüzde 2’sinin doğru yanıtı bulabildiği bir bulmaca yazmıştım.Çok sayıda mail geldi.Ve çok sayıda doğru cevap geldi.“Sanırım, dünyadaki yüzde 2’nin en az yarısı Türkler” diye düşündüm.Bulmacanın doğru cevabı Alman‘dı.Ee, hepimiz bulmuşuz...Ve bulmak için uğraşırken eğlenmişiz.O yüzden, o kitaptan yeni bir bulmaca daha yazıyorum:Sosyolog ve radikal düşünür Alex Gibbon, Devon kırsalında devrimci bilincin gelişimi konulu bir araştırma yapıyordur.Kapı kapı dolaşıp insanlarla konuşur. Son çaldığı kapıda sorun yaşar. Gibbon ev sahibine kendisini tanıtıp evde kaç kişi yaşadığını sorar. Ev sahibi “3 kişi” der. Gibbon da devrimci politikaların tüm yaş gruplarına hitap ettiği yönündeki tezini sınamak için evdekilerin yaşını sorar.Ev sahibi evdekilerin yaşlarının çarpımının 225 olduğunu, toplamının da evin kapı numarasıyla aynı olduğunu söyler.Gibbon şaşırır. Kapıya bakıp numarayı kaydeder. Ama yaşları nasıl bulacağını anlamaz.Gibbon tek bir soru sorar ev sahibine:“Kardeşlerinizden çok mu büyüksünüz?”Yanıt “evet”tir.Gibbon evdekilerin yaşlarını nasıl bulabilir?Ve ev sakinlerinin yaşı kaçtır?Bu çok zor bir soru gibi gözüküyor.Ama ben bunu da çözeceğinizden eminim.Cevabı pazar günü yazacağım.İpucu: Diğer bulmaca gibi düz mantık kullanmalıyız. Çizelgeyi kurduğumuzda, kapı numarasına denk gelen birden fazla üçlü olduğunu görebilecekmişiz.***iphone ile günah çıkartmaİşte buna bayıldım. Katolik Kilisesi iPhone ile günah çıkartılmasını kabul etmiş.Apple Store’da ‘itiraf’ (iconfess) uygulaması 2.99 dolardan satışa çıkarılmış.Teknoloji, dinin bile hizmetine girmiş durumda. Cep telefonu ile günah çıkartabiliyorsunuz bir süredir.Bizim inancımıza uygun ne yapabilir Apple acaba diye düşündüm.Mesela... Bizim yerimize camiye gidecek bir iPhone?***18 milyar doları olan belediye başkanı!Kadir Topbaş hafta başında New York’a gitti. Hem Dünya Yerel Yönetimler Birliği (UCLG) Başkanı olarak Birleşmiş Milletler’deki bir panele konuşmacı olarak katılacakmış, hem de çeşitli görüşmeler yapacakmış.Yaptığı görüşmelerden biri, 18 milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zenginler listesinde sekizinci olan New York Belediye Başkanı Michael Bloomberg ile...68 yaşındaki Bloomberg üç dönemdir belediye başkanı.Dün Star gazetesinde Mehmet Altan “Bloomberg ne zaman belediye başkanı, ne zaman dünya zengini birbirine karışıyor. Bazen başkan bazen dünyaya aldırmaz gibi” diye yazmıştı.Çok sevdim bu anlatımı, çünkü “Çok zengin bir siyasetçi nasıl olur?” diye düşündüğümde, tam da Mehmet Altan‘ın yazdığı gibi olacağını tahmin ediyorum.O yüzden Bloomberg’i merak ettim.Öğrendiklerim daha da öğrenme isteği yarattı bende. Dünyanın sayılı zenginleri arasına bulunan Bloomberg, bu parasal gücünü rakipleri karşısında “ezici” şekilde kullanmakla eleştirilmiş.Bloomberg üçüncü kez seçilmek için yaklaşık 90 milyon dolar harcamış, rakibinin kampanya bütçesi 8 milyon dolarmış.Michael Bloomberg medya şirketi, dünyada finans ve ekonomi haberleri deyince ilk akla gelenler arasında.Bloomberg medya hizmetleri 68 ülkede 145 temsilcilikte varmış.Bloomberg Television 24 saatlik yayını ile dünya üzerinde 200 milyondan fazla eve ulaşıyormuş.Ekonomi dünyasına en doğru verileri sunan, dünyanın en önemli medya kuruluşlarından biri olan Bloomberg medya hizmetlerinde Bloomberg Television’ın yanı sıra Bloomberg Radio, aylık Bloomberg Markets dergisi, finans haberlerini ve bilgilerini içeren bloomberg.com internet sitesi ve yatırımcılara haber ve öngörü sunan Bloomberg Press kitabı da var.Bu, 28 yıldır aralıksız devam ediyormuş.Şimdi geriye tek bir soru kalıyor:Michael Bloomberg böyle bir gücü varken acaba neden belediye başkanı olmak istiyor?***Kurtlar Vadisi komedisiKurtlar Vadisi-Filistin filmine gittim.Dizisini seyretmem ama filmini merak ettim. Filmi yazanlar Filistin’de yaşanan acıyı gerçekten iyi anlatmış. Filme Türk-Arap kardeşliğine dair güçlü duygular hakim.Buraya kadar bir sorun yok gibi...Mustafa Akyol “Filistin yanlısı bir filmi, izleyen her insan evladına bir şeyler hissettirecek kalitede ve seviyede yapmak var. Doğal taraftar kitleniz dışındaki herkesi güldürecek basitlikte yapmak var. Kurtlar Vadisi-Filistin ise, açıkçası, ikinci tarza daha yakın kaçmış” diye yazmıştı.Ne yazık ki yazdığının aynısını yaşadım.İsrailliler çok kötü, Filistinliler çok iyi, Polat tek tabancayla dünyayı fetheder.Filistin halkı için acı çeken bu filmi yapan dostlar, biraz da bizi düşünüp bir dahaki sefere gerçekten bir film çekerlerse, işte o zaman iyi kalpli olduklarına inanırım.
CHP’yi destekleyen ama “Ben bunları değil, öz CHP’yi tutuyorum” diyen... Hatta CHP’yi desteklediği için aslında tuhaf bir huzursuzluk da duyan bir arkadaşım, belki beni bu zor günlerde hayatla buluşturmak için, belki de gerçekten kendisi bile artık bu CHP giderek karikatürleşmeye başladı diye düşündüğünden gülerek “Duydun mu? ‘Ordu kağıttan kaplanmış, biz onları asker zannettik’ dedi Süheyl Batum.”İlk aklımdan geçen, “CHP yine mi Süheyl Batum açıklamasıyla gündemde?” sorusu oldu.“Kılıçdaroğlu çok kızıyordur” dedim arkadaşıma...Kemal Kılıçdaroğlu’nu yakından tanısam, telefon edip sormak isterdim doğrusu, “Gerçekten bu açıklamaların manası ne? Sizce Süheyl Batum ne yapmaya çalışıyor?” diye...Bu soruların cevabı mutlaka vardır çünkü...Mutlaka...Gazetelerden birinde gördüm, Kemal Kılıçdaroğlu, Süheyl Batum’un bu sözleri sorulunca, öyle bir yüz ifadesiyle “Bir şey söylemek istemiyorum” demiş ki...Batum acaba o yüz ifadesini gördüyse ne düşündü?Ya da bir şey düşündü mü?Çünkü o yüzü görenler CHP’nin aslında nasıl bir karışıklık içinde olduğunu kolayca anlıyor...Bazı futbolcular vardır...Topu ayağına alır, kafasını önüne eğip hiçbir yere bakmadan koşmaya başlar...O hızla dümdüz gidip auta çıkar.CHP de kafasını önüne eğmiş koşturup duruyor... Ya da CHP’nin içindeki bazı kişiler...Çevrede ne olup bittiğine hiç aldırmıyorlar...Hem Türkiye’de hem dünyada bu çağın en önemli değişimleri yaşanıyor, hemen burnumuzun dibinde hayatlar değişiyor...Bütün bu değişimlerin serpintisi bizim üzerimize de yağıyor...Ama ne CHP, ne Süheyl Batum bunların hiçbiriyle ilgilenmiyor... İlgilenmediği gibi ülkede olup biten her şeyin sebebini ve çaresini garip yerlerde arıyor.“Ah be, şu askerler kağıttan kaplan olmayıp şu AK Parti’yi bir devirseydi ya” diyor aslında...Türkiye’de, genel başkan yardımcısı “siyasete müdahale etmiyor diye askere kızan” CHP, sanki toplumsal bir şaka gibi sosyal demokratlığı temsil ediyor.Siz yapılan hataları okudukça şaşırmıyor musunuz?İnsanın aklı almıyor.CHP hâlâ mı “asker” diyerek oy alabileceğini zannediyor?Hâlâ mı demokrasiyi, parti içinde “darbeci söylemlere” özgürlük tanımak zannediyor?Galiba öyle...Ama biri Kılıçdaroğlu’na söylemeli, “Deniz Baykal bir skandal yüzünden gitti, siz de galiba Süheyl Batum yüzünden gideceksiniz efendim“ diye...*****Pınar Selek DavasıBugün sabah 10.30’da Mısır Çarşısı davasından iki buçuk yıl hapis yatan, iki kez beraat eden Pınar Selek tekrar yargılanıyor.Mısır Çarşısı bombacısı diye tanıttıkları, sosyolog Pınar Selek...1998’de başlayan süreç bugün sonuca bağlanacak.Ama hukuki tarihi çok kirli bir dava bu.8 yıl yargılanıp 2006’da beraat eden, ardından bu karar Yargıtay’ca bozulan, tekrar yargılama yapılıp 2008’de tekrar beraat eden, tekrar bu karar bozulup, Pınar Selek’e ağırlaştırılmış müebbet hapsi istenen bir tarih bu.Bu beraat kararlarını bozan Yargıtay 9. Ceza Dairesi, meşhur bir daire.Hrant Dink’i mahkûm eden, onun ölümüne giden yolun taşlarını döşeyen, verdiği kararlar yüzünden AİHM tarafından mahkûm edilen bu ceza dairesi, şimdi de Pınar Selek’i yok etmek istiyor.Bugün 12. Ağır Ceza Mahkemesi bir karar alacak...Davayı hiç takip etmemiş, Pınar Selek adını bir kez dahi duymamış olsak bile, kötü niyetli değilsek ve akıl sağlığımızda da sorun yoksa, şunu çok hızlı kavrayabiliriz ki, müebbet hapis isteyen bir yargıcın o kişinin o suçu işlediğine yüzde yüz inanması, inanmak için de büyük bir kanıtı olması gerekir.Bu hikâyenin en azından hukuki tarihi size bu güveni veriyor mu?Bana vermiyor...Ben Pınar Selek’i hiç tanımadım...Ama onu uzaktan hep takip ettim.Hakkında çok yazı okudum.Çok sevdiğim ve aklımdan hiç çıkmayan bir yazı var onunla ilgili yazılmış.Radikal yazarı Yıldırım Türker yazmıştı. Şöyle diyordu: “Birkaç ay önce Berlin’de buluştuğumuzda kaygılarımı dindirmek için orada edindiği arkadaşlardan, hayatının rahat ve iyi yürüdüğünden söz ediyordu. Bana dönüp büyük bir içtenlikle, ‘Biliyorsun, ben çok şanslıyımdır’ dedi. Hayır, şaka yapmıyordu. 12 yıldır kâbus yaşatılan, üzüntüden kalbi duruveren anasının acısından, yaşadığı işkencelere kadar kaç kat cehennem hayatına itilen Pınar, gerçekten de şanslı olduğuna inanıyordu.”Çok sevmiştim bu masumiyeti...Hayatın en zor yanlarıyla yaşamayı öğrenmiş genç bir kadının yaşam neşesi beni derinden etkilemişti.Bugün, adaletin ve hayatın bu genç kadına, ondan çaldıklarını geri vereceğine inanıyorum.. *****Babalar ve kızlarıMilliyet Gazetesi’nde Songül Hatısaru’nun İshak Alaton röportajını beğenerek okudum.Aynı röportajda kızı Leyla Alaton da vardı.Nerede bir baba kız röportajı görsem okurum ben aslında.Kızlar için, babaları ne ifade eder hep merak ederim.Babasıyla eşit egoya sahip kızlar beni şaşırtır.Baba güçtür... Baba güven verendir...Eşitlik aslında farkında olmadan babanızı, yani gücünüzü azaltır...Babasını çok seven, ona güven duyan kız çocukları için önemli olan eşitlik değildir...Sizce yanılıyor muyum?*****Bu sorunun cevabını, dünyanın sadece yüzde ikisi biliyorMasanın üzerinde kitaplar birikti...Dönüp bakmıyorum ama en üstte bir kitap duruyor, her yanından geçtiğimde gözüm ona takılıyor...Einstein Bulmacası kitabın adı... Hemen altında da aklınızın sınırlarını zorlayacak bulmaca ve paradokslar yazıyor...Mustafa Denizli’nin, Çeşme’li çok yakın dostlarından biri “Ne zaman bunalsam sudoku çözüyorum, beni çok dinlendiriyor bu” demişti... Onu hatırladım bu kitabı görünce.Kafamı boşaltırım, belki de gerçekten iyi gelir umuduyla, kapağını kaldırıp sayfaları arasında dolandım...Kitapta altı bölüm var.Mantık ve olasılık, doğru akıl yürütemeyince, gerçek yaşam, hareket sonsuzluk ve belirsizlik, felsefi açmazlar, tam bir paradoks...Her bölümün içinde de dört, beş ya da altı tane bulmaca var...Einsten Bulmacası neymiş diye önce ilk bölümden başladım...Dünyanın en zor bulmacasıymış.Albert Einstein bunu çocukken tasarlamış.Dünyanın yaklaşık yüzde ikisi doğru yanıtı bulabilmiş. Kitapta, bir kandırmaca yok. Tek bir yanıtı var bulmacanın. Çözmek için düz mantık ve sabır gerekiyor diye yazmış...Sabırla sınandığımı düşündüğüm şu günlerde, bu bulmaca bana uygun diyerek başladım.Soru şu: Beş farklı renkte beş ev var. Her evde farklı bir ülke vatandaşı yaşıyor. Beşinin de sevdiği bir içecek, uğraştığı bir spor, beslediği bir hayvan türü var. Besledikleri hayvanlar, uğraştıkları sporlar, sevdikleri içecekler birbirlerinden farklı.Ve size kutudaki bilgileri veriyor... Ardından da soruyor: Kimin balığı var?Einstein gibi akıl yürütebiliyorsanız kitaptaki en kolay soru buymuş...Felsefeciler, bulmaca ve açmazları hafif eğlenceler olarak değil, dünyaya ilişkin fikirlerimizin gelişmesine katkıda bulunan kaynaklar olarak görüyorlarmış...Tam da hepimizin ihtiyacı olan şey...Bir bulmaca çöz hayatın değişsin...* İngiliz kırmızı evde yaşıyor. * İsveçli’nin köpekleri var.* Danimarkalı çay içer.* Yeşil ev, beyaz evin solundadır.* Yeşil evin sahibi kahve içer.* Futbol oynayan kişinin kuşları var.* Sarı evin sahibi beyzbol oynar.* Ortadaki evde oturan adam süt içer.* Norveçli ilk evde oturuyor. * Voleybol oynayan kişi kedileri olana komşu oturuyor.l Atı olan beyzbol oynayana komşu oturuyor.l Tenis oynayan kişi bira içer.l Alman hokey oynar.l Norveçli mavi eve komşu oturuyor.l Voleybol oynayan adamın komşusu su içer.
Gecenin bittiği, güneşin ise henüz gelmediği sahipsiz bir zaman dilimi... O sahipsiz zaman dilimine çöken koyu menekşe rengi sabah alacası...Sokaklarda kimse yok...Herkes evinde...Sabahın sessizliğinde bütün şehri uyandıracağını sandığım bir telefon sesi...Genç bir adam yardım istiyor.Issız bir tepenin üstünde tek başına duran top bir ağaç gibi yalnız ve sessiz bir acı hissediyorum.Henüz ne olduğunu bilmiyorum...Arabada, kimselerin olmadığı caddelerden geçerken renkler giderek grileşmeye, hayat giderek solmaya başlıyor sanki...Telefondaki Kerem‘in sesi kulağımda:“Sanem, uyanmıyor.”Uyanmıyor ama uyanacak diye düşünüyorum.Kim ölümün bu kadar yakınına geleceğini düşünebilir ki... Kimse... Ben de düşünemiyorum...Uyanmıyor ama uyanacak...Gökyüzü, için için yanan ipek bir kumaş gibi pembe ve lacivert dumanlarla aydınlanıyor.Köprünün üzerindeyim...Küçük güneş kırıntıları var bulutların arasında...Bazen bulutlar kırılıyor kenarından...Bir avuç güneş ışığı düşüyor arabanın camına...“Ambulans şimdi gelmiştir” diye düşünüyorum.“Ama burası Türkiye gelmemiş de olabilir” diye endişeleniyorum.Yol nasıl da bitmiyor...Kerem‘in sokağına giriyorum.Bir ambulans, iki polis arabası...Zaman parçalara ayrılmıyor bir daha sanki...Hala...Ve sanki hep, o an içinde kalmış gibiyim.Bir ambulans iki polis arabası...Acı, tenimi yakıyor.Ağlamaya başlıyorum.Acı, tanıdığım bütün başka acıları da yanına çağırıyor. İçimde acımayan tek bir yer kalmıyor.Kerem’i görüyorum... Bana doğru yürüyor.Yüzündeki acıyı görünce, çektiğim acıdan utanıyorum. Toplanan bütün acılarım da utanıyor.“Öldü, öldü, öldü” diyor. Bir boşluğa konuşur gibi...O boşluk bana doğru büyüyor sonra.Sabahın ilk aydınlığında görünmez oluyoruz sanki, iki silüet gibi birbirimize sarılmış ağlıyoruz.O boşluk bizi yutuyor.Sanki karanlıklar içinde eriyip yok oluyoruz, o karanlığa esir olmuş gibi küçücük bir aydınlığa muhtaç kalıyoruz.Bütün pencereler körleşiyor, yalnızca karanlığa açılıyor sanki hayat bundan sonra...Kerem’e sarılıyorum.“Tanrım bizi bırakma” diye sessizce yakardığımı hatırlıyorum sonra...Yavaşça merdivenleri çıkıyorum.Eve giriyorum.Genç bir kadının, tanımadığım ama televizyonda gördüğümüz herkesi tanıdık zannettiğimiz için çok iyi tanıdığım genç bir kadının, Defne Joy Foster‘ın içimde deprem yaratan acısı çarpıyor bu kez yüzüme...Kerem’i unutuyorum.Artık her şey sessiz ve suskun...Defne Joy Foster‘ın, ayaklarımdan başlayarak göğsüme doğru beni saran acısı kaplıyor her yeri...Tanrının ellerimden kaydığını hissediyorum.“Çocuğu vardı” diyorum... “Çocuğu vardı.”Aklıma ondan başka hiçbir şey gelmiyor.Küçük çocuğu olanların ölümden muaf olacağını zannetmek gibi çocukça bir inancım olduğunu anlıyorum.Polislere bakıyorum.Herkes çok sakin...Doktora bakıyorum...Çok sakin...“Ölmek böyle bir şey mi?” diyorum...“Ölmek böyle bir şey olmamalı” diyorum...Tanrının Defne‘ye gittiği yerde iyi bakması için dua ediyorum...Zaman parçalara ayrılmıyor o andan beri...Yıllar, aylar, günler, saatler, dakikalar yok...Her şey 2 Şubat sabahında dondu...Zaman hala alacası bol bir gökyüzü gibi tepemde duruyor.Hala sokaklar boş...Hala Kerem’in sesi kulağımda...Hala bir karanlık beni yutuyor...Tanrım bizi bırakma ne olur...
Gazete yazarlığına başlarken, çok yararlı tavsiyeler almıştım bu işi yapanlardan, dostlardan, yazıyı sevenlerden...Bir tanesi çok hoşuma gitmişti. Demişti ki:“Ben mahalle aralarında öğrendim kafa atmayı, sustalı taşımayı, küfretmeyi, sigara içmeyi, sokak kahvelerinde bilardo oynamayı... Okulda bize Baki’yi, Fuzuli’yi, Dickens’ı, Edgar Allan Poe’yu öğrettiler. Hayatım boyunca ikisinin de yardımını gördüm. Kitaplar güzeldir ama sakın sokaktan öğrendiklerini es geçme yazarken.”Dediğini çok iyi anlamıştım.Ama içimden de şu geçmişti; mahalle aralarında öğrendiklerime ihtiyacım olmaz... Aklı başında, zarif, efendi bir dille yazmak lazım.Ama burası öyle bir yer ki, burada kitaplardan öğrendiklerimize yer yok.Karşılaştığımız olaylar, kitaplardan öğrendiğimiz seviyeyle tepki vermemizi mümkün kılmıyor her zaman.Bir mahalle arası bıçkınının bol küfürlü öfkesiyle davranmaya zorluyor insanı. Daha önce hiç mahalle bıçkını görmemiş olsanız bile...Gazetelerde televizyonlarda okuduğum, seyrettiğim seviyesizlikle, zekasızlıkla oy kazanabileceğini sanan politikacıların olduğu bir yerde yazı yazanların uzun uzun cümle kurmalarına gerek yok zaten.Eğer zarif gözükmek gibi bir derdiniz de yok ise çok rahatlıkla “oha, çüş, yuh” gibi tek heceli sözcüklerle derdinizi anlatabilirsiniz.Danıştay ve Yargıtay’da yeni daireler kurulmasını öngören yasa tasarısının görüşmeleri sırasında, TBBM Adalet Komisyonundaki CHP’li üyeler, komisyon üyeliğinden istifa etti.Cumhuriyet tarihinde bu bir ilkmiş.Ayrılırken, CHP’li milletvekilleri bir bildiri yayınladı, halkı sokak sokak mahalle mahalle direnişe çağırdı.Yani CHP, yaklaşan seçimde AK Parti’yi sandıkta değil, bayağı askeri de kışkırtıp bir sokak hareketi yaratarak yenmeyi aklından geçiriyor.Beş ay sonra seçim var.İnsan kendisini destekleyenlerden utanır...Seçimde kaybedeceğini insan bu kadar açık, erken, net kabul eder mi?Sokak direnişi hayali, bunu gösteriyor.Daha da vahimi bunun sahip oldukları ve inandıkları tek plan olması...İşte tam burada, o üç kelimeden birini, hangi kitabı okumuş olursanız olun, hangi üniversiteyi bitirmiş olursanız olsun rahatlıkla söyleyebilirsiniz...***Sadece bu kadar değil ki!Kılçdaroğlu bir açıklama yaptı ve Hizbullah-AK Parti bağlantısını kanıtlamak için bir telefon kaydından bahsetti. Yasadışı kaydedilmiş bir telefon konuşması...Burası zaten bir tuhaf, çünkü bizzat kendisi usulsüz telefon dinlemelerinden şikayetçi değil miydi Kılıçdaroğlu’nun?Ardından da şu açıklamayı yaptı CHP lideri:“Henüz dinlemedim kasedi, dinlesem de açıklayamam.”Önce “Kaset var” dedi, arkasından “Kasedi dinlemedim” dedi, yakında da kim bilir ne açıklayacak muhalefet lideri.Bu kadar ciddi bir suçlamanın arkasından söylediklerine bakın.Ne demiş Samuel Johnson:“Geleceği satın alabileceğiniz tek şey bugündür.”Kılıçdaroğlu ise geleceği bugünden satıyor.Seçimden, başarıdan, ciddiyetten vazgeçiyor.İster Shakespeare‘den bir “Olmak ya da olmamak” çekin, ister mahalle aralarından tek hecelik bir “nida” çıksın dudaklarınızın arasından.İster kitaptan konuşun, ister sokaktan...Anlatacağınız aynı şey.Bu, muhalefet falan değil, aczin getirdiği tehlikeli bir zavallılık...Kılıçdaroğlu ve CHP böyle giderse, iki yıla kalmaz Erdoğan “başkan” olur.Söylemedi demeyin. Ya da şöyle söyleyeyim: Yuh yani Shakespeare!***Lig TV düşüşte, TRT 1 çıkışta!Pazar geceleri, tıpkı erkekler gibi spor programları arasında sörf yapmaya bayılıyorum.Geçen hafta da iki programı özellikle izledim, Lig TV’deki Maraton ile TRT 1’deki Stadyum.Maraton’da dikkatimi çeken bir ritm bozukluğu var.Mustafa Denizli’nin pozisyon değerlendirmelerini çok öğretici buluyorum. Maçta dikkatimi çekmemiş pek çok detayı ondan öğreniyorum. Gol kimin hatasından olmuş, kim iyi bir hareket yapmış gibi. Zaten çevremdeki erkekler de buna benzer şeyler söylüyorlar Denizli için.Ancak Denizli, sanki programda istediği kadar konuşacak alan bulamıyor.Gereksiz bir telaş içinde Denizli’nin sözleri sürekli kesiliyor. Şansal Büyüka onunla konuşucağına, sürekli Marcus Merk’e dönüyor... Bilenlere bunun nedenini sordum, “Programın temposunu yükseltmek için” dediler.Buna güldüm... Çünkü programda, izleyici maillerinin okunması ve Marcus Merk’in sözlerinin tercüme edilmesi gibi zaten yavaşlatıcı etmenler var. Hangi temponun düşmemesi için bu önlem anlamadım doğrusu.Mesele tempo ise... futbolcu, özellikle yabancı futbolcu röportajlarının uzun uzun ve canlı canlı verilmesi yerine, maçın analizlerinin uzun uzun yapılması daha akıllıca geliyor bana. Röportajlar maçtan sonra verilsin.Zaten Lig TV’den başka bunları verebilecek bir kanal da yok.Sonuçta Maraton’da iyi bir moderatör, iyi bir teknik analizci ve iyi bir hakem hocası olmasına karşın, zaping yapıp TRT 1’e geçtim.Ve çok şaşırdım... Meğer yeni bir ikili doğmuş. Sergen Yalçın ile Hakan Şükür, maçları beraber yorumlamaya başlamışlar...Hakan Şütür, Türkiye’de futboldan gelmiş ve oradan hayatını kazanan insanlar arasında Türkçe’yi en iyi kullanan kişi. Teknik açıdan da merak ettiğim herşeyin cevabını veriyor. Üstelik aşırı G.Saraylılık veya F.Bahçe düşmanlığı da yapmıyor. Müthiş dengeli ve inandırıcı konuşuyor.Bir de yanında, Sergen gibi bir “canlı bomba” olunca, programa hareket gelmiş.Ben özellikle üç Büyükler’in puan kaybettiği veya işlerin yolunda gitmediği haftalarda Sergen’in yorumlarını dikkate alıyorum çünkü net bir şekilde eleştiriyor. Bazen açık sözülülükle kabalık arasındaki ince çizgi kayıyor ama bu hafta Hakan’ın mantıklı yorumları müthiş bir denge oldu. Henüz 5 yıl önce sahada hayranlıkla izlediğimiz 2 büyük yıldız, ekranda da aynı heyecanı uyandırıyor. İkisi de sahada nasılsa, ekranda da öyle... Bundan sonra futbol izlemek için birinci adresim TRT 1 olacak.***Ne kadar da Biutiful!Geçen haftasonu Dot Tiyatrosu’nun yeni oyunu Festen-Kutlama’yı seyrettim.Pazartesi akşamı da Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu’nun yeni filmi Biutiful’u.Her ikisine de giderken hayatın sert, sarsıcı, çarpıcı, söylenmemiş ama orada öyle duran gerçekleriyle karşılaşacağımı biliyordum.***Inarritu, 2000 yılında “Paramparça Aşklar Köpekler” filmiyle hayatıma girmiş, “21 Gram” ve “Babil” filmleriyle kendine büyük bir yer edinmiş bir yönetmen.Son filmi Biutiful’da da, senaryo, hikaye, çekimdeki ustalık, Javier Bardem, diğer oyuncular Barcelona’nın arka sokaklarına saklanmış hayatları öyle bir anlatıyor ki...Karanlık, pis, kalabalık, fakir hayatlar arasında dolanırken, izlediğinizin kurgu değil gerçek olduğunu hissediyorsunuz. Filme büyülenmekle, boğazınızda düğümlenen acı arasında bir türlü seçim yapamıyorsunuz.Muhtemelen Inarritu da bizden bunu bekliyor zaten. “En iyi yabancı film” ve “En iyi erkek oyuncu” dallarında Oscar’a aday olan Buitiful ve Javier Bardem, ödülü hakediyor.Bardem’in oyunculuğu insanı gerçekten çarpıyor. “Sadece bakışı, yemek yiyişi, yürüyüşü bile yeter” diyorsunuz seyrederken.Film; iç burkucu, uzun, karanlık bir film aslında ama seyredince anlayacaksınız bazen bunların hiçbir önemi olmuyor.İyi film, her zaman insanı, içinden bir yerlerden ele geçiriyor.***Murat Daltaban ise Dot’u kurduğu günden beri bir gerçekliğin peşinde.Seçtiği oyunlarda hep insanların bir çırpıda söylemeyeceği karanlıklarına dokunmayı seviyor.Öyle oyunlar seçiyor.Tiyatroda bu oyunlara, suratına tiyatro veya yüze vurumcu tiyatro deniyormuş.Yeni oyun da öyle...Bir aile yüzleşmesi...Aslında Festen 1998’de çekilmiş bir film, 2004’te de İngiliz oyun yazarı David Eldridge tarafından tiyatroya uyarlanıyor.Oyunculara, özellikle Ezel dizisinin Psikopat Temmuz’u Rıza Kocaoğlu’na ve yine Ezel dizisinde Ezel’in annesini oynayan İpek Bilgin’e bayıldım.Kalabalık bir ekip var Kutlama’da...Aslında bakarsanız bütün oyuncular, bir metre önünüzde hiçbir gerçeği zedelemeden sizi inandırmayı başarıyorlar.Müthiş etkileyici bir sahicilik yüzünüze çarpıyor.Sahnede olmak istiyorsunuz...İyi bir film ve iyi bir tiyatro oyunu izledim geçtiğimiz günlerde.Hayatın ve insanın karanlıklarının nasıl aydınlandığını gördüm...Haydı sıra sizde...
24 Ocak’ta yayınlanan Amerikan dergisi Newsweek’te Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir makalesi vardı.Tuhaf, değil mi? Bundan pek bahsedilmedi.Gazeteler birkaç haber yaptı ama sesi güçlü olmadı bu yazının nedense.Başbakan’ın kendi imzasıyla yayınlanan bir makale, üstelik Newsweek dergisinde...Tek başına bu bile ilginç aslında.Yazıyı kim yazdı, kim istedi, bu yazı tam olarak ne diyor, niye diyor analizlerine muhtaç kaldı yapılan haberler. Sözünü ettiğim, Türkiye ve AB ilişkileri üzerine oldukça sert bir yazı.Aslında Tayyip Erdoğan’ın kendi mizacına uygun bir yazıydı doğrusu. Biz “AB kapısında yalvaran uysal bir ülke değiliz” diyordu.Hatta derginin kapağında “Tayyip Erdoğan, Avrupa’yı azarlıyor” başlığı vardı.Türkiye’nin AB’ye aday bir üye olarak, etkileyici ekonomik gelişmesi ve siyasi istikrarıyla küresel sahneye damgasını vurduğunu’ söylüyor Erdoğan ve Avrupa’nın en hızlı kalkınan büyük ekonomisi olduğumuzu, 2011’de de bu durumda bir değişiklik olmayacağını vurguluyordu.Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) 2050 yılına gelindiğinde Türkiye’nin Avrupa’daki 2. en büyük ekonomi olacağı yönünde öngörüde bulunduğunu hatırlatıyor ve ekliyordu:“Türkiye AB’nin çok ihtiyaç duyduğu büyük bir enerjiye sahip, Avrupa’nın Türkiye’den başka gerçek bir alternatifi yok. Umarım Avrupalı dostlarımız çok geç olmadan bu hakikati keşfeder.”İnsan içinden “İnşallah keşfederler” diye geçiriyor yazıyı okuyunca.Çünkü gidişat pek o yönde değil gibi...Tayyip Erdoğan istediği kadar Avrupa’yı “azarlasın”, pek yaramaz çocuk bu Avrupa, bir türlü söz dinlemiyor (!) Yazıyı okuduğunuzda Türkiye’nin sabrının da taştığını anlıyorsunuz.Ama Türk olduğumuzu vurgulamaktan başka, sabrımız taşarsa planımız ne? Onu tam anlayamıyorsunuz işte...***Avrupa bu yazıya ne dedi peki? Bu da tam duyulmadı. Davos toplantısı yaptılar, dünyayı konuşup, Türkiye’yi es geçtiler.Bu bir cevap olabilir mi? Belki de...Cumhurbaşkanı Gül ve Başmüzakereci Devlet Bakanı Egemen Bağış, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da Avrupa’ya kızan demeçler verdiler yakın zamanda. Bu üst üste demeçler tesadüf değil tabii ki... AB restine hazırlanıyor Türkiye.Türkiye’nin; Avrupa’nın o manasız, kendini beğenmiş tavırlarına muhatap olmaktan sıkıldığını anlamak zor değil...Avrupalılar’ın direttikleri her konuda haklı olmaları da mümkün gözükmüyor. Ama bizim de onların haklı olduğu hiçbir şeyi açıkça konuşmayıp, yapılan haksızlıklar üzerinden ‘dayılanmamız’ da kabul edilebilecek bir şey değil!Sorunları çözmüş bir ülke olsa Türkiye ve “Vazgeçtim arkadaş, üye olmak istemiyorum ben sana” dese...Bu tavrı, içeriği uzmanlar tarafından tuhaf bulunsa bile, azarlamayı seven başbakanımız için daha çok da esaslı bir duruş olarak algılar, benimseyebilirim. Yine de bu kurgulanmış sinirli tavrı anlamıyorum.Biz çok müthiş bir ulusuz, onu anladım.Kimse bizi kapıda bekletemez, onu da anladım.Ama bu müthiş ulusun “halkı” için yapılması gerekenleri yapmamamız; o halkı daha mutlu, daha özgür, daha sağlıklı yaşatacak önlemleri almamamız, bunları yapmamızı istedi diye Avrupa’ya kızmamız bana çok anlaşılır gelmiyor.Askeri vesayetin bitirilmesi, devletin şeffaflaşması, ihale yasasının halkın lehine düzenlenmesi, rekabet düzeninin sağlanması “bu halkın aleyhine” olduğu için mi yapılmıyor?Avrupalılar’a kızalım kızmasına da önce “Kendi halkınıza Avrupalı halkların sahip olduğu hakları verin” tavsiyesini yerine getirdikten sonra yapalım bunu...Aksi takdirde bu öfke, “Biz halkımıza istediğimiz gibi davranırız, siz karışmayın” anlamına gelir.Ki, bu kurnazlık Avrupa’yı çok korkutmaz doğrusu.*****Park Otel “ucube”sini kurtaran krom milyarderiİstanbul Gümüşsuyu’nda meşhur, inşaatı yarım kalmış bir Park Otel vardır.İstanbul’un en tartışmalı binası...1994’te inşaatı durdurulmuş, 20 katı yıkılmış, ölü bir taş yığını olarak öylece duruyor yıllardır.Sürmeli Grubu’nun sahibi olduğu bu bina, 2005’te Ofer ailesine satılmış.Ofer ailesi de geçen sene 100 milyon doların üstünde bir fiyatla krom milyarderi Mahmut Çevik’e satmış binayı.Mahmut Çevik de 2011’in sonunda o çirkin binayı, tarihi yansıtacak bir bina haline getirip, 150 milyon dolar harcayarak otel olarak açacakmış.Bunu okuyunca, insanın aklına iki soru takılıyor:* Krom nedir?* Mahmut Çevik kimdir?Bu soruların cevabı ocak ayının Forbes dergisinde var.Park Otel, Mahmut Çevik’in bir kalemde yaptığı en büyük alışverişmiş.Daha önceki rekoru, Çarmıklılar’dan 25 milyon dolara aldığı Savoy Oteli imiş. Şimdiki adı CVK Hotel. Taksim’in merkezinde...Bu otel, 10 yıla yayılacak otel zinciri kurma projesinin ilk halkasıymış. 2020 yılına kadar bu projeye 500 milyon dolar ayırmış Mahmut Çevik.İstanbul’daki ilk büyük yatırımı ise 2009 yılında 9 milyon Euro’ya aldığı Bilgi Üniversitesi’nin Tophane’deki yurduymuş.Genellikle Boğaz’daki metruk binaları alıyormuş.Rumelihisarı’ndaki eski bir Ermeni okulu olan Kadınlar Mektebi’ni ve Arnavutköy’deki iskele karşısındaki 3500 metre karelik 5 binayı almış.Forbes dergisindeki Eyyüp Karagüllü’nün hazırladığı yazıyı okuyun.Yeni çok şey öğreneceksiniz...Hikâyenin başı şöyle:“Babam 1969 yılında Pınarbaşı’nda bir krom madeni buldu...” *****Jules Verne, merdiven altında doğmuşSeksen Günde Devr-i Alem, Aya Sehayat, Denizler Altında 20 Bin Fersah gibi unutulmaz kitapların yazarı Jules Verne gençliğinde, tarih romanları yazan, Alexander Dumas’ya hayranmış.Bir gün, Dumas’nın Paris’teki evine gitmiş. Dumas, bir apartmanın en üst katında oturuyormuş.Jules Verne kapıyı çalmış. Evde kimse yok.Kapının önünde oturup beklemeye başlamış. Saatlerce beklemiş, gelen giden olmamış.Bir süre sonra Dumas eve dönmüş. Oldukça da içkiliymiş. Üst kata çıkmayı gözü yememiş, merdivenlerin altına uzanmış.Yukarıda beklemekten sıkılan Jules Verne de gitmeye karar vermiş. Ama merdivenlerden inmek yerine, trabzanlardan kayarak inmeyi daha eğlenceli bulmuş!Trabzanlardan kaya kaya hızla gelip Dumas’ın haşmetli göbeğine kocaman bir taş gibi düşmüş.Gece yarısı, karanlık bir merdiven altında ünlü bir yazarla, o yazarın göbeğinde oturan genç bir yazar adayı, bir an şaşkın gözlerle birbirine bakıp öyle durmuşlar.Sonra Dumas kendine gelip Verne’i göbeğinin üzerinden indirerek genç yazara “Mösyö, harika bir omletin içine ettiniz” demiş.İkisi de doğrulup oturmuşlar.Verne, üzerine düştüğü göbeğin Dumas’ın olduğunu anlayıp, bin kere özür dilemiş.Dumas babacan bir adammışve Verne’i önemli birşey olmadığını söyleyerek teselli etmiş. Cebinden şarabını çıkarmış, o karanlık merdiven altında sohbet etmeye başlamışlar.Jules Verne ünlü yazara hayranlığını anlatmış uzun uzun.Alexander Dumas sormuş:“Sen ne yazmak istiyorsun?” Verne utana sıkıla açıklamış:“Tarih romanları yazmak istiyorum.” Dumas karşı çıkmış:“Sen tarih romanı yazma, tarih romanlarını ben yazıyorum. Sen coğrafya romanları yaz.” Verne de bu tavsiyeyi dinlemiş ve o unutulmaz romanları yazmış. Bu hikâyeyi, ekonomide ya da politikada ya da medyada ülkemizin çeşitli acemileri ve ustaları arasında yaşanabilecek hayâli bir konuşmaya bağlamak mümkün...Mesela;* Baykal, Kılıçdaroğlu’na “Genelkurmay’ı ben destekliyorum, sen halkı destekle” diyebilir.* Bahçeli, Erdoğan’a “Irkçılığı ben yapıyorum, sen eşitliği tercih et” diyebilir.* Başbuğ, Koşaner’e “Darbecileri ben savundum, sen hukuku savun” diyebilir.Merdiven altında çok sohbet olur anlayacağınız...*****Haliç’te ‘silahsız’ soygun! Cuma akşamı Haliç Kültür ve Kongre Merkezi‘ne gittim.“Mickey’nin Müzikli Dünyası” isimli, çocuklar için bir gösteri vardı.Kapıdan içeri girer girmez, Tayyip Erdoğan’ın kendi dönemlerinde yaptıkları binalara neden ‘eser’ dediğini anladım.Eskiden Sütlüce Mezbahanesi olan bu yer, şimdi gerçekten Haliç’in kenarına kurulmuş harika bir eser...Türkiye’nin en büyük kongre ve kültür merkezi imiş burası.65 bin metrekarelik bir alanda, 3 bin 35 kişilik konser, 1120 kişilik tiyatro, 900 kişi kapasiteli 3 sinema salonu ve 14 çalışma salonu var.Ayrıca 650 kişilik restoran, 7 bin 700 metrekarelik açık hava etkinlikleri alanı, 8 bin 250 metrekare olan bir rıhtım, 700 araçlık otopark ile 17 bin metrekarelik yeşil alan da var.Avrupa’nın sayılı merkezlerinden birisiymiş meğerse. İçerisi tertemiz, koltuklar çok rahat, ulaşım ve otopark sorunu yok. Tek kelime ile muhteşem...AK Parti bu eserleri gerçekten iyi yapıyor.***Bu arada...Mickey gösterisinin çıkışında neredeyse bütün çocuklar ağlıyordu. Çünkü fuayede satılan Mickey’li oyuncaklardan, mısırlardan, pamuk şekerlerden istiyorlardı.Ama öyle pahalıydı ki herşey...Anneler-babalar mecburen “hayır” diyorlardı çocuklarına.Bir kova patlamış mısır 20 lira. Pamuk şeker 22 lira. Kova Mickey resimli... Pamuk şeker Mickey şapkalı...“Gösteriyle mutlu olmuş o çocukları böyle üzmeye kimsenin hakkı yok” diye düşündüm. Çocuk gösterilerindeki bu sorunu bir an önce çözmeliler.
Osmanlı döneminde, beyler akşam serinliğinde geniş gölgeli at kestanelerinin altında oturur, ağır ağır nargilelerini içerlerdi. Bir yandan da devlet meselelerini konuşurlardı.“Enver,Talat’a demiş ki...” “Talat, Cemal’e demiş ki...”Mahmut Şevket Paşa’yla Enver Paşa’nın arasının açık olduğu... Talat Paşa’nın Enver’e kızdığı... Yakup Cemil Bey’in Talat’tan nefret ettiği konuşulur, ahkâm kesilir, kabine bunalımları olabileceği ileri sürülürdü.O dönemlerde beyler at kestanelerinin altında sohbet ederken dünyada da önemli değişiklikler oluyordu.Sanayileşmiş ülkeler arasındaki kavga büyüyor, pazarı ele geçirmek isteyen ülkeler savaşa doğru sürükleniyordu.Bizim Osmanlı aydınları için dünyada olup bitenler önemli değildi.Onlar memleketi dünyanın merkezi sanıyorlardı. Daha da beteri, dünyada ve Osmanlı’da hiçbir şeyin değişmeyeceğine, sadece yöneticilerin değişeceğine inanıyorlardı.Ve, at kestanelerinin altında içilen nargileler, yöneticiler hakkında yapılan dedikodular arasında, imparatorluk, bir cehennem lokomotifinin arkasına bağlanan boş bir vagon gibi Almanlar’ın arkasına bağlanıp bir uçurumdan aşağı uçarak parçalandı.Ne nargile kaldı, ne Enver, ne Talat, ne Cemal, ne Yakup Cemil...At kestaneleri kaldı yadigâr...Şimdi gene aynı sahneler yaşanıyor.At kestaneleri artık çok fazla yok, onların yerine barlar, lokantalar, otel lobileri var. Nargilenin yerine bazen içki bazense çay var.Talat, Enver, Cemal yerine de Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu, Bülent Arınç, Abdullah Gül, Gürsel Tekin var...Bizde “demiş ki” dedikoduları yapılırken, dünya gene hızla bir yere gidiyor.Ama bu sefer ters tarafa doğru... İttihatçılar zamanında dünya felakete doğru yol alıyordu. Şimdi ise barışa, zenginliğe, mutluluğa doğru uçuyor. Biz gene dünyaya aldırmıyoruz.Dünyanın ve Türkiye’nin düzeninin değişmeyeceğini düşünüyoruz.Aynı Osmanlı aydınları gibi değişikliğin yalnızca yöneticiler arasında olacağını sanıyoruz.***Dün AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’i dinledim, basın toplantısı yaptı.Bütün “demiş ki”lere cevap verdi.“Sayın Kılıçdaroğlu demiş ki... CHP en eski partidir.”Buna, “CHP en eski değil en eskimiş partidir, parti şarap değil ki yıllandıkça güzelleşsin” dedi Hüseyin Çelik.Eğlenceli bir cevap olduğunu düşünüp, bunu yazarken bile gülmeme rağmen şaşırdım da...Çünkü aynı saatlerde İsviçre’nin Davos kentinde Dünya Ekonomik Zirvesi vardı ve birileri de dünyanın gittiği yönü tartışıyordu. Küresel ekonominin patronları geleceği görmek için birbirlerinin aklına ihtiyaç duyuyordu.Dünkü gazetelere bakınca, hissettiğim acı gerçeğin bir kez daha bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığını gördüm.Davos’da kimse toplantılarda Türkiye’yi anmamıştı, hakkında özel bir oturum bile düzenlenmemişti.Bu çok can sıkıcı bir şey.Çünkü bugünün dünyasında, ne yaptığımız kadar, yaptıklarımızı dünyayla ne kadar bütünleşmiş şekilde yaptığımız da çok önemli.Dünyanın zirvesi toplanmışken eğer Türkiye’nin adı geçmiyorsa, siz kendi ülkenizde çok fazla içe dönük bir politika yapıyorsunuz demektir... Hem iktidar hem muhalefet olarak...Türkiye’nin beğenilen ekonomik performansı, dış politikadaki açılımı, hangi yanlışlar yüzünden Davos’da yer bulamıyor kendine acaba?Ki Davos’da katılımcılar değişmiş, Avrupalı, Amerikalı çoğunluk yerlerini dünyanın Hindistan gibi, Çin gibi yeni yıldızlarına bırakmışken. Türkiye bunun parçası değil... Olmak gibi bir derdi de yok...Ne demiş Abdullah Gül “Başkanlık sistemiyle ilgili şüphesiz çekincelerim var” demiş...Sanırım AK Partililer Davos yerine bunu düşünüyordur şimdi.Demiş ki..O da ona demiş ki..Davos mu? Boşver canım, biz bize yeteriz...*****Ara Güler’in cümleleri ve 86 fotoğrafAra Güler’in fotoğraflarını bilirsiniz... Konuşurlar sanki sizinle... Geçen gün kitapçıda Fotoğrafevi’nin hazırladığı Fotocep Ara Güler kitabını görünce hemen aldım.Cebinize sığacak büyüklükte, içinde Ara Güler’in siyah beyaz ve renkli fotoğrafları ile yan sayfalarında Ara Güler’in kendisini anlattığı cümleleri.Gerçekten çok şık, okuması ve bakması çok kolay bir tasarım hazırlamışlar.Bildiğiniz ve bilmediğiniz 86 fotoğraf, tarihleri, şehirleri ve Ara Güler’in hele sesini de biliyorsanız, o sesle duyduğunuz cümleleri. Türkçe ve İngilizce hazırlanmış.Bakın neler diyor Ara Güler:“Türkiye’nin fotoğrafı anlaması için üç kere yeniden dünyaya gelmesi lazımdır.”“Dünyada fotoğrafını çekmek isteyip çekemediğim adamlar var. Charlie Chaplin. Benim dünyamı kuran, bana vizyonu veren, hayata bakmayı öğreten adam.”“Hiçbir şey kolay olmadı ama olsun ben hep zekâmla hallettim.”“Ben fotoğrafın ortaya çıkması için saatlerce beklerim. Sonra basarım deklanşöre. Foto muhabiri, tarihi kamerasıyla yazan adamdır.”“Ben çocukluğumda hep tiyatronun içinde büyüdüm. Hep piyes yazarı, rejisör olmak istedim.”“Şimdi herkes bedavadan sanatçı. Bunu da fotoğrafla yapıyor. Basıyor düğmeye, sanatçı oluyor. Sokakta yürümeye korkuyorum, bu mühim adamlardan birine çarparım da ayıp olur diye!”“İyi makineyle iyi fotoğrafçı olunmaz. Fotoğraf önce kafada olur. Şimdi en iyi daktiloyu alsam sana en iyi romanı mı yazacaksın?”“Balıkçıları çekmekten çok hoşlanırım.”Fotoğrafevi’nin bu “Fotocep” serisi Ara Güler’in fotoğraflarıyla başlamış...Dünyanın önemli fotoğrafçılarıyla “Photo Poche” serisi örnek alınarak, Sebastiao Salgado, Henri Cartier-Bresson, Rene Burri, Bruno Barbey, Marc Riboud ve Robert Capa fotoğraflarıyla devam edecekmiş.Fotoğraf sevenlerin çok sevineceğine eminim.*****Bilgisayar dünyası dedikodularıYa Steve Jobs olmasaydı...Bilgisayar dünyası dedikoduları son zamanlarda gazetelerde büyük yer buluyor.Köşe yazarları her gün ya bilgisayar dünyasında olan bir satıştan ya yeni bir üründen ya da o dünyadaki CEO’ların özel hayatlarıyla ilgili yeni bir gelişmeden bahsediyor. Facebook’un yaratıcı Mark Zuckerberg’in hayatını anlatan Social Network filmi 8 dalda Oscar’a aday oluyor.Apple, çocuklar için ayrı bir seri üretiyor. Bilgisayar teknolojisi aklımızın alamayacağı kadar hızlı gelişiyor.Ve ben bunu takip etmekten çok hoşlanıyorum. Okuduğuma göre, o dünyanın son dedikoduları şunlar:Apple’ı yaratan Steve Jobs pankreas kanseri olduğu için bir süreliğine yönetimi bırakmış. Apple’ın hisse senetleri derhal düşmeye başlamış.Steve Jobs olmadan iPad, iPod, iPhone’lar çıkabilir mi diye dünya endişeliymiş.Google’ın başına kurucu ortaklardan Larry Page geçmiş. Eric Schmidt 4 Nisan’da koltuğunu ona bırakıyormuş. Eric Schmidt google ruhuna çok uygun olmasa da yeni gelecek olan Larry Page de akıllara tam yatmamış.Apple’ın CEO’su Steve Jobs başlı başına özel bir karakter aslında.Hakkında duyduğum herşey ilgimi çok fazla çekiyor.En ilginç hikâyelerinden biri şu; 1976 yılında yeni markası Apple’ı yaratan Jobs, kendi şirketinden 9 yıl sonra yönetim kurulu kararıyla uzaklaştırılmış.O da gidip NeXt adlı yeni bir şirket kurmuş. Bu arada Apple kötüye gitmiş ve yönetim kurulu NeXt’i 429 milyon dolara satın alarak Jobs’u tekrar başkan atamış.Ve Apple marka değeri olarak Microsoft’u geride bırakarak, 75 milyar dolarlık bir şirket haline gelmiş.Artık ben de çok merak ediyorum, bilgisayar dünyası Steve Jobs olmadan ne yapacak gerçekten?*****BBC Türkçe artık sustuEn tarafsız en güvenilir yayın kuruluşu olarak bilenen BBC Türkçe, 72 yıllık radyo yayınına son veriyormuş.İçimde tarifi zor bir sızı oldu bunu duyduğumda. Bizim evimizde BBC Türkçe dinlenirdi. Sesi kulağımda radyonun.Galiba geçmişimi, anılarımı da kaybetmiş gibi oldum birden.Şimdi kesilen o ses, o kadar evimize ait bir sesti ki...BBC alışkanlığım o yıllarda oluştu.Televizyonu, interneti, radyosu...Dünyada Türkiye’de ne olup bittiğinin en doğru söylendiği yayın kuruluşu. Türkiye’de bile... Bu çok önemli işte... Gerçekten üzüldüm.
AK Parti’ye anlaşılması zor kararları, demokrasi mücadelesinde geri adım atması, “Rakibim yok” rahatlığı ve kurnazlığı yüzünden kızıyorum.Ama CHP’ye genellikle gülüyorum.Parti içi anlaşmazlıkları, etraflarında olanlardan bihaber kalmaları, değil iktidar olmak için seçilmek, rakibiyle yarışmak için bile yeterli donanıma sahip olmamaları yüzünden...Hangisi daha kötü, bilmiyorum.Bir partiye kızılması mı, bir partiye gülünmesi mi?İnsan zaman zaman CHP’nin şaka yaptığını ummak istiyor.İnsanı öyle kahkaha attıracak şeyler yapıyorlar ki... İnsan kendi kahkahasının ortasında, kendisinden utanıp karşısındakine acımaya başlıyor ve “Bu kadar güçsüz biriyle dalga geçmemeliyim” diyor kendi kendine...O güçsüz biri, yaklaşan seçimde kızdığımız AK Parti’nin rakibi... CHP’nin yaptığı açıklamaları tek tek incelemeyeceğim. Zaten bunlar birçok köşe yazarı tarafından birkaç gündür yazılıyor.Ama şunu anlamakta zorlanıyorum:CHP neden, fikirleri kötü ve yanlış bile olsa, partice bir fikir etrafında toplanamıyor?CHP’nin genel başkan yardımcısı Süheyl Batum, Ergenekon davası kapsamında tutuklu olan Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan‘ı PM’de milletvekili adayı olarak göstereceğini açıkladı.Ertesi gün CHP’den başka biri, gündemlerinde böyle bir konunun olmadığını söyledi.Üstelik de o birisi, CHP’nin öteki genel başkan yardımcısı Gürsel Tekin...Dün de Kemal Kılıçdaroğlu beklediğim açıklamayı yaptı “Ergenekon tutuklusu Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay’ın adaylığı gibi birşey yok” dedi.CHP, parti içi iktidar mücadelesi alışkanlığını hiç kıramayacak sanırım.Her zaman halka bir şey anlatmak yerine kendi içlerinde çekişmeye öncelik veriyorlar.Ya da muhalefet olmayı, politika yapmayı itiş-kakış yaratmak zannediyorlar.Bu açıklamalardan çok kısa bir önce de CHP’nin genel başkanı “Ak Parti Hizbullah’la ilişki içinde” demişti.Bunlardan çok önce de CHP eski genel başkanı Deniz Baykal “Ergenekon’un avukatıyım” diyordu.Böylesine şaşkın bir kakafoni karşısında insan gülmemek için dudaklarını ısırıyor doğrusu...Pazar günü Taraf gazetesinde Neşe Düzel, Anayasa Profesörü Ergun Özbudun ile röportaj yapmıştı.Ergun Özbudun çok çarpıcı net bir şey söylemiş:“Seçimden önce her parti anayasa taslağını ana başlıklarıyla açıklasın, ona göre oyumuzu verelim.”Siz seçime altı ay kala böyle bir girişim hissediyor musunuz partilerimizde?CHP’nin daha iyi anayasa yapmak için bir çabası var mı acaba?Mustafa Balbay’ı ve Tuncay Özkan’ı, hukukun eksikliğini vurgulamak için milletvekili adayı yapmak istiyorsa Süheyl Batum, onun yerine mesleğini hatırlayıp (gülmeyin ama... Batum, anayasa hukuk profesörü) dünya ölçülerinde bir anayasa taslağı hazırlasa, hukuka daha çok yardım etmiş olmaz mı?Bunları yazdığım sırada, gözüm gazetelerden birinin bir sayfasına takıldı.CHP’nin yeni PM üyesi Prof. Binnaz Toprak hükümetin ekonomiyi iyi yönettiğini ve zenginliğin arttığını söylemiş.CHP Genel Başkanı ne diyordu?“AK Parti toplumda yoksul sayısını arttırdı.”CHP, AK Parti’yi bir gün yenebilir mi, bilmem.Ama CHP, CHP’yi asla yenemeyecek, bu açık...***Erdoğan Davos’a küsmüş, Davos’un haberi var mı?Bugün Davos zirvesi, yani Dünya Ekonomik Forumu başlıyor. Bu sene 41’incisi yapılıyormuş.Türkiye için önemli bir zirve.Çünkü iki sene önce Tayyip Erdoğan’ın “One minute” çıkışından sonra, geçen sene katılmadığımız Davos toplantılarına bu yıl yeniden katılıyoruz.Bütün ülkeler başbakan, cumhurbaşkanı seviyesinde katılırken Tayyip Erdoğan zirveye gitmiyor.Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve iş yoğunluğunu ayarlayabilirse Maliye Bakanı Mehmet Şimşek temsil edecekmiş Türkiye’yi... Dev zirveye dünyadan 1400 CEO geliyormuş.Devlet başkanlarıyla beraber bu sayı 2500 kişiye çıkacakmış.Asya 6, Latin Amerika 4, Ortadoğu 6, Afrika 7 devlet başkanı ya da başbakanla temsil edilecekmiş.Bu yıl bütün Kuzey Avrupa ülkeleri; İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya başbakanları DEF’e davet edilmiş.Bu dört ülkenin küresel krizden nasıl hiç etkilenmediklerini dinlemek istiyormuş dünya. Milliyet’ten Meral Tamer yazıyordu. Bu sene her yıl 515 bin dolar ödeyen 100 büyük sponsora kadın kotası getirilmiş.5 kişilik kadro ile katılabilecek sponsorlara, “Bu beş kişiden biri kadın olacak” kuralı getirilmiş.Ayrıca bu yıl oyuncu Robert De Niro ve İspanyol tenor Jose Carreras da Davos’ta olaçakmış.Coca Cola CEO’su Muhtar Kent ve U2’nun solisti Bono, çocuk sağlığı oturumuna katılacaklarmış.Sayısız konuşma, etkinlik ve davetle geçecek 30 Ocak’a kadar süren zirvede, birileri mutlaka yanındaki yabancıya şunu fısıldayacak: “Biliyor musunuz, bunları Türkiye’de düzenlesek şu an elinizdeki şarabı içemezdiniz.”Alacakları cevabı merak ediyorum... ***Güzel bir oyunun çarpıcı oyuncusu: Selen UçerPazartesi akşamı Levent Kazak‘ın yazdığı Cam adlı oyunu izledim Kenter Tiyatrosu’nda...Cam, resim dersleri veren bir ressamın atölyesinde geçen bir hikaye.Hayatın farklı kararlarla nasıl değiştiğini....Her türlü ilişkinin -yakın ya da uzak hiç farketmez- içine sığan sırları, yalanları çok gerçekçi ve matrak bir şekilde anlatıyor.“Oyuncular Levent Kazak’ı gerçekten anlamış” diye düşündüm oyunu seyrederken. Bir ressam, boşanmak üzere olduğu kocası, yakın bir arkadaşı ve iki öğrencisi arasında geçen bir hikaye Cam.Dolunay Soysert ressamı, “Nefes-Vatan Sağolsun” filminin yüzbaşısı ya da “Öyle Bir Geçer Zaman Ki”nin Soner’i Mete Horozoğlu kocasını, “Yaprak Dökümü” dizisinin Ferhunde’si Deniz Çakır yakın arkadaşlarını, Bülent Alkış ile 15. Adana Altın Koza Film Festivali “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü alan Selen Uçer ise atölyeye gelen öğrencileri oynuyor.Ben oyunu sevdim.Dekoruna bayıldım.Yönetmenin yazarla uyumuna saygı duydum.Ama en çok seyirciden etkilendim.Neden mi?Çünkü Dolunay Soysert gerçekten çok iyi oynuyordu, Deniz Çakır rolünün hakkını veriyordu ama Selen Uçer farklı etkiliyordu izleyeni sanki. Oyun içinde iki kere alkış oldu, ikisi de onaydı...Selamlamaya geldiğinde ise sıra, herkes çok alkışlanırken Selen Uçer seyirciden gerçekten farklı ve güçlü bir alkış aldı.Eğer o alkışı yapanlar Selen Uçer’in akrabaları değilse, herkesin çok iyi olduğu bir gecede çok iyiden daha iyi olanı ayırt edebilen seyirciye hayran oldum. Ve tabii ki birbirini hiç tanımayan insanlara, aynı şeyi düşündürebilen Selen Uçer’e... ***ART ARDA OKUNACAK İKİ KİTAPGazeteci, Öcalan’ın avukatlarının hukuk bürosu olan Asrın Hukuk Bürosu‘nun basın müşaviri olan Cengiz Kapmaz‘ın “Öcalan’ın İmralı Günleri” kitabı çıktı.Önsözünü Cengiz Çandar‘ın yazdığı ve “Hakkı verilerek okunduğu taktirde en hareketli tartışmaları tetiklemeye aday” dediği kitap, gelecek günlerde, gerçekleri bugüne kadar duymamak için elinden geleni yapan bir çok kişiye, direndikleri ‘gerçekler’in nasıl yerle bir olduğunu gösterecek.Bir de yanında Arif Doğan‘ın yeni çıkan “Jitem’i Ben Kurdum” kitabını okursanız...Sanırım bize söylenen her türlü yalanı anlamakta ustalaşırsınız.
Bugün pazar... Bugün daha eğlenceli, daha hafif, daha hüzünlü yazıların yazılabileceği bir gün.Politikayı, kavgaları, dünyayı o kadar da ciddiye almayabileceğimiz bir gün. Hayatı baştan yaratabileceğimiz bir gün...Tayyip Erdoğan’ın sevmediği heykele “ucube” demesinden sonra herşeyi dönüp dolaştırıp heykele bağlıyorum bugünlerde ama hayatı baştan yaratmak dedik mi de bu çağın en büyük sanatçılarından Rodin akla gelmeden olmuyor işte.Fransız heykeltraş...Güzel, güçlü, büyük eller yapar...Akan bir su gibi öpüşen insanlar...Dizlerini karnına çekerek yüzüstü yere kapanmış saçları dağınık çıplak kadınlar...Birbirine sarılmış, hangisinin nerede başlayıp hangisinin nerede bittiği bilinmeyen sevgililer yapar...İşte bir gün bu muhteşem heykelleri yapan Rodin’e sormuşlar:“Bu heykelleri nasıl yapıyorsun?”Çok basit, hiç unutmadığım, aslında küstahça da bulunabilecek ve belki de benim bu yüzden daha da fazla sevdiğim bir cevap vermiş:“Taşın fazlasını atıyorum, geriye heykel kalıyor.”Taşın fazlasını atıyor ve içinden o heykel çıkıyor...Bana her hatırladığımda hayatla ilgili yeni bir şey söyleyebilen bir söz bu...***Cuma günleri genellikle uzun aile yemekleri yiyoruz...Bu cuma Çetin Altan‘a Rodin’in bu sözüyle ilgili bir şeyler soruyordum.“Rodin’in düşünen adam heykeli nerede duruyor İstanbul’da?” dedi ve gülerek ekledi:“Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin bahçesinde.”O heykeli bilirsiniz. Bir taşın üzerinde oturan, eli çenesinde düşünen bir adam heykeli... Orijinali Paris’teki Rodin Müzesi’nde olan heykelin kopyaları dünyanın her yerinde var.Bizde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin bahçesinde duran heykel... Dünyada nerelere konulmuş, okuyunca çok şaşıracaksınız.Peki biz niye bunu “akıl hastanesinin” önüne koyduk?Düşünceyle ilgili bir şey söylüyor olması lazım bu seçimimizin...Sizce o heykel o bahçede niye duruyor?Bu ülkede düşünmenin delilik olduğuna inandığımızdan mı, düşünenin delireceğine olan inancımızdan mı, düşünmenin delilere mahsus bir şey olduğunu sandığımızdan mı, düşünmekten ve düşünen insanlardan korktuğumuzdan mı?Biz o heykeli oraya niye koyduk?Niye yeryüzünde, “düşünen adam” heykelini akıl hastanesi bahçesine yerleştiren tek ulus biziz?Bunun cevabını bulursak, sanırım kendimizle ilgili birçok sorunun da cevabını buluruz.Ve o cevapla hayatımızı baştan yaratabiliriz. Dünya, Düşünen Adam Heykeli’ni nerelere koymuş?* İsrail: Tel Aviv ve RAD Veri İletişimi Merkezi’nin giriş lobisi.* Japonya: Tokyo’daki Kyoto Ulusal Müzesi, Batı Sanatları Ulusal Müzesi* Norveç: Oslo’da National Gallery of Norway* İngiltere: Cambridge Üniversitesi (Jimmy Tide House)* Vatikan: The Vatican Museums, Collection of Modern Religious Art* Kanada: MacLaren Sanat Merkezi,* Meksika: Museo Soumaya.* Amerika: Maryland, Baltimore Museum of Art, New York, Canisius College, Buffalo, Cleveland Sanat Müzesi, Columbia Üniversitesi, Michigan, Detroit Sanat Enstitüsü, Missouri, Nelson-Atkins Museum of Art Kansas City, Kentucky, Louisville Üniversitesi, Pennsylvania, Rodin Müzesi Philadelphia, Washington, The Maryhill Museum of Art, Goldendale, San Francisco, The California Palace of the Legion of Honor, California, Stanford Üniversitesi ve Norton Simon Müzesi, Pasadena, Washington D.C, The National Gallery of Art, Florida, Bal Harbour Shops, Miami * Avustralya: Melbourne The National Gallery of Victoria ve Sidney The Sydney Opera Evi* Arjantin: Buenos Aires Parlamento Binası önü*****Eskimiş kitaplar yazanı meçhul bir mektup gibiBir dostum bana sahaflardan alınmış bir-iki kitap getirdi geçen gün, aslında kendisine seçmiş ama beğenirsem alabileceğimi söyleyerek sehpanın üzerine bıraktı.Uzanıp aldım kitapları...Elden ele dolaşırken kapağı yıpranmış, içine rengarenk notlar düşülmüş, sonunda sahaflardan alınıp benim ellerime kadar gelmiş olan kitaplardan biri, Anatole France‘ın Edebiyat Sohbetleri‘ydi.Fransa’nın gelmiş geçmiş en büyük eleştirmenlerinden Saint Beuve‘ün yazdığı ilk ve son romandan sonra uğradığı başarısızlık hakkında söylediklerine takıldı gözlerim sayfalar arasında dolanırken.“Ben çok iyiyim. Ama başarılı olmak için çok iyiden daha iyi olmak gerekiyor.”“Çok iyiden daha iyi...” dedim kendi kendime, küçük bir fısıltıyla...Bir sayfa daha çevirdim.Edebiyat dedikodularını çok severim.Victor Hugo ve Saint Beuve arasındaki dostluk ve düşmanlık ilişkilerini anlatan hikayeyi okudum hızla.Hugo, arkadaşı Beuve’ü evine davet eder. Onu ağırlar. Sonra onu karısıyla yakalar. Ve ikisini birden evden kovar.Ben gülümserken, arkadaşım “Buna bayılacaksın” diyerek, Beatrice Harraden‘ın Gece Geçen Gemiler kitabını uzattı.Kalın karton kapaklı, kapağı altın yaldız süslü, eskimiş bir kitap...İçinde el yazısıyla alınmış notlar vardı.Bu kitaplar daha önce kimlerin olmuş?Hangi hayatlara dokunup geçmiş?Onları daha önce kimler okumuş, okuyan o an ne yaşıyordu, içine ne not yazdı? Kendisinden hangi izi bıraktı?O notlar, kumsala vuran cam şişenin içinden çıkan, yazanı meçhul bir mektup gibi benim için.Kaybolmuş bir zamanda yaşamış, kaybolmuş insanlardan gelen bir mektup.Onları okudum.Ve ben kaybolduktan sonra da yolculuğuna devam edecek bir mektup gibi usulca yanıma bıraktım.*****Tayyip Erdoğan 2024’e kadar bu ülkeyi yönetecek2011 seçimleri haziranda yapılacak.AK Parti, en az yüzde 45’lerle bu seçimi almayı planlıyor.İşin uzmanları bunun bir hayal olmadığını söylüyor.Cumhurbaşkanı Gül, 2007’de Cumhurbaşkanı seçildi.“Süresi beş yıl mı, yedi yıl mı karar verilemedi” derken, yedi yıl olacakmış gibi gözüküyor.2011 seçimlerini alan AK Parti, 2015 haziranına kadar ülkeyi yönetecek ve Tayyip Erdoğan başbakanlık görevine devam edecek.Yedi yıl cumhurbaşkanlığı yapan Gül’ün görev süresi 2014 Ağustosu’nda bitecek.Erdoğan’ın o sırada başbakanlıkta daha bir yılı olmasına rağmen... Cumhurbaşkanlığına aday olacak.2014’de Cumhurbaşkanı olacak Tayyip Erdoğan, “beş artı beş” formülüyle 2024 yılına kadar Cumhurbaşkanı kalabilecek böylece.Bu arada anayasa değiştirilip “başkanlık” sistemi getirilecek.Kısacası Tayyip Erdoğan, 2024’e kadar bu ülkeyi yönetecek.Bunun için bu seçimde yüzde 45, hatta belki de yüzde 50 oy alması gerekiyor.Böyle bakınca, şu an Türkiye’de yaşanan ne çok şey anlaşılır hale geliyor, değil mi?*****Adnan Polat 99’da CHP’den adaydıHatırlar mısınız...Adnan Polat, 1999 yılında CHP’den İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı olmuş, fakat seçilememişti. Fazilet Partisi’nden Ali Müfit Gürtuna kazanmıştı.Arena’daki protestodan sonra, CHP’li provokatör avına çıkan Polat o günleri hatırlıyor mu acaba?*****TESADÜFE BAK...Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ekonomi danışmanı Ahmet Ertürk, geçen hafta verdiği röportajda, Hannah Arendt‘ten alıntı yaparak şöyle demişti: “Güç kullanıldığında otorite başarısız kalmıştır artık. Güç kullanmadan, bağırıp çağırmadan otoritenizi tesis ediyorsanız başarılısınızdır.Bir başka sözünde şöyle der Arendt: Otoriteyi mümkün kılan sağladığı rızadır. Bana göre cumhurbaşkanı, bu güzel sözlere uygun bir siyaset ortamının öncülüğünü yapıyor.”Gazeteler ocak ayının başında da Abdullah Öcalan’ın Hannah Arendt okuduğunu yazmıştı. Almanya’da doğan Yahudi bir kız çocuğundan, fikirleri kabul gören bir siyaset bilimciye dönüşen Nannah Arendt kitapları, Türkler’le Kürtler’e barış getirecek mi merak ediyorum?