Yılbaşı akşamlarını giderek doğru planlamayı beceriyorum...Son senelerde geçirdiğim her yılbaşı akşamından memnun ayrılıp, ertesi sabah yeni yılın ilk gününe mutlu uyanıyorum.Bu sene de aynısı oldu...Yorulmadım, sıkılmadım, koşturmadım ve çok eğlendim.Ve dün, yeni yılın ilk günü mutlu ve dinç uyandım.Son beş senedir, büyük bir kahvaltı masası ve arkadaşlar yeni yılın ilk sabahının vazgeçilmez ayini oldu benim için.Ama bu sene kapı her çalındığında, ellerinde taze poğaçalar ve simitlerle, fırından yeni çıkmış ekmeğin kokusuna karışarak tüm evi bir anda saran fulyalarla gelen arkadaşlara yeni biri daha eklendi. Kış güneşi...Erkenden uyandım dün...Pencereden, salonun ortalık yerine ışıklar içinde bir sabahın yayıldığını gördüm.Kimseler gelmeden pencereyi açıp kahvemle birlikte camın kenarına oturdum ve bir gece öncenin yorgun sokaklarının, ansızın gökyüzünde parlayıveren kış güneşiyle aydınlanmasını seyrettim.Diri bir serinlik vardı. Berrak bir gökyüzü.Sokaklarda hazırlıksız bir sevinç, yapraksız kalmış ağaçlarda sessiz bir heyecan.Denizin üzerinde bukle bukle küçük dalgacıklar ve kanat kanat çoğalan martılar.Marmara Denizi’nin ortasındaki adalar, suyun içinden biraz önce çıkıvermişler gibi mavi bir ışıkla parlıyorlardı.Paltolarının önünü açmış insanlar...Kış güneşi herkesi şaşırtmış gibiydi.Sanki usulca ısıtan bu güneş kendilerine aitmiş gibi sevinen genç aşıklar geçti sokaktan.Artık neredeyse parçamız haline gelen bitkinliğimizi, ezikliğimizi, burukluğumuzu ışıklarıyla silip yok eden bir kış güneşi bu ülkede bile insanı umutlandırıyordu doğrusu.Tüm acılara, kederlere, ıstıraplara ihanet etmeye karar verdim.Hayaller kurdum...İnsanların mutluluğuna dair hayaller.“Bir sabah vakti ışıyıveren kış güneşinin yaptığını biz kendimiz yapamaz mıyız?” diye düşündüm...O, hiçbirimizi diğerinden ayırt etmeden hepimizi ısıtıyor, nedensiz, çocuksu ortak bir sevinç yaratabiliyordu.Hangi dili konuşursak konuşalım, hangi dine inanırsak inanalım bir kış güneşi kısa süreliğine de olsa bizi mutlu edebiliyordu.Hayatın ağırlığından habersiz küçük bir kız çocuğu gibi hepimizin mutlu ve eşit yaşadığını hayal ettim...Sonra... Kapı çaldı.Evin içine kış güneşinin mutlu ettiği insan sesleri ve sıcak poğaça kokuları yayıldı.Derinlerimden bir ses, “Birazdan güneş batacak” diye beni huzursuz etse de “Olsun, şimdi parlıyor ya” dedim.Güneşe, arkadaş seslerine, fırından yeni çıkmış poğaça kokularına, fulyalara bıraktım kendimi.Gün aydınlık, ev sıcak, insanlar huzurluydu.Mutlu hayalleri olan küçük bir kız çocuğu gibi gülümsedim...*****Shakespeare olmak...Stephen Greenblatt‘ın Can Yayınları’ndan çıkan kitabını sadece biyografi okumayı sevdiğim için aldım.Hakkında o ana kadar yazılan birşeyi okumamıştım henüz...Ama kitaplar öyledir ya, siz onları daha önceden bilmeseniz bile size iyi mi kötü mü olduğunu sanki usulca fısıldar. Duyabilirseniz...İşte bu kitap da “Beni okusan seversin” dedi. Ben de aldım...Shakespeare, hakkında öyle birçok bilginin ve kaydın olduğu bir şair değil.Biraz da o yüzden merak ettim bu kitabı. Çünkü Stephen Greenblatt, Harvard Üniversitesi’nin edebiyat hocası, aslında bir Shakespeare uzmanı... Yeni birşey söyleyebilir belki diye...Greenblatt’ı biraz araştırırsanız karşınıza bir edebiyat eserini, yazıldığı dönemin kültürel ve toplumsal şartlarıyla birlikte değerlendirmeyi doğru bulan Yeni Tarihselcilik akımının yaratıcısı olduğu da çıkar.“Shakespeare Olmak”ta da aynı şeyi yapmış, Shakespeare’i bize eserlerini esas alarak anlatmış...Kesin bilgilerle değil ama tarihsel doğruların ışığıyla “Böyle olmalı” diyerek bize yeni bir Shakespeare yaratmış.Stephen Greenblatt’ın Shakespeare’le ilgili hayal dünyasını ben sevdim.Şairin yaşadığı dönemi çok iyi bilen bir yazar olduğu için sanırım güven duydum. Bir çok eserinin şairle ilgili ipucu taşıdığını anladım...Romeo ve Juliet, Hamlet, Bir Yaz Gecesi Rüyası, Macbeth ve daha pek çok oyunun, Shakespeare’in yaşamıyla ilgili ayrıntılarını nasıl anlattığını farkettim.Çok etkilendim okurken...Ve kitaptan şunu da öğrendim:Shakespeare Olmak, The New York Times, Washington Post, San Francisco Chronicle, Christian Science Monitor, Chicago Tribune, Pittsburgh Post-Gazette gazeteleri ve Time dergisi tarafından “Yılın kitabı” seçilmiş...Farklı bir biyografi okumak isterseniz...Shakespeare Olmak... Obama’nın tatili...ABD Başkanı Barack Obama, Noel tatilini doğup büyüdüğü Hawaii’de geçirmiş.İki hafta tatil yapmış ailesiyle.Bu iki haftalık tatilin devlete maliyeti 1.5 milyon dolarmış.Telegraph‘ın hesabına göre, karısı Michelle’in erken gelmesinden dolayı 63 bin dolarlık yol masrafı, Beyaz Saray’dan 24 personelin 134 bin 400 dolarlık otel harcaması, yerel polise ödenen 250 bin dolarlık fazla mesai ücreti, başkanlık konvoyuna eşlik eden ambulansın 10 bin dolarlık ücreti gibi masraflar varmış.Bütçeden ödenen tatil giderlerine başkan ve ailesinin konaklama ücreti dahil değilmiş. Günlüğü 3500 dolardan olan lüks villalarda kalan Obama’lar bunu kendilerini ödemiş.Bu haber dün okuduğum en ilgi çekici haberdi benim için...Anlayan anlar...
Yıllar önce bütün dünyayı etkilen bir moda yayılmıştı. “Nasıl olsa üçüncü dünya savaşı çıkacak, hepimiz öleceğiz” diyen gençler “yarını unutup bugünü yaşamaya” karar vermişlerdi.Kendilerine de “çiçek çocuklar” adını takmışlardı. Ve “yarının önemi yoktur, önemli olan bugündür” inancıyla işe güce boşvermişler, uyuşturucu kullanmayı hızlandırmışlar, ne giydiklerine aldırmayıp derbeder bir hayatı çiçeklendirmişlerdi.Sonra bir sürpriz oldu.Üçüncü dünya savaşı çıkmadı.Bütün gençliklerini avare geçiren çiçek çocukları da ortalıkta ne yapacaklarını bilemeden kalakaldılar.Hiç düşünmedikleri, gelmeyecek sandıkları yarın gelivermişti çünkü...Yarın hep geliyor... Hep de gelecek...Bizim politika sahnemiz de yarına inanmayanlarla dolu. Bizim “çiçek çocukların” liderliğini de bazen Kılıçdaroğlu, bazen Erdoğan üstleniyor.Biraz geçkince olan bizim çicek çocuklar, kendi aralarında itişip duruyorlar ama Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren gelişmelere neredeyse elbirliği ile karşı duruyorlar...En ilginci de bunu birbirleriyle kavga ediyormuş gibi yapmayı beceriyorlar.Biz onları birbirlerine karşı zannediyoruz ama mesele Türkiye’nin gelişimiyse onlar birbirlerine benziyor...Türkiye’nin geleceğini ve toplumsal yapısını yakından ilgilendiren geniş kapsamlı anayasa değişikliği meselesinde ikisi de direniyor.İkisi de gerçek bir anayasa hazırlamaktan korkuyor... İkisi de gelmeyecek zannettikleri gelecek için “yapacağız” vaadiyle, işi götürebileceklerine inanıyor...Bugün 2010 yılının son günü...Geleceğini bildiğimiz halde bize çok uzak gözüken Yirmibirinci Yüzyıl’ın ilk on senesi bitti bile işte...Bugün yılbaşı...2010 bitiyor... 2011 başlıyor...Dün Çetin Altan yazmıştı... Daha önce de birlikte birçok kez konuşmuştuk bunu onunla... Zamanı anlatan en güzel cümlelerden biri, Roma’daki katedrallerin kapısındaki saatlerin üzerinde Latince yazan bir söz...Geçip giden dakikaları şöyle tarif ediyor:Vulnerant omnes, ultima necat...Her biri yaralar, sonuncusu öldürür...Yazısını da şöyle bitirmiş Altan, “Kim bilir belki de Noel ve Yılbaşı şenlikleri o Latince sözü unutmak içindir.”Şanslı olan birçoğumuz 2011’in gelişini kutlamak ve geride kalan dakikaları unutmak için şenliklere bırakacağız kendimizi bu gece gerçekten...Zaman bize “sonuncusunu” hiç getirmeyecekmiş gibi zamanı unutmaya çalışacağız...Hepinizin yeni yılını kutluyorum...2011’de her şeyin hepimiz için çok güzel olmasını diliyorum...Bu yıl bizim çiçek çocukların da yarını artık keşfetmelerini umuyorum.Yarın var çünkü... Ve o yarın, buna inananları sevindirerek, buna inanmayan herkesi de pişman ederek geliyor.*****Edebiyat, Domuz ve Sevişmeler...Okuyucu mailleri beni hep heyecanlandırır... Genellikle onlardan çok şey öğrenirim...Hepsini okurum, çoğuna cevap yazarım... Bu mail de dün geldi... İçinden de yeni yıl hediyesi olarak çok eğlendiğim bu hikâye çıktı.“Edebiyat bizim ülkemizde niye gelişmiyor?” başlıklı yazıyı çok eğlenerek okudum.Gerçekten de çok sevdiğim bir yeni yıl hediyesi oldu...Balıkesir’den Neslihan Savruklu’ya çok teşekkür ediyorum...Ortaçağ’da Avrupa’da köylüler hayvanlarla aynı yerde oturuyorlarmış. Mahsulü ise dışarda ambarda saklıyorlarmış.Soğuk kış günlerinde hayvanların ısısı insanların da ısınmasına yardımcı oluyormuş.Köylüler en çok domuz besliyorlarmış evlerinde. Bir zaman sonra domuzlarla insanlar aynı yere sığamaz olmuşlar.Bilim adamları domuzların çok hızlı üremesinin insanların gelişiminde büyük rol oynadığını söylüyorlarmış çünkü eve sığamayıp dışarı çıkan insan ahır kurup domuzları oraya koymuş. Yer kazanmak için de ambarlardaki mahsulü evin içine almış. Ama mahsulün peşinden fareler de evlere dolmuşlar.İnsanlar farelerin mahsulü yemesini önlemek için ambar olarak kullandıkları kısmı duvarla çevirmişler.İlk kez oda anlayışı çıkmış ortaya.Yaşam tarzı da değişmiş tabii böylelikle.Evli çiftler odalarında başbaşa kalmaya başlamışlar. Kadınlarla erkekler başbaşa kalınca sevişmeler de renklenip uzamaya başlamış. Karanlıkta kalabalığın içinde sessizce bir iki dakikada yapılan işler, yalnız odalarda konuşarak öpüşerek yapılmaya başlamış.Bu sevişmeler ilişkileri değiştirmiş...Aşk daha yoğun bir duygu olarak belirmiş insanların hayatında.Ve insanlar aşkın yarattığı coşkuyu başkalarına da anlatma isteğine düşmüşler...Şarkılar, şiirler, hikâyeler sarmış her yanı.Edebiyatın temelleri atılmış.Aşkı keşfeden insan duygularını paylaşma isteğini de keşfetmiş.Neslihan hikâyenin sonunu şöyle bitirmiş; “Bilim adamlarının bu tezlerine bakılırsa insanlar edebiyatı domuzlarla farelere borçlu. Bizde niye edebiyatın gelişmediği çok açık, ya domuzların ya farelerin eksikliğinden... Ya da sevişmelerin...”Hepinize aşkı bulacak yeni bir yıl diliyorum...Sana da Neslihan...*****Yeni On Yılın adı...Bir yıl daha bitiyor...Ama 2010’un bitmesi sıradan bir yılın bitmesine benzemiyor.Daha ziyade 1453 yılının ya da 1789 yılının bitmesi gibi 2010 yılının bitmesi de... Nasıl 1453 ve 1789 bir çağın bitip yeni bir çağın başladığını gösteren tarihler olarak kabul ediliyorsa, 2010 yılının bitimi de yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul ediliyor...Geleceğin yeniden tasarlanacağı bir dönem başlıyor... Bu yeni dönemin adını aramış Newsweek dergisi son sayısında.Hatta artık zaman kavramı değişti, herşey hızlandı, çağlar yılların içine sığmaya başladı diyerek, sadece gelecek on yılın adını aramışlar...Önümüzdeki on yılda neler yaşayacağız, o sırrın peşine düşmüşler...Ve o sırrın peşinde olan 56 kişiyle röportajlar yapmışlar...Önümüzdeki yıllar yeni anlayışların dönemi olacak... Mesela belki siyaset diye bir şey kalmayacak, ülke yönetmek bugünkü kadar özenilecek bir şey olmayacak, ilanla cumhurbaşkanı aranacak...Yeni yaşama biçimlerinin dönemi olacak...Yeni buluşlar, yeni akımlar çıkacak...Tedavi yöntemleri değişecek... Suni organlar olacak... Bozulan yerimize yenisini takacaklar...Zaman algılamamız daha da değişecek belki... Eskiden bilmediğimiz için geleceği tahmin edemiyorduk, şimdi de neler olabileceğini bildiğimiz için öngörmekte yetersiz kalıyoruz...2020’yi bitirirken neler konuşacağız merak ediyorum...Bugün yaşadığımız birçok şeyi komik bulacağız büyük bir ihtimalle...Newsweek dergisine gelecek on yılı anlatanlar, gelecek on yılın adını bulamamışlar henüz...Sizce gelecek on yılın adı ne olabilir?*****Maden işçileri buna değer ama...Kılıçdaroğlu yeni yıla Soma’da madencilerle birlikte girecekmiş.Kulağa hoş geliyor...Bu zorlu mesleği yapan dostları yeni yılda yalnız bırakmamak...Ama aslında Kılıçdaroğlu yılbaşı gecesini Soma’da değil Karadon maden ocağında geçireceğini açıklamış geçen hafta.Fakat salı günü Enerji Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada Enerji Bakanı Taner Yıldız‘ın yılbaşı gecesi Karadon‘da incelemeler yapacağı söylenmiş.Haberi okuyan Kılıçdaroğlu da rota değiştirip Manisa Soma’ya gitmeye karar vermiş.Hatta CHP, Kılıçdaroğlu’nun programının önünü kesmeye yönelik bir hareket olarak değerlendirmiş bunu.Dün bu gelişmeleri Hürriyet Gazetesi yazarı Şükrü Küçükşahin’in yazısında okudum.Kendi kendime güldüm...Çünkü aslında iki partinin de yöneticilerini daha önceden tanımasak, maden işçileri için hizmet yarışı da zannedebiliriz bu yılbaşı gecesini beraber geçirme yarışını...Siz de güldünüz değil mi?Bence de bu bir hizmet yarışı değildir...Merak ediyorum, neden acaba maden ocaklarını seçti iki parti de?Acaba o gece bakan ve muhalefet partisi lideri madencilerle ne konuşacak?Duyarız nasılsa...
Bizim partiler, özellikle CHP ama bugünlerde ona uymuşa benzeyen Ak Parti de volkanik arazilere benziyorlar.Aynı partinin içinde hem uçurumlara hem de zirvelere rastlıyorsunuz.Aynı partinin içinde çağdışı adamlar ve çağdaş insanlar görüyorsunuz.Hatta aynı adamı bazen çağdaş bazen çağdışı görüyorsunuz.Belki buna alıştınız, artık şaşırmıyorsunuz bile...Ama ben hâlâ çok şaşırıyorum... Aynı konuda sabah yeryüzünün en uygar ülkelerinde yöneticilik yapacak düzeydeyken, akşama doğru en geri kalmış aşiret devletlerinde bile yadırganacak sertlik ve sığlıkta açıklamalar yapmak ancak bizim gibi ülkelerde olabilir herhalde...Bir arkadaşım söylemişti bir gün:“Türkiye’nin siyaseti her vantuzlarına ziller bağlanmış bin kollu ahtapot gibi, bütün kollar aynı anda başka bir yöne doğru başka bir ritm çalıyor.”Nasıl da doğruymuş... Bin kollu ahtapotun uçlarına ziller takılmış kolları gibi gerçekten de burada siyaset...Ülkenin başbakanı, muhalefet partisi lideri kendi kurultayında ‘Kürt’ sözcüğünü kullanamadı diye, ona nazire yaparcasına ertesi gün Bitlis’teki konuşmasında sekiz defa “Kürt Halkı” deyip, aradan on gün geçince kendi dillerini özgürce kullanmak isteyen Kürt halkına “Kürt sorununu savunuyorum ama Kürtçülüğe karşıyım. Etnik, bölgesel ve dinsel milliyetçilik yapmayacağız. Türkiye Cumhuriyeti tek millet, tek bayrak, tek devlettir. Resmi dili Türkçedir. Ortak dil Türkçedir. Bu topraklarda ameliyata izin vermeyiz“ derse ben o iktidar partisine kuşkuyla bakarım.Ve şunu düşünürüm: Yaklaşan seçimin ayak oyunları oynanıyor...Tabii ki siyasetin, bir satranç matematiği ustalığında yapılması gerektiğini biliyorum ama dünyanın her demokratik ülkesinde rahatlıkla tartışılabilecek, hatta hayata geçirilebilecek, birçok insanın hakkı ve özgürlüğünü ilgilendiren bir konunun siyaset oyununa kurban edilmesini kabullenmekte zorlanıyorum.BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş iki dil tartışmasını başlattığında, gelen tepkileri dikkatle izlemeye özen gösterdim. Bu, birçok şeyin ipucu olacaktı benim için.Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’in ‘şahin’ açıklamalarına nedense aldırmadım. Mehmet Ali Şahin’i spor bakanı olduğu dönemde tanımıştım. Hukukçu Mehmet Ali Bey hangi koltuğa otursa oranın gerektirdiği resmi açıklamayı yapabilir, inancı bırakmıştı bende.Ama sonra Ak Partili Ömer Çelik “Bu demokrasiye suikasttır” deyince, Tayyip Erdoğan’ın konuyla ilgili açıklamasını merakla bekledim.Kürt sorununda birçok iyi adım atılmışken, dahası da olacakmış gibi gözükürken, insanlarda “Bu iktidar bu sorunu çözecek” diye güven yaratılmışken, Ömer Çelik bu açıklamayı yapınca ahtapotun kolları oynamaya başladı diye düşündüm.Ak Parti MHP’nin oylarını istiyor...Ak Parti CHP’nin oylarını istiyor...Ak Parti BDP’nin oylarını istiyor...Ve bunu ahtapotun her kolunu ayrı oynatarak yapacağına inanıyor.Bunu hiç sanmıyorum.Tek bedenden uzanan bunca koldan bu kadar farklı zil sesleri yükselince, ortaya ne müzik ne siyaset çıkıyor, bu “ahtapot siyasetinden” güvenilmez bir kakafoni çıkıyor sadece.*****PEKİ GÜL NE DİYECEK?Cumhurbaşkanı Gül bugün Milli Güvenlik Kurulu toplantısında yeni PKK ve Kürt meselelerini konuştuktan sonra yarın Diyarbakır’a gidiyor.Gül Diyarbakır’da ne söyleyecek?Şimdi herkes bunu merak ediyor...Açıkçası ben de merak ediyorum...Tayyip Erdoğan’ın kapadığı kapıları bakalım Gül aralayacak mı?Balyoz’da kızlar ve oğullarBalyoz Davası’nın ikinci duruşması dün yapıldı.Balyoz Davası’nın Türkiye için başlı başına çok mühim bir dava olmasının dışında ben, bir başka tarafını da çok ilgi çekici buluyorum.Balyoz Davası’nda ya da Ergenekon davasında babalarını savunan avukat kızlar ve oğullar...İlk aklıma gelenler ıslak imza ile gündeme oturan Albay Dursun Çiçek’in kızı İrem Çiçek, Tümgeneral Ahmet Yavuz’un oğlu Selim Yavuz, Veli Küçük’ün kızı Zeynep Küçük...Bir de Çetin Doğan’ın akademisyen kızı ile damadı var. Pınar Doğan ve Dani Rodrik... Onlar kitap yazarak babalarının masum olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.Çok anlaşılır bir acının içinde oldukları kesin...O kızların ve oğulların yerinde hangimiz olsak bunu yapardık herhalde.Birkaç gündür Balyoz Davası’nın bir numaralı sanığı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın kızı ve damadının yazdığı “Balyoz: Bir darbe kurgusunun belgeleri ve Gerçekler” adlı kitabı okuyorum.Televizyonlarda ya da gazetelerde kitaplarını tanıtmaya, seslerini duyurmaya çalışmalarını izliyorum.Kimi zaman canım sıkılıyor onların çelişkileri kanıtlamaya çalışırken içine düştükleri çelişkilerden, kimi zamansa canım yanıyor o çelişkilere inanmamızı isteyen, babalarını kurtarmaya uğraşan çırpınışlarından...Dün Taraf gazetesinde tarafsızlığı ve araştırmacılığına çok inandığım, severek okuduğum Alper Görmüş benim de aklıma takılan noktaları büyük bir berraklıkla anlatmıştı... Bence Alper Görmüş’ün bu konuda yazdığı yazıları mutlaka okuyun.Örneğin Pınar Doğan ve Dani Rodrik, Ege’deki ordunun adının 2007’ye kadar “Ege Ordu Komutanlığı” olduğunu, bu tarihte “Ege Ordusu Komutanlığı”na dönüştürüldüğünü, oysa 2002 ve 2003’te hazırlandığı iddia edilen Balyoz belgelerinde “Ege Ordusu” dendiğini, bu nedenle bu belgelerin şüpheli olduğunu ve 2007’den sonra üretildiğini söylüyorlar.Alper Görmüş, Ağustos’un başında bu konuyla ilgili çok net ve basit bir araştırma yaptığını ve 2002-2007 arasında da komutanlığın zaman zaman “Ege Ordusu Komutanlığı” adıyla anıldığının örneklerini bulduğunu yazıyordu.Bu, küçük bir araştırmayla bile kolayca ortaya çıkabilen bir detayı, çok büyük delil gibi sunan akademisyen çiftin biraz daha dikkatli olmasını bekliyor insan.Ama Alper Görmüş’ün de söylediği gibi bazı muammalar izah edilene kadar, savcılar bazı noktaları açıklığa kavuşturana kadar, Pınar Doğan ve Dani Rodrik, “Balyoz belgesi sahte” iddialarını sürdürme hakkına sahipler.Alper Görmüş yazısını, “Biz, sizin her şey sahte heyecanınızı anlıyoruz, fakat siz de bizim neden sizin heyecanınıza iştirak etmediğimizi, sizin kurcalamaya yanaşmadığınız alanları neden kurcaladığımızı anlayın lütfen” diye bitirmiş.Bir evladın acısını anlamamak mümkün değil ama Çetin Doğan’ın kendi sesinden konuşmalarını dinleyenlerin, “görevlendirme” belgelerindeki ayrıntıları inceleyenlerin, “darbeden sonra tutuklanacakların” listelerini görenlerin neler hissettiğini de anlamalı.Darbeden sonra tutuklanacak ve öldürülecek olanların da evlatları var.Ve unutmayın ki o “listedekilerin” evlatları da babalarını, sanıkların evlatları kadar seviyorlar.*****Dilek Ağacı...Sosyal yaşam rehberi bugunbugece.com tarafından facebook uygulaması olarak geliştirilen ve kulaktan kulağa hızla yayılan Dilek Ağacı uygulamasından bahsediyordu herkes...Nedir diye merak ettim. Çok eğlenceli bir şeyle karşılaştım...Facebook’ta uygulamayı kabul ettikten sonra Dilek Ağacı’na dileğini yazıyorsun, insanlar bunu oyluyor ve kazananlara ödüller dağıtılıyor... 15 Aralık’ta başlayan uygulama ile hediyelerin dağıtıldığı 25 Aralık tarihleri arasında, 29 bin 323 kullanıcı tarafından 14 bin 686 kez yüklenmiş.17 bin 262 kez paylaşılan uygulama, bu paylaşmalardan 3.9 oranında geri dönüş almış. Aynı tarihlerde 133 bin 393 görüntülenme sağlayan uygulamanın giriş sayfası, 35 bin 544 kişi tarafından ziyaret edilmiş. Dilek Ağacı’na kullanıcılar 10 günde 9419 dilek yerleştirmişler. Bu dilekler 19 ağaca paylaştırılmış ve toplam 8864 kişi tarafından beğenilmiş. * 3216 kişi mutluluk, 3155 kişi sağlık, 1990 kişi huzur... * 1336 para, 338 kazanç, 125 borçtan kurtulmak, 53 zengin olmak, 10 kredi onayı...* 456 aşk, 287 sevgi, 269 evlilik, 222 çocuk...* 398 iş, 256 araba, 177 ev, 13 villa...* 237 şans, 49 piyango çıkması, 12 lotoyu kazanmak... * 211 dileklerin gerçekleşmesi... * 185 barış, 34 savaşsızlık, 26 askerden dönüş... * 127 okulda başarı, 42 sınav kazanmak, 35 ders geçmek...* 1 güzel kadınlar, 1 sevdiği kadını unutmak, 1 kişi de oğlunun o kadından ayrılmasını dilemiş.Dilek Ağacı uygulaması yeni yılın ilk gününe kadar devam ediyormuş.En fazla dilenen dileğin mutluluk olması... Facebook kullanıcılarının çoğunluğunun genç olduğunu varsayarsak çok düşündürücü aslında...Umarım 2011 hepimize beklediğimizden daha büyük mutluluklar getirir...
Yolda bir polis görünce ürkmüyor musunuz? Ya da karakola düşerseniz, dayak yiyebileceğinizi düşünmüyor musunuz?Generallerden korkuyor, devlet dairesine gittiğinizde horlanmıyor musunuz?Kaymakamlar sizi azarlasa, hastanelerde itilip kakılsanız normal bulmuyor musunuz?Hakkınızı yiyenlerin karşısına çıkıp hesap sorma gücünü elinizden aldıklarında, yalnız olduğunuza inanmıyor musunuz?Bunların bazıları değişti biliyorum ama o tuhaf korku içimizde kaldı, onu da biliyorum...Hâlâ polislerden, askerlerden, valilerden, devlet memurlarından ödü patlayan birçok insan var.Korkuyoruz...Korkmakta da haklıyız bana sorarsınız... Devletin hâlâ vatandaşlar üzerinde ağır, üstelik de haksız bir baskısı varlığını sürdürüyor.İnandığı şeyi söylemek hâlâ insanın hayatını mahvedebilir bu ülkede...Hakkını aramak hâlâ tehlikeli...Dün 300. kez cumartesi anneleri Galatasaray’da toplandı. Gözaltına alınan ve bir daha haber alınamayan yakınlarını arıyorlar...1995 yılında ilk kez toplanan cumartesi anneleri, 1999 yılına kadar 200 hafta her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde bir araya geldi. O tarihten sonra da 10 yıl ortalarda hiç görünmediler.Ta ki Ergenekon soruşturması başlayıncaya dek...Tekrar umutlandılar... Yine toplanmaya, seslerini duyurmaya çalıştılar...Sadece şunu istiyorlar:Gözaltında kaybolan çocuklarının, eşlerinin, babalarının, annelerinin başına ne geldiğini öğrenmeyi ve sorumluların yargılanmasını...Peki bizi korkutan, döven, ezen bu devlete karşı iktidar partisi bizi koruyor mu?Bazen...Çoğu zamansa, akıllarını kendi iktidarlarına taktırıp bizlere aldırmıyorlar...Muhalefet partileri bizden yana mı?Bizden yana görünümlü...Ama onlar da iktidarın iktidarına akıllarını taktıkları için bizim dertlerimizle uğraşacak zamanı bulamıyorlar...Hatta devlet iktidarı dövsün istedikleri için devletin ağırlığının artmasını destekliyorlar.Bizleri devletin ağırlığı altında ezilmekten koruyacak en küçük bir girişimde bile bulunmuyorlar...Basın, vatandaşı devlete karşı koruyor mu?“Devlet vatandaşı ezemez” diye bir manşet görmüyorum ben pek, siz görüyor musunuz?Basın da vatandaşın değil, devletin yanında...Günlük politik itişmeler, partiler arasında atışmalar sürerken, ezilmekten, haksızlığa uğramaktan bunalan çok insan var...Devletin vatandaş üzerindeki baskısının bitmesini istiyorlar. “Haksızlığa uğrayan hakkını arayabilmeli artık” diyorlar.Bu ülkede çok haksızlıklar yaşandı, hâlâ “kayıp” yakınlarını arayan anneler yaşıyor, hâlâ yakınlarının başlarına gelenleri öğrenemiyorlar.Devleti, siyasi iktidarı, muhalefeti, basını, kendilerini bu insanlardan daha değerli sanmaktan vazgeçmezlerse, annelerin çığlıklarına bigane kalmayı sürdürürlerse, sonunda öyle ortak bir çığlık patlayacak ki bu ülkede...O sesin rüzgârından hepsi kökünden sallanacak.O anneler, onların hepsini yenecek.***Nuri İyem ve babaannemin gözleri...İstanbul’da İş Sanat Kibele’de ölümünün beşinci yılı nedeniyle “100 Koleksiyoncudan 100 Nuri İyem” sergisi var...Hayatı boyunca sadece resim yaparak geçinen Nuri İyem’in “Anadolu Kadınları” tablosunu babaannemle dedemin salonunda görmüştüm ilk defa...Çok küçüktüm.Bütün duvarı kaplayan irili ufaklı birçok tablo asılıydı, ortalarında da o büyük gözlü kadının yüzü...Beni babaannem büyüttü. Kocaman iri gözleri vardı babaannemin...Nuri İyem’in kadınlarının gözlerine benzerdi.Bütün çocukluğum o evde geçti. Babaannemin ve Nuri İyem’in gözleriyle...Sonra da o gözlerin peşini hiç bırakmadım.İş Sanat’taki sergi, 90 yaşında ölen Nuri İyem’in 90 yıllık beyinsel ve renksel bir maceranın peşinde koşmasının, huzursuzluğunun, acısının, sevincinin renksel senfonisini izlemek gibiydi...Biraz da çocukluğumda dolanmak gibi...Resim haline gelmiş bir yaşama baktım o tablolara bakarken...Babaannemi özledim...Onun o siyah ve iri gözlerini...***Herşey değişiyor ama ya duygular!Cuma günü yayınlanan “Türkiye değişiyor, dünya değişiyor, hiçbir şey 10 sene, 30 sene öncesiyle aynı değil” dediğim yazıma çok sevdiğim bir mail geldi:“Duygular hep aynı Sanem Hanım” diye başlıyordu mail.“Yazınızda otuz sene öncesiyle bugün arasında çok büyük fark diyorsunuz. Haklısınız ama düşünürseniz 3000 yıl öncesiyle de çok, çok, çok büyük fark var. Yani değişim hep var. Bence ilginç olan değişmeyen şeyler. Mesela kadınlar, erkekler, duygular... 3000 sene önce şiir var mıydı bilmiyorum ama varsa eğer duygusunun bugün yazılandan farklı olduğunu hiç sanmıyorum. Bence aşk, duygular hep aynı. Dolayısıyla değişen birşey yok.”Ne kadar haklı değil mi?Bence de değişimin değiştiremediği tek şey duygular...Bence de 3000 yıl önce de insanlar birbirlerini sevince “Yalnız benim olsun, benimle eğlensin, başkasıyla gülmesin” diye tutturuyorlardı.Şimdi de tutturuyoruz...Eskiden de insanlar sevdikleriyle birlikte olunca herşey gözlerine güzel gözüküyordu, kar yağınca karı, güneş çıkınca güneşi, yağmur yağınca yağmuru seviyorlardı.Şimdi de öyle...Eskiden de insanlar sevdiklerinin kendisiyle yeterince ilgilenmediğini düşününce yağan kardan, yağmurdan, açan güneşten nefret edip ağlıyorlardı.Şimdi de öyle... Binlerce yıl önce de kadınlarla adamlar birbirlerine hayatı cehennem edebiliyorlardı..Şimdi de ediyorlar...Eskiden de insanlar aşkı kıskançlıklarıyla, kuşkularıyla, tedirginlikleriyle lekeleyip bozuyorlardı.Şimdi de öyle...Niye herşey değişti de bu duygular değişmedi?Düşündünüz mü hiç?Ben mail aldığımdan beri düşünüyorum...Belki zaman ve mekan hiç değişmediği içindir...Eskiden de insanlar belli bir süre yaşayıp yok oluyorlardı. Şimdi de öyle...Eskiden de bu dünyanın üzerinde yaşıyordu insanlar. Şimdi de öyle...Üzerinde yaşadığımız yer hep aynı... İçinde yaşadığımız zaman da...Bu ikisi hiç değişmiyor.Belki de bu yüzden duygularımız herşey değişmesine rağmen hiç değişmeden kalıyor.Eğer gerçek böyleyse...Duygular karmaşasını hiç değişmeyen mekan ve zaman yüzünden yaşıyorsak...O zaman hâlâ bir ümidimiz var.Uzayın genişliğine yayılmış yeni yaşam biçimlerinde, farklı duygular olabilir.Aşklar yeni, daha önce bilmediğimiz duygularla yaşanabilir.Belki de uzay aşkları daha mutlu olacak.Ben, geleceğin bizim bilmediğimiz mutluklar vaat ettiğine inanıyorum doğrusu... Belli mi olur?Belki 10 seneye kalmadan bu da olur.***St.Antuan’daki Noel ayini... Her sene 24 Aralık’ı 25 Aralık’a bağlayan gece Hristiyan alemi için Noel dedikleri, İsa’nın doğumunu kutladıkları gece...Cuma gecesi Beyoğlu St. Antuan Kilisesi‘nde Hristiyanlar’ın Hazreti İsa’nın doğumunu kutladıkları ayine gittim. Bu sene İsa’nın doğumunun 2010. yıldönümü.Kilise beklediğimden daha kalabalıktı.Çok fazla çocuklu aile vardı.Teatral bir gösteri vardı ayinlerinde.Saat 21.30’u biraz geçe, İsa’nın doğumunu canlandırıp bunu çanlar çalarak kutladılar.Dualar ettiler, en sonunda da İsa’nın etini ve kanını sembolize eden ekmek ve şarap dağıtarak o anı kutsadılar...Kilise korosu ilahiler okudu...Bir ara Beyoğlu Belediye Başkanı Misbah Demircan da geldi ayine.Tören bitince de birbirlerini öpüp kiliseden ayrıldılar. Tören boyunca İsa’nın doğumunu kutlayan insanlara baktım. Çok azında kendine güvenin verdiği bir parlaklık vardı.Kendi kiliselerinde kendi gecelerinde bile çekingendiler sanki...Türkiye’de Hristiyan olmak, Türk, Kürt, Ermeni, Yahudi olmak kadar zor işte... Bunu hissettim...
On yıl önceki Türkiye ile bugünkü Türkiye arasında büyük fark var. Otuz yıl önceki Türkiye ile bugünkü Türkiye arasında ise çok büyük fark var.Daha da önemlisi, otuz yıl önceki dünya ile bugünkü dünya arasındaki fark da çok büyük.Otuz yıl önceki Türkiye’yi düşünsenize...Türkiye cephelere bölünmüştü, silahlı eylemlere komuta edebilecek kişiler hükümetin içinde yer bulacak kadar güçlüydü, birbirini düşman gören kitleler sokaklarda çatışıyordu.Ülkede birçok malın sıkıntısı çekiliyordu.Devletin kasalarında para yoktu.Dünya ise soğuk savaşını yaşıyordu.Amerika, müttefik ülkelerde yapılan askeri darbeleri hala çözüm olarak görüyordu.Ülkeleri ele geçirmenin yolunun o ülkelerdeki kargaşa olduğuna inanıyorlardı.Cepheleri birbirine düşman ediyorlardı.Sonra her şey değişmeye başladı.Önce soğuk savaşın bittiği açıkladı Gorbaçov... Yarış, uzaya gidebilecek teknoloji üretmeye kaydı.Dünyanın en pahalı restoranı CiprianiDaha da sonra, dünyayı küçültüp cebe sokmaya geldi ki iş, artık eskiden ‘düşman’ olan herkes potansiyel müşteri oldu.Artık kimsenin ölmemesi gerekiyordu.Bilgisayar çağı gelmişti ki bu, barış demekti.Dünya artık savaşa inanmıyor.Bilgi çağını yaşıyoruz, teknoloji on sene, otuz sene önce aklımızın yetmediği yerlerde.O yüzden ben Bill Gates ürettikçe, ne Türkiye’nin ne bir başka ülkenin sadece hükümetleri daha ‘geri kafalı’ diye geriye gideceğine inanmıyorum.“Ülkeye şeriat gelecek... Bölünüyoruz... Kürtler geliyor” diye bağırdıkça birileri, ben Bill Gates’e bakıyorum... Bilgisayarlar giderek küçülüyor, fonksiyonları arttıkça artıyor, o zaman ben “Bu dünyaya bir şey olmaz” diyorum rahatlıkla...“Sömürerek değil ‘yaratarak’ zengin olma çağında yaratıcılık ve zenginlik dünyaya yayılır” diyorum.Geçen gün İstanbul’da dünyanın en pahalı ve lüks restoranı Cipriani açıldı.Levent’te eski HSBC binasının altında. HSBC binası da 7 yıldızlı Edition Otel oluyormuş. Edition Otel’in terasında Billionaire Club açılıyormuş. Sahibi Formula-1 Renault takımının eski patronu Flavio Briatore... Cipriani de ortakmış.Bunlar ne demek?İstanbul, dünya zenginlerinin uğrak yeri olan bir merkez haline geliyor demek.Çok pahalı çok lüks ama çok sadeTürkiye yoksulluk belasından henüz tam kurtulamasa da İstanbul bizim kolayca anlayamayacağımız bir zenginliğe kavuşuyor.Ben bu çok pahalı İtalyan restoranını müze gibi gezdim.Mutfağına girdim, sahibi Guiseppe Cipriani ile tanıştım. Dünyanın birçok yerinde bu kadar pahalı ve meşhur olmayı nasıl başardıklarını anlamaya çalıştım.Hikaye etkileyici.1931 yılında Guiseppe’nin dedesi Guiseppe Cipriani, Venedik‘in San Marco Meydanı‘nda Harry’s Bar‘ı açıyor. “Basit ama lüks” anlayışıyla... Çok tutuyor. Sonra kendi soyadlarıyla 1995’de ilk kez New York’ta restoran açıyorlar. İnsanı öfkelendircek bir zenginlikÖnce catering işine başlıyorlar. Kentin en büyük firması haline geliyorlar, ardından da restoranlar geliyor. New York‘ta 5 tane, Londra’da, Los Angeles‘da, Sardunya Adası’nda, Moskova’da, Hong Kong’da, Abu Dhabi’de ve artık İstanbul’da...Dede Guiseppe her İtalyan restoranında bulunan Carpaccio‘yu keşfeden kişiymiş. Tüm dünyaya Carpaccio’yu ve Bellini denen şampanya ve şeftali püresi karışımı içkiyi tanıtan kişi oymuş.Masalar üç ayaklı ve çok alçak. Sandalyeler aynı şekilde alçak, küçük koltuk gibi.Çatal-bıçak gümüş. Su içtiğiniz bardak el yapımı Murano.Masa örtüleri İtalya’da dokunmuş. Dokunduğunuz herşey çok kaliteli çok pahalı ama çok sade.Galiba Cipriani’de en sevdiğim şey bu oldu, hiçbir şeyin altı çizili değil.Garsonlar yaz boyunca Londra ve İtalya’da eğitim görmüşler.“Çok pahalı” derken abarttığımı düşünmeyin... Hesap kişi başı 250 ile 300 lira arasında. O da ne içeceğinize bağlı. Menüde Chateau Petrus 1997, 9 bin 750 lira. Dom Perignon 1998 şampanya ise 5 bin 900 lira...Mülti milyarderlerin lokantası bu.Bir yanımız alabildiğine yoksulken bir yanımızın böyle akıl almaz bir zenginliğin parçası olması, aslında çok asap bozucu... Ama bir başka açıdan baktığınızda da İstanbul’un bir “üst lige” çıktığının işareti.İnsanı öfkelendirecek bir zenginlik bu, haklısınız...Ama ben bunu, yaşama biçimlerinin bizi korkuttukları gibi kısıtlanmayacağının işareti olarak da görüyorum.Yaşama biçimleri çeşitleniyor.İş, bu çeşitliliği ve zenginliği bütün ülkeye yaymakta...O kadar kolay değil, biliyorum.Ama önce İstanbul’un, ardından bütün Türkiye’nin dünyanın ilgi çekici bölgeleri arasına girdiğini de görüyorum.Yaşam zevkinin en pahalı, en uç örneklerini buraya getirmeyi başardık.Sıra yaratıcılığı da buraya getirmekte...Sonra da kendi zenginliğini, kendi yaratıcılığınla oluşturmakta.***İSTANBUL’DA BUTİK KİTAPÇI İstanbul’da bir ‘zenginlik’ de Bebek’te açılan Assouline yayıncılığın butik kitapçısı.‘Coffee table book’ denen, içeriği kadar tasarımının şıklığıyla göz dolduran ve dekor olarak sehpaları süsleyen kitapların satıldığı masalsı bir dükkan. Büyük evlerin kütüphane odasını andırıyor. Assouline dünya çapında bir yayınevi ve İstanbul’dakiyle birlikte dünyada beş mağazası ve 14 satış noktası var.Assouline marka mumlar yanıyor içerde ve dükkan müthiş kokuyor. Antika aksesuarlara bayıldım. Miğfer formlu büyüteç harikaydı.Fransız Goyard’nın bir mini-kütüphane bavulu çok çarpıcıydı. Ama bu ürünler gerçekten lüks ve pahalı ürünler. Prospere Assouline’in karısı ile birlikte, moda öğrencileri için başlattıkları bu yayınlar bugün çok çeşitli alanlara yayılmış.Assouline Bebek’in raflarında sanat, hobi, moda, gastronomi, antika, şehirler gibi farklı kitaplar var. Görülmeye değer...Fırsatınız olursa görün derim...Sevebilirsiniz...***Frida Kahlo’nun bilinmeyenleriGeçen gece Frida Kahlo’nun sergi açılışına gittim.Bunu heyecanla bekliyordum zaten.Çok kalabalıktı... Tam hakkını veremedim serginin. Mart’a kadar açık olmasıyla teselli ettim kendimi, “Sonra gelirim nasılsa” diye...Ama o arada bile bir sürü yeni şey öğrendim ve gördüm Frida Kahlo hakkında. Karin ve David Crommie’nin hazırladığı, Frida Kahlo’yu en iyi tanıyan 11 kişi tarafından anlatılan 40 dakikalık filmi seyrettim. Filmin ilki gösterimi 1966 yılında San Francisco’da yapılmış.Sergiye giderseniz bu filmi izleyin mutlaka.Frida’nın ve Diego’nun çekilmiş fotoğrafları da vardı ayrıca sergide.Frida’nın babası Guillermo Kahlo ve Frida’nın 10 yıl çok yakın ilişki sürdürdüğü Amerikalı fotoğrafçı Nicholas Murray’in çektikleri. Fotoğraflarında, Frida Kahlo’nun kendi çizdiği portrelerden daha güzel olduğunu fark ettim.Gözlerinde insanı meraklandıran bir sıcaklık var.Sergideki tüm koleksiyon Gelman ailesine ait.Gelmanlar’la Frida, Diego aracılığıyla tanışıyor.Frida, Natasha Gelman’ın portresini yapıyor 1943 yılında, bu ilk aldıkları yağlı boya Frida Kahlo’dan.Diego Rivera’nın da Natasha Gelman’ı çizdiği bir tablo var sergide.İkisi yanyana asılmış.Uzun uzun baktım...Ve şunu sordum kendime, bu aşkın bu kadar ızdıraplı olmasının sebebi Frida’nın Diego’dan daha yetenekli olması, olabilir mi acaba...
Dünyayı dipten doruğa sarsan o büyük değişim Türkiye’yi de etkiliyor.Tarihimizin en önemli dönemeçlerinin birinden geçiyoruz.Türkler Kürtler’in varlığını kabul ediyor ama Kürtler’in haklarını kabul etmekte zorluk çekiyor.Eskiden “Kürt” demekte zorlanırken, şimdi “iki dil” meselesinde sertleşiyoruz.Ama 10 yıl öncesiyle bugünü kıyasladığınızda değişimin nasıl kaçınılmaz olduğunu, değişikliklerin Türkiye’yi nasıl daha iyiye götürdüğünü de fark ediyorsunuz.Dünyada da Türkiye’de de yeni bir gelecek şekilleniyor.Bize şu anda çok korkutucu gelen iki dil, özerklik, hatta ayrı bir bayrak, belki de geleceğin mantığına çok uygun...Niye hemen karşı çıkıyorsunuz?Niye bu kadar sert ve katısınız?Neyi fark ettim biliyor musunuz... Kürtler’e kendi bölgelerinde yaşama hakkı tanımayan insanların çoğu hayatında o bölgeye ne gitmiş ne de gitmeyi planlıyor.Hiç görmediğiniz ve hiç de görmeyeceğiniz bir yerde, insanlar “Biz burada kendimiz gibi yaşayalım” diye ısrar edince, çok kızıyorsunuz... Niye?Ben Kürtler’in kendi dillerini, kendi hayatlarını yaşamaları gerektiğine inandığım kadar, sizin buna niye bu kadar kızdığınızı da merak ediyorum.Bu esnek olmayan bakış açısının hayatınızı daraltacağına inanıp üzülüyorum.“Kocaman bir hayatı azaltıyorlar tuhaf kurallarla” diye düşünüyorum. Belki de Kürtler önümüzdeki senelerde kendi bölgelerinde Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı bir ‘eyalet’ gibi yaşamaya başlayabilecekler.Konuşacakları Kürtçe’den, çocuklarına koyacakları Kürtçe isimlerden, şarkılarından, bayraklarından o kadar korkmaya gerek olmadığını anlayacağız.Kürtler’le barışacağız...Ama biz ne yapacağız? Birlikte yaşayan Türkler...Kürtler’in hakkını almaları gerektiğine inananlarla, o hakların zorla gasbedilmesi gerektiğine inananlar...Nasıl barışacak?Kürt meselesi Türkler’i ayrıştıran bir turnusol kâğıdı gibi...Kürtler’in haklarını almalarına karşı çıkanlar aslında Türkler’in de birçok hakkını vermek istemiyor.Kürtler’e tanımadıkları demokratik hakları, farklı meselelerde Türkler’e de tanımıyorlar.Bir “devlet baba” olsun, herkese ne yapacağını o söylesin istiyorlar.Ama devlet bir “baba” değil, sadece bir hizmetkâr...Biz de onun çocukları değil, efendisiyiz.Hiç büyümeyen raşitik bir çocuk gibi sürekli bir “baba” arayan Türkler’le, büyüyen, güçlenen, kendine güvenen, bir birey olmayı beceren Türkler nasıl anlaşacaklar?Sanırım asıl sorun Türkler’le Türkler arasında yaşanacak. Bana öyle geliyor.“Babacılar” büyümeleri gerektiğini öğrenene kadar da sürecek bu sorun.***İstanbul, kültür başkenti oldu mu?İşte sonunda 2010 İstanbul Kültür Başkenti macerası bitti.İstanbul başkentliği Finlandiya’nın Turku ve Estonya’nın Tallinn kentlerine bıraktı.“Acaba gerçekten İstanbul 2010’da Kültür Başkenti olabildi mi?” diye merak ettim ben de, bu haberleri okuyunca.Ne kadar çok etkinlik yapıldı değil mi? 600 proje dahilinde 9 bin 500 etkinlik... Etkinlik sayısı kültür başkenti olmayı gösteren bir ölçüyse, olmuşuzdur herhalde...2010 Avrupa Kültür Başkenti projesinde olanların bir raporu yayınlansa, kaç para harcandı, kimler ne paralar kazandı, kimler kavga etti, kimler istifa etti, kimler işini hakkıyla yaptı, öğrensek... Çünkü birçok projenin gereksizliği hakkında çok yazı okudum.Bu raporu okumaya ihtiyaç duyuyorum o yüzden, keşke biri bunu yapsa...Sinema eleştirmeni Alin Taşçıyan’ın yazısında okudum dün. “Kim nasıl onay vermiş de diyebileceğimiz filmlerde saçımızı başımızı yolduk. Boşa harcanan para aklıma geldikçe ağlayasım geliyor. Sinema sektörü nasıl olur da bir düzgün proje üretemez? Kavuklu filmler ve nostaljik belgeseller midir kültür başkenti olmanın altını dolduran projeler?” diyor.Anladım ki, film dünyası bu macera sırasında yapılanlardan hiç memnun değil.İnsan öteki alanları düşünmekten kendini alamıyor?Benim anladığım ve biraz da gördüğüm kadarıyla bu proje iyi değerlendirilememiştir.Alin Taşçıyan benim de aklımın çok yattığı bir şey daha söylüyor, peki İstanbul bir kültür başkenti gibi çalışıp üretmeye devam edecek mi?Ben cevap vereyim, para varsa devam eden de çok olur...İşte tam bir kültür başkenti...***Frida Kahlo SergisiYarın Pera Müzesi’nde Frida Kahlo ve Diego Rivera Sergisi başlıyor.20 Mart 2011’e kadar devam edecek.Meksika’nın dünya çapında ünlü iki ressamının bugüne kadar Meksika dışında sergilenmemiş Gelman Koleksiyonu’ndan kırk tablosu olacak sergide. Kaçırmayın...***‘Av Mevsimi’ne farklı bir bakışDünkü Radikal’de Ayşegül Sönmez’in yazısını çok severek okudum.Yavuz Turgul’un Av Mevsimi’ni seyrettiyseniz daha da çok seveceksiniz Ayşegül’ün yazdıklarını.Av Mevsimi, ressam Yavuz Tanyeli’nin bir deseninin bu filme ilham kaynağı olduğunu söyleyerek başlıyor.Zaten Yavuz Turgul bunu anlatmıştı:“Fizyoterapistte sıramı bekliyordum. Kitaplara bakıyordum, Yavuz Tanyeli’nin bir desenine takıldım. ‘Yeni bir şeylerin görüneceği aralıklar mutlaka vardır’ yazıyordu yanında. Av Mevsimi de böyle, bir aralıktan bakma ve bir şey görme üzerine kurulu. Tuhaf bir şekilde o resmin böyle bir etkisi oldu. Ona bakıp, ‘Adam deli, bu resimden böyle bir hikâye mi çıkar? Bu kadar güzel resmin yorumu bu mudur? Film iyi, resim kötü.’ denebilir.” Ben sevmiştim o cümleyi ve Av Mevsimi’nin hikâyesini.Dolayısıyla Radikal’deki yazı “Film o resimle açılıyor açılmasına da bir daha ne o resmi ne de resmin etkisi altında bir sahne görüyoruz” diye başlayınca... Severek okuyacağım bir yazıya rastladığımı anladım.Ayşegül Sönmez filmin arka planına saklanan, belki çoğumuzun fark etmediği sanat boyutunu anlatmış:“Tanyeli’yi göremesek bile film ilerledikçe birçok resim görüyoruz filmde. Neşe Erdok, Mahir Güven ve Sırma Bradley... Karanlık güneşsiz bir orman sahnesinde rastladığımız kesilmiş eli, heykeltraş Bülent İşcan yaptı. El karısına ait. İşcan balmumu heykelleriyle tanınıyor. Fenerbahçe Müzesi’ndeki balmumu heykellerin altında onun imzası var.”Av Mevsimi filmini seven biri olarak, seyrederken merak etmediğim ama öğrenmekten hoşlandığım bilgileri okuyunca mutlu oldum.Eksik parçamı buldum gibi oldu. “Keşke her filmi bir de sanat eleştirmenleri değerlendirse” diye düşündüm.Çünkü bu yazıda ilk defa, Av Mevsimi’ne bilgiye dayanarak bir eleştiri yapıldığını gördüm. Ayşegül Sönmez diyor ki:“Yavuz Tanyeli’nin meşhur Akdeniz boyası ve ışığı vardır. Sanatçının her resmine bu ışık sirayet etmiştir. Karanlığına kadar. Yavuz Turgul bu ışığı es geçmiş. CNBC-E’deki suç ve hastane dizilerinin atmosferini tercih etmiş. Karanlık ve yapay bir ışık.”Ben Av Mevsimi’ni, ressam Yavuz Tanyeli’nin ‘Yeni şeylerin görüneceği aralıklar mutlaka vardır’ cümlesini ve Ayşegül Sönmez’in film eleştirisini çok sevdim. Onlar sayesinde yeni bir aralık buldum kendime...***Kaç yıl oldu?D&R‘da kasanın yanında küçücük bir kitap gördüm. Üzerinde “Kaç yıl oldu?” yazıyordu...İçini açtım, geçmiş yıllarda olmuş matrak şeylerin üzerinden kaç sene geçtiğini yazıyordu.Kitabı hazırlayan Fırat Budacı zamanı hesaplarken bazı küçük küçük hatalar yapmış ama yine de çok güldüğüm şeylere rastladım.- Cemil Çiçek, Efendi olan ismini Cemil ile değiştireli 47 yıl olmuş.- Kraliçe Elizabeth, Eric Clapton’a “Uzun zamandır mı gitar çalıyorsunuz?” diyeli 6 yıl olmuş.- Ünlülerin kuaförü Dusty Fleming’in rol aldığı Blendax reklamıyla dilimize “Okey Dusty” klasiğinin yerleşmesi 27 yıl olmuş.- Tipitip sakızı çıkalı 37 yıl olmuş.- Peyami Safa katıldığı bir davette gördüğü kadını tarif ederken “Onun süslerini bütün vücudunu kaplayan cici bici donanmasını, fikir düşkünlüğünü ve amiyane sevimliliğini görünce aklıma Hürriyet Gazetesi geldi” diyeli 63 yıl olmuş.- Fatma Girik’in sinirlendiğinde mikrofonla kafalara vurduğu, “tuuuu” diye tükürdüğü Söz Fato’da programı yayınlanalı 15 yıl olmuş.- Kadir İnanır, Flash TV’de ana haberleri sunalı 13 yıl olmuş.- Kibariye, “Entel de bir insan” diyeli 7 yıl olmuş.
Dün sabah sanırım çoğumuz gibi ben de CHP Kurultayı’ndaki ‘heyecanı’ izlemek için televizyonun karşısına geçtim.Kemal Kılıçdaroğlu konuşmaya başladı.Ben kahvemden bir yudum aldım.Konuşma devam etti. Arada alkış sesleri duydum. Kahvemden bir yudum daha aldım ve biraz sonra da televizyonun sesini kısarak kendi günlük hayatımın ‘heyecanına’ döndüm.Çevremdekilere teker teker sordum:“Siz Kılıçdaroğlu’nun konuşmasından etkilendiniz mi? CHP sizce önümüzdeki seçimde iktidar olabilir mi?”En azından benim etrafımda Kemal Bey’in konuşmasıyla heyecanlanan biri olmadı. Hatta politika sevmeyen, politik hiçbir konuyu ve tartışmayı çekici bulmayan bir arkadaşım, “Ben bundan çok daha iyi bir konuşma yaparım” dedi...İnandım. İnandım, çünkü Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin değişimini simgeleyen bu kurultay için çok sıradan bir konuşma yapıyordu. Herkes ondan daha iyi olabilirdi.Çünkü O da, o ‘çok sevdiğimiz’ inancı tekrarlıyordu değişen CHP için: “Biz çok iyi bir milletiz ama yöneticiler kötü.”Kendi partisini, sonra da Türkiye’yi değiştirip dönüştürmeye talip olan bir parti lideri için sıradan bir muhalefet değil mi bu?Bizim gibi sıradan insanların laflarını tekrarlayan, bunu halkla uyumlu olmak, halkını anlamak, sosyal adaleti dile getirmek sanan bir genel başkanın hayal kırıklığı yaratan bir konuşması değil mi bu?Kemal Kılıçdaroğlu’nu dinlerken şunu düşündüm:Kemal Bey bu daha önce binlerce kez tekrarlanmış laflarla ancak ‘kendisi kadar’ yenileyecektir CHP’yi.CHP değişime aç gözüküyor ama bu değişim Türkiye’yi değiştirmeye pek yeteceğe benzemiyor doğrusu.Geçenlerde iklimlerin değişimleriyle ilgili bir programda, büyük buzul kütlelerinin ortasına dev kayaların sıkıştığını, bunların buzullarla sürüklendiğini, sonra buzulların eriğini, su olduğunu ve o kayaların taş yığını olarak kaldığı anlatılıyordu.O iri taş parçalarına moren deniyormuş.Buzullarla sürüklenip sonra bir yerde takılıp kalan morenler, yüzyıllar içinde rüzgarın ve sıcaklığın etkisiyle parçalanıp toz haline gelip yok oluyormuş.Dünya politikasına da, Türkiye’nin politikasına da bakınca da, son zamanlarda buzulların süratle eridiğini fark ediyoruz.Her şey çok hızlı değişip eski anlamlarını yitirerek yeni anlamlar kazanıyor.Ama Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını dinledikçe, “Buzullar eriyor ama morenler moren olarak kalıyor” diye düşündüm.Bu eski inanç, “Biz çok iyiyiz, biz çok iyi bir toplumuz, biz mükemmeliz ama bizi yönetenler her şeyi kötü yapıyor” söylemi, CHP’nin Genel Başkanı’nın kurultayda yaptığı konuşmanın ana fikri olursa, ben değişim için CHP’yi değil, zamanla rüzgarla güneşin morenleri toz etmesini beklemeyi tercih ederim.Hem daha önce görmediğimiz bir şeyi görürüz..Hem de bu, CHP’nin değişiminden daha çabuk gerçekleşir.***House dizisinin çılgın doktoru kitap yazmışDizimax‘teki House dizisini seyrediyor musunuz? Yedi sezondur oynayan bir Amerikan dizisi. Bir hastane hikayesi...İlk bakışta bildiğiniz doktor dizilerinden farkı yokmuş gibi gözükse de bütünüyle farklı bir anlatımı olan müthiş bir dizi. Dr. Gregory House, Tıbbi Tanı Uzmanlığı Departmanı’nın başındaki doktor. Kendini aşırı beğenmesi, takıntılı davranışları, insanları önemsememesi ve boşvermişlik gibi özelliklerine rağmen, ünü dört bir yana yayılmış müthiş biri.Uzmanlık alanı, bulaşıcı hastalıklar ve nefroloji. Hiç kimsenin tanı koyamadığı hastalara bir bakışta tanı koyarak onların hayatlarını kurtarıyor. Hastalarla, zorunlu kalmadıkça doğrudan temasa geçmiyor. Ekibindeki doktorların psikolojilerini sürekli olarak bozuyor. Karmaşık bir aile ilişkisi var, ebeveynlerine karşı mesafeli. Annesine koşulsuz bir sevgi beslerken, emekli bir ordu subayı olan babasına ciddi bir nefret duyuyor ve zaman içinde onun asıl babası olmadığını anlıyor.İşte böyle huysuz ve başarılı bir doktor hikayesi House.Dr. House’u oynayan Hugh Laurie ise dizinin en çekici kişisi... Oyunculuğunun yanında kendi hikayesi de çok çarpıcı.Seçkin bir ailenin çocuğu olan Hugh Laurie, Cambridge‘de antropoloji ve arkeoloji okumuş.Aslında tek derdi babası gibi kürek sporu yapmakmış. Babası 1948’de kürek yarışlarında olimpiyat madalyası kazanmış. Ama hastalanıp kürek çekmeye ara verince okulun tiyatro bölümüne gidip gelmeye başlamış ve oyuncu olmuş. Aslında aklında orduya yazılmak varmış.İşte bu Amerikan dizisinde oynayan tuhaf İngiliz adam, şimdi bir de casus kitabı yazmış: Silah tüccarı...Polisiye türüyle dalga geçen kitap gerçekten iyi bir dille ve komik yazılmış.Washington Post kitap için “Muhteşem bir ilk roman“ demiş.Bence önce diziyi izleyin, ardından kitabı okuyun.Seveceksiniz...***Hamas’ın oğlu İsrail ajanı olursa...Kitapçıda dolanırken rastladım “Hamas’ın Oğlu”na... Mosab Hassan Yusuf’’un hikayesi...Kendi macerasını bütün açıklığıyla anlatan genç bir adam...Hikaye bütünüyle şaşırtıcı, sarsıcı, inanılmaz ve uydurulmuş zannedeceğiniz kadar sıradışı aslında. Ama bu bir gerçek hikaye...Hamas’ın kurucularından ve en sevilen liderlerinden Şeyh Hassan Yusuf‘un oğlu Mosab’ın hikayesi.Parça parça hep bir yerlerde haber oldu aslında Mosab’ın hikayesi ama onun ağzından bu itiraflar sanırım ilk defa yayınlanıyor.Müslüman doğan, sonra Hıristiyanlığı seçen, Hamas’ı babasıyla beraber kuran, onun içinde büyüyen, sonra İsrail’in ajanı olan, 10 yıla yakın İsrail’in iç güvenlik servisi Şin Bet için çalışan, kod adı “yeşil prens” olan bir genç... Kitabın başında Mosab ailesine şöyle diyor:“Sizin beni hain olarak gördüğünüzü biliyorum ama ben size değil, sizin kahramanlık kavramınıza ihanet ettim.”Mosab, Hamas örgütünün yedi kurucusundan biri olan Şeyh Hasan Yusuf’un en büyük oğlu. Batı Şeria’daki Ramallah‘ta, Orta Doğu’nun en dindar ailesinde doğuyor.Önce Müslümanlığın tüm yumuşaklığını ve kardeşliğini esas alan Hamas, yıllar içinde giderek azılı bir terör örgütü haline gelince içinde oldukları savaşı anlamakta zorlanıyor..Mosab, babasının bir böceği bile öldürmeyeceğini biliyor ama bombalarla başka insanları parçalayanları, kan kendi eline bulaşmadıkça onayladığını görünce kafası karışıyor.“Babama hep şunu sormak istedim” diyor, “Nerede başladığını hatırlıyor musun? Yoldan çıkmış insanları gördüğünde üzülüyor onları Allah’ın yoluna sokmak için uğraşıyordun, şimdi canlı bombalar ve masum insanların kanı her tarafına bulaşmış durumda.”Mosab ayrıca “Gerçek özgürlüğe kavuşmak için bu kitabı yazdım. Benim gibi, İsrailliler’i yok etmek için kurulan bir örgütün liderinin oğlu bile Yahudiler’i sevebiliyorsa hala ümit var demektir.” diyor.32 yaşındaki Mosab, 10 yıl önce Hıristiyanlığı seçmiş, 2007 yılında Batı Şeria’yı terk ederek ABD’ye gitmiş.Şu an Kaliforniya’da yaşıyor. Nasıl bir hayatı var, gerçekten çok merak ettim...Kitabı bitirdiğimden beri düşünüyorum... Mosab;Bir hain mi? Bir insansever mi?Kendi ırkına ihanet eden biri mi yoksa bir barış yanlısı mı?Eğer İsrail Gazze’de binlerce çocuğu öldürmeseydi, İsrailli askerler taşlarla Filistinli çocukların ellerini kırmasaydı, İsrail şiddete öylesine bulaşmasaydı, öylesine acılar çektirmeseydi belki bir “insansever” olacaktı Mosab.Ama iki şiddet arasında kalınca, belki kendisini belki babasını belki tüm Filistin’i korumak için “düşmanını” tercih eden bir hain şimdi.Şiddeti tümüyle reddetmek yerine, babasını ve ırkını korumak için bile olsa, iki şiddet arasında ajan olmak insanı hain yapıyor çünkü.Merak ettiniz değil mi, bu babayla oğulun hikayesini.Kitabın sonunda Mosab’ın bunca itirafından sonra babasıyla ilişkileri şimdi nasıl, o da anlatılıyor...Ama bu heyecanlı sonu okumayı size bırakıyorum...Bakalım siz ne düşünüceksiniz Mosab hakkında...***Mehmet Ali Birand ve Larry KingGeçen gece Mehmet Ali Birand, 32. Gün’e beraber başladığı ve yıllarca birlikte çalıştığı herkesi davet edip, uzun zamandır televizyonda rastlamadığımız bir eğlence ve dostlukla konuşulan, çok harika bir program hazırlamıştı.32. Gün programı 25. yılını doldurmuş.Birlikte güldüler, birbirlerini anlattılar, geçmişi andılar ve izleyiciye gerçekten nasıl geçtiğini anlamadığım bir-iki saat hediye ettiler.Sonuna kadar izledim ve çok eğlendim. Hepsini kutluyorum. Sonra internette bir haber gördüm; Larry King, CNN’de 25 yıldır yaptığı Larry King Show’u bitirip ekranlara veda etti. 25 yıldır aynı talk show’u yapan ve 50 bin röportaj yaptığı söylenen Larry King, 77 yaşında ekranlardan ayrıldı.Sonra düşündüm, televizyon gibi çok hızlı ve hep yeniyi isteyen bir alanda 25 yıl gibi uzun bir süre aynı programı yapabilmek gerçekten büyük bir başarı... İşini iyi yapanların ‘zamanı yendiğinin’ en büyük kanıtı bu işte...
Bir dakika duralım ve ünlü filozof Descartes’ın dediğini yapalım... Ne diyor Descartes?“Kafalarınızın içini boşaltın, bir masanın üstünü boşaltır gibi...”Ve devam ediyor:“Sonra her şeyi yeniden yerleştirin.”Bana sorarsanız kafaların içini boşaltmanın tam zamanı.Çünkü kafalarımızın içi çok karıştı.Her şeyi boşaltıp yeniden yerleştirme zamanı. Çok soru var... Çok da cevap olmalı.Balyoz Darbe Planı davası dün başladı. Kimisi delillere gözünü tümüyle kapamayı tercih ediyor, kendisi yok sayarsa o gerçekler de yok olurmuş gibi...Kimisi 196 sanığın tümünü suçlu ilân ediyor, kendisi o kararı aldıysa başka gerçekler onu ilgilendirmezmiş gibi...Kimisi “Cumhuriyet tarihinin demokrasi ve hukuk açısından en önemli davası” diyor...Kimisi “İlk balyoz hükümetten” yakıştırmasını yapıyor...Kimisi içerik ve usulle ilgileniyor...Kimisi davaların kime açıldığıyla ilgileniyor...Kimisi Balyoz Davası’na bakan 10. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı’nın görevden alınmasını destekliyor..Kimisi başkanın değişmesini çok manidar buluyor...Kimisi doğru söylüyor...Kimisi yalanı ‘doğru’ söylüyor...Kimisi ise koca bir yalancı...Ama bir de ne kadar direnirsek direnelim “gerçekten” gerçekler var...O gerçeklerle bizim algımız arasına yerleşmiş ve yıllar içinde oluşmuş “inançlar, takıntılar, kızgınlıklar” var.“Masamızın” üstü dolu...Descartes’ın dediği gibi ve yeni gerçekleri o “eski” eşyaların konumuna göre yerleştirmeye uğraşıyoruz. Önce masayı boşaltmalı.Daha önce hiç görülmemiş, rastlanılmamış “darbe” davalarını, askeri yolsuzlukları, askeri vesayetin tükenişini algılayacak, anlayacak, ayrıntılarıyla kavrayacak ve hepsini yerli yerine yerleştirecek “temiz” bir zihin oluşturmalı.Sonra bütün yaşananları oraya teker teker, düşünerek, tartarak yerleştirmeli.Bunu yapmadıkça, “dolu bir masaya” yeni gerçekleri sığdırmak mümkün olmuyor. Gerçekler zihnimize yerleşirken orasından burasından kırpılıyor, kırılıyor, bükülüyor.Bizim zihnimizin gerçekleri bozması, gerçekleri değiştirmiyor.Sadece bizi olanları kavrayamayan bir şaşkın durumuna düşürüyor.Olaylar yeni, masa eski.Önce masayı boşaltıp yenilemeli.Gelişmelerin böylesine hızlı gerçekleştiği bir ülkede, eski masa yeni olayları taşımaya yetmiyor çünkü.***Camus ve basit futbol ahlâkı...Ocak ayı başında ölümünün 50. yılı doluyor Fransız yazar Camus’nün. Dergilerde birçok yazıya rastlıyorum Camus’yle ilgili bu aralar. Benimse bugünlerde ilgimi, gençliğinde kaleci olması, futbolu ve hayatı anlatma biçimi çekiyor Camus’nün. 20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından, en gizemli edebiyatçılarından Albert Camus’nün “Ahlâk ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam futboldan öğrendim” dediğini biliyor muydunuz?Camus’ye arkadaşları “Tiyatroyu mu tercih edersin futbolu mu?” diye sorduğunda her defasında “Kuşkusuz futbol” diye cevap vermiş. Camus futbolu şöyle anlatıyor:“Din adamları ve politikacılar aklımızı karışık ahlaki sistemlerle karıştırmaya çalışırlar ve bu yüzden basit şeyler, olduğundan daha karışık gözükür hepimize. Oysa siyaset ve felsefe yerine futbolun basit ahlakına bakmak yeterlidir.”Siyaset ve futbolun basit ahlâkı...Futbolun “ahlâkını” siyasete uygulayabilseydik Camus’nün dediği gibi, sahada kazanmak için dürüstçe oynayan partiler, hatalı hareketleri anında görüp düdüğünü çalan yargıçlar, kötü oynayanı ıslıklayan, iyi oynayanı alkışlayan bir halk olacaktı. İyi de olacaktı. Ama siyaset ne futbol kadar basit, ne de futbol kadar ahlâklı.Onun içinde genellikle futbolun basit ahlâkı yerine siyasetin basit ahlaksızlığını görüyoruz.Onun için siyasetin seyri, futbol seyri kadar zevk vermiyor.***TIME editörleri haklı...Dünyada TIME dergisi okuyucuları “yılın adamı” olarak Assange’ı, editörler ise 10. sıradaki Facebook’un yaratıcısı Marc Zuckerberg’i seçti.TIME’a göre yılın adamı Marc...Dünyada ortalama 700 milyar dakikamızı Facebook için harcıyormuşuz.500 milyon üyesi var.Sitenin 700 bin çalışanı ve 800 bin uygulama geliştireni var. Her gün 35 milyon kullanıcı ruh haliyle ilgili durumunu yazıyor. 1 milyondan fazla web sitesinin Facebook bağlantısı var.Suriye, Çin, Vietnam, İran Facebook’u yasaklamış... Yani bana sorarsanız çok büyük haksızlık yok.20 yaşında Facebook’u yaratmış, 26 yaşındaki bu genç adam “yılın adamı” olabilir...***Silahla trafik arasında ne bağlantı var?Meclis Alt Komisyonu’ndan geçen silah yasası neyse ki hayata geçmiyor...Ak Parti Grup Başkanvekili Suat Kılıç, “Tasarıyla ilgili henüz alt komisyon raporu hazırlandı. Daha üst komisyonda görüşülmedi. Bu yoğun gündemde görüşülmesi de zor. Çünkü Meclis’in gündemi çok yoğun. Zaten öncelikle görüşeceğimiz konular arasında da yer almıyor. O nedenle tasarının bu dönem yasalaşması mümkün görünmüyor” dedi.İçimiz rahatladı...Ama bu taslak, unutmayı tercih ettiğimiz ya da belki bilmediğimiz bir sürü gerçeği de su üstüne çıkararak gelip geçti hayatımızdan.Google’da bir araştırma yapmak istedim.Uzun zamanımı aldı, çünkü istediğim bilgilerin hiçbirini bulamadım.Ve şunu anladım, bireysel silahlanma konusunda hiçbir istatistiki bilgi yok.En azından net bir bilgi yok.Aslında askeri silah alımlarıyla ilgili net bir bilgi de yok.Bu bilgilerin neden saklandığıyla ilgili yapılmış bir çalışma da yok.Birkaç bilgi kırıntısı var sadece.Şunlara rastladım:- Türkiye’de her yıl ortalama 3 bin kişi ateşli silahlarla hâlâ ölüyor.- Türkiye’de 2.5 milyonu ruhsatlı olmak üzere (bu rakamın en az üç katı ruhsatsız silah mevcut) ortalama 7-10 milyon civarında bireysel silah var.- Türkiye’deki cinayetlerin yüzde 60’ında ateşli silah kullanılıyor.- Her 10 kişiden 1’inde, her 3 evden 1’inde ateşli silah bulunuyor.- Cinayet büro amirliğinin olay dosyaları tarandığında, neden suç işlendiği sorgulandığında; tartışma, kıskançlık, namus gibi önceden tasarlanmamış olaylarda silah kullanımı yüzde 90, illiyet bağı ise yüzde 80.- Trafikteki aktif 13 milyon sürücünün yüzde 8’i ciddi düzeyde agresif sürücü. Bunların içinde silahlı agresif sürücü oranı ciddi oranda yüksek. Ateşli silahların yüzde 80’i her an (belde, el altında, torpidoda, yastık altında ve çekmecede) kullanılabilir durumda. Silahla işlenen her 10 cinayetten 1’i trafikte gerçekleşiyor.- Silaha kolay ulaşılabilir olması cinayet, intihar gibi olayların her an meydana gelmesinin en önemli nedeni.- Evde silah bulunması ev halkından birinin cinayet, intihar, kaza gibi nedenlerle ölmesi riskini yüzde 41 artırıyor. Dolayısıyla tehlike yalnızca “ruhsatsız” silahlarda değil.Türkiye’de ruhsatlı silahların suçta kullanımı son yıllarda artış göstermiş.- Türkiye silah alımında dünyada kaçıncı sırada acaba?- O silahlara kaç para harcanıyor?- Askeri silah alımlarına bütçede ne kadar pay ayrılıyor?- O ayrılan pay yüzünden ülkede hangi alanlarda gelişme sağlanamıyor?Kimler en çok ve ne kadar para kazanıyor askeri ve bireysel silahlanmadan?Hiçbirinin cevabı yok...Ama neyse ki, tasarının yasallaşması şimdilik ertelendi...Bir dahaki tehlikeye kadar tüm bu soruları ve cevapları unutarak yaşamaya devam...Ama ne düşünüyorum biliyor musunuz, sakın trafikte günde 4 saat geçirmemizin nedeni, bu soruların cevapları olmasın...***46 MİLYON ABONESİ OLAN ADAMBu aralar aklım Çukurova Holding‘in sahibi Mehmet Emin Karamehmet’te.Neden mi? Çünkü Mehmet Emin Karamehmet beş farklı sektörde 46 milyon aboneye sahipmiş.Türkiye nüfusunun yarısından fazlası, Karamehmet’e fatura ödüyor yani.- Turkcell’de 33 milyon 920 bin abone var..- Superonline’da 700 bin- Digitürk’te 2.5 milyon- Başkent Doğalgaz’da 1.2 milyon- Elektrik’te 8.2 milyon...Karamehmet’i yakından tanıyanlar “Yeni iş denemeyi, risk almayı, yeni ürünleri ilk deneyen olmayı çok sever” diyorlar. Tabloya bakınca yakınlarının onu iyi tanıdığını düşündüm doğrusu.