CHP, insanı her an çok şaşırtan bir şey yaparak, giderek daha az şaşırtan bir parti oldu.Bu cumartesi CHP’de kurultay var.Kılıçdaroğlu ne kadar “Kurultayın şenlik havasında geçmesini istiyorum” dese de, ben‘şen’lik olacağından biraz kuşkuluyum.Çünkü CHP’nin bünyesi şenliğe, ortak akla, huzura karşı.Kemal Kılıçdaroğlu, tek bir listeyle blok halinde çıkmak istiyor.Ona bunun nedenini sorarsanız “Tüzük öyle diyor” yanıtını veriyor.Haklı da... Tüzük öyle diyor.Deniz Baykal “Çarşaf liste olmalı” diyor.Ona bunu nedenini sorarsanız “Daha demokratik, blok liste CHP’yi böler, kaos yaratır” diyor. Haklı da, çarşaf listede delege Parti Meclisi üyesini daha fazla aday arasından seçebiliyor.Fakat ne garip! İkisin de haklı olmaları doğru söylediklerini göstermiyor benim için. İnanmıyorum.Özellikle geçmişlerine baktığım zaman.CHP’nin PM’nin blok liste ile seçilmesini söyleyen tüzüğünü, bugün “Çarşaf liste olmalı” diyen Deniz Baykal yaptırmıştı.O günden beri yapılan dört kurultayda da blok liste uygulandı.Ama bugün farklı.Sanırım tüzük maddesi şöyle olmalıydı:“Deniz Baykal genel başkanken blok liste, Deniz Baykal genel başkan değilse çarşaf liste uygulanır.”Kılıçdaroğlu ise “çarşaf listeyi” savunuyordu...Konuşmaları hâlâ kulağımızda.Şartlar değişince, o da “blok listeci” oldu.Hani eski bir oyun vardır, müzik başlar herkes ayakta dönmeye başlar, müzik bitince herkes bulduğu sandalyeye oturur.Müzik başladığında Baykal “blokçu”, Kılıçdaroğlu “çarşafçı”ydı, müzik susunca bir baktık birbirlerinin sandalyesine oturmuşlar.İlke değil, “oyun” önemli onlar için.Oturulacak sandalye önemli.Dün Hasan Cemal acıyarak güldüğümüz bu karışıklık için “CHP bu, deyip geçebilirsiniz ama ben geçemiyorum” demiş.Başka birçok insanın da geçemediğini biliyorum... Birçok insan, tutarlı, ilkeli, demokrat, AKP’nin yaptığı iyi işleri yapacak, AKP’nin yaptığı kötü işleri yapmayacak bir parti arıyor. Bunca şeye rağmen dönüp dönüp CHP’ye bakıyorlar, “Acaba bu parti CHP olur mu?” diye.Müzik çalıp herkes ayağa kalktığında hepimizi bir ümit kaplıyor.Müzik bitip herkesin nereye oturduğunu görünce o ümit yeniden kayboluyor.Onlar “sandalye” oyununu oynuyor, biz “ümitlenme” oyununu.Bu oyun ne onlar için bitiyor, ne de bizim için.İstanbul’u Ermeniler inşa etmiş meğerİstanbul Modern’de şu günlerde 2 Ocak’a kadar sürecek ilgi çekici bir sergi var.19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında İstanbul’da yaşayan 40 Ermeni mimar tarafından yapılan tarihi 100 binanın fotoğrafları... “Batılaşan İstanbul’un Ermeni Mimarları’’ sergisi... Adı bugünlerde unutulmuş 40 Ermeni mimarın 100’ü aşkın eseri var sergide. “İstanbul’u Ermeniler yapmış” diyebiliriz rahatlıkla...Çırağan, Beylerbeyi ve Dolmabahçe Sarayları, Kuleli Askeri Lisesi, Selimiye Kışlası, Harbiye Askeri Müzesi, Ortaköy Camii, Büyükada İskelesi, Beyazıt Kulesi, Kadıköy Süreyya Tiyatrosu, Kadir Has Üniversitesi’ne dönüşmüş eski Tekel Tütün İşleme ve Sigara Fabrikası, İstiklal Caddesi’ndeki ünlü Mısır Apartmanı, Bankalar Caddesi’ndeki İş Bankası binası... Bunların sadece birkaçı.Sergiyle ilgili birçok yazı okumuşsunuzdur şimdiye kadar. Ama yazılmayan birkaç şey hâlâ var..Hrant Dink Vakfı işbirliği ile hazırlanan bu projenin kapsamında sadece sergi ve kitap yok... Beni daha çok heyecanlandıran bir projeleri daha var Hrant Dink Vakfı’nın...Bu eserleri yakından görebileceğimiz, gezebileceğimiz bir şehir turu düzenliyorlar.Bu pazar (19 Aralık) saat 10’da Beşiktaş Meydanı’ndaki anıtın önünden başlayacak tur, saat 2’ye kadar devam ediyor. Baylan ailesinin eserlerinden başlayıp İstanbul Modern’deki sergide bitiyor.Ayrıca bu vakıf, 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında İstanbul’da yaşamış ve eserler vermiş Ermeni mimarların yaşam öyküleri hakkında anlatımlar, binaların tarihçeleri, mimari çizimleri, eski görüntülerine ait belgeler derlemeye devam ediyor. Bu çalışmaya katkıda bulunmak isteyenlere de kapıları açık...Bu arada İstanbul Modern’den birkaç adım ötedeki Mimar Sinan Üniversitesi’nde de “Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları” sergisi var.O da İstanbul 2010 Ajansı ve Zoğrafyon Lisesi Mezunları Der-neği‘nin katkılarıyla hayata geçirilmiş.Her iki sergi de mimar Hasan Kuruyazıcı’nın çalışması. Etkilenmemek ve her gün önünden geçtiğimiz binalara hiç aldırmadığımızı farkedip üzülmemek elde değil. Ama iyi ki bizim dışımızda birileri yaşadığı şehri merak ediyor. Onlar sayesinde açığı kapatabiliriz belki..Yıldıza tahammülü olmayan ülkeBizim gibi toplumlarda başarılı olmak tehlikeli bir şey mi? Başarısız insanların ortak bir anlayışla kenetlendiği bir ortamda başarılı olmak bütün başarısızların hedefi haline mi getiriyor insanı? Çevrenize baktığınızda bu kuşku kaçınılmaz bir şekilde içinize yerleşiyor, değil mi?Neredeyse gördüğümüz her başarılı insanın yakın geleceği hakkında kehanette bulunabiliriz. Diğerlerinden biraz farklı, biraz güvenli, biraz dikkat çekici olan herkes bunun bedelini öder!Futbolda da buna çok sık rastlanıyor, biliyor musunuz?Pazar gecesi, MARATON’a göz atarken, gördüğü iki sarı karttan sonra Beşiktaşlı Guti’nin yüz ifadesi ilgimi çekti.Bakışlarında “Neden bana karşısınız? Ben kötü bir şey yapmadım” der gibi bir ifade vardı. Büyüklere göre yanlış olan bir şey yaptığında azar işiten küçük bir çocuk gibiydi yüzü.Guti’nin hissettiklerine hak vermemek mümkün değil.Çünkü biz futbol sahasında yaratıcılık sergilemesini beklediğimiz insanların, aslında sevilmek, beğenilmek isteyen, içinde küçük bir çocuk taşıyan erkekler olduğunu anlamak istemiyoruz.Ve kararlıyız...Sergen Yalçın’ı, Hakan Şükür’ü, Tugay Kerimoğlu’nu, Fatih Terim’i, Anelka’yı, Ortega’yı, 7 yıl İtalya’da oynamış Can Bartu’yu anlamadığımız gibi; Guti’yi, Emre Belözoğlu’nu, Alex’i, Elano’yu, Misimoviç’i, Arda’yı da anlamayacağız...Hayattaki en büyük gücümüz, hatta zaman zaman kozumuz bu ‘anlamayışımız.’ Beşiktaş’ın Eskişehir deplasmanına kadar Guti ile ilgili birçok aşağılayıcı yorum gördüm medyada.Eskişehir maçında Lig TV spikeri, “Guti Noel tatiline gitmek için bu kartı bilerek gördü” imasını bile yaptı. Güya Lig TV futbolda kavgaya, negatif bakış açısına karşı...Guti’yi överken bir İspanyol’u bile şaşırtacak kadar bonkör ama Guti’yi cezalandırırken de İspanyollar’ın bizim şizofren olduğumuzu düşünecekleri kadar abartılı davranıyoruz.Standart doğrularımız, akılcı duygularımız yok gibi nedense. Ne yapacağımız belirsiz, genellikle duygulara bağlı, rasyonel olandan çok uzak kararlarımız var. Disiplin sevmiyoruz. İstikrarlı değiliz. Ayrıca bize yön verecek yaratıcı insanlara övgü ve eleştiri dozunu ayarlayamıyoruz. Gücü biraz eline geçiren, kendisini padişah zannediyor bu ülkede gerçekten. Bu durum pek değişecek gibi de gözükmüyor...Guti demişken, geçenlerde VATAN Gazetesi’nin spor sayfasında gazeteciliğin eğlenceli ve zekâ dolu yapılabileceğini gösteren bir manşet vardı.Beşiktaş-Eskişehir maçında Guti’nin kırmızı kart görmesi ve maçı Beşiktaş’ın kaybetmesi üzerine “Eskişehir Guti’yle Güldü” başlığını atmışlar. Son zamanlarda gördüğüm en “muzip” eğlenceli manşet... Hepsini kutluyorum.AK PARTİ YAŞAMAMIZA KARŞI MI?Benzine gelen zam, canımı gerçekten sıkıyor. Gazetelerdeki ekonomi yazarlarının hepsini okuyorum ve anlıyorum ki bu zam hükümetin kendi tercihi, dünyadaki petrol hareketleriyle ilgili değil.28 Avrupa ülkesi arasında en pahalı benzin bizdeymiş. Çünkü ödediğimiz vergi çok fazlaymış.Maliye, topladığı vergilerin çoğunu içki, sigara ve benzinle topluyormuş. Hadi Ak Parti sigara ve içkiye karşı, o yüzden vergiyi de yüksek tutuyor.Peki benzine neden karşı, anlamadım....Çünkü benzin, “hayat” demektir.Toplu taşımadan, yediğimiz domatese kadar zam gelir onun peşinden. Her sektörü etkiler.Ak Parti yaşamamıza da karşı galiba...
Dün, Yasemin Çongar‘ın çok severek okuduğum Ex Libris köşesinde, tek elini 36 yaşında kaybeden ve 66 yaşında bıraktığı yerden çalmaya devam eden 82 yaşındaki piyanist Leon Fleisher‘in hikâyesini okudum.Leon Fleisher “Hayâl etmek işe yarıyor” demiş. Çok sevdim bu cümlesini.Çocukluğunda hayâl etmeye başlamış Brahms Re Minör‘ü büyük bir orkestrayla çalmayı.Ve daha 20 yaşına varmadan çalmış... Sonra 36 yaşındayken sağ eli sakatlanmış.30 yıl boyunca sağ elinin parmaklarını piyanosunun üzerine koyup onları tekrar kullanabileceği günü hayâl etmiş... Ve sonunda bir sabah, o parmaklar tekrar gezinmeye başlamış Brahms Re Minör’ün notalarında.Bu hikâyeyi okuyunca hayâlleri ve hayâllerin en bereketli olduğu gençlik dönemini düşündüm.İnsanın kendi yetenekleriyle gücünü henüz hiçbir sınavdan geçirmediği, kendi kişisel sınırlarını belirleyemediği, bu nedenle de her türlü hayâli sere serpe kurduğu bir dönemdir gençlik... Hayâl, doğanın gençliğe cömertçe bağışladığı harika bir armağandır.Sonra büyür insan...Seçtiği yolda yürümeye koyulur. Artık hayâller yerini umutlara bırakır.Yeteneklerimiz, gücümüz denenmeye başlar. Hayat küçük küçük, hayâllerimizi ve umutlarımızı törpüler.Yeryüzünde çok az insanın hayâllerini gerçekleştirebildiğine karar veririz.Ve sonra da hayâl kurmayı bırakırız... Hayâllerimize kavuşamamak canımızı acıtır.Duyguların belki de en yaralayıcı en yakıcısıdır, hayâl kırıklığı...Ben hayâllerini kaybetmiş, hayâl kırıklığıyla yanmış insanlardan ürkerim.Saldırganlaşır, katılaşırlar.Son günlerde gençlere bakınca hayâllerini kaybetmiş insanlara benzediklerini görüyorum. Hayâlsiz ve ümitsiz bir saldırganlıkları var.Büyük bir hayâl kırıklığıyla sakatlanmışlar sanki.Bizim gençlerimiz neden bir başarının, bir yaratıcılığın, henüz yapılmamış olanı yapmanın hayâliyle bir ümide doğru yükselemiyorlar?Hayâl kurmadan hayâl kırıklığını nasıl yaşıyorlar?Bir piyanist korkunç bir acıdan bir hayâl yaratabiliyor.Bizim gençlerimiz geniş ve sınırsız bir gelecekten bir hayâl yaratamıyor.Hayâlsiz bir gençlik... Bir toplum için ne büyük bir hayâl kırıklığı!***Pazar eğlencesi Kadın-erkek konuşmalarıBizim ülkede erkeklerle erkeklerin ne konuştuğunu biliyoruz... Futbol, kadınlar, politika... Belki yeni birkaç şey daha eklenmiş olabilir. Teknoloji, para, sağlık mesela... Kadınlarla kadınların ne konuştuğunu da tahmin etmek hiç zor değil ama kadınlarla erkekler ne konuşur, pek bilmeyiz... En azından ben pek bilmem. Hep de merak ederim... Bizim ülkemizde kadınlarla erkekler ne konuşur acaba diye?Mesela kırsal kesimde bir kadınla bir erkek şöyle mi konuşur?:- Hâlâ yemek hazır olmadı mı?- Hazır.- Kahvem nerede?- Getiriyorum.- İneği sağdınız mı bugün?- Sağdık.- Canım çekti, gelsene buraya- ... (sessizce yatağa yatar gözlerini kapar)Kentli kadın ve erkek ne konuşur?:- Gene mi diyet yemeği pişirdin?- Bir yerde okudum, bu çok iyi geliyormuş kolestrole.- Bana bir kahve yapın.- Yeşil çay mı içsek?- Benim çizgili gömleğim ütülü mü?- Kadın ütülediyse ütülüdür.- Yaklaşsana biraz- Başım ağrıyorAydın kadınlarla aydın erkekler ne konuşur peki?- Bu ülkede en çok kadınlar tehlikede...- Kadın bilinci bu toplumda gelişiyor, bu iyi..- Bir içki içelim mi?- Evet, bir drinke “hayır” demem doğrusu- Televizyon dizilerini seyreden kadınlardan nefret ediyorum.- Ben gazete bile okumuyorum. Yabancı basından takip ediyorum. BBC’de nefis diziler var.- Bize gidelim mi?- Çok iyi bir dizi var onu da seyrederiz, Türkler yapmış ama çok iyi...***İlk kez canlı boks maçı izledim ve...Cuma gecesi hayatımda ilk kez canlı bir boks maçı izledim. Boks maçlarını çocukluğumdan beri izlerim ama pek sevmem.Çocukluğumdan beri, çünkü babam boks maçlarını hep izlerdi. Hatta 16 yaşındaki hayali boksör olmakmış, bunu ve hayatın aslında bir boks maçına benzediğini anlatırdı maçları izlerken... “Önemli olan, rakibini en fazla döven boksör olmak değil” derdi, “Önemli olan rakibinden yediği dayağa en fazla dayanan boksör olmak. Hiçbir boksör dayak yemeden rakibini yenemiyor çünkü.”Cuma gecesi işte tam bunu seyrettim.Kocaman beyaz ya da kırmızı deri eldivenleri elinde, zeki ayak oyunları ile rakibinin yumruklarından kaçmaya çalışan, aynı anda da rakibine iyi bir yumruk atmayı kovalayan gençler vardı Ahmet Cömert Spor Salonu’ndaki ringde. Galip gelmek için darbelere dayanıklı olmak, düştüğünde tekrar kalkabilmek ve kazanma hırsını hiç kaybetmemek gerekiyor. Hayat gibi işte... Ben de o gece dövüşen gençleri gizli bir vahşetle seyrederken, babamın yıllarca anlattığı hayatla ilgili gerçekleri gördüm o ringde.Boksu ilk defa sevdim... Aslında vahşet zannettiğim şeyin nasıl bir hayat olduğunu gördüm.Babamın neden boks maçlarının sadık bir seyircisi olduğunu anladım.Babamla beraber canlı bir boks maçı seyretmeyi hayâl ettim.Ve bu hayalimi gerçekleştirmek için çok da zorlanmayacağımı anladım.Çünkü artık Uluslararası Amatör Boks Birliği’nin (AIBA) oluşturduğu Dünya Boks Ligi’nin 12 takımından biriyiz. Chicago, Los Angeles, New York, Miami, Paris, Milano, Moskova, Bakü, Astana, Delhi ve Pekin’le birlikte.Sadettin Saran’ın kurduğu İstanbulls (İstanbul boğaları) takımı, 16 boksörüyle bu turnuvada yarışıyor.Sadettin’in aklına bir boks takımı kurmak nereden geldi bilmiyorum ama bu takımın hepimize boksu ve hayatı öğreteceğine inanıyorum.Bir kere de olsa canlı boks maçı seyretmenizi öneririm. Orada saklı olan hayata dair herşey hepimize lazım çünkü... ***İstanbulls’un maçlarıBiz bugüne kadar Moskova-İstanbul ve İstanbul-Milano maçlarını yapmışız. Benim seyrettiğim üçüncü maç İstanbul-Paris’ti.Şimdi sırada (17 Aralık) Paris-İstanbul, (7 Ocak) Milano-İstanbul, (14 Ocak) İstanbul-Moskova, (28 Ocak) İstanbul-Moskova, (4 Şubat) Milano-İstanbul, (19 Şubat) Paris-İstanbul, (25 Şubat) İstanbul-Paris, (11 Mart) İstanbul-Milano ve (19 Mart) Moskova-İstanbul var.
Savaş filmlerinde sık rastlarız.Düşman gemilerin radarlarından kaçmak isteyen denizaltı, denizin dibine iner, makinelerini durdurur ve her türlü faaliyetini mümkün olduğunca en düşük düzeyde tutar.Biz 70 milyonu aşkın Türk insanı da, dünyanın radarlarından saklanan bir denizaltı gibi düşünce faaliyetlerimizi hemen hemen tümüyle durdurma sınırına yaklaşmış olarak yaşıyoruz.Düşünce üretimimiz neredeyse sıfır noktasında.Düşünen, yaratan, fikirleri için çarpışan bir toplum olmadık hiçbir zaman.Hatta o kadar düşünce yaratmadık ki, düşünce yasaklarına bile yıllarca karşı çıkmadık, “Düşünmek yasaktır” sözü bizim gibi pek düşünmeyen bir toplumu ırgalamadı çünkü.Çalışma, üretme düzeyimiz de düşünme düzeyimiz kadar cılız.Düşünmüyoruz, üretmiyoruz, peki mutlu olduğumuz şeyler mi yapıyoruz bunun yerine?Hayır...Kadınlarla erkekler çok mu eğleniyor bizim ülkemizde, aşkın sarhoşluğunda kendini kaybetmiş bir ülke miyiz biz?Hayır...Peki düşünmeyen, üretmeyen, kadınları erkekleri mutlu olmayan bir toplum nasıl bir dinamizmle hareketlenecek?Hayatla nasıl sarmaş dolaş olup daha iyiye doğru ilerleyecek?Bizim yaşama biçimimizi, yaşam anlayışımızı değiştirmemiz, deniz dibinde duran bir denizaltı olmak yerine geniş kanatlı bir uçak olmamız için ne lazım?Üreten, düşünen, mutlu gençler...Peki ülkemizde bu gençlerin sayısı fazla mı?Fazla olduğunu söyleyemeyiz.Televizyonda Ankara Üniversitesi’ndeki konferansta CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum’u yuhalayan, ardından da AK Partili Burhan Kuzu’yu yumurta yağmuruna tutan gençleri, üniversite öğrencilerini seyrettim.Gazetelerden birinde, yumurta fırlatan genç bir kızın fotoğrafını gördüm...Bana hiç de haksızlığa uğramış bir öğrencinin öfkesi ve haklı kızgınlığı gibi gelmedi, yüzündeki görenin onun adına utanacağı gülüş.Yumurta atmanın biraz bayağı duran tuhaf sevinci vardı yüzünde.Sloganlarını dinlerken “Üniversite gençliği neden bu kadar sığ?” diye öfkelendim.“Polisin yaptığı haksızlıklara karşı bu gençlerle beraber mi savaşacağız?” diye kendimi çaresiz hissettim.Bu gençlerin, dünyanın başka üniversitelerinde okuyan akranlarıyla karşılaştıklarında hissedecekleri eksikliği, aradaki o büyük farkın hepimizin geleceğini belirlediğini düşündüm.Mücadele etmek, dövüşmek, direnmek önemli bir şey.Ama “ne için” mücadele ettiğin daha da önemli.Darbe girişimlerine karşı mücadele etmeyip de sadece sivil siyasetçilere karşı mücadele etmek, kimsenin mücadelesini haklı bir zemine oturtmaz.Darbeyi eleştirmeyen bir gençlik, darbecileri eleştirmeyen bir gençlik, pek de genç sayılmaz.Tepkileri çocuksu, fikirleri ihtiyar.Gençlik bunun neresinde?İsyan edeceksen sisteme, baskıya, darbeye, Kürtler’in hakkının çalınmasına, Aleviler’in hakkının verilememesine, düşünce yasaklarına isyan edeceksin.O zaman genç olursun.O zaman güçlü olursun.O zaman yumurtayı atarken de güzel gülümsersin.***Frida Kahlo’yu görmeye gidelim... Meksika’nın iki büyük ressamı Frida Kahlo ve Diego Rivera’nın daha önce ülke dışına çıkmamış 40 eseri yakında Türkiye’ye geliyor...Bu haberi okuyunca çok sevindim...O tabloları bildiğim ve şimdi yakından görebileceğimden çok...Frida Kahlo’nun yaşama inadını ve Diego Rivera ile yaşadığı büyük aşkı bildiğim için... O tabloları göreceğime sevindim. Frida Kahlo’nun fiziksel acı karşısındaki cesareti, inatçı yaşama sevinci, insanı hayrete düşürecek kadar farklı ve özgün olma ısrarı, çekiciliğini arttıran küçük kusurları, çoğunluğu kendi portresi olan resimleri, kullandığı renkler, zekâsı, hırçınlığı ve Diego’ya duyduğu aşk benim her zaman çok ilgimi çekti.Farklı yazarlardan birçok biyografisini okudum, hakkında yapılan filmleri seyrettim.Söyleyebileceğim tek bir şey, Frida Kahlo’yu bir kere öğrenirseniz onu kolay kolay unutamazsınız.Önce 6 yaşında çocuk felci geçirdiği için, bir bacağı sakat kalıyor. “Tahta Bacak Frida” diye çağırıyorlar onu.Sanırım çocukların bu acımasızlığıyla başedebilmek için, onlarla oynamak yerine, sanat, edebiyat, felsefe alanlarına merak sarıyor, genç kızlığı boyunca ve Meksika düşünce yaşamının önemli isimleriyle arkadaş oluyor.Fakat 19 yaşında okuldan eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, trenin demir çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkıyor. Kazadan sonra tüm hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçiyor genç kadının.Tüm hayatı boyunca omurgası ve sağ bacağında dinmeyen bir acıyla yaşıyor. 32 kez ameliyat oluyor. Çocuk felci nedeniyle sakat olan sağ bacağı kangren yüzünden kesiliyor.Benim için hikâye burada başlıyor işte.Bu kadın, böyle başlayan bir hayata, çok büyük aşklar ve Meksika’nın ardından tüm dünyaya yayılacak bir ün sığdırıyor.Kazadan bir ay sonra hastaneden çıkan Kahlo, sıkıntı ve acıdan kaçmak için resim yapmaya başlıyor.Yattığı yatağın tavanına bir ayna koyduruyor ve tavanındaki aynaya bakarak kendi portrelerini yapmaya başlıyor..Yaşama tutunma inadı sayesinde yürümeye başlıyor. Ve bir gün Meksikalı Michelangelo diye anılan ünlü ressam Diego Rivera’yı görmeye ve resimlerini göstermeye gidiyor. Ve evleniyorlar.Çok fırtınalı bir evlilikleri oluyor. Ayrılıyorlar ama bir sene sonra yeniden evleniyorlar.Ayrıldıkları dönemde Frida, Rus Devrimi’nin önde gelen isimlerinden Lev Troçki ile bir aşk yaşıyor.Tüm hayatı boyunca sağlık sorunlarıyla ve fiziksel acılarla yaşıyor.Ve sonunda da 47 yaşında ölüyor.Diego’ya duyduğu aşkı, kırgınlığı anlatmak için “Hayatımda başıma iki korkunç kaza geldi, ilkinde otobüs çarptı diğerinde Diego” diyor ve ekliyor: “Ben sakat değilim, kırgınım.”Şimdi bu kadın aşkıyla beraber Pera Müzesi’ne geliyor.Beraber gitmeye ne dersiniz?Belki gençleri de alırız...***Assange ve Oscar Wilde nerede buluştu?‘Assange’ın gönderildiği hapishanede zamanında Oscar Wilde da kalmış, biliyor muydun?” dedi arkadaşım.Bilmiyordum.Detayları çok seven insanları hep çok severim, ne öğrenirsem onlardan öğrenirim.İngiliz mahkemesi, Wikileaks’in kurucusu Julian Assange’ın kefaletle serbest bırakılmasını reddedince, Assange, Batı Avrupa’nın en büyük cezaevlerinden biri olan Wandsworth Cezaevi’ne gönderildi.Londra’nın güneyinde 1665 kişinin kaldığı cezaevi, epey eski bir bina.1851 yılında yapılmış. 1878 ile 1961 yılları arasında 135 kişi idam edilmiş burada.Cezaevinde yazar ve şair Oscar Wilde, 1950’li ve 60’lı yılların organize suç çetesi liderlerinden Ronnie Kay, İngiliz basınının 1970 ve 80’li yıllarda “İngiltere’nin en vahşi mahkûmu” unvanını taktığı Charles Bronson’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda “ünlü” mahkûm kalmış.Zaten Wandsworth Hapishanesi, genellikle ağır suçluların yattığı bir hapishane.Oscar Wilde da o dönemde “suç” kabul edilen cinsel tercihi dolayısıyla mahkûm olmuştu.O zamanlar çok ciddi bir suçtu bu. Şimdi Oscar Wilde’ın işlediği “suç”a gülüyoruz. Wikileaks’in kurucusu Julian Assange da bugün aynı hapishanede.Assange, İsveç’te iki kadına tecavüz ettiği iddiasıyla suçlanıyor.Aslında kadınlara “tecavüz” sözcüğünün ilk akla getirdiği biçimde zorla tecavüz etmemiş, ilişki sırasında prezervatif kullanmayı kabul etmediği için suçlanıyor.Görünen suçu bu ama herkes Assange’ın bütün dünyada “kırmızı bültenle” aranmasının, yakalanmasının, tutuklanmasının asıl nedeninin, asıl “büyük suçunun” ABD’nin gizli belgelerini açıklamak olduğunu biliyor.Devletlerin hegemonyasını kırmak, onları şeffaflaştırmak hâlâ “ağır” bir suç dünyada.Wilde’ın “suçu” çoktan suç olmaktan çıktı.Assange’ın söylenmeyen “gerçek” suçunun suç olmaktan çıkması, Wilde’ın “suçunun” suç olmaktan çıkması için gereken zamandan çok daha kısa bir zaman gerektirecek.Asıl “ağır” suçun devlete dokunmak değil, “dokunmamak” olduğu kabul edilecek.İlerde o hapishane de “Assange’ın kapatıldığı” hapishane olarak anılacak.Assange’ın adı sadece insanlık tarihine değil, hapishane tarihine de geçecek ama...Kadınlara saldıran adam olarak değil, devletlere saldıran adam olarak...
Bizim başbakanımız sert biri.Öyle sık sık ağladığı... Köşe yazarlarının, gençlerin, anaların, köylünün, kentlinin, İsrail’in, Amerika’nın, öğrencilerin, işadamlarının, politikadaki rakiplerinin, parti içi dostlarının sözlerine yenildiği, itilip kakıldığı, altta kaldığı görülmemiştir.Sevmediği bir şey olursa, çıkar kürsüsüne, alır mikrofonu eline, ne geçiyorsa aklından söyler.Bu anlattığımı aynı gün içinde bazen birkaç defa bile yaşıyoruz.“Başbakan kızmış yine” diyoruz birbirimize.Konu bizimle çok ilgili değilse, birçoğumuz o esip gürlemeyi seviyoruz bile.Ama Başbakan’ın duygu dünyasını anlamak o kadar da kolay değil...Bazen ağlıyor da...Televizyonda yerlerde sürünen, biber gazı sıkılmış gençleri seyrederken aklıma Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Eylül Referandumu öncesi yaptığı grup toplantılarından birinde, 12 Eylül 1980 sonrası idama mahkûm edilmiş gençlerden bazılarının mektuplarını okurken ağladığı geldi.22 yaşında asılan Mustafa Pehlivanoğlu’nun ailesine yazdığı mektubu okumuştu.O dönem gençlere yapılan zulmü gözyaşlarıyla anlatmıştı.Bazılarımız o gözyaşlarına inanmamıştı, bazılarımız da inanmıştı.Ben inanmıştım mesela... İnanmıştım çünkü 22 yaşında, ölüme giden bir gencin anne babasına yazdığı son mektup dünyanın her yerinde, tüm dillerinde, herkesi, hepimizi aynı yerden yakan bir güce sahiptir.Öyle Başbakan, kadın, erkek, referandum, oy diye ayırmaz, insanı yakar...O yüzden inanmıştım...Televizyonda, Başbakan’ı protesto etmek için gelen öğrencilere polisin yaptıklarını seyrederken de ben yine aynı yerden yandım.Yerlerde tekmelenenler... Yüzü gözü moraranlar... Bağıranlar...Gelen öğrenciler kim olursa olsun, fikirleri hangi tutarsızlıkta olursa olsun, belki gerçekten tamamen planlı, kasıtlı bir şekilde olay çıkarmaya gelmiş bile olsalar, polisin, gençlere orantısız güç kullanması, hatta bu tuzaksa tuzağa düşecek bir aldırmazlığı olması beni ürküttü. Kızdırdı.Şimdi merak ediyorum, beni yakan, beni ürküten, kızdıran bu şiddet Tayyip Erdoğan’ı kızdırmamış mıdır?O zaman bu vahşete destek neden?Sadece ölene mi ağlar Başbakan, yaşayana hiç insafı yok mudur?*****Kemal Kılıçdaroğlu, Celal Bayar, Vedat Eczacıbaşı...Kemal Kılıçdaroğlu’nun Bursa’da 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın mezarını ziyaret edişini seyrettim. Saygı duruşunda da bulunmuş.Ne hoş...Göz ucuyla televizyonda takip ettiğim bu haber, 5 aya yakındır okumayı ertelediğim, “Daha sakin bir zamanda...”, “Daha rahat bir zamanda...” diye ileriye attığım ama sonunda öyle bir zamanın olmadığına karar vererek başladığım ve çok severek okuduğum Şakir Eczacıbaşı‘nın “Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar” kitabındaki Vedat Eczacıbaşı‘ya götürdü beni.Çünkü Türkiye’de zengin, “laik” bir Türk ailesinin rejim yüzünden başının derde girebileceğini hiç düşünmemiştim.Vedat Eczacıbaşı, Şakir Eczacıbaşı’nın dört ağabeyinden, en büyük Nejat’tan sonraki ikincisi. Acıklı bir hikâyesi var.Kimselerin pek bilmediği, kimselerin pek hatırlamadığı...Şakir Eczacıbaşı da kendi kitabında yazmasaydı, yine pek çoğumuz bu hikâyeyi bilemeyecektik. Bir tek Taraf‘ta Yıldıray Oğur söz etti onun dramından.Şakir Eczacıbaşı’nın babası kimyager Süleyman Ferit, İzmir’de Şifa Eczanesi’nin sahibi. Celal Bayar’ın iyi dostu. Çok yakın bir ilişkileri var. 28 Mayıs 1960 günü Ankara’dan İzmir’e gelen Bayarlar’ı havaalanında karşılama cesareti gösterecek kadar...Şakir Eczacıbaşı “Bu yakın ilişkinin ne tür bir ilişki olduğunu babamın ölümünden 8 sene sonra Celal Bayar’ın ‘Babanız benim 70 yıllık dostumdu. Ancak dedikodudan çok korkardı. Onu cumhurbaşkanı olduktan sonra bir kez gördüm. Fakat 27 Mayıs’ta tutuklanıp Yassıada’ya götürüldükten sonra onun gönderdiği parayla geçinebildim ve hayatımı onurumla sürdürdüm’ diyerek anlattığı hikâyeden anlamıştık” diye anlatıyor kitabında.Baba Ferit Bey’in sert mizaçlı olması, sevgisini göstermemesi, büyük oğlu Nejat’a diğer kardeşlerden farklı davranması, Nejat’tan sadece iki yaş küçük Vedat’ı rahatsız ediyor.Kitabın ilerleyen satırlarında anlıyoruz ki, Vedat büyük bir baba sorunu yaşıyor aslında.Kendisini ona beğendirmek için çabalayıp duruyor. Nejat babası gibiyken, Vedat daha sanata düşkün, biraz hovarda, eğlenceyi, yaşamayı seven biri.Babasının kendisini sevmediğini düşünüyor.Ağabeyi Nejat Eczacıbaşı’nın, babası Demokrat Parti’ye bu kadar yakınken, Menderes’e kızmaya başlayıp, hatta 27 Mayıs’ı sevinçle karşıladığını söylediği günlerde; babasının gözüne girebilmek için, meyhanede arkadaşlarıyla içerken Adnan Menderes’in şerefine kadeh kaldırıp ihtilale meydan okuyor ve tutuklanıyor.Babasının çok mutlu olacağını sanarak... Ama baba Ferit Bey, Vedat’ın yine uygunsuz davrandığını, aileyi zor duruma soktuğunu düşünerek ziyarete gitmeyince, bunalıma girip sonunda da hapishanede 41 yaşında intihar ediyor.Çünkü Eczacıbaşı’nın gücü oğullarını bir türlü yargı önüne çıkartmaya yetmiyor. Günlerce tutukluluğu uzatılıyor Vedat’ın.Sonunda da Vedat buna dayanamıyor.Kılıçdaroğlu’nun Bayar’ın mezarını ziyaretini izleyince, bu ülkedeki “siyasi mezarlarının” arkasında yatan trajedileri, korkunç düşmanlıkları düşündüm.“Belki bir daha o acılar yaşanmaz” diye ümitlendim. *****Cem Yılmaz bu DVD’yi neden yaptı?Cem Yılmaz’ın 2009 yılındaki üniversite söyleşilerinden derlediği CMYLMZ Soru ve Cevap DVD’sini izledim...Çok eğlenceli buldum. Çekimleri Cem Yılmaz’ın iyi gözüktüğü bir dönemde yapmışlar, çok yakışıklıydı doğrusu. Yaratıcı bir fikirmiş, zekice buldum ama seyrederken “Bir tuhaflık var” hissi de peşimi bırakmadı..Bir kere en tuhaf şey, DVD’nin aniden bitmesiydi...Bir vedalaşma olmadan, DVD’nin süresi kalmamış gibi, birdenbire bitti. Soru ve Cevap DVD’sinde çok az öğrenci sorusu vardı ayrıca...DVD’nin çoğunluğu Cem Yılmaz’ın şovunu andırıyordu. Bundan şikayet edemeyiz tabii ki, harika bir şovdu ama bu sefer başka sorunlar devreye giriyordu. Cem Yılmaz elinde bir mikrofonla, yani taklit yaparken elini kolunu kullanamadan stand-up yapıyordu ki, bu durum görsel açıdan izleyeni rahatsız ediyordu sanki.Neden her zamanki gibi “kulaklıklı mikrofon” kullanmamış, merak ettim.Soruların azlığının nedenini bulmak zor değil, yeterince iyi soru gelmediği içindir sanırım.Üniversite öğrencilerinin Cem Yılmaz’a soracak soru bulamamaları aslına bakarsanız bu DVD’nin en şaşırtıcı tarafıydı. Cem Yılmaz, neden acaba adına soru-cevap dediği bir DVD çıkarttı, anlamadım.Ama ‘aksaklıklarıyla’ beraber bir “Cem Yılmaz Show” izlemek isterseniz, bu DVD’yi kaçırmayın.*****Bebek’teki yeni yıl hediyesiİstanbul Bebek’te oturanlar, Boğaz hattından gidip gelenler, Bebek Parkı’nın yanındaki o muhteşem yalıyı bilirler.Mısır Konsolosluğu’na ait tarihi yalı...İki yıldır devam eden, neredeyse “Bu hiç bitmeyecek galiba” dedirten onarım çalışmaları sona ermek üzere.İki yıldır o yalıyı yeniliyorlardı.Geçen gün önünden geçerken baktım, olağanüstü gözüküyor.110 yaşında bir binadan söz ediyoruz.Restorasyonu için 38 firmanın katıldığı uluslararası bir ihale düzenlenmişti.Her önünden geçtiğimde merakla baktığım yalı, anladığım kadarıyla 1901’deki haline geri dönüyor.İçi ise en son teknolojiyle donatılmış.Eski ve yeninin uyumu...Tarihi kayıtlara göre, aynı yerde yapılmış üçüncü yapı olan bu yalıda, önce Sultan III. Ahmed’in kadıaskerlerinden Dürrizade Arif Efendi yaşıyormuş ve devrinin çok ünlü yapılarındanmış. Bina daha sonra Sultan II. Mahmud’un sadrazamlarından Rauf Paşa’nın yalısı olarak kullanılmış.1902’de ise İtalyan mimar Raimondo D’Aranco tarafından Hidiv Abbas Hilmi Paşa’nın annesi Emine Hanım için yeniden inşa edilmiş.Halk arasında Valide Paşa olarak bilinen Emine Hanım’ın ölümünden sonra da Mısır Devleti’ne devredilerek konsolosluk haline gelmiş.Yeni yılda herşey bitmiş olacakmış.İstanbullular için iyi bir yeni yıl hediyesi doğrusu...
Ücra kasabalarda hayat biraz tekdüze dir.Büyük kentlerde ne olup bittiği, orada insanların neler konuşup neler tartıştığı pek bilinmez.Küçük dedikodularla geçer zaman.Tapucu ne demiş, kaymakam ne söylemiş, bankacı kızını kime veriyormuş, bilmem kim bilmem kime kahvede nasıl küfretmiş...Onlar için önemli olan hiç değişmeyen kasaba dekoru içinde önemli bir adam olmak, kaymakamla ahbaplık etmek, mal müdürüyle tavla oynamaktır.Ben severim de böyle hayatları.Oralarda hayatın gerçeklerine daha sık rastlarsınız.Ama ülkenin tamamı, ücra bir kasaba gibi dünya gelişmelerinden kopuk, kendi iç kavgalarına kapanıp dünyanın taşrası haline gelince, o kasabalarda sevdiğim gerçeklik kaybolup her şey koca bir yalana dönüyor.Bilgisayar teknolojisi devletleri sarsıp neredeyse yok edebilecek güce geldi...Uzayda bizden başka yaşamların da olabileceğinin kanıtı giderek çoğalıyor...Orduların ve silahların azalması için sürekli yeni düzenlemeler yapılıyor...Devletlerin bağımsızlığı neredeyse yok oldu. Bütün devletler birbirlerine bağımlı olduklarını kabul edip bu karşılıklı bağımlılıkla yeni roller üstleniyor...Bağımsızlık tarih olup onun yerini bütünleşme anlayışı alıyor.Dünya internet, insan hakları ve doğa üzerinde çalışmalar yapıyor. Bu yeni buluşlar dünyayı şekillendiriyor.Dinler, inançlar, Allah kavramları sorgulanıyor, “Dünyaya iyilik getirdiler mi?” diye tartışılıyor.Dünya, tarihinin en muhteşem değişimlerinden geçiyor... Biz ne yapıyoruz peki?Mesela 10 Aralık’ta Meksika’nın Cancun kentinde Dünya İklim Zirvesi toplanıyor.Biz kendi küçük kasabamızda oturup:- Lodos beni şişiriyor. Baş ağrısı yapıyor.- Aralıkta hâlâ hava yaz. Geçen gün denize girdik vallahi.- Ben soğuğu özledim. Sıkıldım bu yaz havasından.- “Havalar harika çok mutluyum” diyerek küçük, sıradan cümlelerimizle konuşurken, dünya önümüzdeki iki hafta boyunca, iklim değişikliğiyle mücadele, geliştirilebilecek stratejiler ve maliyetleri konuşacak.Bunları kendimizi küçümseyelim, onları önemseyelim diye söylemiyorum.Tabii ki dünya ülkelerinin de bize benzeyen birçok ‘kötü ve zayıf’ yanı var ama problem bizim onlara benzeyen güçlü yanlarımızın olmaması.Şunu biliyorum, dünyanın taşrasında kendi aramızda tavla oynayıp, kavga edip, hayatı hiç anlamadan ölmeye hakkımız yok. En azından kendimize karşı ayıp olur...*****Rommel’i yenecek siyasetçimiz var mı?Dün Radikal’de Garanti Bankası eski Genel Müdürü Akın Öngör ile yapılmış bir röportaj okudum. Röportajı yapan Kağan Gökalp, Akın Öngör’ü bir yanıyla Churchill’e bir yanıyla Montgomery’ye benzetmiş.Montgomery’nin Churchill’e “Gece 10’da yatağa giriyorum, sabah 6’da kalkıyorum. İçki-tütün kullanmıyorum, yağlı yemek yemiyorum. Spor yapıyorum. Yüzde yüz formdayım” dediğini Churchill’in de, “Gece 4 saatten fazla uyumam, içtiğim içkinin haddi hesabı yoktur. Yağsız hiçbir şey yemem. Yüzde 200 formdayım” diye cevap verdiğini anlatarak.Montgomery’nin bu ‘sıkıcı’ hikâyeyle özdeşleşmesine içim el vermedi.Kağan Gökalp beni bağışlarsa, ben size Montgomery’yi anlatmak isterim.Montgomery koşullara esir olmayan, koşulları nasıl değiştireceğini arayan ve bulan, yaratıcı bir İngiliz askeriydi. İkinci Dünya Savaşı’nın en başarılı generaliydi.İngiliz Başbakanı Churchill, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Kuzey Afrika’da bulunan İngiliz birliklerinin Rommel komutasındaki Alman birliklerine saldırmasını istiyordu.Ama Kuzey Afrika’daki birliklerin başına Rommel’e saldırıp yensin diye atadığı her general, belli bir süre sonra aynı şeyi söylüyordu:“Şu şu nedenlerden dolayı Rommel’e saldıramayız.” İngiliz Genelkurmayı da generallerin raporunu destekliyordu.Churchill, Rommel’e saldırılması gerektiğini biliyordu. Ama bunun nasıl olması gerektiğini bilmiyordu. Bütün generaller de bunun olmayacağını söylüyordu.Sonunda bir general buldu. O general “Rommel’e saldırır, yeneriz” dedi.Rommel’e saldırıp yendi.O generalin adı Montgomery’ydi. Bütün tarih kitapları onun adını yazdı.Ben Montgomery’yi severim. Onun cesaretine, yaratıcılığına, koşullara esir olmama ve onu değiştirebilme gücüne bayılırım.Yani Montgomery, sadece gece erken yatıp sabah erken kalkan, spor yapıp içki içmeyen, yağlı yemeyen bir ‘sıkıcı’ değildi.Churchill de içkici, yemeğe düşkün boşvermiş biri değildi.Bir Montgomery tarihi değiştirir. Düşüncenize, keşke biz de şu yaşadığmız düşünce çölünde “Rommel’i yenecek” bir siyasetçi bulabilsek...*****Ahmet Davutoğlu hakkında öğrendiklerimGürkan Zengin’in “Hoca” isimli Türk dış politikasında Ahmet Davutoğlu etkisini anlattığı kitabından öğrendiklerim:Önce başdanışman, sonra Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı son 8 yılın en kritik ismi olan Ahmet Davutoğlu...* Bir Türkmen...* Ailenin tek erkek çocuğu, annesini 4 yaşında kaybetmiş. Babaannesi ve ikinci annesi büyütmüş onu.* İlk kızına ikinci annesinin adı Sefure’yi, ikinci kızına da annesinin ismi Meymune’yi vermiş. Üçüncü kızı Hacer Bike. Oğluna ise babasının adını (Mehmet) vermiş.* Eşi Sare Hanım, kadın doğum uzmanı.* Şerif Mardin doktora tezi hocasıymış. Doktorasını hazırlarken üç ay Mısır’da piramitlere yakın bir ev kiralayarak çalışmış. 1990 yılında Malezya’ya ders vermek için gittiğinde Çin mahallesinde ev tutmuş.* Hava Harp Akademisi’nde de ders veriyormuş, başdanışman olduktan sonra askerler bunu kesmiş. * İmam Gazali ve İbn-i Haldun gibi İslam düşünürlerinden çok etkilenmiş.* The Economist Dergisi, ondan ‘Perde gerisindeki etkili adam’ diye bahsetmiş.* Eylül 2009 itibariyle 985 kişilik diplomat kadrosuyla çalışıyor. Bunların 107’si büyükelçilik, 67’si konsolosluk görevlisi. Almanya’da, bu 985 kişinin yaptığı işi 6550 kişi yapıyormuş.* Pek çok görüşmeye onunla giren diplomatlar, bakan ile yaşadıkları tek sorunun zaman yönetimi olduğunu söylüyorlarmış. 10 dakikalık işi yavaş yavaş tane tane izah ederek anlatıyormuş.* Dışişleri Bakanlığı’nın birinci yılı sona ererken 100 ayrı dış seyahat yapmış. Yaptığı ikili görüşme sayısı 520. Beş gün içinde 60 saat uçakta kaldığı zamanlar olmuş. Onunla olan diplomatların üç gün üst üste yatakta uyumadığı zamanlar oluyormuş.*****Google e-kitap projesi bir hayâl kırıklığıGeçtiğimiz mayıs ayıydı sanırım, Wall Street Journal, Google’ın Google Yayınları’nı kurma ve Google Dijital Kitapçısı açma planından bahsetmiş ve “İleriki aylarda bu proje hayata geçecek” diye haber yapmıştı. Aklımın bir köşesinde bunu tuttum.Çünkü Google tam ne yapacak merak ediyordum.Hem herkesin her yerden satın alabileceği milyonlarca kitabın olduğu bir dijital kitapçı açacaktı hem de kendi yeni kitaplar basacaktı.Sonunda ilk e-kitabını yayımladı Google.Kitapçı, daha zor olacak bir şey sanırım, şimdilik o ertelenmiş.www.20thingsilearned.com adresinden bakabilirsiniz kitaba. Ben hayâl kırıklığına uğradım. Ve aynı anda çok sevindim.Hayâl kırıklığına uğradım çünkü kitap, internet ve internet kullanımıyla ilgili birçok soruya yanıt veriyor. Harika. Hele benim gibi teknoloji beceriksizleri için. Ama bu bir kitap değil. En azından benim için. Ben bambaşka bir şey hayâl etmiştim.Ama sevindim. Çünkü ben de kağıt, mürekkep tutkunlarındanım ve okuduğu kitabı elinde tutmak, çantasında taşımak, eskimesini görmek isteyen ekiptenim.Google’ın kitap diye bunu yayınlaması çok hoş doğrusu...
Hayatımız kuşatıldı sanki...Wikileaks belgeleri, Twitter kavgaları, televizyon tartışmaları, köşe yazarı itişmeleri...Süs köpeklerine oynasın diye küçük tenis topları verirler ya hani, köpek alır o topu dişlerinin arasında ezer büzer, sıkar, ısırır...Top bir süre sonra topluktan çıkar, bir paçavraya döner.Bizim ülkede kavramlar ve değerler de süs köpeklerinin toplarına benzedi bu kavgalar yüzünden. Hepsi paramparça.Çevremiz, bir fikre inandığı için değil, duygularına yenik düştüğü için savaşanlarla doldu.Bütün kavramların, bütün değerlerin içini boşaltıp, posasını “yazı” diye yazıyorlar, kavramları dişleyip dişleyip, kendileri gibi fersude bir paçavraya dönüştürüyorlar.Maskeli çete gibiler...Bazen ilerici, bazen gerici, bazen demokrat, bazen muhafazakâr, bazen asker, bazen imam oluyorlar...Kim olduklarını anlamak zor.Ama geçecek biliyorum...Elinizde bir fenerle, içine yıllardır kimselerin giremediği karanlık bir mağara önünde durduğunuzu düşünün.Aniden elinizdeki ışıkla mağaraya dalsanız, içeride ışıktan rahatsız binlerce yarasa, binlerce yılan çılgınca ortalığa fırlayıverir.Bir anda ödünüz patlar, bütün dünyanın bu korkunç yaratıklarla dolu olduğunu sanırsınız.Kendinizi mağaradan dışarı atıp aydınlığa çıkmak istersiniz.Ama eğer o karanlık, pis mağarayı temizleyip aydınlatmak isterseniz, o zaman bir süre o karanlığa, o pisliğe, o kokuya, üzerinize gelen tuhaf yaratıklara dayanmak zorundasınız.Bence de dayanmalıyız...Çünkü biliyorum...Dünya ve Türkiye değişiyor...Bu değişimi durdurmaya, ne onların derme-çatma bilgileri, ne köpürmüş duygu dünyaları, ne de sağa-sola saldıran cılız kalemleri yeter..Futbol Tanrısı Mourinho’ya ‘ceza’ verdiPazartesi gecesi, kadınların sayısının daha fazla olduğu bir dost grubu ile El Clasico’yu izledim...Pazartesilerin favorisi bazen “Ezel” bazen “Türk Malı” olmasına karşın, Mourinho’nun şampiyonlar şampiyonu Barcelona’ya karşı ne yapacağını seyretmek hepimizi daha fazla heyecanlandırıyordu.Ne maçtı ama...“Onların oynadığı futbolsa Türkiye’de gördüğümüz ne?” diyorlar ya, gerçekten haklılar.Barcelona gibi bir takımın nasıl kurulabildiğini, bu kadar iyi oyuncuların nasıl yetiştiğini anlamak kolay değil bizlerin bilgisiyle.Üstelik Barcelona kadrosundaki 11 oyuncunun 8’inin, Messi dahil, altyapıdan yetiştiğini öğrenince, şaşkınlığım iyice arttı. Demek ki, iyi futbolcu olmak için yetenek yetmiyor.Altyapıda kazanılan temel bilgiye, teknik direktörün kazandırdığı güce ve futbolcudaki analitik zekâya sahip olmak da gerekiyor.Real Madrid 14 haftalık bir yeni ekip. Barcelona’ya karşı bu ‘yenilik’ çok önemli zaaf oldu bence.Çoğunluğun kibirli bulduğu, benim sahaların dehası olduğuna inandığım Jose Mourinho’nun düştüğü duruma üzüldüm o gece... Hem de çok...Özellikle 3. golden sonra, bacak bacak üstüne atmış kibirli adam gitti, yerine yüzünün rengi kararmış, gözlerine yenilginin öfkesi yerleşmiş, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen çökmüş bir adam geldi. Bir an evvel Camp Nou’dan kaçmak istiyordu sanki.Sanki takımının yenilgisi değil de egosunun hırpalanması onu öfkelendiriyor gibiydi.Real Madrid değil Jose Mourinho yeniliyordu.Porto ve Inter’le iki kere Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu kazanan Mourinho o geceye kadar hiç 5-0 yenilmemiş,biliyor musunuz.Maçta alışılmamış şeyler de oldu...Cristiano Ronaldo, Barcelona Teknik Direktörü Guardiola’yı itekledi.Bir oyuncunun rakip teknik direktörle fiziksel temasa girmesine pek sık rastlanmaz futbolda.Ronaldo kaybetmeyi hiç sevmiyor, Madrid’de Ronaldo’yla yaptığım röportajda, yenildikleri maçlardan sonra evine kapandığını, kimseyle görüşmediğini, hatta ağladığını söylemişti.Çocuksu bir hırsı var.Mourinho’nun kibiriyle onun tahammülsüzlüğü birleşince...Futbol Tanrısı onlara bir ceza vermek istedi.O gece sanki futbolun dışında bir şeyler oldu bana sorarsanız...Mourinho’nun büyüsüne kapılıp Guardiola’ya haksızlık etmek istemiyorum ama bu işin rövanşı ağır olur gibime geliyor. Afgan savaşı böyle izlenir National Geographic kanalını seyreder misiniz? Ben de, son beş-altı aydır seyrediyorum.Gerçekten ilgi çekici şeyler var.12 Aralık’ta, bu pazar değil haftaya pazar, Restrepo filmini yayınlayacaklar.Film, 2007- 2008 yılları arasında Korengal Vadisi’nde görev alan askerlerin hikâyelerini, onların gözüyle ve onların kelimeleriyle anlatıyor.Nesi mi ilginç bu filmin?Korengal Vadisi, Afganistan Savaşı’nın en tehlikeli cephelerinden biri ve en sıcak çatışmalarının yaşandığı yer. Doğu Afganistan’da Amerikalılar’ın başını çektiği mücadelenin üssü konumunda.Afganistan’da gerçekleşen çatışmaların beşte biri bu bölgede gerçekleşmiş.Bugüne kadar elliye yakın Amerikalı asker bu bölgede ölmüş.Taliban, 2005’te önce pusuya düşürdüğü 4 ABD komandosundan 3’ünü öldürmüş. Ardından yardıma gelen helikopteri de düşürüp 16 komandoyu yine bu vadide öldürmüş.İşte bu askerlerin hikâyelerini anlatıyor film.Hâlâ ilginç gelmedi mi?O zaman şöyle söyleyeyim: Wikileaks de Afgan savaşının belgelerini yayınlamıştı...Şimdi ilginizi çekti, değil mi?Wikileaks yayınlayınca insan Afganistan Savaşı’nı bile merak ediyor...*****Ateizm yasaktırDünya çapında ateizmin en hararetli savunucularından, İngiliz asıllı ama uzun zamandır hayatını ABD’de geçiren gazeteci-yazar Christopher Hitchens ve gençlik yıllarından beri kiliseye giden koyu bir dindar olduğunu bildiğimiz, başbakanlıktan ayrıldıktan sonra da Anglikan Kilisesi’ni bırakıp katolikliğe dönen eski İngiltere Başbakanı Tony Blair 27 Kasım’da “Dinler iyilik getirdi mi?” tartışmasını biletli 2 bin 700 kişinin önünde tartıştı. Dünya şimdi bu tartışmayı tartışıyor. Biz tartışma dışıyız... Çünkü ülkemizde, koyu müslümanlık yasaktır ama ateistlik kesin yasaktır... Ne dersiniz? Av Mevsimi başlıyor...Yavuz Turgul’un altı yıl aradan sonra yazıp yönettiği, bizlerin merakla beklediği yeni filmi “Av Mevsimi” bugün vizyona giriyor.Film polisiye...Bir cinayet, üç polis var...Polislerin, cinayeti çözerken aslında kendi ‘hayatlarını’ çözmelerini anlatıyor.Şener Şen, Cem Yılmaz, Melisa Sözen, Çetin Tekindor, Okan Yalabık...Filmin kadrosu gerçekten bir filmi tek başına çekici kılabilecek türden.Filmde Şener Şen “Avcı” lakabıyla tanınan Ferman adlı bir polisi, Cem Yılmaz teşkilata yeni alınan “Deli” lakaplı polis İdris’i, Okan Yalabık Hasan adlı çömez bir polisi, Melisa Sözen Cem Yılmaz’ın oynadığı karakterin karısını, Çetin Tekindor da zengin bir iş adamını oynuyor.Seyreden sinema yazarlarının eleştirilerini okudum. “Filmin sonu, baştan hemen tahmin ediliyor” diye eleştiriyorlar, Cem Yılmaz’ı ise çok övüyorlar.Sonra, Milliyet Sanat’ta, Asu Maro’nun Yavuz Turgul ve Şener Şen’le yaptığı röportaj aklıma geldi. Yavuz Turgul’un “Av Mevsimi klasik bir polisiye. Belki tek farkı, biliyorsunuz polisiyenin ustaları merakı sonuna kadar götürür. Biz bu yolu izlemedik, biz cinayeti kimin işlediğinden çok, o cinayetin ruhlarda yarattığı etki üzerinde durmayı tercih ettik” dediğini hatırladım.Sinema yazarlarının yönetmenleri tanımaması, filmde ne anlatmak istedikleni bilmemesi ne tuhaf...Sanki bizlerden tek farkları, filmi seyredip sonra da beğenmediklerini yazmaları...Yönetmeninin “Özellikle merakı son ana bırakmadık, çok yapılan birşeydir, ustalık ister, biz cinayetten etkilenen ruhları anlattık” demesine rağmen, sinema yazarlarının “Sonu baştan belliydi” eleştirisi, bana komik ve acıklı geldi doğrusu...Neyse, film bugün başlıyor...Seyredip kendimiz karar verelim...
Wikileaks internet sitesi ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait belgeleri yayınlamaya başladı.251 bin 287 belgeden sadece 281 tanesi yayınlandı şu ana kadar ama bu hepimizi ayağa kaldırmaya yetti.Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği’nden, Türkiye ile ilgili sızan belge sayısı ise 7918. Henüz bunların 30’u yayınlandı.Aslında sızdırılanlar ne kadar mühim, kimse karar verebilmiş durumda değil.Çünkü birçoğu gizli belge değil, iç yazışmalar...Çoğunda yazılanlar somut kanıtlara dayanmıyor, diplomatik yazışmalar, bilgi notları gibi.Ama tabii notlarda geçen isimlerin pozisyonları, tüm belgeleri önemli hale getirmeye ve tartışma yaratmaya yetiyor da artıyor.Tam bu Wikileaks belgeleri yayınlandığı sırada Gürkan Zengin’in yazdığı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu anlatan ‘Hoca’yı okumaya yeni başlamıştım.Türkiye ile ilgili yayınlanan belgelerin önemli bir kısmında Ahmet Davut-oğlu’nun adı geçiyor.O yüzden bu tesadüften çok hoşlandım, kitaptan harika şeyler öğreniyorum.İlerleyen günlerde bunu uzun uzun yazmayı istiyorum açıkçası. Wikileaks’te yayınlanan belgeler genellikle 2004-2005 yılları arası olan yazışmalar. Davutoğlu o sırada Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün danışmanı.Bu belgelerde Amerikalı Büyükelçi Edelman imzalı notlar çoğunlukta.Amerikalılar Ahmet Davutoğlu’nu ‘Neo Osmanlıcılık’tan ötürü tehlikeli bulduklarını söylüyorlar.Guardian gazetesinin internet sitesi, Wikileaks’in açıkladığı ABD büyükelçiliklerinden gönderilen gizli belgeleri en iyi veren siteydi doğrusu.Oradan öğrendiğime göre, yakın tarihli belgeler de var. 17 Kasım 2009 tarihli belgede, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Avrupa ve Avrasya İşlerinden Sorumlu Bakan Yardımcısı Philip Gordon ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davut-oğlu arasında 12 Kasım 2009’da yapılmış 40 dakikalık görüşme anlatılıyor. ABD’nin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’nin ismi de var belgede.Konu İran. Belgeye göre Davutoğlu, İranlılar’ın Türkiye’ye güveninin tam olduğunu ve Türkiye’nin İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ı İran hükümetindeki diğer kişilerden daha esnek gördüğünü söylüyor.Ayrıca, İran’a yönelik yaptırımların ya da askeri güç kullanımının olumsuz sonuçları olacağını ekliyor.Gordon, İran’ın nükleer silah edinme ihtimalinin sonuçları konusunda ısrarcı oluyor ve Türkler’in sert bir açıklama yapmasını istiyor.Davutoğlu ise bu sonuçları bildiklerini ve riskin farkında olduklarını söylüyor.Guardian, bu gizli belgeye, şöyle bir not eklemiş:“Gergin geçen bu görüşmede Gordon, Davutoğlu’nu, İran’ın nükleer programı konusunda Türkiye’nin arabuluculuğunun yardımcı olmayabileceği konusunda ikna etmeye çalışıyor, ancak bunda başarılı olmuyor.”Gürkan Zengin’in kitabında ise aynı Philip Gordon’un Davutoğlu için şöyle söylediği yazıyor:“Nereye gitsem ‘Davutoğlu buradan yeni ayrıldı’ diyorlar.” Dış politika uzmanı değilim ama bunları okuyunca, bana sanki bu bir mesleki kıskançlık gerginliği gibi geldi...Wikileaks belgelerinin kilit ismi olarak gözüken bir diğer isim de, yüzlerce belgede adı geçen Feridun Sinirlioğlu. Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı.Feridun Sinirlioğlu, Ahmet Davut-oğlu’na en yakın çalışan isimlerden biri. Geçmişleri çok eski. Aynı liseden, aynı üniversiteden farklı dönemlerde mezun olmuşlar.2001 yılında Cumhurbaşkanı Demirel, Filistin-İsrail geriliminde çözüm arayışları için kurulan komisyona, Türkiye adına verilecek raporu Ahmet Davut-oğlu yazsın istemiş.Ahmet Davutoğlu o sırada üniversitede hoca. Onu Demirel’e öneren kişi ise o sırada Cumhurbaşkanı danışmanı olan Feridun Sinirlioğlu. Gürkan Zengin’in ‘Hoca’ kitabında Ahmet Davutoğlu ve Feridun Sinirlioğlu ile ilgili öğrendiğim detaylara bakarsak, Amerikalılar, İran ya da herhangi bir başka konuda çok iyi bir ekiple karşı karşıya kalmışlar.Belki de o yüzden “deli” diyorlar Davutoğlu’na. Wikileaks belgelerini Gürkan Zengin’in yazdığı Hoca kitabıyla beraber okumak gerçekten çok zevkli.İnsan dış politika uzmanı olmadığına üzülüyor...***Ana Haber Bültenleri ve ÖlümTelevizyonlarda neredeyse kanalların tamamında ana haber bültenlerini seyredemez oldum.Haberler başlıyor. Arka arkaya saldırı, cinayet, tecavüz, trafik kazası, kaybolan çocuk, bir tane daha cinayet, ardından bir intihar, bir kaza daha derken bülten bitiyor.Ekrandan evin içine kan sızıyor. Herkes herkesi öldürüyor.Dünyadan haberler veriyorlar güya, onlar da;Kuveyt’te bombalı araba patlamış...İsrailli askerler Filistinli çocukları öldürmüş...Amerika’da bir çocuk diğer çocukları taramış...Haberler böyle devam edip bitiyor işte...Merak ediyorum, bu kadar ölüm ve kan sonunda ne işimize yarayacak?Bize bunları niye seyrettiriyorlar? Biz bunları niye seyrediyoruz?Psikolojik nedenleri vardır bizim de bunları seyretmemizin... Ama ben yine de onlar bize ölümü niye seyrettirip duruyorlar, bunu daha çok merak ediyorum.Ölenlerin adlarına bile dikkat etmiyoruz. Yalnızca o haberin içindeki ölen adam olarak biliyoruz onu.Toplu ölümlerde belki rakamları hatırlıyoruz. Ama sonra onları da unutuyoruz.Haber bültenleri ölüm haberleri seyrettirdikçe o isimsiz kahramanların ölümlerine alışıyoruz.Onlar öldükçe biz yaşıyoruz. Her gün biraz daha kan istiyoruz...Ya da haber merkezleri yöneticileri öyle olduğunu zannediyor ve bize bunları seyrettiriyor.Bunun cevabını kim biliyor, bilmiyorum ama ben bu vahşeti haber diye veren tüm kanallardan çok sıkıldım.***Başınızı derde sokunGerçeküstücülük akımının öncülerinden Fransız şairi Max Jacop‘un kendisinden sonra gelenlere bıraktığı bir öğüt varmış:“Başınızı derde sokun.”Kasım ayının tam ortalık yerinde güneşli bir sabah, deniz kenarında gazeteleri okuyup, martılarla beraber insanın içine akan ışıklara, neşeyle bakarken, arkadaşım “Geçen gün bir yerde okudum” diyerek bunu anlattı.Ve ekledi:“Hem gerçeküstücü hem Fransız olduğu için insanın başını derde sokmak için özel bir çaba harcaması gerektiğine inanıyor.”Çok güldüm...Çünkü hem gerçekçi hem de Türk olsaydı, insanın başını derde sokmak için hiç de özel bir çaba göstermesi gerekmediğini bilirdi gerçekten...Sıcak bir sessizlik vardı etrafta.Kışa, acılara, dertlere ihanet gibi patlıyordu güneş tepemizde.Birer çay daha söyledik.Arkadaşım “Gerçekçi bir Türk, yaptığı her harekette başını derde sokar zaten. Bizim ülkemizde başını derde sokmak için insanın vakti olmaz. Sen işini yaparken biri gelir, senin başını belaya sokar” dedi.Nasıl da doğru değil mi?Durduk yere başımız kaç kere derde girmiştir kimbilir.Dergi çıkarırsınız, kitap yazarsınız, protesto edersiniz, Kürtsünüzdür, Ermenisinizdir, iyi kalplisinizdir, hukuka inanıyorsunuzdur, kadınsınızdır, erkeksinizdir, belki ikisi de değilsinizdir, dindarsınızdır, ne bileyim belki sadece öylece deniz kenarında çay içiyorsunuzdur...Ve başınız derde girer.Ve arkadaşımla karar verdik. Eğer Max Jacop burada yaşasaydı, sanırım öğüdü şu olurdu:“Adamın başını derde sokmayın kardeşim!”
Biz yeryüzündeki bütün devrimleri atladık... Geçmişe şöyle bir baktığımda... O devrimler sırasında yaşayanların, bütün o devrimlere hiç aldırmamış olduklarını görüyorum.Dünyada olan ne sosyal devrimler, ne de teknolojik devrimler bizim ülkemizde bir etki yaratmış.Ne tuhaf!Küçük bir tarih araştırmasıyla bile atladığımızı görebileceğimiz devrimler şunlar sanırım:18. yüzyılın ikinci yarısında, İngiltere’de dokuma tezgâhlarının buharla çalışmasıyla birlikte gerçekleşen sanayi devrimi. Birçok ülke bu devrimi kendi bünyesine uygulamış ve çağ atlamış.Biz duymamışız bile sanki.1789’da bizim tarih derslerimizde Fransız ihtilali olarak okuduğumuz burjuva devrimi. Bu da birçok ülkeyi etkilemiş ve yeni düşünce ve yeni anlayışlar çıkarmış ortaya.Küçük bir zümre dışında biz bunu da atlayıp, aldırmamışız.1917’de Rusya’da olan Proletarya Devrimi. Bütün dünya bundan etkilenmiş. Bütün kapitalist ülkeler bundan etkilenmiş. Yeni düzenlemeler, yeni dengeler oluşmuş.Biz bu devrimle de ilgilenmemişiz.Gelişmiş dünyayı etkileyen bütün bu hareketlerin dışında, içine kapalı, gelişmemiş bir toplum olarak kalmışız.Ülkenin yapısını değiştirecek büyük atılımlar yerine, küçük grupların arasında geçen iktidar kavgalarıyla uğraşmayı tercih etmişiz.Yıllarca, arayı kapamamız, gelişmişlerin çizgisine ulaşmamız imkânsız gibi gözükmüş hepimize.Ama birkaç yıldır bir mucize oldu, önümüze gelişmiş ülkeleri yakalama ihtimali çıktı.Dünyanın seksenlerin sonundan beri yaşadığı teknoloji devrimini, adına bilgi çağı denen dönemi, biraz biraz yakaladık gibi.Bu devrimi yakaladık, çünkü bu devrim daha önceki devrimlerden nasibini almamış olanlara da şans tanıyor.Şanslıyız doğrusu... Bilgisayarı tanıdık... En basit haliyle... Artık her yerde bilgisayar var. Fakat hâlâ bir şeyi yapamıyoruz.Dünyada olan gelişmeleri politika dünyamıza uygulayamıyoruz.Dünyadaki zihinsel gelişmişlik hâlâ bizi ilgilendirmiyor.Hâlâ küçük iktidar kavgaları bize çok çekici geliyor.Ama kavgalarımızı artık bilgisayar aracılığıyla yapıyoruz.Şimdi kim bize “Siz teknoloji devrimini kaçırdınız” diyebilir ki, değil mi?Bilgisayarlarda kavga edebiliyoruz en azından.Bilgisayarları yakalayabildiğimize göre yeni devrimler yapabiliriz belki.Hukuk ve barış devrimi yapalım mesela.Evrensel hukukun ilkelerini ülkemizde de uygulayalım.Bunu kendimiz için yapmasak bile bu yazının benzeri 50 yıl sonra da yazılmasın diye yapalım.Arkamızdan gelenlere ihanet etmeyelim...Çetin Altan’la bir öğle yemeğiDün dedemle buluştuk, Çetin Altan’la. Güzel bir öğle yemeği yedik.O, bir yazısında “Orta boy teflon bir sahanın içine yarım çorba kaşığı tereyağı koyduktan sonra, sahanı önce yarım yakılmış elektrik, yahut gaz ocağının üstüne oturtmak...Ve ekmek tahtası üstünde, zarı önceden ayıklanmış, 7-8 dilim sucuk kesmek, yuvarlak yuvarlak ve oldukça ince...Sonra da sucukları, yağı henüz erimiş, ama kızgınlaşmamış teflon sahanın içine döküp yaymak ve kapağını kapatmak sahanın...Sıra geldi buzdolabından bir çift taze yumurta almaya...Aldık yumurtaları ve önce birini, mutfak tezgâhının ortasındaki musluk yalağı kıyısına vurarak, ortasından bir güzel çatlattık; daha doğrusu hafifçe kırdık... O sırada da açtık teflon sahanın kapağını...O ne güzel bir sucuk kokusu, kızgınlaşmış yağın içinde... Elimizle yumurtayı sahanın ortasında ikiye ayırıverdik... Önce yumurtanın akı dökülür gibi oldu sucukların üstüne ve tiril tiril yumurta sarısı da düştü sahanın ortasına, peşinden sürükleyerek henüz çiğ olan aklarını... Yanına kırdık ikinci yumurtayı da...Dağılarak hızla beyazlaşmaya başlayan çiğ yumurta akları...Ve yine kapattık sahanın kapağını; altındaki ateşi de, biraz daha kıstık.4-5 dakika yeter sucuklu yumurtanın pişip kıvama gelmesi için...” diye anlattığı ve yemeyi çok sevdiği sucuklu yumurtayı yedi.Ve o yerken ben şunu düşündüm...Hiçbir sucuklu yumurta bu anlatım kadar güzel gözükmüyor bana artık.Sonra babama gitmeye karar verdik.Babam, dedem, halam, yanımızda 3.5 yaşındaki Leyla...Hani bazen filmlerde olur ya, müzik çalar, oyuncuların hayatlarından sahneler akar, tüm dünyadan kopuk kendi hayatları içindeki insanları seyrederiz.Tıpkı onun gibi sadece dışarıdan bizi izleyenlerin duyabildiği bir müzik eşliğinde konuşmaya başladık.Müziğin sesini kısıp o konuşmalardan duyabilseydiniz, şunu duyardınız.Bir sahaf, babama, dedemin “Bir Avuç Gökyüzü” kitabının 1976’da Fransa’da yayınlanan baskısını göndermiş armağan olarak.İçini bir açtım, notlar alınmış Fransızca. Her sayfada altı çizilmiş cümleler...Yaşamış, belki dünyayı dolaşmış, sonra tekrar yazarına dönmüş bir kitap tutuyordum elimde. Gülümsedim...Dedem “Şans yoktur” diyor ama ben çok şanslı olduğumu biliyorum.Çünkü o şans bana, görülmesi çok zor olan bazı sahneleri görme ayrıcalığını bağışlıyor.Yetmez mi...*****Yumurta, Süt, Bal...Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf üçlemesi”ni oluşturan Yumurta, Süt ve Bal filmlerinin ve kamera arkalarının olduğu harika bir set gördüm geçen gün ve hemen aldım.Kutudan bir de kitap çıktı. Yönetmen Semih Kaplanoğlu’yla yapılmış bir söyleşi kitabı.Gördüğüm en iyi planlanmış set... DVD’ler ve kitap...Uygar Şirin‘in Semih Kaplanoğlu ile yaptığı söyleşiyi çok sevdim ve beğendim.Yumurta, Süt ve Bal’ı seyrettiyseniz ya da hiçbirini görmediniz ama seyretmek istiyorsanız... Bu sete ve içinden çıkan, o muhteşem filmleri çeken yönetmenin ‘kim’ olduğunu anlatan söyleşi kitabına da bayılacaksınız eminim.Söyleşiyi okudukça şunu düşündüm, iyi bir röportaj kadar iyi bir şey yoktur. Bana röportaj yapmayı özlediğimi hatırlattı... Bunu çok sevdim...Timaş Yayınları ve Kaplan Film ortaklığıyla hazırlanan bu DVD ve kitap setine emeği geçen herkesi kutluyorum.Harika bir iş çıkarmışsınız... *****Dünyada 400 milyon kişi bu derbiyi izleyecek!Her zaman bu kadar uygun düşmez.. Bir gün arayla hem bizde, hem de İspanya Ligi’nde heyecanlı derbiler izleyeceğiz.Bir tanesi bugün 19.00’da, G.Saray ile Beşiktaş derbisi. Ama iki takımın da içinde bulunduğu tatsız durum, bir derbi heyecanı yaşatmıyor sanki taraftarlarına. Sanki maç kimsenin umurunda değil gibi. Herkes nefesini tutmuş, yarın akşamki Barcelona-Real Madrid derbisini bekliyor.Üç Büyükler dediğimiz kulüplerin, yanlış politikalar sonucu ne hale geldiklerinin en büyük işareti bu derbi öncesi yaşanan sessizlik... Ligin 14. haftası gelmiş, neredeyse ikisi birden iddialarını yitirmişler. Ama iyi futbol ve gerçek rekabet dünyanın neresinde olursa olsun, herkesin ilgisini çekiyor. La Liga’da Real Madrid 32 puanla yenilgisiz birinci, Barcelona ise 31 puanla arkasında. Ligde Ronaldo’nun 14, Messi’nin 13 golü var. Yani Mourinho-Guardiola düellosu kadar Messi-Ronaldo çekişmesini de merakla bekliyorum. Hele de bizim Mesut’u!El Clasico’da şu rakamlar dikkatimi çekti:* Son 8 derbide Real Madrid’e 7 gol atan Messi, Mourinho’nun çalıştırdığı takımlara 7 maçtır gol atamıyor. Yani Mourinho, onu durdurmanın da yolunu bulmuş sanırım.* Guardiola, son 4 El Clasico’yu da kazanmış.* Mourinho’nun Real Madrid’in başında henüz yenilgisi yok.* Toplam 32 kamera ile çekilecek El Clasico, İspanya’da 73 sinemada gösterilecek.* Dünyada 400 milyon kişinin bu derbiyi izlemesi bekleniyor.Pazartesi akşamı saat 22.00’de ben de o şanslı 400 milyon kişiden biri olacağım.*****Hayata Dönüş’ün 10. yılında1975 doğumlu, 17 yaşında cezaevine giren, arkadaşım, şimdi Birgün gazetesi yazarı Akın Olgun’la bir Londra akşamında tanışmış, hapishanede geçen gençliğini ve hayata dönüş operasyonları sırasında Ümraniye Cezaevi’nde yaşadıklarını dinlemiştim.O gün dinlediklerimi bir daha hiç unutmadım.Hayata Dönüş operasyonu sırasında, dönemin İçişleri Bakanı olan Sadettin Tantan’ı, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ü, en önemlisi, dönemin Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü, şimdi Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyesi Ali Suat Ertosun’u hiç aklımdan çıkarmadım.Hatta 2004 yılında Ali Suat Ertosun’a AKP hükümeti kararıyla Devlet Bakanı Cemil Çiçek tarafından ‘Devlet Üstün Hizmet Madalyası’ verildiğinde merak ettim...Bu madalya neden verilmişti ki?Bu yazıyı yazmadan önce Akın’ı aradım.“Yazmak istiyorum anlattıklarını” dedim, “Yaz, ben de yazıyorum, sen de yaz” diye yanıtladı gülerek.“Gülüşünün ‘yanmaması’ ne güzel” diye düşündüm. “Yaşadığı herşeye rağmen hâlâ ne güzel gülüyor Akın” diye sevindim..Demişti ki anlatırken:“Gece yarısı tüm cezaevi kuşatıldığında, içeride bizler operasyonu bekliyorduk ama bu operasyonun çapı konusunda çok da bilgi sahibi değildik. Koğuşlar silahlarla taranmaya başladığında anlamıştık işin boyutunu. Cezaevi ana maltası kanlar içinde kalmıştı bir anda. Maltanın her iki ucuna kum torbaları yığan ve arkasına yerleştirilen askerlere ateş emri veren komutan “Teslim olun’’ diyordu.“Teröristleri kendi terörlerinden kurtarma” olarak açıklamıştı operasyonu merhum Ecevit. Bir yandan operasyon sürerken diğer yandan televizyonu izleyebiliyorduk. Koğuşlara önce bir gaz sıkılıyor ve daha sonra gaz birdenbire tutuşuyor, koğuşu ve içinde ne varsa yakıyordu. Yanıyorduk...” Dün de telefonda ekledi:“Dün hükümeti o operasyon için cesaretlendirenler, bugün bol kepçe bir demokratlık sergiliyorlar.”Bunlar yaşanırken 25 yaşında, 7 senedir hapishanede olan genç bir adamın, o geceden kalan birkaç cümlesi işte bunlar.Ne diyelim... O gecenin suçlularının cezalandırılması dört gözle bekliyorum.