Dünyanın taşrası olmaya mahkûm muyuz?

Haberin Devamı

Ücra kasabalarda hayat biraz tekdüze dir.
Büyük kentlerde ne olup bittiği, orada insanların neler konuşup neler tartıştığı pek bilinmez.
Küçük dedikodularla geçer zaman.

Tapucu ne demiş, kaymakam ne söylemiş, bankacı kızını kime veriyormuş, bilmem kim bilmem kime kahvede nasıl küfretmiş...

Onlar için önemli olan hiç değişmeyen kasaba dekoru içinde önemli bir adam olmak, kaymakamla ahbaplık etmek, mal müdürüyle tavla oynamaktır.

Ben severim de böyle hayatları.
Oralarda hayatın gerçeklerine daha sık rastlarsınız.
Ama ülkenin tamamı, ücra bir kasaba gibi dünya gelişmelerinden kopuk, kendi iç kavgalarına kapanıp dünyanın taşrası haline gelince, o kasabalarda sevdiğim gerçeklik kaybolup her şey koca bir yalana dönüyor.
Bilgisayar teknolojisi devletleri sarsıp neredeyse yok edebilecek güce geldi...

Uzayda bizden başka yaşamların da olabileceğinin kanıtı giderek çoğalıyor...

Orduların ve silahların azalması için sürekli yeni düzenlemeler yapılıyor...

Devletlerin bağımsızlığı neredeyse yok oldu. Bütün devletler birbirlerine bağımlı olduklarını kabul edip bu karşılıklı bağımlılıkla yeni roller üstleniyor...
Bağımsızlık tarih olup onun yerini bütünleşme anlayışı alıyor.

Dünya internet, insan hakları ve doğa üzerinde çalışmalar yapıyor. Bu yeni buluşlar dünyayı şekillendiriyor.
Dinler, inançlar, Allah kavramları sorgulanıyor, “Dünyaya iyilik getirdiler mi?” diye tartışılıyor.
Dünya, tarihinin en muhteşem değişimlerinden geçiyor... Biz ne yapıyoruz peki?

Mesela 10 Aralık’ta Meksika’nın Cancun kentinde Dünya İklim Zirvesi toplanıyor.

Biz kendi küçük kasabamızda oturup:
- Lodos beni şişiriyor. Baş ağrısı yapıyor.
- Aralıkta hâlâ hava yaz. Geçen gün denize girdik vallahi.
- Ben soğuğu özledim. Sıkıldım bu yaz havasından.
- “Havalar harika çok mutluyum”

diyerek küçük, sıradan cümlelerimizle konuşurken, dünya önümüzdeki iki hafta boyunca, iklim değişikliğiyle mücadele, geliştirilebilecek stratejiler ve maliyetleri konuşacak.

Bunları kendimizi küçümseyelim, onları önemseyelim diye söylemiyorum.

Tabii ki dünya ülkelerinin de bize benzeyen birçok ‘kötü ve zayıf’ yanı var ama problem bizim onlara benzeyen güçlü yanlarımızın olmaması.

Şunu biliyorum, dünyanın taşrasında kendi aramızda tavla oynayıp, kavga edip, hayatı hiç anlamadan ölmeye hakkımız yok.

En azından kendimize karşı ayıp olur...

*****

Rommel’i yenecek siyasetçimiz var mı?

Dün Radikal’de Garanti Bankası eski Genel Müdürü Akın Öngör ile yapılmış bir röportaj okudum.

Röportajı yapan Kağan Gökalp, Akın Öngör’ü bir yanıyla Churchill’e bir yanıyla Montgomery’ye benzetmiş.
Montgomery’nin Churchill’e “Gece 10’da yatağa giriyorum, sabah 6’da kalkıyorum. İçki-tütün kullanmıyorum, yağlı yemek yemiyorum. Spor yapıyorum. Yüzde yüz formdayım” dediğini Churchill’in de, “Gece 4 saatten fazla uyumam, içtiğim içkinin haddi hesabı yoktur. Yağsız hiçbir şey yemem. Yüzde 200 formdayım” diye cevap verdiğini anlatarak.
Montgomery’nin bu ‘sıkıcı’ hikâyeyle özdeşleşmesine içim el vermedi.

Kağan Gökalp beni bağışlarsa, ben size Montgomery’yi anlatmak isterim.

Montgomery koşullara esir olmayan, koşulları nasıl değiştireceğini arayan ve bulan, yaratıcı bir İngiliz askeriydi. İkinci Dünya Savaşı’nın en başarılı generaliydi.
İngiliz Başbakanı Churchill, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Kuzey Afrika’da bulunan İngiliz birliklerinin Rommel komutasındaki Alman birliklerine saldırmasını istiyordu.
Ama Kuzey Afrika’daki birliklerin başına Rommel’e saldırıp yensin diye atadığı her general, belli bir süre sonra aynı şeyi söylüyordu:

“Şu şu nedenlerden dolayı Rommel’e saldıramayız.”
İngiliz Genelkurmayı da generallerin raporunu destekliyordu.

Churchill, Rommel’e saldırılması gerektiğini biliyordu. Ama bunun nasıl olması gerektiğini bilmiyordu. Bütün generaller de bunun olmayacağını söylüyordu.

Sonunda bir general buldu. O general “Rommel’e saldırır, yeneriz” dedi.

Rommel’e saldırıp yendi.
O generalin adı Montgomery’ydi. Bütün tarih kitapları onun adını yazdı.

Ben Montgomery’yi severim.
Onun cesaretine, yaratıcılığına, koşullara esir olmama ve onu değiştirebilme gücüne bayılırım.
Yani Montgomery, sadece gece erken yatıp sabah erken kalkan, spor yapıp içki içmeyen, yağlı yemeyen bir ‘sıkıcı’ değildi.

Churchill de içkici, yemeğe düşkün boşvermiş biri değildi.
Bir Montgomery tarihi değiştirir.
Düşüncenize, keşke biz de şu yaşadığmız düşünce çölünde “Rommel’i yenecek” bir siyasetçi bulabilsek...

*****

Ahmet Davutoğlu hakkında öğrendiklerim

Gürkan Zengin’in “Hoca” isimli Türk dış politikasında Ahmet Davutoğlu etkisini anlattığı kitabından öğrendiklerim:
Önce başdanışman, sonra Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı son 8 yılın en kritik ismi olan Ahmet Davutoğlu...

* Bir Türkmen...

* Ailenin tek erkek çocuğu, annesini
4 yaşında kaybetmiş. Babaannesi ve ikinci annesi büyütmüş onu.

* İlk kızına ikinci annesinin adı Sefure’yi, ikinci kızına da annesinin ismi Meymune’yi vermiş. Üçüncü kızı Hacer Bike. Oğluna ise babasının adını (Mehmet) vermiş.

* Eşi Sare Hanım, kadın doğum uzmanı.

* Şerif Mardin doktora tezi hocasıymış. Doktorasını hazırlarken üç ay Mısır’da piramitlere yakın bir ev kiralayarak çalışmış. 1990 yılında Malezya’ya ders vermek için gittiğinde Çin mahallesinde ev tutmuş.

* Hava Harp Akademisi’nde de ders veriyormuş, başdanışman olduktan sonra askerler bunu kesmiş.

* İmam Gazali ve İbn-i Haldun gibi İslam düşünürlerinden çok etkilenmiş.

* The Economist Dergisi, ondan ‘Perde gerisindeki etkili adam’ diye bahsetmiş.

* Eylül 2009 itibariyle 985 kişilik diplomat kadrosuyla çalışıyor. Bunların 107’si büyükelçilik, 67’si konsolosluk görevlisi. Almanya’da, bu 985 kişinin yaptığı işi 6550 kişi yapıyormuş.

* Pek çok görüşmeye onunla giren diplomatlar, bakan ile yaşadıkları tek sorunun zaman yönetimi olduğunu söylüyorlarmış. 10 dakikalık işi yavaş yavaş tane tane izah ederek anlatıyormuş.

* Dışişleri Bakanlığı’nın birinci yılı sona ererken 100 ayrı dış seyahat yapmış. Yaptığı ikili görüşme sayısı 520. Beş gün içinde 60 saat uçakta kaldığı zamanlar olmuş. Onunla olan diplomatların üç gün üst üste yatakta uyumadığı zamanlar oluyormuş.

*****

Google e-kitap projesi bir hayâl kırıklığı

Geçtiğimiz mayıs ayıydı sanırım, Wall Street Journal, Google’ın Google Yayınları’nı kurma ve Google Dijital Kitapçısı açma planından bahsetmiş ve “İleriki aylarda bu proje hayata geçecek” diye haber yapmıştı.
Aklımın bir köşesinde bunu tuttum.

Çünkü Google tam ne yapacak merak ediyordum.
Hem herkesin her yerden satın alabileceği milyonlarca kitabın olduğu bir dijital kitapçı açacaktı hem de kendi yeni kitaplar basacaktı.

Sonunda ilk e-kitabını yayımladı Google.
Kitapçı, daha zor olacak bir şey sanırım, şimdilik o ertelenmiş.

www.20thingsilearned.com adresinden bakabilirsiniz
kitaba.

Ben hayâl kırıklığına uğradım. Ve aynı anda çok sevindim.
Hayâl kırıklığına uğradım çünkü kitap, internet ve internet kullanımıyla ilgili birçok soruya yanıt veriyor. Harika. Hele benim gibi teknoloji beceriksizleri için. Ama bu bir kitap değil. En azından benim için. Ben bambaşka bir şey hayâl etmiştim.

Ama sevindim. Çünkü ben de kağıt, mürekkep tutkunlarındanım ve okuduğu kitabı elinde tutmak, çantasında taşımak, eskimesini görmek isteyen ekiptenim.

Google’ın kitap diye bunu yayınlaması çok hoş doğrusu...

DİĞER YENİ YAZILAR