Devrim sevmeyenlerin ülkesi...

Haberin Devamı

Biz yeryüzündeki bütün devrimleri atladık... Geçmişe şöyle bir baktığımda... O devrimler sırasında yaşayanların, bütün o devrimlere hiç aldırmamış olduklarını görüyorum.

Dünyada olan ne sosyal devrimler, ne de teknolojik devrimler bizim ülkemizde bir etki yaratmış.

Ne tuhaf!

Küçük bir tarih araştırmasıyla bile atladığımızı görebileceğimiz devrimler şunlar sanırım:

18. yüzyılın ikinci yarısında, İngiltere’de dokuma tezgâhlarının buharla çalışmasıyla birlikte gerçekleşen sanayi devrimi. Birçok ülke bu devrimi kendi bünyesine uygulamış ve çağ atlamış.

Biz duymamışız bile sanki.

1789’da bizim tarih derslerimizde Fransız ihtilali olarak okuduğumuz burjuva devrimi. Bu da birçok ülkeyi etkilemiş ve yeni düşünce ve yeni anlayışlar çıkarmış ortaya.
Küçük bir zümre dışında biz bunu da atlayıp, aldırmamışız.

1917’de Rusya’da olan Proletarya Devrimi. Bütün dünya bundan etkilenmiş. Bütün kapitalist ülkeler bundan etkilenmiş. Yeni düzenlemeler, yeni dengeler oluşmuş.
Biz bu devrimle de ilgilenmemişiz.

Gelişmiş dünyayı etkileyen bütün bu hareketlerin dışında, içine kapalı, gelişmemiş bir toplum olarak kalmışız.

Ülkenin yapısını değiştirecek büyük atılımlar yerine, küçük grupların arasında geçen iktidar kavgalarıyla uğraşmayı tercih etmişiz.

Yıllarca, arayı kapamamız, gelişmişlerin çizgisine ulaşmamız imkânsız gibi gözükmüş hepimize.

Ama birkaç yıldır bir mucize oldu, önümüze gelişmiş ülkeleri yakalama ihtimali çıktı.

Dünyanın seksenlerin sonundan beri yaşadığı teknoloji devrimini, adına bilgi çağı denen dönemi, biraz biraz yakaladık gibi.

Bu devrimi yakaladık, çünkü bu devrim daha önceki devrimlerden nasibini almamış olanlara da şans tanıyor.

Şanslıyız doğrusu... Bilgisayarı tanıdık... En basit haliyle... Artık her yerde bilgisayar var.

Fakat hâlâ bir şeyi yapamıyoruz.

Dünyada olan gelişmeleri politika dünyamıza uygulayamıyoruz.

Dünyadaki zihinsel gelişmişlik hâlâ bizi ilgilendirmiyor.

Hâlâ küçük iktidar kavgaları bize çok çekici geliyor.

Ama kavgalarımızı artık bilgisayar aracılığıyla yapıyoruz.

Şimdi kim bize “Siz teknoloji devrimini kaçırdınız” diyebilir ki, değil mi?

Bilgisayarlarda kavga edebiliyoruz en azından.

Bilgisayarları yakalayabildiğimize göre yeni devrimler yapabiliriz belki.

Hukuk ve barış devrimi yapalım mesela.

Evrensel hukukun ilkelerini ülkemizde de uygulayalım.

Bunu kendimiz için yapmasak bile bu yazının benzeri 50 yıl sonra da yazılmasın diye yapalım.

Arkamızdan gelenlere ihanet etmeyelim...

Çetin Altan’la bir öğle yemeği

Dün dedemle buluştuk, Çetin Altan’la.

Güzel bir öğle yemeği yedik.

O, bir yazısında “Orta boy teflon bir sahanın içine yarım çorba kaşığı tereyağı koyduktan sonra, sahanı önce yarım yakılmış elektrik, yahut gaz ocağının üstüne oturtmak...

Ve ekmek tahtası üstünde, zarı önceden ayıklanmış, 7-8 dilim sucuk kesmek, yuvarlak yuvarlak ve oldukça ince...

Sonra da sucukları, yağı henüz erimiş, ama kızgınlaşmamış teflon sahanın içine döküp yaymak ve kapağını kapatmak sahanın...

Sıra geldi buzdolabından bir çift taze yumurta almaya...

Aldık yumurtaları ve önce birini, mutfak tezgâhının ortasındaki musluk yalağı kıyısına vurarak, ortasından bir güzel çatlattık; daha doğrusu hafifçe kırdık... O sırada da açtık teflon sahanın kapağını...

O ne güzel bir sucuk kokusu, kızgınlaşmış yağın içinde...

Elimizle yumurtayı sahanın ortasında ikiye ayırıverdik...

Önce yumurtanın akı dökülür gibi oldu sucukların üstüne ve tiril tiril yumurta sarısı da düştü sahanın ortasına, peşinden sürükleyerek henüz çiğ olan aklarını...

Yanına kırdık ikinci yumurtayı da...

Dağılarak hızla beyazlaşmaya başlayan çiğ yumurta akları...

Ve yine kapattık sahanın kapağını; altındaki ateşi de, biraz daha kıstık.

4-5 dakika yeter sucuklu yumurtanın pişip kıvama gelmesi için...” diye anlattığı ve yemeyi çok sevdiği sucuklu yumurtayı yedi.

Ve o yerken ben şunu düşündüm...

Hiçbir sucuklu yumurta bu anlatım kadar güzel gözükmüyor bana artık.

Sonra babama gitmeye karar verdik.

Babam, dedem, halam, yanımızda 3.5 yaşındaki Leyla...

Hani bazen filmlerde olur ya, müzik çalar, oyuncuların hayatlarından sahneler akar, tüm dünyadan kopuk kendi hayatları içindeki insanları seyrederiz.

Tıpkı onun gibi sadece dışarıdan bizi izleyenlerin duyabildiği bir müzik eşliğinde konuşmaya başladık.
Müziğin sesini kısıp o konuşmalardan duyabilseydiniz, şunu duyardınız.

Bir sahaf, babama, dedemin “Bir Avuç Gökyüzü” kitabının 1976’da Fransa’da yayınlanan baskısını göndermiş armağan olarak.

İçini bir açtım, notlar alınmış Fransızca. Her sayfada altı çizilmiş cümleler...

Yaşamış, belki dünyayı dolaşmış, sonra tekrar yazarına dönmüş bir kitap tutuyordum elimde.

Gülümsedim...

Dedem “Şans yoktur” diyor ama ben çok şanslı olduğumu biliyorum.

Çünkü o şans bana, görülmesi çok zor olan bazı sahneleri görme ayrıcalığını bağışlıyor.

Yetmez mi...

*****


Yumurta, Süt, Bal...

Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf üçlemesi”ni oluşturan Yumurta, Süt ve Bal filmlerinin ve kamera arkalarının olduğu harika bir set gördüm geçen gün ve hemen aldım.

Kutudan bir de kitap çıktı. Yönetmen Semih Kaplanoğlu’yla yapılmış bir söyleşi kitabı.

Gördüğüm en iyi planlanmış set... DVD’ler ve kitap...

Uygar Şirin‘in Semih Kaplanoğlu ile yaptığı söyleşiyi çok sevdim ve beğendim.

Yumurta, Süt ve Bal’ı seyrettiyseniz ya da hiçbirini görmediniz ama seyretmek istiyorsanız... Bu sete ve içinden çıkan, o muhteşem filmleri çeken yönetmenin ‘kim’ olduğunu anlatan söyleşi kitabına da bayılacaksınız eminim.

Söyleşiyi okudukça şunu düşündüm, iyi bir röportaj kadar iyi bir şey yoktur.

Bana röportaj yapmayı özlediğimi hatırlattı... Bunu çok sevdim...

Timaş Yayınları ve Kaplan Film ortaklığıyla hazırlanan bu DVD ve kitap setine emeği geçen herkesi kutluyorum.

Harika bir iş çıkarmışsınız...

*****


Dünyada 400 milyon kişi bu derbiyi izleyecek!

Her zaman bu kadar uygun düşmez.. Bir gün arayla hem bizde, hem de İspanya Ligi’nde heyecanlı derbiler izleyeceğiz.

Bir tanesi bugün 19.00’da, G.Saray ile Beşiktaş derbisi.

Ama iki takımın da içinde bulunduğu tatsız durum, bir derbi heyecanı yaşatmıyor sanki taraftarlarına. Sanki maç kimsenin umurunda değil gibi. Herkes nefesini tutmuş, yarın akşamki Barcelona-Real Madrid derbisini bekliyor.

Üç Büyükler dediğimiz kulüplerin, yanlış politikalar sonucu ne hale geldiklerinin en büyük işareti bu derbi öncesi yaşanan sessizlik... Ligin 14. haftası gelmiş, neredeyse ikisi birden iddialarını yitirmişler.

Ama iyi futbol ve gerçek rekabet dünyanın neresinde olursa olsun, herkesin ilgisini çekiyor. La Liga’da Real Madrid 32 puanla yenilgisiz birinci, Barcelona ise 31 puanla arkasında. Ligde Ronaldo’nun 14, Messi’nin 13 golü var.

Yani Mourinho-Guardiola düellosu kadar Messi-Ronaldo çekişmesini de merakla bekliyorum. Hele de bizim Mesut’u!
El Clasico’da şu rakamlar dikkatimi çekti:

* Son 8 derbide Real Madrid’e 7 gol atan Messi, Mourinho’nun çalıştırdığı takımlara 7 maçtır gol atamıyor.
Yani Mourinho, onu durdurmanın da yolunu bulmuş sanırım.

* Guardiola, son 4 El Clasico’yu da kazanmış.

* Mourinho’nun Real Madrid’in başında henüz yenilgisi yok.

* Toplam 32 kamera ile çekilecek El Clasico, İspanya’da 73 sinemada gösterilecek.

* Dünyada 400 milyon kişinin bu derbiyi izlemesi bekleniyor.
Pazartesi akşamı saat 22.00’de ben de o şanslı 400 milyon kişiden biri olacağım.

*****


Hayata Dönüş’ün 10. yılında

1975 doğumlu, 17 yaşında cezaevine giren, arkadaşım, şimdi Birgün gazetesi yazarı Akın Olgun’la bir Londra akşamında tanışmış, hapishanede geçen gençliğini ve hayata dönüş operasyonları sırasında Ümraniye Cezaevi’nde yaşadıklarını dinlemiştim.

O gün dinlediklerimi bir daha hiç unutmadım.

Hayata Dönüş operasyonu sırasında, dönemin İçişleri Bakanı olan Sadettin Tantan’ı, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ü, en önemlisi, dönemin Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü, şimdi Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyesi Ali Suat Ertosun’u hiç aklımdan çıkarmadım.

Hatta 2004 yılında Ali Suat Ertosun’a AKP hükümeti kararıyla Devlet Bakanı Cemil Çiçek tarafından ‘Devlet Üstün Hizmet Madalyası’ verildiğinde merak ettim...

Bu madalya neden verilmişti ki?

Bu yazıyı yazmadan önce Akın’ı aradım.

“Yazmak istiyorum anlattıklarını” dedim, “Yaz, ben de yazıyorum, sen de yaz” diye yanıtladı gülerek.

“Gülüşünün ‘yanmaması’ ne güzel” diye düşündüm. “Yaşadığı herşeye rağmen hâlâ ne güzel gülüyor Akın” diye sevindim..

Demişti ki anlatırken:

“Gece yarısı tüm cezaevi kuşatıldığında, içeride bizler operasyonu bekliyorduk ama bu operasyonun çapı konusunda çok da bilgi sahibi değildik. Koğuşlar silahlarla taranmaya başladığında anlamıştık işin boyutunu. Cezaevi ana maltası kanlar içinde kalmıştı bir anda. Maltanın her iki ucuna kum torbaları yığan ve arkasına yerleştirilen askerlere ateş emri veren komutan “Teslim olun’’ diyordu.

“Teröristleri kendi terörlerinden kurtarma” olarak açıklamıştı operasyonu merhum Ecevit. Bir yandan operasyon sürerken diğer yandan televizyonu izleyebiliyorduk.

Koğuşlara önce bir gaz sıkılıyor ve daha sonra gaz birdenbire tutuşuyor, koğuşu ve içinde ne varsa yakıyordu.

Yanıyorduk...”

Dün de telefonda ekledi:

“Dün hükümeti o operasyon için cesaretlendirenler, bugün bol kepçe bir demokratlık sergiliyorlar.”

Bunlar yaşanırken 25 yaşında, 7 senedir hapishanede olan genç bir adamın, o geceden kalan birkaç cümlesi işte bunlar.

Ne diyelim... O gecenin suçlularının cezalandırılması dört gözle bekliyorum.

DİĞER YENİ YAZILAR