Bir pusulanın içine minicik bir mıknatıs parçası atın, bakın ne olacak...
Kuzeyi göstermesi gereken ibre, birden çılgına dönecek... Kuzeyi, güneyi, sağını, solunu şaşıracak.
Son zamanlarda AK Partili yöneticilerin söylediği her söz, aldığı her karar, çıkarttığı ya da çıkartmaya çalıştığı her yasa, özellikle onu destekleyenleri, ülkeyi yönetirken aldığı cesur kararlar yüzünden oyunu AK Parti’ye vermiş insanları, pusulasına mıknatıs atılmış acemi keşşafa döndürdü.
Bugünlerde ne Başbakan’ı anlamak, ne AK Parti icraatlarını benimsemek mümkün çünkü...
AK Parti, kendisine benzemediği halde onu destekleyenlerin desteğini hızla kaybediyor.
Kendisini destekleyen ilerici insanların “Değişimi bunlar yapabilir” inancını yerle bir ediyor.
Ama böyle insanlar için bu ülkede bir büyük sorun daha var.
Kendi inandığımız değerlere benzer bir değer sistemi olan partiyi bulmanın zorluğu...
CHP ve MHP çok tutucu...
Ama tutuculukları bile eski model, yeni hiçbir şey yok.
Zevksiz, renkleri solmuş, kirli, üstümüze küçülmüş, tek özelliği anneannemizden kalmış olması olan eski bir kazak gibiler...
AK Parti ise seçim yaklaştıkça, üstelik elinde cesur ve yenilikçi olabilecek bütün enstrümanlar varken, onları kullanmayıp diğerleriyle tutuculukta yarışır hale geldi.
Ne cesaret, ne akıl, ne izan...
Hiçbiri kalmadı.
İnsan, elinde saf ipekten bir kumaş varken neden aklını komşunun renksiz kazağına takar ki...
Bana bunun tek cevabı var gibime geliyor.
Zamanını savaşlarda harcamış bir ulusun çocuklarıyız biz.
O dönemde insanların hepsi müstakbel şehit olarak değerlendirilmiş. Kimse onların yetiştirilmesiyle, eğitilmesiyle uğraşmamış.
Ağır savaşlar yüzünden düzgün çalışan ekonomik bir sistem de kuramamışız.
Sistemsiz bir kargaşa içinde bürokratların keyfine göre çalkalanan bir toplum olmuşuz.
Üretmemişiz...
Üretememişiz daha doğrusu!
Üretim, kaliteli bir insan malzemesine sahip olmakla mümkün çünkü.
O yüzden gelişmiş ülkeler insana çok değer verir zaten.
Biz ise üretmediğimiz için hiçbir zaman yetişmiş insana ihtiyaç duymayız.
İnsanlar, devletten daha önemli değildir.
Eğitimsiz, bakımsız, sahipsiz, örgütsüz, güçsüz insanlar olmuşuz bu sistemin içinde.
Bürokrasimiz de güçlenmemize, kendi aramızda birleşmemize hiç bir zaman izin vermemiş.
Bu insafsız sistemin toplumun yapısına damgasını vuran izlerine de her yerde rastlıyoruz.
Başbakan çıkıp bir sanat eserine “Ucube bu, yıkın” diyebiliyor...
Neden diyemeyeceği günlerdir yazılıp çiziliyor zaten...
Ülkenin başbakanının kendisini padişah sanmasının demokrasilerde mümkün olmadığı söyleniyor. Ben bir kez daha bunu söylemeyeceğim.
Ama bana daha acıklı gelen başka bir şey var.
Bu ülkenin başbakanı bir sanatçının yaptığı esere “ucube“ derken saygı sınırlarını aştığı ve demokrasiyi kanattığı kadar, Başbakan olabilsek bile üretimsiz bir toplumun cahil çocukları olmayı sürdürmekten vazgeçmediğimizi de gösterdi bana.
Başbakan’ın cehaleti ve saygısızlığı o kadar önemli değil de, Ak Parti’nin bu tavrı “bir siyaset” sanması, üreten, değişen bir topluma öncülük etme iddiasından vazgeçmesi asıl önemli olan...
Ak Parti, tutucu bir “sistem partisi” olurken, bu ülkenin değişmesini isteyenler siyaset sahnesinde gene partisiz ve örgütsüz kalıyor.
Yalnız kovboylarız yeniden...
Birbirimizi arayarak, bir gün çoğalacağımızı ve ülkeyi değiştireceğimizi umarak, bozkırın karanlığında hayal kırıklıklarımız ve hiç bitmeyen ümitlerimizle dolaşıp duracağız.
Leman dergisi 20. yılını kutluyor
Yarın Leman, müthiş bir 1000’inci sayıyla çıkıyor.
48 sayfa, daha iyi kâğıda basılacak sayı için, derginin kurucularından Bezgin Bekir’in çizeri Tuncay Akgün, 1000. sayının her zaman yaptıkları derginin dışında bir dergi olacağını söylüyor.
“Formatımızın dışına çıkacağız, politik havadan sıyrılacağız. 1000 sayı sonra böyle bir hakkımız var” dedi geçen gün NTV’de.
1000. sayıya klasik kadronun yanında Leman’da çalışmayan, hatta hiç çalışmamış isimler de katkı sağlıyormuş.
Yarını iple çekiyorum.
Meraklısıysanız, bu özel sayıyı kaçırmayın..
Ben Ayşe Kulin, nasılım?
Ayşe Kulin’in “Hayat ve Hüzün Dürbünümde Kırk Sene” ismini verdiği kitaplarını okudum haftasonu.
Kitabın arkasında “Bu kitaplar, Edip Cansever’e rahmetle selam olsun, ‘Ben Ayşe Kulin, Nasılım?’a yanıtımdır.” diye yazıyor. Kitap da bu cümleyle bitiyor zaten:
“Ben Ayşe Kulin, Nasılım?”
Edip Cansever’in o çok sevdiğim şiiri... Neredeyse yıllardır tek bir satırını bile yeniden okumadığım “Ben Ruhi Bey, Nasılım?” şirine gönderme yapıyor Ayşe Kulin, kırk yılın yaralarını temizlerken...
Çok severek okudum iki kitabı da, bir sonraki sayfasını merak ederek...
Aslında otobiyografik kitaplardan korkarım.
Çünkü kendi hayatını anlattığını zannederken aslında bir başkasının hikayesini, hayatını, belki de söylemek istemediği gerçeğini anlatırsın. Anı ne demektir ki?
Çoğunlukla içinde başkalarının da olduğu anlar... “Kendimi yazıyorum” diyenler, beni biraz ürkütür o yüzden... Ayşe Kulin, “Hayat ve Hüzün”ü okuyucuya öyle içten bir şekilde sunuyor ki, insanı bir anda içine alan bir filmin seyircisi oluyorsunuz sanki.
Korkmanıza gerek olmuyor. Çünkü “Bu kimin hayatıydı?” diye düşünmenize fırsat vermeden hayat ve hüzün akıyor sayfalardan...
“Nasıl olacaksınız Ruhi Bey?
Bugün de erkencisiniz Ruhi Bey.
Bira mı içiyorsunuz Ruhi Bey?
Böyle sabah sabah Ruhi Bey...
Akşam akşam Ruhi Bey...
Akşam sabah Ruhi Bey...
Cigara alır mıydınız Ruhi Bey?
Yakalım Ruhi Bey, yakalım.
Böyle üşümüyor musunuz Ruhi Bey?
Benim de ayakkabılarım su alıyor Ruhi Bey.
Ne olur ne olmaz kış Ruhi Bey.
Ee, daha nasılsınız Ruhi Bey?
- İyiyim, iyiyim.”
(“Ben Ruhi Bey, Nasılım?”dan bir bölüm.)