Cipriani’de bir akşam yemeği ve yeni İstanbul...

Haberin Devamı

On yıl önceki Türkiye ile bugünkü Türkiye arasında büyük fark var. Otuz yıl önceki Türkiye ile bugünkü Türkiye arasında ise çok büyük fark var.

Daha da önemlisi, otuz yıl önceki dünya ile bugünkü dünya arasındaki fark da çok büyük.

Otuz yıl önceki Türkiye’yi düşünsenize...

Türkiye cephelere bölünmüştü, silahlı eylemlere komuta edebilecek kişiler hükümetin içinde yer bulacak kadar güçlüydü, birbirini düşman gören kitleler sokaklarda çatışıyordu.

Ülkede birçok malın sıkıntısı çekiliyordu.

Devletin kasalarında para yoktu.

Dünya ise soğuk savaşını yaşıyordu.

Amerika, müttefik ülkelerde yapılan askeri darbeleri hala çözüm olarak görüyordu.

Ülkeleri ele geçirmenin yolunun o ülkelerdeki kargaşa olduğuna inanıyorlardı.

Cepheleri birbirine düşman ediyorlardı.

Sonra her şey değişmeye başladı.

Önce soğuk savaşın bittiği açıkladı Gorbaçov...

Yarış, uzaya gidebilecek teknoloji üretmeye kaydı.

Dünyanın en pahalı restoranı Cipriani

Daha da sonra, dünyayı küçültüp cebe sokmaya geldi ki iş, artık eskiden ‘düşman’ olan herkes potansiyel müşteri oldu.

Artık kimsenin ölmemesi gerekiyordu.

Bilgisayar çağı gelmişti ki bu, barış demekti.

Dünya artık savaşa inanmıyor.

Bilgi çağını yaşıyoruz, teknoloji on sene, otuz sene önce aklımızın yetmediği yerlerde.

O yüzden ben Bill Gates ürettikçe, ne Türkiye’nin ne bir başka ülkenin sadece hükümetleri daha ‘geri kafalı’ diye geriye gideceğine inanmıyorum.

“Ülkeye şeriat gelecek... Bölünüyoruz... Kürtler geliyor” diye bağırdıkça birileri, ben Bill Gates’e bakıyorum...

Bilgisayarlar giderek küçülüyor, fonksiyonları arttıkça artıyor, o zaman ben “Bu dünyaya bir şey olmaz” diyorum rahatlıkla...

“Sömürerek değil ‘yaratarak’ zengin olma çağında yaratıcılık ve zenginlik dünyaya yayılır” diyorum.

Geçen gün İstanbul’da dünyanın en pahalı ve lüks restoranı Cipriani açıldı.

Levent’te eski HSBC binasının altında. HSBC binası da 7 yıldızlı Edition Otel oluyormuş.

Edition Otel’in terasında Billionaire Club açılıyormuş. Sahibi Formula-1 Renault takımının eski patronu Flavio Briatore... Cipriani de ortakmış.

Bunlar ne demek?

İstanbul, dünya zenginlerinin uğrak yeri olan bir merkez haline geliyor demek.

Çok pahalı çok lüks ama çok sade

Türkiye yoksulluk belasından henüz tam kurtulamasa da İstanbul bizim kolayca anlayamayacağımız bir zenginliğe kavuşuyor.

Ben bu çok pahalı İtalyan restoranını müze gibi gezdim.

Mutfağına girdim, sahibi Guiseppe Cipriani ile tanıştım. Dünyanın birçok yerinde bu kadar pahalı ve meşhur olmayı nasıl başardıklarını anlamaya çalıştım.

Hikaye etkileyici.

1931 yılında Guiseppe’nin dedesi Guiseppe Cipriani, Venedik‘in San Marco Meydanı‘nda Harry’s Bar‘ı açıyor. “Basit ama lüks” anlayışıyla... Çok tutuyor. Sonra kendi soyadlarıyla 1995’de ilk kez New York’ta restoran açıyorlar.

İnsanı öfkelendircek bir zenginlik

Önce catering işine başlıyorlar. Kentin en büyük firması haline geliyorlar, ardından da restoranlar geliyor.

New York‘ta 5 tane, Londra’da, Los Angeles‘da, Sardunya Adası’nda, Moskova’da, Hong Kong’da, Abu Dhabi’de ve artık İstanbul’da...

Dede Guiseppe her İtalyan restoranında bulunan Carpaccio‘yu keşfeden kişiymiş. Tüm dünyaya Carpaccio’yu ve Bellini denen şampanya ve şeftali püresi karışımı içkiyi tanıtan kişi oymuş.

Masalar üç ayaklı ve çok alçak. Sandalyeler aynı şekilde alçak, küçük koltuk gibi.

Çatal-bıçak gümüş. Su içtiğiniz bardak el yapımı Murano.

Masa örtüleri İtalya’da dokunmuş. Dokunduğunuz herşey çok kaliteli çok pahalı ama çok sade.

Galiba Cipriani’de en sevdiğim şey bu oldu, hiçbir şeyin altı çizili değil.

Garsonlar yaz boyunca Londra ve İtalya’da eğitim görmüşler.

“Çok pahalı” derken abarttığımı düşünmeyin... Hesap kişi başı 250 ile 300 lira arasında.

O da ne içeceğinize bağlı. Menüde Chateau Petrus 1997, 9 bin 750 lira. Dom Perignon 1998 şampanya ise 5 bin 900 lira...

Mülti milyarderlerin lokantası bu.

Bir yanımız alabildiğine yoksulken bir yanımızın böyle akıl almaz bir zenginliğin parçası olması, aslında çok asap bozucu... Ama bir başka açıdan baktığınızda da İstanbul’un bir “üst lige” çıktığının işareti.

İnsanı öfkelendirecek bir zenginlik bu, haklısınız...

Ama ben bunu, yaşama biçimlerinin bizi korkuttukları gibi kısıtlanmayacağının işareti olarak da görüyorum.

Yaşama biçimleri çeşitleniyor.

İş, bu çeşitliliği ve zenginliği bütün ülkeye yaymakta...

O kadar kolay değil, biliyorum.

Ama önce İstanbul’un, ardından bütün Türkiye’nin dünyanın ilgi çekici bölgeleri arasına girdiğini de görüyorum.

Yaşam zevkinin en pahalı, en uç örneklerini buraya getirmeyi başardık.

Sıra yaratıcılığı da buraya getirmekte...

Sonra da kendi zenginliğini, kendi yaratıcılığınla oluşturmakta.

***


İSTANBUL’DA BUTİK KİTAPÇI

İstanbul’da bir ‘zenginlik’ de Bebek’te açılan Assouline yayıncılığın butik kitapçısı.

‘Coffee table book’ denen, içeriği kadar tasarımının şıklığıyla göz dolduran ve dekor olarak sehpaları süsleyen kitapların satıldığı masalsı bir dükkan. Büyük evlerin kütüphane odasını andırıyor. Assouline dünya çapında bir yayınevi ve İstanbul’dakiyle birlikte dünyada beş mağazası ve 14 satış noktası var.

Assouline marka mumlar yanıyor içerde ve dükkan müthiş kokuyor. Antika aksesuarlara bayıldım. Miğfer formlu büyüteç harikaydı.

Fransız Goyard’nın bir mini-kütüphane bavulu çok çarpıcıydı. Ama bu ürünler gerçekten lüks ve pahalı ürünler.

Prospere Assouline’in karısı ile birlikte, moda öğrencileri için başlattıkları bu yayınlar bugün çok çeşitli alanlara yayılmış.

Assouline Bebek’in raflarında sanat, hobi, moda, gastronomi, antika, şehirler gibi farklı kitaplar var. Görülmeye değer...

Fırsatınız olursa görün derim...

Sevebilirsiniz...

***


Frida Kahlo’nun bilinmeyenleri

Geçen gece Frida Kahlo’nun sergi açılışına gittim.

Bunu heyecanla bekliyordum zaten.

Çok kalabalıktı... Tam hakkını veremedim serginin. Mart’a kadar açık olmasıyla teselli ettim kendimi, “Sonra gelirim nasılsa” diye...

Ama o arada bile bir sürü yeni şey öğrendim ve gördüm Frida Kahlo hakkında.

Karin ve David Crommie’nin hazırladığı, Frida Kahlo’yu en iyi tanıyan 11 kişi tarafından anlatılan 40 dakikalık filmi seyrettim. Filmin ilki gösterimi 1966 yılında San Francisco’da yapılmış.

Sergiye giderseniz bu filmi izleyin mutlaka.

Frida’nın ve Diego’nun çekilmiş fotoğrafları da vardı ayrıca sergide.

Frida’nın babası Guillermo Kahlo ve Frida’nın 10 yıl çok yakın ilişki sürdürdüğü Amerikalı fotoğrafçı Nicholas Murray’in çektikleri.

Fotoğraflarında, Frida Kahlo’nun kendi çizdiği portrelerden daha güzel olduğunu fark ettim.

Gözlerinde insanı meraklandıran bir sıcaklık var.

Sergideki tüm koleksiyon Gelman ailesine ait.

Gelmanlar’la Frida, Diego aracılığıyla tanışıyor.

Frida, Natasha Gelman’ın portresini yapıyor 1943 yılında, bu ilk aldıkları yağlı boya Frida Kahlo’dan.

Diego Rivera’nın da Natasha Gelman’ı çizdiği bir tablo var sergide.

İkisi yanyana asılmış.

Uzun uzun baktım...

Ve şunu sordum kendime, bu aşkın bu kadar ızdıraplı olmasının sebebi Frida’nın Diego’dan daha yetenekli olması, olabilir mi acaba...

DİĞER YENİ YAZILAR