Dün sabah sanırım çoğumuz gibi ben de CHP Kurultayı’ndaki ‘heyecanı’ izlemek için televizyonun karşısına geçtim.
Kemal Kılıçdaroğlu konuşmaya başladı.
Ben kahvemden bir yudum aldım.
Konuşma devam etti. Arada alkış sesleri duydum. Kahvemden bir yudum daha aldım ve biraz sonra da televizyonun sesini kısarak kendi günlük hayatımın ‘heyecanına’ döndüm.
Çevremdekilere teker teker sordum:
“Siz Kılıçdaroğlu’nun konuşmasından etkilendiniz mi? CHP sizce önümüzdeki seçimde iktidar olabilir mi?”
En azından benim etrafımda Kemal Bey’in konuşmasıyla heyecanlanan biri olmadı. Hatta politika sevmeyen, politik hiçbir konuyu ve tartışmayı çekici bulmayan bir arkadaşım, “Ben bundan çok daha iyi bir konuşma yaparım” dedi...
İnandım. İnandım, çünkü Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin değişimini simgeleyen bu kurultay için çok sıradan bir konuşma yapıyordu. Herkes ondan daha iyi olabilirdi.
Çünkü O da, o ‘çok sevdiğimiz’ inancı tekrarlıyordu değişen CHP için:
“Biz çok iyi bir milletiz ama yöneticiler kötü.”
Kendi partisini, sonra da Türkiye’yi değiştirip dönüştürmeye talip olan bir parti lideri için sıradan bir muhalefet değil mi bu?
Bizim gibi sıradan insanların laflarını tekrarlayan, bunu halkla uyumlu olmak, halkını anlamak, sosyal adaleti dile getirmek sanan bir genel başkanın hayal kırıklığı yaratan bir konuşması değil mi bu?
Kemal Kılıçdaroğlu’nu dinlerken şunu düşündüm:
Kemal Bey bu daha önce binlerce kez tekrarlanmış laflarla ancak ‘kendisi kadar’ yenileyecektir CHP’yi.
CHP değişime aç gözüküyor ama bu değişim Türkiye’yi değiştirmeye pek yeteceğe benzemiyor doğrusu.
Geçenlerde iklimlerin değişimleriyle ilgili bir programda, büyük buzul kütlelerinin ortasına dev kayaların sıkıştığını, bunların buzullarla sürüklendiğini, sonra buzulların eriğini, su olduğunu ve o kayaların taş yığını olarak kaldığı anlatılıyordu.
O iri taş parçalarına moren deniyormuş.
Buzullarla sürüklenip sonra bir yerde takılıp kalan morenler, yüzyıllar içinde rüzgarın ve sıcaklığın etkisiyle parçalanıp toz haline gelip yok oluyormuş.
Dünya politikasına da, Türkiye’nin politikasına da bakınca da, son zamanlarda buzulların süratle eridiğini fark ediyoruz.
Her şey çok hızlı değişip eski anlamlarını yitirerek yeni anlamlar kazanıyor.
Ama Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını dinledikçe, “Buzullar eriyor ama morenler moren olarak kalıyor” diye düşündüm.
Bu eski inanç, “Biz çok iyiyiz, biz çok iyi bir toplumuz, biz mükemmeliz ama bizi yönetenler her şeyi kötü yapıyor” söylemi, CHP’nin Genel Başkanı’nın kurultayda yaptığı konuşmanın ana fikri olursa, ben değişim için CHP’yi değil, zamanla rüzgarla güneşin morenleri toz etmesini beklemeyi tercih ederim.
Hem daha önce görmediğimiz bir şeyi görürüz..
Hem de bu, CHP’nin değişiminden daha çabuk gerçekleşir.
House dizisinin çılgın doktoru kitap yazmış
Dizimax‘teki House dizisini seyrediyor musunuz? Yedi sezondur oynayan bir Amerikan dizisi. Bir hastane hikayesi...
İlk bakışta bildiğiniz doktor dizilerinden farkı yokmuş gibi gözükse de bütünüyle farklı bir anlatımı olan müthiş bir dizi.
Dr. Gregory House, Tıbbi Tanı Uzmanlığı Departmanı’nın başındaki doktor. Kendini aşırı beğenmesi, takıntılı davranışları, insanları önemsememesi ve boşvermişlik gibi özelliklerine rağmen, ünü dört bir yana yayılmış müthiş biri.
Uzmanlık alanı, bulaşıcı hastalıklar ve nefroloji. Hiç kimsenin tanı koyamadığı hastalara bir bakışta tanı koyarak onların hayatlarını kurtarıyor. Hastalarla, zorunlu kalmadıkça doğrudan temasa geçmiyor. Ekibindeki doktorların psikolojilerini sürekli olarak bozuyor. Karmaşık bir aile ilişkisi var, ebeveynlerine karşı mesafeli. Annesine koşulsuz bir sevgi beslerken, emekli bir ordu subayı olan babasına ciddi bir nefret duyuyor ve zaman içinde onun asıl babası olmadığını anlıyor.
İşte böyle huysuz ve başarılı bir doktor hikayesi House.
Dr. House’u oynayan Hugh Laurie ise dizinin en çekici kişisi... Oyunculuğunun yanında kendi hikayesi de çok çarpıcı.
Seçkin bir ailenin çocuğu olan Hugh Laurie, Cambridge‘de antropoloji ve arkeoloji okumuş.
Aslında tek derdi babası gibi kürek sporu yapmakmış. Babası 1948’de kürek yarışlarında olimpiyat madalyası kazanmış. Ama hastalanıp kürek çekmeye ara verince okulun tiyatro bölümüne gidip gelmeye başlamış ve oyuncu olmuş. Aslında aklında orduya yazılmak varmış.
İşte bu Amerikan dizisinde oynayan tuhaf İngiliz adam, şimdi bir de casus kitabı yazmış: Silah tüccarı...
Polisiye türüyle dalga geçen kitap gerçekten iyi bir dille ve komik yazılmış.
Washington Post kitap için “Muhteşem bir ilk roman“ demiş.
Bence önce diziyi izleyin, ardından kitabı okuyun.
Seveceksiniz...
Hamas’ın oğlu İsrail ajanı olursa...
Kitapçıda dolanırken rastladım “Hamas’ın Oğlu”na... Mosab Hassan Yusuf’’un hikayesi...
Kendi macerasını bütün açıklığıyla anlatan genç bir adam...
Hikaye bütünüyle şaşırtıcı, sarsıcı, inanılmaz ve uydurulmuş zannedeceğiniz kadar sıradışı aslında. Ama bu bir gerçek hikaye...
Hamas’ın kurucularından ve en sevilen liderlerinden Şeyh Hassan Yusuf‘un oğlu Mosab’ın hikayesi.
Parça parça hep bir yerlerde haber oldu aslında Mosab’ın hikayesi ama onun ağzından bu itiraflar sanırım ilk defa yayınlanıyor.
Müslüman doğan, sonra Hıristiyanlığı seçen, Hamas’ı babasıyla beraber kuran, onun içinde büyüyen, sonra İsrail’in ajanı olan, 10 yıla yakın İsrail’in iç güvenlik servisi Şin Bet için çalışan, kod adı “yeşil prens” olan bir genç... Kitabın başında Mosab ailesine şöyle diyor:
“Sizin beni hain olarak gördüğünüzü biliyorum ama ben size değil, sizin kahramanlık kavramınıza ihanet ettim.”
Mosab, Hamas örgütünün yedi kurucusundan biri olan Şeyh Hasan Yusuf’un en büyük oğlu. Batı Şeria’daki Ramallah‘ta, Orta Doğu’nun en dindar ailesinde doğuyor.
Önce Müslümanlığın tüm yumuşaklığını ve kardeşliğini esas alan Hamas, yıllar içinde giderek azılı bir terör örgütü haline gelince içinde oldukları savaşı anlamakta zorlanıyor..
Mosab, babasının bir böceği bile öldürmeyeceğini biliyor ama bombalarla başka insanları parçalayanları, kan kendi eline bulaşmadıkça onayladığını görünce kafası karışıyor.
“Babama hep şunu sormak istedim” diyor, “Nerede başladığını hatırlıyor musun? Yoldan çıkmış insanları gördüğünde üzülüyor onları Allah’ın yoluna sokmak için uğraşıyordun, şimdi canlı bombalar ve masum insanların kanı her tarafına bulaşmış durumda.”
Mosab ayrıca “Gerçek özgürlüğe kavuşmak için bu kitabı yazdım. Benim gibi, İsrailliler’i yok etmek için kurulan bir örgütün liderinin oğlu bile Yahudiler’i sevebiliyorsa hala ümit var demektir.” diyor.
32 yaşındaki Mosab, 10 yıl önce Hıristiyanlığı seçmiş, 2007 yılında Batı Şeria’yı terk ederek ABD’ye gitmiş.
Şu an Kaliforniya’da yaşıyor. Nasıl bir hayatı var, gerçekten çok merak ettim...
Kitabı bitirdiğimden beri düşünüyorum... Mosab;
Bir hain mi? Bir insansever mi?
Kendi ırkına ihanet eden biri mi yoksa bir barış yanlısı mı?
Eğer İsrail Gazze’de binlerce çocuğu öldürmeseydi, İsrailli askerler taşlarla Filistinli çocukların ellerini kırmasaydı, İsrail şiddete öylesine bulaşmasaydı, öylesine acılar çektirmeseydi belki bir “insansever” olacaktı Mosab.
Ama iki şiddet arasında kalınca, belki kendisini belki babasını belki tüm Filistin’i korumak için “düşmanını” tercih eden bir hain şimdi.
Şiddeti tümüyle reddetmek yerine, babasını ve ırkını korumak için bile olsa, iki şiddet arasında ajan olmak insanı hain yapıyor çünkü.
Merak ettiniz değil mi, bu babayla oğulun hikayesini.
Kitabın sonunda Mosab’ın bunca itirafından sonra babasıyla ilişkileri şimdi nasıl, o da anlatılıyor...
Ama bu heyecanlı sonu okumayı size bırakıyorum...
Bakalım siz ne düşünüceksiniz Mosab hakkında...
Mehmet Ali Birand ve Larry King
Geçen gece Mehmet Ali Birand, 32. Gün’e beraber başladığı ve yıllarca birlikte çalıştığı herkesi davet edip, uzun zamandır televizyonda rastlamadığımız bir eğlence ve dostlukla konuşulan, çok harika bir program hazırlamıştı.
32. Gün programı 25. yılını doldurmuş.
Birlikte güldüler, birbirlerini anlattılar, geçmişi andılar ve izleyiciye gerçekten nasıl geçtiğini anlamadığım bir-iki saat hediye ettiler.
Sonuna kadar izledim ve çok eğlendim. Hepsini kutluyorum.
Sonra internette bir haber gördüm; Larry King, CNN’de 25 yıldır yaptığı Larry King Show’u bitirip ekranlara veda etti.
25 yıldır aynı talk show’u yapan ve 50 bin röportaj yaptığı söylenen Larry King, 77 yaşında ekranlardan ayrıldı.
Sonra düşündüm, televizyon gibi çok hızlı ve hep yeniyi isteyen bir alanda 25 yıl gibi uzun bir süre aynı programı yapabilmek gerçekten büyük bir başarı... İşini iyi yapanların ‘zamanı yendiğinin’ en büyük kanıtı bu işte...