Atatürk dönemiyle ilgili bir hikâye anlatırlar.İzmir’de, Heykeltraş Münir Hayri Egeli “Atatürk heykeli yapacağım” diye İzmir Belediyesi’ne başvurmuş. Paraları almış. Bir zaman sonra geri gelmiş, heykelin hazır olduğunu söylemiş.Heykeli bir meydana koymuşlar, üstünde de örtü...Atatürk’ü de heykelin açılışına davet etmişler.Kalabalık toplanmış, müthiş bir heyecanla örtü açılmış.Altından çıkan heykele bakakalmış herkes.Limon kadar bir kafa, geniş omuzlu, 2 metrelik bir gövde, 30 santim bacaklar...Atatürk çok kızmış, emir vermiş: “Derhal yıkın bunu.”Hemen yıkmışlar.Heykel yere devrilip parçalandığı anda içinden süpürge başı, paçavralar, bez parçaları saçılmış etrafa...Rivayet edilir ki bunu gören Atatürk, heykeltraşı bizzat dövmek için üzerine yürümüş ama hemen kaçırmışlar Münir Hayri Egeli’yi.Bizde de ‘devlet’ denilen garip bir heykel var.Bacaklar kısa, gövde büyük, kafa küçücük...Herkes bu heykelin tuhaf olduğunu bilirdi ama pek dile getiremezdi.Çünkü “Bu heykel tuhaf” demek biraz tehlikeliydi o zamanlar.Hâlâ tehlikeli belki de ama... Nasıl olduysa bir yerlerden bir rüzgâr esti, bizim heykel de devrildi işte.İçinden raporlar, planlar, çeteler, cuntalar, cesetler, silahlar fırlayıp etrafa yayıldı.Ve Türk devletinin sakatlanmış yapısı tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı.Çarşamba günü Taraf, Radikal ve Star gazetelerinin manşetleriyle heykel bir kez daha devrildi.Ve içinden Balyoz Planı’yla ilgili yeni belgeler, daha önce ortaya çıkan Çarşaf ve Sakal darbe planlarının operasyon timleri etrafa saçıldı.Çok uzun zamandır, bu darbe planlarını aklamaya çalışan genç, yaşlı birçok gazeteci var. Hukuk adamları var, bu planları yapanların akrabaları var. Siyasetçiler var.Bu son belgelerden sonra ne düşündüklerini o kadar çok merak ediyorum ki...Çarşamba günü Hürriyet ve Milliyet gazeteleri, Gölcük Donanması’nda ortaya çıkan bu yeni belgelerden tek bir satır bile bahsetmemişti. Hürriyet hiç koymazken, Milliyet ne olduğu anlaşılmayan sanki koymuş olmak için koyduğu bir haber yapmıştı.Açın gazete koleksiyonlarını inceleyin.Yıllar boyu necip Türk basını generallerle ilgili ne yazmış?Eleştirmiş mi? Valiler hakkında ne yazabilmiş? Devlet ve askeri erkâna ilişkin hiç fikir yürütebilmiş mi?Sonra açın o gazetelere bir kez daha bakın şimdi...Bazıları sessizlikte dirense bile “suskunluk geleneği” yıkılıyor.Bu geleneği kim yıktı peki?Buna bile açık yüreklilikle cevap veremeyenler, herhangi bir konuda “samimi” bir yazı yazabilirler mi?Samimiyetsizlikle ve çarpıtmalarla da ne gazetecilik olur, ne politikacılık...Olsa olsa sahtekârlık ve yalancılık olur.*****Ferit Şahenk neden televizyona çıktı?Dergi okumayı, sayfalarını karıştırmayı çok severim. Kitapçıların dergi reyonlarında çok vakit geçiririm.Geçtiğimiz ay çok da sık okumadığım ama kapağında Ferit Şahenk, eşi Diana ve kızı Defne’nin fotoğrafını görünce Ceo Life dergisi aldım. Merak ettim Ferit Şahenk’in ne anlattığını.Geçen gece, Salı akşamı da Bloomberg televizyonunda Kenan Erçetingöz’ün 60 Dakika programına çıktığını gördüm Doğuş Holding’in başkanı Ferit Şahenk’in...Bu sefer şaşırdım...İş dünyasının patronlarının ortalıkta fazla gözükmediğini hepimiz biliriz.Ferit Şahenk’in hayatında ne değişiyor olmalı ki, medya planmasını yapan danışmanları ya da kendisi bu görünmezliği ortadan kaldırıp bütün samimiyetiyle bir patron profilinin sergilenmesini planlamışlar, diye merak ettim...Hem programı hem dergideki röportajı dikkatlice seyredip okudum. Birbirine çok benzer konulara ve cümlelere rastladım.Sanki programdan ve röportajdan önce “Sadece bu konulardan konuşuruz” diye için çerçevesi belirlenmiş gibi geldi bana.Ama konuşulacak konuları kendisi belirlemiş olsa bile cevapları gerçekten samimiydi Ferit Şahenk’in...Bunu çok sevdim doğrusu... Bu röportajların neyin planlaması olduğunu sezemedim ama Ferit Şahenk hakkında ilgi çekici birçok şey öğrendim...* Son bir senede 25 kilo vermiş. 101 kilodan 76 kiloya düşmüş.* Eşi Diana bir sabah “Artık yeter, bu gidiş gidiş değil” deyince “Bu ihtarı ciddiye almamazlık yapamazdım” diyen Ferit Şahenk hemen Almanya’da bir detoks programına katılmış. Bir senede üç kez oraya giderek fazla kiloları vermiş.* Detay adlı bir sağlık merkezi kuruyormuş.* Her sabah 08.15 gibi kalkıyormuş. Akşam 20.15 gibi evlerinde yemek yeniyormuş.* Kızını yeni yıl hediyesi olarak Lady Gaga konserine götürmüş. Her türlü müzik dinlemeyi seviyormuş.* F.Bahçe maçlarına mutlaka kızı ile gidiyormuş.* İspanyolca öğrenmek istiyormuş.* Fotoğrafçılığa meraklıymış, yeniden fotoğraf çekmeye başlayacakmış. Ara Güler’den ders almak istiyormuş.* Teknoloji merakı ve her son çıkan ürünü alması eşini artık kızdırıyormuş.* 30 bin çalışanı varmış. İşkolik değil insankolikmiş. İş arkadaşları ile arkadaşlık yaparmış.* Doğuş Holding’in 2011 teması “farkındalık”mış.* Yazılı basını hiç düşünmemiş. * Türk Telekom Arena’da çıkan olaylar için “Devlet büyüklerine saygı önemlidir, keşke böyle olmasaydı” diye düşünüyormuş.* Bir gün Fenerbahçe Başkanı olmayı düşünmüyormuş.*****Bu soruların cevabı var mı? * Gölcük’te çıkan yeni Balyoz belgelerinden sonra Çetin Doğan’ın kızı Pınar Doğan ve damadı Dani Lodrik yeni bir kitap yazacak mı?* Sabah gazetesinde yayınlanan GENAR’ın “Bugün seçim olsa AK Parti 46.4, CHP 24.3 oy alırdı” araştırmasına ne kadar güvenebiliriz?* Adnan Polat’ın TOKİ Başkanı karşısında süklüm püklüm kalmasının gerçek sebebi, bütün TOKİ inşaatlarına seramikleri Ege Seramik’in (sahibi Polatlar) vermesi olabilir mi gerçekten?* Akif Beki, Abdullah Gül’ün görev süresinin tartışılmasını “Çok ayıp bir tartışma” olarak değerlendirmiş. Oradan anlıyorum ki Cumhurbaşkanı’nın görev süresi tartışması hassas bir konu. Gerçekten Abdullah Gül kaç yıl daha Cumhurbaşkanı kalacak?* Yunanistan Cumhurbaşkanı Karolas Papulyas’ın Ermenistan Başbakanı’na “Halklarımızı aynı barbarlar katletti” dediğini Ahmet Davutoğlu duydu mu? Gerçekten komşularımızla sıfır sorunumuz mu var?* Darbe yapmayı planlamaktan hiç vazgeçmeyen ama planlarını saklamayı bile beceremeyen askerlerin darbe yapsalar ülkeyi yönetmekte başarılı olacaklarına inanmamız mümkün mü? * Kurtlar Vadisi Filistin filmi için, Kurtlar Vadisi ekibi gala yapmayacakmış. Çünkü galalar kutlama için yapılırmış, oysa bu film bir drammış. Acaba Kurtlar Vadisi’ni yazan dostlar, ne zaman çektikleri filmlerle dünyayı kurtaracakları inancından vazgeçecekler?* Türkiye’de kaç tane Atatürk heykeli vardır ve bu heykelleri yapanlar kaç para kazanmıştır?*****Yılmaz Erdoğan’ın yeni filmi Bozcaada’daYılmaz Erdoğan, yeni bir film üzerinde çalışıyormuş. Ve filmin hikâyesi bir tabiat harikası olan Bozcaada’da geçiyormuş. Filmin yönetmen koltuğunda da “Romantik Komedi” filminin yönetmeni Ketche, yani Hakan Kırkavaç oturacakmış. Duyduğuma göre filmde, Yılmaz Erdoğan herşeyi Ketche’ye bırakıyormuş, hatta BKM ekibi yerine Ketche’nin seçeceği farklı oyuncularla yola çıkılacakmış. Ve filmin çekimleri de Mayıs’ta başlıyormuş. Ne diyelim... Bu yenilik kulağa hoş geliyor.*****Kurtlar Vadisi Filistin’i bırak, Nonel ve Vovel’e bakİsrailli Oreet Ashery ve Filistinli Larissa Sansour işgal altındaki Filistin’le ilgili bir çizgi roman yapmışlar.Nonel ve Vovel isimlerini verdikleri, kendilerinden yola çıkarak yarattıkları bu süper kahramanlar hikâyenin kahramanları.İngiltere’de yaşayan iki sanatçı üç yıldır birlikte çalışıyorlar.Şu anda Tophane’deki DEPO’da Felafel Yolu adını verdikleri bu sergilerinde, çizgi romanın kare kare sergilenmesinin dışında, ikilinin üç yıldır beraber çalışmasının ürünü üçleme ve Felafel’in İsrail tarafından işgali üzerine 20 kısa video da var. Dünyanın anlayışına göre ‘düşman’ olan bu iki sanatçıdan, sergi açılışı için burada olan İsrailli Oreet Ashery’nin röportajını okudum.“Kitapta iki süper kahramanımız var, bir virüse maruz kalıyoruz. Virüs yüzünden süper kahraman haline geliyoruz ama aslında sanatçı olmak istiyoruz. Ama laboratuardakiler artık süper kahraman olduğumuz için sanatçı olamayacağımızı söylüyor. Virüs yaratıcı enerjimizden besleniyormuş, biz de Filistin’i kurtarma görevine çıkıyoruz!” diye anlatmış hikâyeyi.Ashery, İsrail ordusunda askermiş aslında.Ordudan ve İsrail’den ayrılabilmek için bir İngiliz’le evlenmiş.Şimdi de bir Filistinli sanatçıyla beraber Filistin’deki işgalin bitmesi gerektiğini söylüyor.Dost, düşman, sanat, gerçek, doğru; hayatla ilgili birşeyleri merak ediyorsanız cevapları DEPO’daki sergide.27 Şubat’a kadar devam ediyor...
Türkler de gerçekleri görürler, niye görmesinler... Ama gerçekleri görmeleri için altı-yedi facia olması, bir yerlerin patlaması, birilerin vurulması, insanların ölmesi, epeyce kan dökülmesi gerekir...Ne yapalım ki biz, ‘sessiz duran’ gerçeklere pek ‘aşina’ değiliz. Bizim gerçeklerimiz hep ‘gürültülü’ çıkıyor ortaya...“Ruh halimin güvercin tedirginliği” dediğinizde kimse dönüp bakmıyor. Size bakmaları için önce ölmeniz gerekiyor bu ülkede.Tıpkı, Hrant’ın korkularının, çığlıklarının duyulması için önce ölmesi gerektiği gibi...Bugün 19 Ocak, Hrant Dink’in katledilişinin üzerinden dört yıl geçti.Hrant Dink ‘hâlâ ölüyor.’Bazen bir kere ölmek de yetmiyor bu topraklarda gerçekleri görmek için.Devlet görevlilerinin bu cinayetten sorumlu olduğu gün gibi ortaya çıktı.Devletin kurumları bu cinayetin içinde...İhmali olan kimi görevliler korunuyor.Bu cinayetin hazırlanışında adı geçen Kemal Kerinçsiz, Veli Küçük, Sevgi Erenerol gibi Ergenekon’dan tutuklu birçok sanığa Dink cinayeti ile ilgili soru bile sorulamamış daha dört yılda... Ne tuhaf değil mi?İktidar, Ergenekon’u yakalıyor ama onu sorgulamayı bir türlü yapmıyor.Oral Çalışlar yazmıştı. Hrant’ın öldürülmesinden dört ay sonra Başbakan’la Suudi Arabistan gezisine giderken ona sormuş, “Hrant Dink’i devlet içindeki güçler öldürdü. Siz belgelere, bilgilere sahipsiniz, ne düşüyorsunuz?”Başbakan da “Beni de tehdit ediyorlar” demiş. “Kim?” diye sorduklarında da “Kim olduklarını iyi bilirsiniz” demiş.Genelkurmay’ın 27 Nisan muhtırasından bir ay önce olan bir konuşma bu... Onların kim olduklarını tahmin etmek zor değil.Hrant Dink’i öldürmek için planlar yapılırken, bir başka tarafta da darbe planlarının yapıldığı, başka gazetecileri, yazarları, aydınları da hedefleyen suikast planlarının olduğu, ölüm listelerinin oluşturulduğu, ülkeyi ‘düzeltmek’ isteyenlerin harekete geçmeye hazırlandığı, belgelerle ortaya çıktı.Hrant Dink ve iktidar aslında aynı taraftaymış düşmanlara karşı. Sadece biri Ermeni, biri Müslüman...Bu mu o büyük farkı yaratıyor yoksa!***2011’e geldik...İktidar, “Beni de tehdit ediyorlar” dediği güçlerle bazı hesaplaşmalar yaşadı.Onlardan korkmayacak kadar güçlü hissetti kendini... Alınmadık, alışılmadık kararlar alabildi. Ama Dink cinayetini çözmedi.Başbakan hâlâ “Beni de tehdit ediyorlar” diyebilir mi sizce o güçler için?İktidarın askerle ve emniyetle nasıl bir ilişkisi olabilir ki, bu cinayeti çözemesin?AK Parti, kavgasını yine yanlış yerde veriyor bana sorarsanız.Tuba Çandar‘ın “Hrant” kitabında Hrant’ın kızı Delal 19 Ocak gününü, “Brüksel’de işyerindeydim. Guillaume yanıma geldi ‘Bir şey konuşmam lazım seninle’ dedi. Koridora doğru yürüdü. Ben de arkasından... İşte o an bir şey oldu. Zaman yavaşladı. O koridorda yürürken hayatımın değişmekte olduğunu hissettim” diye anlatmıştı.Delal’in büyük bir acıyla değişen hayatının ve babasının ölümünün hesabını sormak, iktidardaki AK Parti’nin görevi...Niye sormuyor?Niye ağırdan alıyor?Hâlâ mı Başbakan’ı tehdit ediyorlar?Korkuyor mu Başbakan?Yoksa ‘kendisini bir zamanlar tehdit edenlerle’ işbirliği yapıp, onların işlediği cinayetin üstüne gitmemeyi kendi kişisel çıkarlarına ve hesaplarına daha mı uygun buluyor?Hangisi daha kötü, bilmiyorum.Ama üstüne vazife olmayan heykellerin “ucubeliğiyle” uğraşacağına, sorumluları apaçık ortada duran bu cinayetin aydınlanmamasının “ucubeliğiyle” uğraşsa; hakka da, hukuka da daha uygun davranmış olur.Tabii, hakla hukukla hâlâ bir ilgisi varsa...*****BU KONSER KAÇMAZ!Bu gece Balans‘ta ilginç bir konser var.Saki Çimen ve All Star Orkestra...Mazlum Çimen‘in oğlu Saki Çimen ilk albümü Rast-gele‘de kimlerle çalmıyor ki...Sırrı Süreyya Önder cümbüş, Cem Yılmaz bateri, Kürşat Başar saksafon, Erdem Akakçe bas gitar, Nebil Özgentürk bağlama, Cahit Berkay yaylı tambur çalacak bu gecede.Ve daha bilmediğimiz birçok sürpriz olacakmış konserde. Aynı ekip albümde de çalmış.Saki Çimen’le yapılmış röportajı okurken, babasının söylediği “Benim soyadım Çimen, ben nerede biteceğimi bilirim” sözünü okuduğumda Saki’nin güzel bir yerde bittiğini anladım.Bu akşamı kaçırmayın...Siz de doğru yerde bitin.Rast-gele’yi ve orkestrasını bu akşam Balans’ta dinleyin.***** Arena’daki protestoyu iki gün önceden biliyordumSpor sayfalarının aylardır ortaya döktüğü G.Saray ve Adnan Polat gerçekleri, Arena’nın açılışında tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı bana sorarsanız.Eskiden sadece spor müptelalarının aşina olduğu rezillikler, bu sefer daha ‘büyük’ bir kitle tarafından görüldü. Hatta bizzat Başbakan işin içinde... O da Adnan Polat’ın açılıştaki protestoyu üstüne yıkmaya çalıştığı 300 provokatörün bulunmasını bekliyor. Stadın tamamının ıslıkladığı gerçeğini sürekli unutturmak isteyen Adnan Polat ve Başbakan, şimdi bu provokatörlerin peşinde.Kimi bulacaklar, merak ediyorum...Oysa ben iyi bir G.Saraylı olduğum için Arena’nın açılışını heyecanla bekledim.G.Saray artık ha yıkıldı, ha yıkılacak diye beklediğimiz Ali Sami Yen’den uluslararası ölçülere uygun, modern bir stada geçecekti, oradaki bayram havası tüm G.Saray’a sirayet edecekti. Herşey çok güzel olacaktı.Olmadı...Adnan Polat, bunu bile başaramadı.Şimdi, aklıma takılan bazı sorulara cevap arıyorum...1. Hürriyet Gazetesi’nin haberine göre, Başbakan’ın yuhalanacağı haberi maçtan sadece 2 saat önce emniyet yetkilileri tarafından Adnan Polat’a bildirilmiş, Polat da çaresiz kalmış. Bu durum çok şüpheli... Çünkü açılıştan 2 gün önce VATAN’dan Gökmen Özdemir’le bu konuyu konuştuk. Gökmen “Başbakan’a protesto olma ihtimali çok yüksek. Yönetim bundan çekiniyor ama Adnan Polat galiba bu riski alacak” demişti. Gökmen’in bildiğini Adnan Polat’ın veya İstanbul Polisi’nin bilmemesi ne anlama geliyor?2. Bütün stadın yerleşimini Adnan Polat ayarlamadı mı? Biletleri kendi eliyle dağıtmadı mı? O stadı gören 42 bin kişinin hepsi de ‘seçilmiş’ değil mi?3. Protestonun bütün stada yayılmasının en büyük müsebbibi TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar’ın konuşmasıydı. Başbakan’ın ıslıklanmasına kızıp, kendi meşrebine göre bütün stada “ayar vermeye” kalktı Bayraktar ve fitili ateşledi. Ben Başbakan’ın ona kızmasını, “Kraldan fazla kralcılık yaptın, milleti galeyana getirdin, bak başımıza neler geldi?” demesini beklerdim. O da olmadı... Bayraktar özür dileyeceğine, G.Saray’a özür diletti. Bayraktar mutlaka özür dilemeli!4. G.Saray’ın iktidar karşısında el pençe divan durmasının tek nedeni Arena’nın hakları değil aslında. G.Saray yönetiminden bir arkadaşım anlattı dün: “3 önemli proje için devletin kapısındayız. Florya’da 300 villalık, G.Saray’a 300 milyon dolar kazandırmasını beklediğimiz proje için Maliye’den onay yazısı bekliyoruz. Riva arazisine villa inşaatı yapılması için yine B.Şehir Belediyesi ve Maliye’nin izin yazıları gerekiyor. Ve devlet bize sonradan imara açılmak üzere olan bir orman arazisi bağışlayacaktı. İlerde değerlenecek bu arazi için tam da onay aşamasındaydık. Son rezaletten sonra hükümet 3 projenin üstüne de çarpı atarsa, 600-700 milyon dolarlık gelirden olacağız ki, bu sadece Adnan Polat’ın değil, G.Saray’ın da sonu olur.”***Bu projeleri saçma sapan bir açılış hırsı nedeniyle tehlikeye atan Polat’ın ne yaptığını bildiğini hiç sanmıyorum. Ama açılışa Başbakan’ı rica-minnet çağırmasa, kulübünü doğru dürüst yönetse, taraftarlarıyla vıcık vıcık, ciddiyetsiz bir ilişki kurmasa, hatalı transferler yapmasa; sözü dinlenir bir başkan olacak ve başına zaten bunlar gelmeyecekti. Kendi hatasının günahını ödesin şimdi...Ama G.Saraylılar’ın da neyi kaybettiklerini bilmesi gerekiyor. Islıksa ıslık... Herşeye varım ama içim yanıyor şu düşülen duruma...
Bugünlerde Ak Parti, insanları tedirgin ediyor.Birçok köşe yazarında bu tedirginlik öfkeye dönüşüyor, bir kısmında da dostça bir uyarıya...Ama herkes aynı şeyi söylüyor:“Bu gidişin sonu iyi değil.”Örnekler veriyorlar, “ANAP’ın sonunu unutma.”Peki ANAP nasıl başlamıştı, hatırlar mısınız?Özal hiçbir politikacının söyleyemediği gerçekleri söylüyordu:“Bürokrasiyi ortadan kaldıracağım, devleti vatandaşın hizmetine sokacağım, bu ülkeye özgürlük getireceğim.”İktidara ilk geldiğinde çok önemli değişiklikler yaptı. Çok cesur kararlar aldı. Rakiplerine benzemeyen güçlü ve akılcı bir yanı vardı. “Şimdi bunların sırası değil” diyen tutuculara hiç aldırmadı.Yeni, taze, güçlü bir rüzgar gibiydi.Belediyelere büyük olanaklar sağladı, büyük bir üretim faaliyeti başlattı. Bürokratların üzerine gitti, dövizi serbest bıraktı, ihracatı arttırdı.Bunlar ülkenin havasını ve görüntüsünü bir anda değiştirmişti.Sonra ANAP ister istemez iktidara alıştı.“Aman kimseyi ürkütmeyelim” demeye başladı. Yapılması gereken değişikliklere “Sırası değil” diye karşı çıktı. Ülkenin yapısını değiştirecek önlemler yerine “para politikalarıyla oynayarak” işleri idare etmeye çalıştı. Bürokratların üzerine gitmekten çekindi.Kısaca, eski sistemin bir parçası haline geldi.Onu ‘büyüten’ o güçlü rüzgar kesilmeye başladı.ANAP’ın başlangıçtaki cesaretini kaybetmesi, her iktidar gibi iktidarını kaybetmekten korkması ona her şeyi kaybettirdi.Amerikalı romancı Fletcher Knebel‘in tam da bunu anlatan romanı Aday, şu sıralar Tayyip Erdoğan’ın hemen okuması gereken bir kitap bence...Çünkü roman, Amerika’daki başkanlık seçimlerini anlatıyor.Seçimler yaklaşırken eski bir kamyon şoförü çıkıyor ortaya.Yıllarca kamyonuyla ülkeyi dolaşıp durduğu için halkın bütün dertlerini çok iyi biliyor. Ve hiç bir politikacının söylemeye cesaret edemeyeceği gerçekleri söylemeye başlıyor. “Başkanlığa adayım” diyor.Önce adama kimse ilgi göstermiyor tabii. Ama bu yeni aday çarpıcı gerçekleri o kadar açıkça söylüyor ki, yavaş yavaş toplumun dikkati adama dönmeye başlıyor. Nasıl olsa seçilme şansı olmadığından hiçbir politik kaygıya kapılmadan sarsıcı gerçekleri söylemeye devam ediyor adam.Ta ki taraftarları artıp, bir büyük parti gelip “Bizim adayımız ol” diyene kadar.Adam kabul ediyor... İki büyük adaydan biri oluyor.Seçilme şansının çok büyük olduğunu hisseden aday, hiç kimseyi kızdırmamak için konuşma biçimini değiştiriyor.Öteki politikacılar gibi konuşmaya başlıyor ve seçimi kaybediyor.Böyle bir tehlike, her değişimcinin iktidarı oluşturan kadrolarla kucaklaşmasında ortaya çıkabiliyor aslında...En büyük sarhoşluk, iktidar sarhoşluğu oluveriyor birden.Sonra onu kaybetme korkusu yerleşiyor insanın içine.Ve insanlar kaybetmekten korkmaya başladılar mı... Mutlaka kaybediyorlar.AK Parti olsalar bile...*****Nazım’ın sesinden 58 Nazım şiiri...Her insanın tek bir yaşamı vardır.İnsanlık denilen büyük bir kalabalığın içinde hepimiz kendi küçük maceramızı yaşarız.Yalnızca tek bir yaşamı olan bizlerin, o hayat içinde insanlığı anlamamız, insanlığın içindeki bütün renkleri fark etmemiz mümkün değildir.Bu çaresizliğinin biraz olsun dinmesi ise ancak sanatla mümkün olabilir.Yazılan kitaplar, çekilen filmler, oynanan piyesler, yapılan resimler, heykeller...Bütün bunlar bizi zenginleştirir, bize insanlığın ağır akışı içindeki renkleri gösterir, bizi o tek yaşamdan kurtarır. İnsanlık arasındaki o büyülü köprüyü sanat ve sanatçı kurar.Sanatçılar ise birbirine pek benzemezler.Bazı sanatçılar size bildiğinizi hoş bir şekilde anlatır yalnızca. Onda değişikliği bulamazsınız. O sizi bilmediğiniz labirentlerde dolaştıramaz. Bu tür sanatçıları daha kolay beğenirsiniz, kendinize daha yakın bulursunuz ve unutursunuz.Bir de başka sanatçılar vardır.Onlar insanlığın daha önce keşfedemediği patikaları ararlar. “Bilinmeyen başka ne var?” diye bakarlar dünyaya. Kolayca beğenilmek değildir dertleri. Yeniyi, bilinmeyeni bulmak insanlığa yeni bir ışık daha eklemektir.Bu tür sanatçılar huzursuzlardır genellikle. Tatmin olmazlar.Herkesin beğendiği ortak bir noktayı yakaladıklarında yaptıklarını hemen bozup başka renkler aramanın peşine düşerler.işte ‘başka renklerin peşine düşmüş’ iki ustadan, Bedri Rahmi Eyüpoğlu ve Nazım Hikmet’ten... Bir kitap ve CD çıkıyor yarın. Büyük İnsanlık, Kendi Sesinden Şiirler kitabı ve CD...Eyüpoğlu’nun arşivinden Nazım Hikmet’in ses kaydı...Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun oğlu Mehmet ve gelini Hughette’a vasiyet ettiği Nazım Hikmet’in bu ses kaydı yıllardır özenle saklanmış.Nazım Hikmet 58 şiirini okumuş o banta. İçinde iki tane de daha önce hiç duyulmadık, bilinmedik Nazım Hikmet şiiri var.Kitabın ön kapağında ise yine daha önce kimsenin görmediği Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’ın yaptığı Nazım portresi var.İşte o bant 50 sene sonra bizlerle buluşuyor.1961 yılında bir gece Paris’te Nazım Hikmet ve Bedri Rahmi Eyüpoğlu bir kayıt yapmaya karar veriyorlar.Bedri Rahmi, Nazım Hikmet’i polisten korumak için kasedin başına kendi şiirini okuyor önce, “Yeşilden Mordan Pembeden.”Bedri Rahmi susunca Hazım Hikmet soruyor:“Başlayayım mı üstat?”Rahmi cevap veriyor:“Başla Reis.”Kayıt boyunca ikilinin yaptığı bütün konuşmaları da dinleyebiliyorsunuz...Yarın, 17 Ocak’ta -Nazım Hikmet’in gerçek doğum günü diyorlar- ‘vatan haini’ şairin sesi kendi ülkesini saracak.Çok geç de olsa...İnsanın içini bir sevinç, tatlı bir huzur kaplıyor...*****Haliç’teki “ucube”yi UNESCO durdurmuşCuma günü Hürriyet gazetesinde hem Gila Benmayor hem İsmet Berkan yazmıştı. İnşaatı halen devam eden Haliç’teki metro geçiş köprüsünü...Bu köprünün fikri Kadir Topbaş’a aitmiş, mimarı ise Hakan Kıran. Köprü, Haliç’e bir zamanlar ana ticaret limanıyken yabancılar tarafından Altın Boynuz denmesine gönderme yapmak için 80 metrelik altın renginde iki uzun direkli yapılmış.İsmet Berkan diyor ki:“Köprü, asma köprü olsa belki direklerin bir fonksiyonu olacak. Ama köprü asma değil.”Yani estetik anlayıştan çok uzak iki direk var köprünün üzerinde, projeye göre.Ama geçen yıl BM’ye bağlı UNESCO, bu yükseklikte direklerin İstanbul’un tarihi yarımada silüetini bozacağını, Süleymaniye Camii’nin minarelerini gölgeleceğini düşündüğü için yapılmasına karşı çıkmış.“Yaparsanız İstanbul’u Dünya Kültür Mirası listesinden çıkartırız” demişler. Boynuzlar 56 metreye inmiş hemen. Ama hala var... Ve hala çok uzun...Köprünün mimarı “UNESCO da köprünün dümdüz olamayacağını biliyor, en doğru çözüm eğik askılı. Bağımsız raportörler şimdi ‘Ayakların kısılması halinde neler olur?’u planlıyor.Son söz UNESCO’nun” demiş.Kars’a bile yetişip neyin ucube olduğunu söyleyen iktidar, İstanbul’daki bir köprüyü estetik açıdan doğru yapabilmek, iki altın rengi direğin ucube olduğunu anlamak için için UNESCO’nun sözünü bekliyor.İnsan gülsün mü, ağlasın mı, karar veremiyor doğrusu... *****İnan Kıraç’ın çıkışına dikkat...G.Saray Başkanı Adnan Polat’ın Aslantepe Stadı için hayatını feda eden Özhan Canaydın’a vefasızlık yaptığını düşünüyordum.Ama baktım ki, bu zihniyet bırakın Canaydın’ı, kurucu Ali Sami Yen’in ismini bile anmıyor yeni stadda... Kendi başına stadın ismini değiştirip Arena yapıyor.Sanırsınız ki, G.Saray tarihi Adnan Polat’la başladı, onunla nihayete erecek.Tam “G.Saray artık eski G.Saray olamayacak” diyordum ki...İnan Kıraç’ın çıkışı beni çok etkiledi. Milliyet’ten Murat Sabuncu‘ya söylediğine göre Kıraç, Adnan Polat’ı arayıp “Ya yeni statta Ali Sami Yen’in adını kullan ve G.Saray camiasından özür dile ya da istifa et” demiş.Polat şimdi yaptığı büyük gafı toparlamaya çalışıyor.İnan Kıraç, G.Saray seçimlerinin en etkili ismidir. Onun bu çıkışı “Adnan Polat’ın gidişinin başlangıcı” sayılabilir rahatlıkla...Demek ki G.Saray o kadar da sahipsiz değilmiş...
Dün gazeteler yazıyordu... RTÜK, “Muhteşem Yüzyıl” dizisini uyardı.Bir günde 75 bin şikayet gelmiş RTÜK’e, “Padişaha hakaret ediliyor” diye...O da, dizi bir daha aynı ‘ahlaksızlığı’ yaparsa yayından kaldıracakmış.Boşuna Çetin Altan yıllardır “Mesleksiz toplumuz” demiyor. Mesleği olan, üreten bir toplum olsak böyle mi algılarız gerçekten televizyonda oynayan -tarihi bir kahramanın hayatı bile olsa- dizileri?Pek sanmıyorum.Aslında ben tarihimizi gerçekten bildiğimizi de pek sanmıyorum.Diziye kızan kaç kişi gerçekten Kanuni dönemini biliyordur sizce? Bence çok azı...Ben diziyi sevdim.Sevdim, çünkü Kanuni Sultan Süleyman diye bir padişahımız olduğunu, Osmanlı dönemi diye bir geçmişimiz olduğunu hatırlattı.Geçen gün kitapçıda, orada çalışan genç kız “Bugünlerde herkes Kanuni ve Hürrem Sultan kitapları soruyor” dedi bıkmışçasına...O döneme ilişkin bu merakı “Muhteşem Yüzyıl” dizisi yarattı.O 75 bin kişi kızıyor diye dizinin yayından kalkması...Diziyi merakla bekleyen, kitaplar okuyarak o dönemi öğrenmeye çalışan insanlar için haksızlık değil mi?Ben de o kitapçıdaki kızı bıktıranlar biriydim geçen gün... Osmanlı İmparatorluğu’nu merak ettim yeniden.Çok da iyi kitaplar buldum.Ve sanırım bilinçaltı bir refleksle, diziye kızanları kızdıracak kitaplardan başladım okumaya.Geçmişten günümüze Millet-i Sadıka... Osmanlı Ermenileri.Kitabı Ermeni tarihi üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Panos Dabağzan hazırlamış.Devlet hizmetinde yüksek mevkide olanlar, devlet ve saray hekimleri, milletvekilleri, hukuk alanındakiler, amiraller, mimarlar, kuyumcular, öğretmenler.... Sayısız başarılı Osmanlı Ermenisi...Madem bugünlerde tartışılan mesele Kanuni... Hemen aradığımı buldum. Mimar Sinan... Mimarlar mimarı Koca Sinan...Mimar Sinan’ın Ermeni olduğunu biliyordunuz, değil mi?Kayseri’nin Kesi nahiyesine bağlı, ahalisinin tamamının Ermeni olduğu Ağırnas köyünde doğduğunu, Yavuz Sultan Selim zamanında 20 yaşında devşirildiğini...Kanuni’nin ilk seferi olan Belgrad’a yeniçeri olarak gittiğini...Daha sonra da değişen rütbelerle Kanuni’nin tüm seferlerine katıldığını...17 yılın ardından da baş mimar olduğunu, üç padişah döneminde 40 yıl baş mimar olarak kaldığını...Sayısız cami, medrese, türbe, köprü, saray, hamam yapan Mimar Sinan’ın en önemli eserlerinin İstanbul Süleymaniye Camii ve Edirne Selimiye Camii olduğunu...Hatta önünden geçtiğiniz çoğu eseri onun yaptığını...Belki biliyorsunuz.Belki şu an okudunuz.Belki siz de bir kitapçıya doğru yola çıktınız.Ama umarım, bu büyük usta Mimar Sinan’ın hayatı bir gün film olsa, “O Müslüman doğdu” diye ayaklanacaklardan değilsinizdir...***Hüseyin Çelik alkolü bıraksın uyuşturucuya baksınBir de içki yasağı var, tartışılan...İçki satışı ilgili yeni düzenlemeyi anlatırken “Anayasa, devlete gençleri içkiden koruma görevi vermiştir” diyen Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik var...Bana yaşlanmanın iyi bir şey olduğunu hatırlatan, “İyi ki devletin koruyacağı bir genç değilim” hissini veren...Yıllar önce, Oxford Üniversitesi tarih profesörü Alex de Jonge, Sovyetler Birliği’nin eski lideri Stalin’le ilgili bir kitap yazmıştı. Kitabın ilginç bir giriş bölümü vardı.Yazar dünyayı içki kuşaklarına ayırmıştı.Birinci içki kuşağı, hububattan yapılan içkileri içenlerdi. Avrupa’nın kuzeyini kapsayan bu bölgeye İskoçya, İskandinavya, Finlandiya, Sovyetler Birliği’nin bir kısmı giriyordu...Bu tür içki içen bölgelerin insanları mümkün olduğunca süratli sarhoş olmak istiyor. Çok içtiğinde vahşileşebiliyor. Şiire yatkın... Bayramlarda, festivallerde sokaklarda sarhoş dolaşıyor. Hububattan yapılmış içki içiyor ama hiçbir içkiye de hayır demiyor.Diğer bir kuşak, bira içenler...Bu bölgelerde yetenekli ve istekli endüstri işçileri var. İngiltere, Kuzey Fransa, Almanya... “Son zamanlarda Japonya da bira içenlere katıldı” diyordu Alex de Jonge o yıllarda.Bira içenler sarhoş olmaktan çok karın şişirmeye yatkınlar.Üçüncü kuşak şarap içenler... Avrupa’nın güneyi, İber yarımadası, Güney Fransa, İtalya, Yunanistan, Güney Almanya ve Avusturya...Şarapçılar çok az sarhoş oluyorlar ama ayık gezdikleri de pek yok. Genellikle çakırkeyif dolaşıyorlar. Sohbeti seviyorlar. Aşırı çalışmaya, şiire ve sonsuz ayyaşlığa meraklı olmayanlar için en keyifli olanı şarap kuşağı.Ve bu üç kuşağın altında Müslüman bölgesi başlıyor.Profesöre göre onların özellikleri çok kısa:Tatlı yerler, esrar çekerler, çay içerler.Anlaşılan profesör, bizim rakıcılığımızı atlamış.Aralık ayının sonlarına doğru, İstanbul Valiliği’nin onayıyla İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve İstanbul Emniyeti Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’nün ortaklaşa yaptığı “madde bağımlılığı” anketi sonuçlarını yayınlanmıştı.Ankete, İstanbul’un 28 ilçesindeki 154 okulda okuyan 31 bin 272 öğrenci katılmış.Son yılların en kapsamlı “madde kullanımı” araştırması, lise öğrencileri arasında esrardan kokaine, ‘ecstasy’den ‘captagon‘a kadar uyuşturucu madde kullanımının yayıldığını ortaya koyuyordu.Uyuşturucu kullanma yaşı 14’e kadar düşmüştü...Üstelik her 100 öğrenciden 1’i, gramı 150 dolardan satılan sosyete uyuşturucusu kokaini kullandığını itiraf etmişti.Aklını içkiye takan Hüseyin Çelik, gençleri içkiden koruma görevinden bahsedince aklıma Profesör Alex de Jonge ve uyuşturucu yaşının 14’e düştüğü geldi.Tuhaf bir memleketiz...Gençlerini uyuşturucudan koruyamayanlar içkiden korumak istiyor.Benim Çelik’e tavsiyem şu:Siz gençleri uyuşturucudan koruyun, onlar kendilerini içkiden korurlar.***Asıl vahim tablo bu...- Öğrencilerin yüzde 3.3’ü, en az bir kez esrar içmiş.- Yüzde 2.4’ü de yine en az bir kez uçucu madde kullanmış.- Öğrencilerin yüzde 1.6’sı ecstasy içmiş.- Yüzde 1.4’ü amfetamin kullanmış.- Yüzde 1.2’si LSD kullanmış.- Yüzde 1’i de kokaini en az bir kere denemiş.***Gazete Devrimi tutacak mı?Apple iPad’i çıkardığında en çok bir gazete devrimi yaşanacak diye heyecanlanmıştı insanlar.iPad gazeteciliği başlayacak, bu son zamanların en büyük devrimi olacaktı.Tam olabildi mi, kuşkuluyum...Financial Times’ın iPad uygulaması 487 bin yüklemeye ulaşmış.Ama Wired dergisinin 73 bine ulaşan iPad versiyonunun satışlarının 23 bine düşmesi “iPad yaygınlaşıyor ama beklenen gazetecilik devrimi olmuyor mu yoksa?” diye düşündürmeye başlamış bile.Çünkü aynı sorun Vanity Fair ve GQ dergilerinde de yaşanıyormuş.Şimdi sıra Ruport Murdoch’ta...Bakalım olacak mı?Rubert Murdoch yalnız iPad için hazırlanacak bir günlük gazete için 30 milyon dolarlık yatırım yapmış.100 kişi çalışıyormuş bu proje için.Adı The Daily olan bu gazede sonunda 19 Ocak’tan itibaren iPadlere indirilebilecekmiş.Sadece 99 sente bir hafta boyunca The Daily okunabilecekmiş.Bu arada hala fotoğraf yüklemek hayli zaman alıyormuş ve ses kayıtlarının nasıl digital gazetelere yerleştirilebileceği sorunu hala çözülememiş.Kendimi bu olumsuz haberleri duyduğumda sevinirken buluyorum.Sanırım ben hala kağıt kokusunu çok sevenlerdenim.***Yarın plak pazarı kuruluyorNublu’da her ay düzenlenen plak pazarı bu ay 15 Ocak’ta, yani yarın... Saat 1’le 6 arası kurulacak pazarda İstanbul’un bütün seçkin plak satıcıları olacak. Ayrıca siz de, evinizdeki plakları satmak ve değiştirmek isterseniz, pazarda bunu yapabilirsiniz... Plak meraklıları... Bu cumartesi bu az eğlenceli pazarı kaçırmayın. Asmalimescit Jurnalsokak’ta bu cumartesi plak pazarı var. Belki karşılaşırız...
Bir pusulanın içine minicik bir mıknatıs parçası atın, bakın ne olacak...Kuzeyi göstermesi gereken ibre, birden çılgına dönecek... Kuzeyi, güneyi, sağını, solunu şaşıracak.Son zamanlarda AK Partili yöneticilerin söylediği her söz, aldığı her karar, çıkarttığı ya da çıkartmaya çalıştığı her yasa, özellikle onu destekleyenleri, ülkeyi yönetirken aldığı cesur kararlar yüzünden oyunu AK Parti’ye vermiş insanları, pusulasına mıknatıs atılmış acemi keşşafa döndürdü.Bugünlerde ne Başbakan’ı anlamak, ne AK Parti icraatlarını benimsemek mümkün çünkü...AK Parti, kendisine benzemediği halde onu destekleyenlerin desteğini hızla kaybediyor.Kendisini destekleyen ilerici insanların “Değişimi bunlar yapabilir” inancını yerle bir ediyor.Ama böyle insanlar için bu ülkede bir büyük sorun daha var.Kendi inandığımız değerlere benzer bir değer sistemi olan partiyi bulmanın zorluğu...CHP ve MHP çok tutucu...Ama tutuculukları bile eski model, yeni hiçbir şey yok.Zevksiz, renkleri solmuş, kirli, üstümüze küçülmüş, tek özelliği anneannemizden kalmış olması olan eski bir kazak gibiler...AK Parti ise seçim yaklaştıkça, üstelik elinde cesur ve yenilikçi olabilecek bütün enstrümanlar varken, onları kullanmayıp diğerleriyle tutuculukta yarışır hale geldi.Ne cesaret, ne akıl, ne izan...Hiçbiri kalmadı.İnsan, elinde saf ipekten bir kumaş varken neden aklını komşunun renksiz kazağına takar ki...Bana bunun tek cevabı var gibime geliyor. Zamanını savaşlarda harcamış bir ulusun çocuklarıyız biz.O dönemde insanların hepsi müstakbel şehit olarak değerlendirilmiş. Kimse onların yetiştirilmesiyle, eğitilmesiyle uğraşmamış.Ağır savaşlar yüzünden düzgün çalışan ekonomik bir sistem de kuramamışız.Sistemsiz bir kargaşa içinde bürokratların keyfine göre çalkalanan bir toplum olmuşuz.Üretmemişiz...Üretememişiz daha doğrusu!Üretim, kaliteli bir insan malzemesine sahip olmakla mümkün çünkü.O yüzden gelişmiş ülkeler insana çok değer verir zaten.Biz ise üretmediğimiz için hiçbir zaman yetişmiş insana ihtiyaç duymayız.İnsanlar, devletten daha önemli değildir.Eğitimsiz, bakımsız, sahipsiz, örgütsüz, güçsüz insanlar olmuşuz bu sistemin içinde.Bürokrasimiz de güçlenmemize, kendi aramızda birleşmemize hiç bir zaman izin vermemiş.Bu insafsız sistemin toplumun yapısına damgasını vuran izlerine de her yerde rastlıyoruz.Başbakan çıkıp bir sanat eserine “Ucube bu, yıkın” diyebiliyor...Neden diyemeyeceği günlerdir yazılıp çiziliyor zaten...Ülkenin başbakanının kendisini padişah sanmasının demokrasilerde mümkün olmadığı söyleniyor. Ben bir kez daha bunu söylemeyeceğim.Ama bana daha acıklı gelen başka bir şey var.Bu ülkenin başbakanı bir sanatçının yaptığı esere “ucube“ derken saygı sınırlarını aştığı ve demokrasiyi kanattığı kadar, Başbakan olabilsek bile üretimsiz bir toplumun cahil çocukları olmayı sürdürmekten vazgeçmediğimizi de gösterdi bana.Başbakan’ın cehaleti ve saygısızlığı o kadar önemli değil de, Ak Parti’nin bu tavrı “bir siyaset” sanması, üreten, değişen bir topluma öncülük etme iddiasından vazgeçmesi asıl önemli olan...Ak Parti, tutucu bir “sistem partisi” olurken, bu ülkenin değişmesini isteyenler siyaset sahnesinde gene partisiz ve örgütsüz kalıyor.Yalnız kovboylarız yeniden...Birbirimizi arayarak, bir gün çoğalacağımızı ve ülkeyi değiştireceğimizi umarak, bozkırın karanlığında hayal kırıklıklarımız ve hiç bitmeyen ümitlerimizle dolaşıp duracağız.***Leman dergisi 20. yılını kutluyorYarın Leman, müthiş bir 1000’inci sayıyla çıkıyor.48 sayfa, daha iyi kâğıda basılacak sayı için, derginin kurucularından Bezgin Bekir’in çizeri Tuncay Akgün, 1000. sayının her zaman yaptıkları derginin dışında bir dergi olacağını söylüyor. “Formatımızın dışına çıkacağız, politik havadan sıyrılacağız. 1000 sayı sonra böyle bir hakkımız var” dedi geçen gün NTV’de. 1000. sayıya klasik kadronun yanında Leman’da çalışmayan, hatta hiç çalışmamış isimler de katkı sağlıyormuş.Yarını iple çekiyorum.Meraklısıysanız, bu özel sayıyı kaçırmayın..***Ben Ayşe Kulin, nasılım?Ayşe Kulin’in “Hayat ve Hüzün Dürbünümde Kırk Sene” ismini verdiği kitaplarını okudum haftasonu.Kitabın arkasında “Bu kitaplar, Edip Cansever’e rahmetle selam olsun, ‘Ben Ayşe Kulin, Nasılım?’a yanıtımdır.” diye yazıyor. Kitap da bu cümleyle bitiyor zaten:“Ben Ayşe Kulin, Nasılım?”Edip Cansever’in o çok sevdiğim şiiri... Neredeyse yıllardır tek bir satırını bile yeniden okumadığım “Ben Ruhi Bey, Nasılım?” şirine gönderme yapıyor Ayşe Kulin, kırk yılın yaralarını temizlerken...Çok severek okudum iki kitabı da, bir sonraki sayfasını merak ederek...Aslında otobiyografik kitaplardan korkarım.Çünkü kendi hayatını anlattığını zannederken aslında bir başkasının hikayesini, hayatını, belki de söylemek istemediği gerçeğini anlatırsın. Anı ne demektir ki?Çoğunlukla içinde başkalarının da olduğu anlar... “Kendimi yazıyorum” diyenler, beni biraz ürkütür o yüzden... Ayşe Kulin, “Hayat ve Hüzün”ü okuyucuya öyle içten bir şekilde sunuyor ki, insanı bir anda içine alan bir filmin seyircisi oluyorsunuz sanki.Korkmanıza gerek olmuyor. Çünkü “Bu kimin hayatıydı?” diye düşünmenize fırsat vermeden hayat ve hüzün akıyor sayfalardan...***“Nasıl olacaksınız Ruhi Bey?Bugün de erkencisiniz Ruhi Bey.Bira mı içiyorsunuz Ruhi Bey?Böyle sabah sabah Ruhi Bey...Akşam akşam Ruhi Bey...Akşam sabah Ruhi Bey...Cigara alır mıydınız Ruhi Bey?Yakalım Ruhi Bey, yakalım.Böyle üşümüyor musunuz Ruhi Bey?Benim de ayakkabılarım su alıyor Ruhi Bey.Ne olur ne olmaz kış Ruhi Bey.Ee, daha nasılsınız Ruhi Bey?- İyiyim, iyiyim.”(“Ben Ruhi Bey, Nasılım?”dan bir bölüm.)
Sizce bugün Türkiye’nin en büyük gerçeği nedir?Bence yaşadığımız en büyük gerçek şu: Türkiye’nin her türlü direnişine rağmen ülkenin dünyadaki değişimlere paralel olarak süratle değişmesi.Bu değişime uygun olarak da bütün kireçlenmiş tabuların birer birer kırılması...Ama o kadar geri kalmış, toplumsal çarpıklıkları olan bir ülkeyiz ki her türlü değişim, korkuyu, sıkıntıyı ve sancıyı da beraberinde getiriyor kaçınılmaz olarak.Bazen de tepkiler “saçmalık” düzeyine çıkıyor.Show TV’de “Muhteşem Yüzyıl” adında bir dizi başladı... Kanuni Sultan Süleyman’ı ve Hürrem Sultan’ı esas alarak biraz Osmanlı’yı ama aslında aralarındaki aşkı anlatacak bir dizi olacak sanırım...RTÜK’e şikayet yağmış... Bülent Arınç da üzüntü ve endişe içinde olduğunu söylemiş ve eklemiş:“Şikayetler dikkate alınacak, gereken yapılacak.”Dürüstlüğünü, açıklığını, cesaretini çok sevdiğim Arınç’ın sözlerini üzülerek ve şaşırarak okudum.Arınç niye endişe içinde?Osmanlı Sarayı’nda Harem olduğunu yeni mi öğrendi, Kanuni’nin oğlunu ve torunlarını boğdurduğunu bilmiyor muydu, Kanuni’den sonra tahta çıkan ve halifeliği devralan oğlu Sarı Selim’in alkolik olduğundan haberdar değil miydi?Bunları bilmeyecek kadar cahil olduğuna inanmak zor. O zaman onu endişelendiren ne?Gerçeklerin, üstelik de televizyon dizisinde olabilecek kadarının görünmesi mi? Yakışıyor mu Bülent Arınç çapında birine gerçeklerden korkmak?Ya RTÜK’e başvuran halkımız... Onlar ne istiyor?Kanuni ile ilgili gerçekler gösterilmesin, onların da derdi o. Arınç’ın konuşmasını ilk okuduğumda büyük bir hayâl kırıklığına uğramış ve çok kızmıştım.Kızmamalıyım aslında, o da bir politikacı işte.Kemalistler’in “Mustafa” filmini, muhafazakârların “Muhteşem Yüzyıl” dizisini yasaklatmaya uğraştığı, yasakçı bir toplumda kendi seçmenine hoş görünmeye çalışıyor herkes...Yıllarca yasaklar koya koya, bütün bu halkı eroine alıştırır gibi yasağa alıştırmışlar, yasaklar biraz azalınca, tabular biraz kurcalanınca önce halk bağırıyor.Kemalisti, muhafazakârı hiç fark etmiyor.Bu halk, kendilerine anlatılan yalanları seviyor, o yalanlara aşık olmuş.Gerçeklerden ödü patlıyor.Halk bu kadar korkak ve yasakçı olunca, sadece “masal” dinlemek isteyince gerçeği savunacak kimse de kalmıyor.“Bu, galiba diğerlerinden farklı” dediğiniz Arınç gibi politikacılar bile ilk fırsatta “halkıyla kaynaşıyor”, yalanların devamını istiyor.Ben de bu halkın bir parçasıyım, benim yalancılık yarışında sizden neyim eksik?Ben de sizin kadar tarih anlatabilirim.Osmanlı’nın ve cumhuriyetin yöneticilerinin hiçbir zaafı, hiçbir günahı olmamıştır!Onlar büyüktür, muhteşemdir, kutsaldır, insanüstüdür.Bu ülkeyi Süpermenler yönetmiştir.Boş vakitlerinde de uçarlardı zaten, gökyüzünde fıldır fıldır gezerlerdi.*****Erdoğan çiftini tanıştıran kadının çarpıcı öyküsü...Aktüel dergisinde Sibel Erarslan‘ın Ocak ayı sonunda çıkacak, Şule Yüksel Şenler‘i anlattığı “Bize Ne Oldu?” kitabıyla ilgili Şule Yüksel’le yapılan röportajı okudum...Kitap, İslami kadın hareketinin en önemli ismi Şule Yüksel Şenler’in mücadelesini anlatıyormuş.İlgimi çekti...Şule Yüksel, baş örtüsünü rüzgarda uçmasın diye arkadan bağlayarak türban bağlama modelleri içinde en yaygın ve meşhur hale gelen şulebaş modelini yaratan kişi.Bunu duymuşsunuzdur.Zamanında konuşmalarıyla, yazılarıyla binlerce kadını peşinde sürükleyebilmesindeki gücü anlatılır, o dönemde gazetecilik yapmış olması, yazdığı yazılar yüzünden hapse girmesi hayatının ilgi çekici parçaları gerçekten.Nasıl bir hayat yaşadığını merak ediyorum.Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan, Şule Hanım’ın bir konuşmasını dinledikten sonra kapanmış.17 yaşındaymış. Ağabeyinin ısrarlı tavrına rağmen kapanmak istemeyen Emine Hanım, Şule Hanım’ı görünce “Böyle olursa kapanırım” demiş.Şule Yüksel o dönemi “Başı açık gelen başörtülü çıkıyordu” diye anlatıyor.Tayyip Erdoğan’la Emine Hanım’ı tanıştırıp evlendiren yine Şule Hanım’mış.“Tayyip Bey, Erbakan döneminde gençlik kolları başkanıydı. Kadınlara hiç bakmaz, gözünü yerden kaldırmazdı. Bir gün bir toplantıda annesinin izniyle Emine’yi de yanıma aldım. Emine o güne kadar Tayyip Bey’i hiç görmemiş. Tayyip Bey çıktı, konuşmasını yaptı. Bu arada dikkat ediyorum, kadına kıza katiyyen bakmayan Tayyip Bey’in gözü bizim oraya kayıyor. Kısmet oldu, evlendiler.” Röportajda kendi evlilikleriyle ilgili anlattıkları benim daha fazla ilgimi çekti aslında.Şule Yüksel Şenler şu an 73 yaşında...“Ben eşlerime hiç aşık olmadım. Hiçbirini sevmiyordum. Sevgisiz bir hayat. Aşkı ben çok genç yaşta tanıdım. 14’ten 18’e kadar... Nişanla noktalanıyordu, söz kesildi, fakat bozuldu. Ama bir ömür bende kaldı. Ve halen de öyledir.”73 yaşında, başı kapalı, hatta İslami kadın hareketinin temcilcisi olmuş Şule Yüksel Şenler’in bunları söylemesi kitabı iyiden iyiye merat ettirdi bana. “Kafamdaki sadece bir bez parçası, saçlarımı örtmeme yarıyor. Bir kadın olarak duygular aynıdır” diyen Şenler, kadının her zaman kadın olduğunun kanıtı işte.Aslına bakarsanız başka ne olabilir ki zaten?*****BKM bunu dizi yapsın!Ata Demirer’in yazdığı ve başrolünde Demet Akbağ ile beraber oynadığı Eyyvah Eyvah 2’yi izlerken çok güldüm.O senaryonun iyi oyunculukla birleştiği her yerde gülmemeniz, kahkaha sesini duymamanız imkansız.Ata Demirer’in senaryoda başardığı şey: Bunu başarmak için hiçbir hesap yapmaması.Gerçeklik hissini veren de bu... Senaryoyu yazarken hiçbir zorunluluk hissetmediğini, seyrederken çok rahat hissedebiliyorsunuz.Bu da filmi sevmenizi sağlıyor.“Bu ilki tuttu, ikincisini yapalım filmi değil” demiş Ata Demirer...Doğru söylemiş..Çünkü devam filmi olmasına rağmen seyirciye dayattığı hiçbir şey yok filmin.Başarısı da burada zaten.BKM yöneticilerine bir önerim var... Bu karakterlerden dizi yapın.Hüseyin Badem, Firuzan, Dede, Müjgan...Acaba Müjgan’la Hüseyin’in çocuğu kız mı erkek mi?Firuzan ünlü ve mutlu olacak mı?İspanyol‘la aşk yaşayacaklar mı?Şimdiden onları özledim...*****Siyah Kuğu...Darren Aronofsky’nin Siyah Kuğu (Black Swan) filmini izledim. Uzun zamandır bu kadar iyi bir oyunculuk izlememiştim. Bir balerini canlandıran Natalie Portman inanılmaz etkileyiciydi.Kuğu Gölü’nü sahneye koyan bir yönetmen baş balerini değiştirmeye karar verir ve kendine yeni bir dansçı arar.Beyaz Kuğu’yu ve Siyah Kuğu‘yu aynı anda olabilecek birini aramaktadır.Sadece Beyaz Kuğu olsa mükemmel olan Nina‘yı (Natalie Portman) seçer.Ve ona şunu sorar:“Niye sahnede kendini kaybetmiyorsun?”Nina da “Tek istediğim mükemmel olmak” der. Koreografın verdiği cevapsa unutmayacağım cümlelerden biri oldu:“Mükemmel olmak istiyorsan, kendini kaybetmeyi de becereceksin!”Nina içindeki Siyah Kuğu’yu aramaya başlar. Belki de onu saklamak için sadece mükemmel bir Beyaz Kuğu’dur.Filmin sonuna kadar buna karar veremeyeceksiniz... Her insanın içindeki aydınlık ve karanlık tarafları bir dansçının ruhunda arayan film, rekabeti ve arkadaşlığı da çarpıcı bir şekilde anlatıyor.Gerçekten çok beğendim ve etkilendim...*****Stad tamam G.Saray nerede?Galatasaray’ın yeni stadı 15 ocak’ta açılıyor. Bir hafta kaldı. Stadın özellikleri bir an önce orada maç seyretme isteği uyandırıyor insanda. Ay sonu bu isteğimiz gerçek olacak. Kale arkası ve tribünler arası 8 metreymiş. Tribünlerle yan çizgilerin arası 6 metre... Seyirciyle iç içe olacak yani herşey. 157 loca varmış. 5 bin VIP kombine satılıyormuş. Çimler Hollanda’dan getirilmiş ve alttan ısıtmalıymış. 60 bin kişi çok rahat maç izleyebilecekmiş. Sanırım gerçekten iyi stadı oldu Galatasaray’ın. Şimdi geriye, kaybolan Galatasaray’ı bulmaya kaldı iş.
Bana sorarsanız sistemin derinine saklı tümörü bulmadıkça üst taraftan hükümetleri budayarak hastalığı tedavi edemeyiz.Çünkü baskı, sadece kendinden yana olmak, yalan, arkadan vurmak çarpık sistemimizin özünde var.Bunlardan kurtulmak, yargıda gerçek reform yapabilmek için sistemin tüm tümörlü parçalarından kurtulmamız gerekiyor.Neredeyse tüm tarihimize yayılan bu çarpıklığı sadece hükümetlere ve politikacılara bağlayıp geçemeyiz.Daha doğrusu bir kez daha bunu yapmayalım...Hükümeti eleştirelim ama şu anda sahip olduğumuz cerahatli yargı sorunumuzu politikacılar üzerinden çözmeye çalışırsak yine sorunumuzu çözemeyeceğiz.Politikacıları değiştirsek bile çürümüş sistemimiz değişmediği sürece ağır, utanılacak sorunlarımız hep olacak.Bunca değişik dönem, bunca değişik hükümet, bunca değişik başbakan gördük...Peki hiç adaletli işleyen hukuk sistemi gördük mü?Ya da biz Türkler hiç hayatımızda gerçek hukuk anlayışıyla tanışabildik mi?Hatırlasanıza...Cumhuriyetin ilk dönemlerinde istiklal mahkemeleri kurulmuştu. Yeni sisteme karşı olanları yakalayıp biraz ‘acele’ bir şekilde yargılıyorlardı. Söylentilere göre binlerce insan asıldı bu mahkeme kararlarıyla.Kimse de “Bu asılanların hepsi suçlu mu, işler biraz aceleye gelmiyor mu, masumları koruyalım” demedi.O sıralar böyle bir söz, söyleyenin son sözleri de olabiliyordu çünkü...***Sonra Takrir-i Sükun Kanunu çıktı... Bu kanun, öyle ‘fazla konuşmanın, ileri geri laf etmenin’ hayırlı bir şey olmadığını vatandaşa hatırlatıyordu. ‘İleri geri’ konuşanlar da bu kanunla cezalarını çekti zaten.Daha sonra çok partili dönem geldi. Cumhuriyet nasıl Çankaya’da verilen bir kararla kurulduysa, demokrasi de Çankaya’da verilen bir kararla ‘aniden’ oluverdi.Ama bu “demokrasi” hiçbir şeyi değiştirmedi.Önce komünist diye aydınları içeri attılar. Alkışlayanı çok oldu bu hareketin...Sonra Tahkikat Komisyonları kurdular. Ardından 27 Mayıs geldi. Bu ‘kurtuluş’tan da tutuklamalar, yasaklamalar, idamlar çıktı. Daha sonra Adalet Partisi’nin önderliğinde aydınlara yapılan baskılar arttı. Nereden kaynaklandığı belli olmayan terör olayları ülkeyi sardı buna ilave olarak. Ve yeniden darbe oldu. İnsanlar kitleler halinde hapislere atıldı.Bir zaman sonra, tekrar sivil yönetime geçildi ama haksızlıklar, yasaklar, bozukluklar düzelmedi.***Derken meçhul kaynaklardan Türkiye’nin sokaklarına silah akmaya başladı. Paralarını kimin ödediği belli olmayan silahlar gençlerin eline verildi. Ölenler, işkence görenler, hesapsız kitapsız hapislerde çürüyenlerin sayısı giderek arttı.Hukuksuzluk artık tek hukuk haline geldi.Hapishaneler masumların, haksızlığa uğrayan insanların atıldığı bir yer haline döndü neredeyse.Sonra gene darbe... Gene hapishaneler, işkenceler, idamlar...Sonra tekrar sivil hükümet... Sonra bir yeni hükümet daha... Bir tane daha...O dönemler, Güneydoğu’da öldürülen Kürtlerin, faili meçhullerin bugün anca biraz biraz üstü açılıyor.Sıkıldınız mı?Sıkılmayın bu bizim kendi hukuk tarihimiz...Hep aynı mantık uygulanmış, fark etmiyor musunuz?Devleti yönetenler “Ben ne istersem yaparım”a inanmış. “Hukuk benim aldırdığım bir şey değildir, hukuk benim” demişler.Bugün olanlar da onun uzantısı işte...Ama ben şunu merak ediyorum:Bu ülkede hukuk sistemi bir gün gerçekten düzelse bile, vicdanlarımız seyircisi olduğumuz onca ölümün, acının ağırlından nasıl kurtulacak?*****Rusya Tolstoy’u hâlâ cezalandırıyorTolstoy‘a düşkünlüğümü bilen Amerikalı bir arkadaşım New York Times‘da 3 Ocak günü yayınlanan makaleyi göndermiş bana.Yazı, günümüz Rusya’sında Tolstoy’un giderek değer kaybettiğini, hatta Tolstoy’un artık önemsenmediğini anlatıyor.Sovyetler’de gördüğü itibarı şimdiki devlet adamları Tolstoy’a göstermiyorlarmış.Acıyla karışık tuhaf bir şaşkınlık hissettim, çünkü böyle tuhaf şeyleri sadece biz yaparız zannediyordum.Geçtiğimiz Kasım ayında ölümünün 100. yılıydı Tolstoy’un.Rusya’da sıradan bir anma ile hatırlanmış büyük yazar. Hatta hatırlanmamış bile...Geçen günlerde yeni seyrettiğim ve çok beğendiğim Tolstoy’un son bir senesini anlatan “The Last Station” (Aşkın Son Mevsimi diye Türkçeleştirmişler) filminin Rus yapımcısı, Rus devletinin desteği için her bakanlığına yazmasına rağmen cevap bile alamamış...Ve filmin tanıtımını yaparken “Rusya’yı ben temsil ediyorum” demiş.Michael Hoffman‘ın çektiği filmde Christopher Plummer olağanüstü canlandırmış Tolstoy’u.Helen Mirren‘ı Kontes Sofya rolünde izlerken bir an için bile şüphe etmiyorsunuz gerçekliğinden.Film, Tolstoycu düşüncenin daha fazla yayılması için kitaplarının hakkının aileye mi yoksa halka mı bırakılması kavgasını müthiş anlatıyor.Moskova’da sönük bir gala ve Kültür Bakanlığı’nda düzenlenen bir resepsiyon dışında Tolstoy’un ölüm yıldönümü bilinçli olarak görmezlikten gelinmiş.İnanılacak gibi değil...Rus Ortodoks Kilisesi’nin Bolşevikler’in yükselişine yardım ettiği, biraz da kiliseye kafa tuttuğu için aforoz ettiği Tolstoy, Rusya’da ölümünün 100. yılında hala cezalandırılıyor.Ortodoks kiliselerinde hala Tolstoy için mum yakılmıyor, anma yapılmıyormuş.Kilisenin açıklaması ise pek özgürlükçü:“Kilise, Tolstoy’un unutulmaz güzel eserlerinin hakkını veriyor, yazarın ölüm yıl dönümünde Rus Ortodoks okuyucuları tek başlarına dua edebilir, buna izin veriliyor.”İnsan gerçekten bu ‘özgürlükten’ etkileniyor doğrusu.“Gelecek 100 Yıl” kitabında George Friedman, “2020’lerin başında Rusya bir çöküş ve parçalanma yaşayacak” diyor.Ben New York Times’ın Tolstoy makalesinden sonra buna inandım.Rusya çöker ama Tolstoy yaşamaya devam eder.Ölümünün 100. yılı kutlanan Tolstoy her zaman Rusya’dan büyük olacak çünkü...*****Sevişirken telefon çalarsa yanıtlar mısınız?Dünyanın en büyük teknoloji fuarı CES dün Las Vegas’ta başladı.2011’de tanışacağımız bütün ürünler orada olacak.1967’den beni düzenlenen bu fuarda video kayıt cihazından kameraya, tetristen Amiga’ya kadar düzinelerce yeni teknoloji tanıtılmış bugüne kadar.İnsan gerçekten 2011 teknolojisini merak ediyor.O fuarda olup bunları yakından görmek isterdim.Her yıl yaklaşık 20 bin yeni ürün tanıtılıyormuş.Bu sene de Eee tablet serisinin CES’in gözdesi olması bekleniyor.Apple iPad’le yarışacak olan ürün, Haziran’da 500 dolardan satışa çıkacakmış. Dün Radikal gazetesinde Serdar Kuzuloğlu yazıyordu, 2014’e kadar çoğunluğu ABD ve Avrupa’da olmak üzere dünyada 11 milyar kablosuz internet erişim noktası olacakmış.Şu anda 2 milyar erişim noktası varmış.Koyulan hedefin büyüklüğü insana, gelecek fuarlarda nasıl yeni teknolojilerle karşılaşabileceğimiz açısından bir fikir veriyor doğrusu.Fakat bir taraftan da teknoloji geliştikçe kendine esir ediyor hepimizi.‘Başka bir gücün’ hepimizi yönettiği dönemleri yaşıyoruz.Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre Amerikalılar’ın %15’i sevişirken telefon çalarsa yanıtlıyormuş.Korkarım...Yakında sevişirken telefona bakmayan insanlar bile üretilecek. *****Apo’ya üniversite yolu açılıyorTorba yasasına göre 12 Eylül 1980’den sonra kendi isteği ya da her ne sebeple olursa olsun okulla ilişkisi kesilenler hazırlık sınıfından lisans üstüne kadar hangi sınıfta olursa olsun, yasa yürürlüğe girdiği andan itibaren 5 ay içinde tekrar bıraktıkları okullara geri dönebileceklermiş. Bu iyi bir haber... Okumak isteyenler için tabii...Apo’nun da Siyasal Bilgiler Fakültesi‘nden devamsızlık nedeniyle ilişkisi kesilmiş. Apo da “Ben üniversiteye gideceğim” derse okula dönebilecekmiş bu yasayla. Eğer bunu isterse, nasıl yapabileceği, işleri kimbilir nasıl karıştırır. Yasa metni yazmak neden bu kadar zor? Neden tasarıyı detaylarıyla düşünebilecek bir hukukçu bakış açısı bulunamıyor? Anlayamıyorum... Torba yasası halen tasarı ama olduğu zaman bayağı ‘eğleneceğiz’ anlaşılan... Çığlıkları duyar gibiyim...
Türkiye büyük bir ülke değil... Küçük bir ülke de değil... Türkiye bir ülke.Güçlü ve güçsüz olduğu yerler var. Politikasını da güçlü ve güçsüz olduğu noktaları iyi saptayıp ona göre belirlemek zorunda.Tabii biz genellikle bunun tam tersini yaparız. Ya olmadık yerde “Biz büyük bir ülkeyiz” diye bağırıp her şeyi allak bullak ederiz ya da “Biz zaten küçük bir ülkeyiz” deyip siner, kaybederiz.AB’ye giriş hikâyemiz de buna benzedi...Gücümüzü ve güçsüzlüğümüzü iyice birbirine karıştırdık sanki. O yüzden de kurulmuş robotlar gibi hep aynı şeyi söylüyor politikacılar.Pazar günü Sabah gazetesinde baş müzakereci Egemen Bağış’la yapılmış söyleşiyi okudum. Bağış ‘2011’de Avrupa Birliğine üyelik sürecine tam gaz vereceklerini’ söylemiş. Gülümsedim...Bizi değil ama hafızamızı ciddiye almamalarına güldüm.Merak ettim, kendilerine güldürecek açıklamaları yapmak çaresizliklerinden mi yoksa gerçekten kendi ülkelerinin insanlarını unutkan ve aptal mı buluyorlar?Ben, Egemen Bağış’ın kurduğu bu cümleyi, yılları değişmiş haliyle pek çok kez duydum aynı hükümetin ağzından.Sonra pazartesi günü Dışişleri Bakanı Davutoğlu, 180 büyükelçiyi toplayarak Türkiye’nin gelecek vizyonunu anlattı.Toplantının ayrıntılarını gazetelerde okuduk.Büyükelçilere dağıtılan kitapçıklarda ‘müzakereler tıkanma noktasında’ hükmünün bulunduğu ama suçlunun AB olarak gösterildiği bir toplantı olmuş.‘2011’de AB’ye üyelik için tam gaz vereceklerini’ söyleyen Egemen Bağış, baş müzakereci olduğundan beri sadece üç müzakere başlığı açabilmiş Türkiye.2005 yılında fiilen başlayan müzakereler sonrasında bugüne kadar 34 müzakere dosyasından, sadece birini geçici olarak kapatmışız.Aynı tarihlerde müzakere sürecine başlayan Hırvatistan ise 28 dosyasını kapatmış.Hırvatistan’ın bu kadar gerisinde kalmamızın nedenleri olmalı...Bunlardan biri, hükümetin söylediği gibi AB’nin bazı ülkeleri tarafından Türkiye’nin önüne çıkarılan engellerse, sanırım diğeri de bu hükümetin AB’ye giriş için engelleri yok etme çabasında olmamasıdır...Büyükelçilerle yapılan toplantıda Kıbrıs sorununun çözülememesi, AB’ye girme sürecini tıkayan en büyük engel olarak kabul edilmiş.Sanki Kıbrıs sorunu bize gökyüzünden düşmüş bir sorunmuş gibi...Güney Kıbrıs limanlarının açılaması yüzünden 14 başlık bloke edilmiş durumda!Limanlar meselesi ile ilgili ne gelişmeler oluyor, insan merak ediyor.Ama tüm ülkece merak etmediğimiz, hatta emin olduğumuz bir şey var:Biz cesuruz, zekiyiz, dürüstüz ama “namussuz gâvurlar” bizi istemiyor.Bütün dünya hakkımızı yiyormuş gibi konuşuyoruz... Bizim için bütün dünyada yalanlar söylenmiş gibi davranıyoruz... “Biz her şeyi gerektiği gibi yaptık mı?” diye hiç sormuyoruz.Avrupa Birliği’nin her ülkeden istediği bir gelişmişlik düzeyi var. Sorunlarını çözüp o seviyede bir hayat kurmanı bekliyorlar. Bizi de epey sorunlu buluyorlar. Biz de pek sorunlu olduğumuza inanmıyoruz.Bu konuda birisi yanılıyor olmalı.Ya Avrupalılar bizi yanlış değerlendiriyor ya biz kendimizi tanımıyoruz.Bir ihtimal de iki tarafın birden yanılması.Ne onların dediği kadar geriyiz, ne de kendi sandığımız kadar ileri...Biz kendimizi eleştirinin odağından kaçırdıkça Batılılar da bizi eleştiri oklarının hedefi haline getirdiler.Biz içerdeki tatsız kokular dışarıya çıkmasın diye pencereleri kapadıkça dışarıdakiler de “Bunların evi kokuyor” diye bağırıyor.Açsak şu pencereleri, kendi evimizi herkesin gözü önünde temizlesek...Avrupa Birliği üyeliğine aday bir ülke olmanın gereklerini yerine getirsek.Hükümet de boş övünmeleri bırakıp biraz kıpırdasa...Peki bu arada, muhalefet ne mi yapıyor?Hiiçç... Muhalefet bunları bilmiyor.Seçim varmış, onu kazanmaya çalışıyor.***İnsan, şu kehanete inanmak istiyor!Her yeni yıl böyle başlamazdı, değil mi?“Gelecek 10 yıl, 30 yıl, 100 yıl neler olacak?” diye...2 binli yılların 10 yılı bitti diye mi oluyor bunlar, bilmiyorum ama etraf gelecek kehanetleri ile dolu...George Friedman’ın “Gelecek 100 yıl” kitabını okuduğumda, 1980 yılında herhangi birimize “2010 yılında bilgisayar diye birşeyler olacak, hatta onlar küçücük hale gelecek, cebinde dünyayı taşıyacaksın” dendiğinde hissedebileceğimizi boşluğu hissettim.Seksenlerden beni olanlara baktığımızda artık 1980’lerdekine benzer bir inanç zorluğu çekmesek de, yine de geleceği kavramakta zorlandım.Friedman diyor ki, geleceğin ülkesi Çin değil; Türkiye, Meksika ve Polonya... Ve Japonya’ymış.Hatta 2050 yılında Türkiye, Polonya, Japonya ve ABD arasında küresel savaş çıkacakmış.2020’de Türkiye dünyadaki ilk 10 ekonomiden biri olacakmış.Rusya çökecek, ABD-Türkiye ilişkilerinde gitgide artan huzursuzluk ABD’nin Türkiye’yi algılamasını değiştirecek, 2030’da Türkiye’yi net bir şekilde bölgesel tehdit olarak görecekmiş.İngiliz Observer gazetesi de gelecek 25 yıl için buna benzer 20 kehanette bulunmuş.Bunlardan biri 2030’da Türkiye, Polonya ve Brezilya’nın çok güçlü olacağı...Ne dersiniz?İnansak mı?..***Bu kitap sizi sarsacak: Çoluk çocukAçıkça söylemem gerekirse kitabı alırken, bilmediğim bir hayatın sokaklarında dolacağım için heyecanlıydım ama bu denli sarsılacağımı pek düşünmemiştim.Hatta kitabın iyi olup olmadığından umutsuzdum. Patti Smith’in hayatıydı benim için çekici olan... Patti Smith’in National Book Awards ödüllü kitabı Çoluk Çocuk’tan bahsediyorum.Amerikalı müzisyen Patti Smith’in hayatını anlattığı kitabı... Çok etkileyici...Aslında tahmin etmeliydim, “Ben şarkı söylemek istemiyorum, ben şair olmak istiyorum” diyen birinin bir hayatı da iyi anlatabileceğini.Fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe ile yaşadıklarını anlatırken, o tuhaf imkansız aşkın gerçekliği canımı acıttı.Annesinin 16. yaş gününde ona hediye ettiği Meksikalı ressam Diego Rivera’nın hayatını okuduktan sonra bir sanatçının sevgilisi olmak istediğine karar vermesi ve bunu kitapta “Genç zihnim için bundan daha romantik bir şey yoktu. Kendimi Diego’nun Frida’sı olarak hayâl ediyordum, hem ilham perisi hem de sanatçı” diyerek anlatması tanıdık geldi...“Yaşlıca bir çift önümüzde durup alenen bizi incelemeye başladı. Robert ilgi çekmekten hoşlanıyordu, heyecanla elimi sıktı. ‘Hadi, fotoğraflarını çek’ dedi kadın, hayretler içindeki kocasına, ‘Sanatçı bunlar galiba.’ ‘Hadi canım’ dedi adam, omuz silkerek: ‘Çoluk çocuk bunlar.’” Kitabına isim olan hikâyesi beni gülümsetti... Birbirlerini tanıdıklarında çocuk denecek kadar genç olan Patti ve Robert hayatın tüm kirli, paslı arka sokaklarından beraber geçmişler, paltolarını yanyana asmışlar, birbirlerini kavuşmak için değil birbirlerine ait oldukları için sevmişler...Patti Smith, Mapplethorpe için “Ayrı yollara gittik ancak birbirimize yürüyüş mesafesindeydik” diyor.Smith’in “Çoluk Çocuk”unu okuyun.Ama gençlik yaralarınızın kabukları kalkacak, hatta yeniden kanayacak, hazır olun.Ama kanadıkça tekrar Patti’ye sığınacaksınız.Biliyorum...Dün gazetede okudum, Smith’in kitabının yayımlandığı şu günlerde Robert Mapplethorpe’un eserleri de ilk kez İstanbul’a geliyormuş. Mapplethorpe’un “Desired” adlı sergisi 14 Ocak’ta Galeri Nev’de olacakmış.2011’de Patti ve Robert’tan daha çok bahsedeceğiz...***Cem Yılmaz’ın meyhanesine gittim“Av Mevsimi” filminde Cem Yılmaz’ın Şener Şen’le rakı içtiği meyhaneye gittim geçen akşam... Tarihi Safa Meyhanesi... Yedikule’de... 140 yıllık bir Osmanlı meyhanesi... Aslında TCDD çalışanlarının buluştuğu bir lokalmiş burası geçtiğimiz yüzyılın başında. “Filmden sonra gelenlerin sayısı arttı” dedi servis yaparken garson, “Biz buraya gelen herkesi tanırız” diye de ekledi... Yabancı olduğunuzun hemen bilindiği küçük yerleri hep sevmişimdir... Safa’yı da sevdim... Bana herşey tanıdık geldi çünkü...