Bugünlerde Ak Parti, insanları tedirgin ediyor.
Birçok köşe yazarında bu tedirginlik öfkeye dönüşüyor, bir kısmında da dostça bir uyarıya...
Ama herkes aynı şeyi söylüyor:
“Bu gidişin sonu iyi değil.”
Örnekler veriyorlar, “ANAP’ın sonunu unutma.”
Peki ANAP nasıl başlamıştı, hatırlar mısınız?
Özal hiçbir politikacının söyleyemediği gerçekleri söylüyordu:
“Bürokrasiyi ortadan kaldıracağım, devleti vatandaşın hizmetine sokacağım, bu ülkeye özgürlük getireceğim.”
İktidara ilk geldiğinde çok önemli değişiklikler yaptı. Çok cesur kararlar aldı. Rakiplerine benzemeyen güçlü ve akılcı bir yanı vardı. “Şimdi bunların sırası değil” diyen tutuculara hiç aldırmadı.
Yeni, taze, güçlü bir rüzgar gibiydi.
Belediyelere büyük olanaklar sağladı, büyük bir üretim faaliyeti başlattı. Bürokratların üzerine gitti, dövizi serbest bıraktı, ihracatı arttırdı.
Bunlar ülkenin havasını ve görüntüsünü bir anda değiştirmişti.
Sonra ANAP ister istemez iktidara alıştı.
“Aman kimseyi ürkütmeyelim” demeye başladı. Yapılması gereken değişikliklere “Sırası değil” diye karşı çıktı.
Ülkenin yapısını değiştirecek önlemler yerine “para politikalarıyla oynayarak” işleri idare etmeye çalıştı.
Bürokratların üzerine gitmekten çekindi.
Kısaca, eski sistemin bir parçası haline geldi.
Onu ‘büyüten’ o güçlü rüzgar kesilmeye başladı.
ANAP’ın başlangıçtaki cesaretini kaybetmesi, her iktidar gibi iktidarını kaybetmekten korkması ona her şeyi kaybettirdi.
Amerikalı romancı Fletcher Knebel‘in tam da bunu anlatan romanı Aday, şu sıralar Tayyip Erdoğan’ın hemen okuması gereken bir kitap bence...
Çünkü roman, Amerika’daki başkanlık seçimlerini anlatıyor.
Seçimler yaklaşırken eski bir kamyon şoförü çıkıyor ortaya.
Yıllarca kamyonuyla ülkeyi dolaşıp durduğu için halkın bütün dertlerini çok iyi biliyor. Ve hiç bir politikacının söylemeye cesaret edemeyeceği gerçekleri söylemeye başlıyor. “Başkanlığa adayım” diyor.
Önce adama kimse ilgi göstermiyor tabii. Ama bu yeni aday çarpıcı gerçekleri o kadar açıkça söylüyor ki, yavaş yavaş toplumun dikkati adama dönmeye başlıyor. Nasıl olsa seçilme şansı olmadığından hiçbir politik kaygıya kapılmadan sarsıcı gerçekleri söylemeye devam ediyor adam.
Ta ki taraftarları artıp, bir büyük parti gelip “Bizim adayımız ol” diyene kadar.
Adam kabul ediyor... İki büyük adaydan biri oluyor.
Seçilme şansının çok büyük olduğunu hisseden aday, hiç kimseyi kızdırmamak için konuşma biçimini değiştiriyor.
Öteki politikacılar gibi konuşmaya başlıyor ve seçimi kaybediyor.
Böyle bir tehlike, her değişimcinin iktidarı oluşturan kadrolarla kucaklaşmasında ortaya çıkabiliyor aslında...
En büyük sarhoşluk, iktidar sarhoşluğu oluveriyor birden.
Sonra onu kaybetme korkusu yerleşiyor insanın içine.
Ve insanlar kaybetmekten korkmaya başladılar mı... Mutlaka kaybediyorlar.
AK Parti olsalar bile...
Nazım’ın sesinden 58 Nazım şiiri...
Her insanın tek bir yaşamı vardır.
İnsanlık denilen büyük bir kalabalığın içinde hepimiz kendi küçük maceramızı yaşarız.
Yalnızca tek bir yaşamı olan bizlerin, o hayat içinde insanlığı anlamamız, insanlığın içindeki bütün renkleri fark etmemiz mümkün değildir.
Bu çaresizliğinin biraz olsun dinmesi ise ancak sanatla mümkün olabilir.
Yazılan kitaplar, çekilen filmler, oynanan piyesler, yapılan resimler, heykeller...
Bütün bunlar bizi zenginleştirir, bize insanlığın ağır akışı içindeki renkleri gösterir, bizi o tek yaşamdan kurtarır. İnsanlık arasındaki o büyülü köprüyü sanat ve sanatçı kurar.
Sanatçılar ise birbirine pek benzemezler.
Bazı sanatçılar size bildiğinizi hoş bir şekilde anlatır yalnızca. Onda değişikliği bulamazsınız. O sizi bilmediğiniz labirentlerde dolaştıramaz. Bu tür sanatçıları daha kolay beğenirsiniz, kendinize daha yakın bulursunuz ve unutursunuz.
Bir de başka sanatçılar vardır.
Onlar insanlığın daha önce keşfedemediği patikaları ararlar. “Bilinmeyen başka ne var?” diye bakarlar dünyaya.
Kolayca beğenilmek değildir dertleri. Yeniyi, bilinmeyeni bulmak insanlığa yeni bir ışık daha eklemektir.
Bu tür sanatçılar huzursuzlardır genellikle. Tatmin olmazlar.
Herkesin beğendiği ortak bir noktayı yakaladıklarında yaptıklarını hemen bozup başka renkler aramanın peşine düşerler.
işte ‘başka renklerin peşine düşmüş’ iki ustadan, Bedri Rahmi Eyüpoğlu ve Nazım Hikmet’ten... Bir kitap ve CD çıkıyor yarın. Büyük İnsanlık, Kendi Sesinden Şiirler kitabı ve CD...
Eyüpoğlu’nun arşivinden Nazım Hikmet’in ses kaydı...
Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun oğlu Mehmet ve gelini Hughette’a vasiyet ettiği Nazım Hikmet’in bu ses kaydı yıllardır özenle saklanmış.
Nazım Hikmet 58 şiirini okumuş o banta.
İçinde iki tane de daha önce hiç duyulmadık, bilinmedik Nazım Hikmet şiiri var.
Kitabın ön kapağında ise yine daha önce kimsenin görmediği Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’ın yaptığı Nazım portresi var.
İşte o bant 50 sene sonra bizlerle buluşuyor.
1961 yılında bir gece Paris’te Nazım Hikmet ve Bedri Rahmi Eyüpoğlu bir kayıt yapmaya karar veriyorlar.
Bedri Rahmi, Nazım Hikmet’i polisten korumak için kasedin başına kendi şiirini okuyor önce, “Yeşilden Mordan Pembeden.”
Bedri Rahmi susunca Hazım Hikmet soruyor:
“Başlayayım mı üstat?”
Rahmi cevap veriyor:
“Başla Reis.”
Kayıt boyunca ikilinin yaptığı bütün konuşmaları da dinleyebiliyorsunuz...
Yarın, 17 Ocak’ta -Nazım Hikmet’in gerçek doğum günü diyorlar- ‘vatan haini’ şairin sesi kendi ülkesini saracak.
Çok geç de olsa...
İnsanın içini bir sevinç, tatlı bir huzur kaplıyor...
Haliç’teki “ucube”yi UNESCO durdurmuş
Cuma günü Hürriyet gazetesinde hem Gila Benmayor hem İsmet Berkan yazmıştı. İnşaatı halen devam eden Haliç’teki metro geçiş köprüsünü...
Bu köprünün fikri Kadir Topbaş’a aitmiş, mimarı ise Hakan Kıran. Köprü, Haliç’e bir zamanlar ana ticaret limanıyken yabancılar tarafından Altın Boynuz denmesine gönderme yapmak için 80 metrelik altın renginde iki uzun direkli yapılmış.
İsmet Berkan diyor ki:
“Köprü, asma köprü olsa belki direklerin bir fonksiyonu olacak. Ama köprü asma değil.”
Yani estetik anlayıştan çok uzak iki direk var köprünün üzerinde, projeye göre.
Ama geçen yıl BM’ye bağlı UNESCO, bu yükseklikte direklerin İstanbul’un tarihi yarımada silüetini bozacağını, Süleymaniye Camii’nin minarelerini gölgeleceğini düşündüğü için yapılmasına karşı çıkmış.
“Yaparsanız İstanbul’u Dünya Kültür Mirası listesinden çıkartırız” demişler. Boynuzlar 56 metreye inmiş hemen. Ama hala var... Ve hala çok uzun...
Köprünün mimarı “UNESCO da köprünün dümdüz olamayacağını biliyor, en doğru çözüm eğik askılı. Bağımsız raportörler şimdi ‘Ayakların kısılması halinde neler olur?’u planlıyor.
Son söz UNESCO’nun” demiş.
Kars’a bile yetişip neyin ucube olduğunu söyleyen iktidar, İstanbul’daki bir köprüyü estetik açıdan doğru yapabilmek, iki altın rengi direğin ucube olduğunu anlamak için için UNESCO’nun sözünü bekliyor.
İnsan gülsün mü, ağlasın mı, karar veremiyor doğrusu...
İnan Kıraç’ın çıkışına dikkat...
G.Saray Başkanı Adnan Polat’ın Aslantepe Stadı için hayatını feda eden Özhan Canaydın’a vefasızlık yaptığını düşünüyordum.
Ama baktım ki, bu zihniyet bırakın Canaydın’ı, kurucu Ali Sami Yen’in ismini bile anmıyor yeni stadda... Kendi başına stadın ismini değiştirip Arena yapıyor.
Sanırsınız ki, G.Saray tarihi Adnan Polat’la başladı, onunla nihayete erecek.
Tam “G.Saray artık eski G.Saray olamayacak” diyordum ki...
İnan Kıraç’ın çıkışı beni çok etkiledi. Milliyet’ten Murat Sabuncu‘ya söylediğine göre Kıraç, Adnan Polat’ı arayıp “Ya yeni statta Ali Sami Yen’in adını kullan ve G.Saray camiasından özür dile ya da istifa et” demiş.
Polat şimdi yaptığı büyük gafı toparlamaya çalışıyor.
İnan Kıraç, G.Saray seçimlerinin en etkili ismidir. Onun bu çıkışı “Adnan Polat’ın gidişinin başlangıcı” sayılabilir rahatlıkla...
Demek ki G.Saray o kadar da sahipsiz değilmiş...