Kürt sorununda Türkler Türklere karşı...

Haberin Devamı

Dünyayı dipten doruğa sarsan o büyük değişim Türkiye’yi de etkiliyor.

Tarihimizin en önemli dönemeçlerinin birinden geçiyoruz.

Türkler Kürtler’in varlığını kabul ediyor ama Kürtler’in haklarını kabul etmekte zorluk çekiyor.

Eskiden “Kürt” demekte zorlanırken, şimdi “iki dil” meselesinde sertleşiyoruz.

Ama 10 yıl öncesiyle bugünü kıyasladığınızda değişimin nasıl kaçınılmaz olduğunu, değişikliklerin Türkiye’yi nasıl daha iyiye götürdüğünü de fark ediyorsunuz.

Dünyada da Türkiye’de de yeni bir gelecek şekilleniyor.

Bize şu anda çok korkutucu gelen iki dil, özerklik, hatta ayrı bir bayrak, belki de geleceğin mantığına çok uygun...

Niye hemen karşı çıkıyorsunuz?

Niye bu kadar sert ve katısınız?

Neyi fark ettim biliyor musunuz... Kürtler’e kendi bölgelerinde yaşama hakkı tanımayan insanların çoğu hayatında o bölgeye ne gitmiş ne de gitmeyi planlıyor.

Hiç görmediğiniz ve hiç de görmeyeceğiniz bir yerde, insanlar “Biz burada kendimiz gibi yaşayalım” diye ısrar edince, çok kızıyorsunuz... Niye?

Ben Kürtler’in kendi dillerini, kendi hayatlarını yaşamaları gerektiğine inandığım kadar, sizin buna niye bu kadar kızdığınızı da merak ediyorum.

Bu esnek olmayan bakış açısının hayatınızı daraltacağına inanıp üzülüyorum.

“Kocaman bir hayatı azaltıyorlar tuhaf kurallarla” diye düşünüyorum.

Belki de Kürtler önümüzdeki senelerde kendi bölgelerinde Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı bir ‘eyalet’ gibi yaşamaya başlayabilecekler.

Konuşacakları Kürtçe’den, çocuklarına koyacakları Kürtçe isimlerden, şarkılarından, bayraklarından o kadar korkmaya gerek olmadığını anlayacağız.

Kürtler’le barışacağız...

Ama biz ne yapacağız? Birlikte yaşayan Türkler...

Kürtler’in hakkını almaları gerektiğine inananlarla, o hakların zorla gasbedilmesi gerektiğine inananlar...

Nasıl barışacak?

Kürt meselesi Türkler’i ayrıştıran bir turnusol kâğıdı gibi...

Kürtler’in haklarını almalarına karşı çıkanlar aslında Türkler’in de birçok hakkını vermek istemiyor.

Kürtler’e tanımadıkları demokratik hakları, farklı meselelerde Türkler’e de tanımıyorlar.

Bir “devlet baba” olsun, herkese ne yapacağını o söylesin istiyorlar.

Ama devlet bir “baba” değil, sadece bir hizmetkâr...

Biz de onun çocukları değil, efendisiyiz.

Hiç büyümeyen raşitik bir çocuk gibi sürekli bir “baba” arayan Türkler’le, büyüyen, güçlenen, kendine güvenen, bir birey olmayı beceren Türkler nasıl anlaşacaklar?

Sanırım asıl sorun Türkler’le Türkler arasında yaşanacak. Bana öyle geliyor.

“Babacılar” büyümeleri gerektiğini öğrenene kadar da sürecek bu sorun.

***


İstanbul, kültür başkenti oldu mu?

İşte sonunda 2010 İstanbul Kültür Başkenti macerası bitti.

İstanbul başkentliği Finlandiya’nın Turku ve Estonya’nın Tallinn kentlerine bıraktı.

“Acaba gerçekten İstanbul 2010’da Kültür Başkenti olabildi mi?” diye merak ettim ben de, bu haberleri okuyunca.

Ne kadar çok etkinlik yapıldı değil mi? 600 proje dahilinde 9 bin 500 etkinlik...

Etkinlik sayısı kültür başkenti olmayı gösteren bir ölçüyse, olmuşuzdur herhalde...

2010 Avrupa Kültür Başkenti projesinde olanların bir raporu yayınlansa, kaç para harcandı, kimler ne paralar kazandı, kimler kavga etti, kimler istifa etti, kimler işini hakkıyla yaptı, öğrensek...

Çünkü birçok projenin gereksizliği hakkında çok yazı okudum.

Bu raporu okumaya ihtiyaç duyuyorum o yüzden, keşke biri bunu yapsa...

Sinema eleştirmeni Alin Taşçıyan’ın yazısında okudum dün. “Kim nasıl onay vermiş de diyebileceğimiz filmlerde saçımızı başımızı yolduk. Boşa harcanan para aklıma geldikçe ağlayasım geliyor. Sinema sektörü nasıl olur da bir düzgün proje üretemez? Kavuklu filmler ve nostaljik belgeseller midir kültür başkenti olmanın altını dolduran projeler?” diyor.

Anladım ki, film dünyası bu macera sırasında yapılanlardan hiç memnun değil.

İnsan öteki alanları düşünmekten kendini alamıyor?

Benim anladığım ve biraz da gördüğüm kadarıyla bu proje iyi değerlendirilememiştir.

Alin Taşçıyan benim de aklımın çok yattığı bir şey daha söylüyor, peki İstanbul bir kültür başkenti gibi çalışıp üretmeye devam edecek mi?

Ben cevap vereyim, para varsa devam eden de çok olur...

İşte tam bir kültür başkenti...

***


Frida Kahlo Sergisi

Yarın Pera Müzesi’nde Frida Kahlo ve Diego Rivera Sergisi başlıyor.

20 Mart 2011’e kadar devam edecek.

Meksika’nın dünya çapında ünlü iki ressamının bugüne kadar Meksika

dışında sergilenmemiş Gelman

Koleksiyonu’ndan kırk tablosu olacak sergide.

Kaçırmayın...

***


‘Av Mevsimi’ne farklı bir bakış

Dünkü Radikal’de Ayşegül Sönmez’in yazısını çok severek okudum.

Yavuz Turgul’un Av Mevsimi’ni seyrettiyseniz daha da çok seveceksiniz Ayşegül’ün yazdıklarını.

Av Mevsimi, ressam Yavuz Tanyeli’nin bir deseninin bu filme ilham kaynağı olduğunu söyleyerek başlıyor.

Zaten Yavuz Turgul bunu anlatmıştı:

“Fizyoterapistte sıramı bekliyordum. Kitaplara bakıyordum, Yavuz Tanyeli’nin bir desenine takıldım. ‘Yeni bir şeylerin görüneceği aralıklar mutlaka vardır’ yazıyordu yanında. Av Mevsimi de böyle, bir aralıktan bakma ve bir şey görme üzerine kurulu. Tuhaf bir şekilde o resmin böyle bir etkisi oldu. Ona bakıp, ‘Adam deli, bu resimden böyle bir hikâye mi çıkar? Bu kadar güzel resmin yorumu bu mudur? Film iyi, resim kötü.’ denebilir.”

Ben sevmiştim o cümleyi ve Av Mevsimi’nin hikâyesini.

Dolayısıyla Radikal’deki yazı “Film o resimle açılıyor açılmasına da bir daha ne o resmi ne de resmin etkisi altında bir sahne görüyoruz” diye başlayınca... Severek okuyacağım bir yazıya rastladığımı anladım.

Ayşegül Sönmez filmin arka planına saklanan, belki çoğumuzun fark etmediği sanat boyutunu anlatmış:

“Tanyeli’yi göremesek bile film ilerledikçe birçok resim görüyoruz filmde. Neşe Erdok, Mahir Güven ve Sırma Bradley... Karanlık güneşsiz bir orman sahnesinde rastladığımız kesilmiş eli, heykeltraş Bülent İşcan yaptı. El karısına ait. İşcan balmumu heykelleriyle tanınıyor. Fenerbahçe Müzesi’ndeki balmumu heykellerin altında onun imzası var.”

Av Mevsimi filmini seven biri olarak, seyrederken merak etmediğim ama öğrenmekten hoşlandığım bilgileri okuyunca mutlu oldum.

Eksik parçamı buldum gibi oldu. “Keşke her filmi bir de sanat eleştirmenleri değerlendirse” diye düşündüm.

Çünkü bu yazıda ilk defa, Av Mevsimi’ne bilgiye dayanarak bir eleştiri yapıldığını gördüm.

Ayşegül Sönmez diyor ki:

“Yavuz Tanyeli’nin meşhur Akdeniz boyası ve ışığı vardır. Sanatçının her resmine bu ışık sirayet etmiştir. Karanlığına kadar. Yavuz Turgul bu ışığı es geçmiş. CNBC-E’deki suç ve hastane dizilerinin atmosferini tercih etmiş. Karanlık ve yapay bir ışık.”

Ben Av Mevsimi’ni, ressam Yavuz Tanyeli’nin ‘Yeni şeylerin görüneceği aralıklar mutlaka vardır’ cümlesini ve Ayşegül Sönmez’in film eleştirisini çok sevdim.

Onlar sayesinde yeni bir aralık buldum kendime...

***


Kaç yıl oldu?

D&R‘da kasanın yanında küçücük bir kitap gördüm. Üzerinde “Kaç yıl oldu?” yazıyordu...

İçini açtım, geçmiş yıllarda olmuş matrak şeylerin üzerinden kaç sene geçtiğini yazıyordu.

Kitabı hazırlayan Fırat Budacı zamanı hesaplarken bazı küçük küçük hatalar yapmış ama yine de çok güldüğüm şeylere rastladım.

- Cemil Çiçek, Efendi olan ismini Cemil ile değiştireli 47 yıl olmuş.

- Kraliçe Elizabeth, Eric Clapton’a “Uzun zamandır mı gitar çalıyorsunuz?” diyeli 6 yıl olmuş.

- Ünlülerin kuaförü Dusty Fleming’in rol aldığı Blendax reklamıyla dilimize “Okey Dusty” klasiğinin yerleşmesi 27 yıl olmuş.

- Tipitip sakızı çıkalı 37 yıl olmuş.

- Peyami Safa katıldığı bir davette gördüğü kadını tarif ederken “Onun süslerini bütün vücudunu kaplayan cici bici donanmasını, fikir düşkünlüğünü ve amiyane sevimliliğini görünce aklıma Hürriyet Gazetesi geldi” diyeli 63 yıl olmuş.

- Fatma Girik’in sinirlendiğinde mikrofonla kafalara vurduğu, “tuuuu” diye tükürdüğü Söz Fato’da programı yayınlanalı 15 yıl olmuş.

- Kadir İnanır, Flash TV’de ana haberleri sunalı 13 yıl olmuş.

- Kibariye, “Entel de bir insan” diyeli 7 yıl olmuş.

DİĞER YENİ YAZILAR