Yazarımtrak ile politikacımsı

5 Kasım 2010

Bazı tuhaf renkler vardır.Ne renk olduğunu tam anlayamazsınız. Bilinen bir renge benzer ama aslında o renk değildir. Başka bir renk de değildir.Ne olduğu tam belli olmayan bir renktir o. Ve o renklere isimler takarız... Sarımtrak deriz mesela ya da mavimsi...Sarı değildir, tam bir sarı olamamıştır ama sarıya benzer. Ya da mavi değildir, başka renk de değildir... Ama maviye benzer.Böyle renkler kendilerine özel bir isim verilecek kadar kişilikli değildir.Ancak bir başka renkten çağrışım yapan bir isimle anılırlar. Ara renklerdir işte.Mesleklerde de vardır böyle ‘ara’lar.Adam hayatı boyunca politikayla ilgilenmiştir. Hep iktidardan bir pay alabilmek için uğraşmıştır. Ama politikacı değildir.Politikadan uzak da değildir.Politikacımsıdır...Ya da adam yazı yazıyordur. Yıllardır yazıyordur belki. Ama yazar değildir. Yaratıcılığı yoktur. Yeni bir fikir üretmez. Kendine özgü bir biçim geliştirememiştir. Yazı yazar yalnızca!Yazar olmadan yazı yazmak gibi garip bir iş peşindedir... Yazarımtraktır...Hiçbir mesleği hakkını vererek yapamayan ama her mesleğin avantajlarından yararlanmak isteyen bu tür insanlar genellikle birkaç işi bir arada yürütmeye çalışırlar. Bu tür ‘ımtrak’ adamların en çok rastlandığı alanlar yazı ve politikadır nedense.Çok da kurnaz oldukları için yaptıkları işlerde tepeye kadar çıkarlar bazen ama, mesleklerinin tehlikelerinden uzak dururlar.Başlarına pek bir şey gelmez.O çok istedikleri gücü elde etmek için harcayacak ne enerjileri ne de yetenekleri vardır ama ‘ara’ yollardan oraya varırlar.Ara yolların meşru olduğunu anlatırlar sonra yıllarca.“Askerimtrak” bir tavır benimserler.Askerimtrak bir yönetim olması gerektiği konusunda kamuoyu oluşturmaya çabalarlar.Ne politikacı, ne yazar, ne asker olmadan iktidar sahibi olmak isterler... Olurlar da bazen...Tek başlarına istedikleri gücü temsil edemedikleri için hep bir başka gücün çatısı altına girerler.Bu bazen bir parti olur, bazen bir gazete.Ama böyleleri hiçbir zaman iktidar olamaz. Olmuş gibi gözükebilirler bazen ama gerçekte olamazlar.İktidarımtrak bir hayâl peşinde ömürlerini geçirip sonunda yok olup giderler.Hiçbir şeyi “tam” olamamış bir ömrü “tam” olarak elde ettikleri tek şeyle, tam bir “yok”lukla kapatırlar.Tanırsınız böylelerini...Değil mi?*****Bunu mutlaka okuyun: Nişantaşı’nda ne oluyor?İki hafta önce Hürriyet Gazetesi’nin Kelebek ekinde Onur Baştürk bir yazı yazmıştı.“Mağazada mastürbasyon yapan adam” diye...Yazıyı okumaya başladığımda, her satırda şaşkınlığım ve kızgınlığım giderek artmıştı. Çok iyi hatırlıyorum.Bekledim... Fakat iki haftadır hiçbir ses çıkmadı bu haberle ilgili...Ben de Yeşim Aksoy’u arayıp bir gelişme olup olmadığını sordum.Olmamış...Olayı tekrar anlattı, duyduklarıma inananamadım. Siz de inanamayacaksınız.Geçtiğimiz günlerde, bir pazar günü, Kiraz Halkla İlişkiler’in sahibi Yeşim Aksoy Nişantaşı Zara mağazasına gidiyor.Etrafa baka baka dükkânın arka tarafına doğru, paltoların olduğu bölüme geliyor.Ve bir tuhaflık fark ediyor.Paltoların arasında, pantalonunu penisini rahatlıkla görebileceğiniz kadar indirmiş, yüzü mağazadaki kadınlara dönük ve mastürbasyon yapan bir adam görüyor. 30 yaşlarında, gördüğünüzde giyiminde ya da yüzünde bir tuhaflık sezemeyeceğiniz, genç bir adam.Telâşsız ve sakin bir şekilde paltoların arasında mutluluk dansı yapıyor.Göz göze gelmişler. Yeşim Hanım hemen, kapının girişindeki güvenlik görevlisine seslenmiş. Gözleri yetkili birini aramış. Çaresizlik içinde yardım isterken, genç adam dükkândan elini kolunu sallayarak, pantalonunun önü tamamen ıslak, çıkıp gitmiş.Mağaza yetkileri hiçbir şey yapmamış.İlgilenmemişler bile.Zaten Zara’da kamera yokmuş... Öyle söylemişler. Pazar günleri güvenlik çalışmıyormuş... Öyle söylemişler. Mağaza yetkilisi bir müdür yokmuş. Öyle söylemişler.Benim anladığım “Görmeseydiniz efendim siz de” diyerek Yeşim Hanım’ı uğurlamışlar.Ertesi gün Yeşim Aksoy tekrar mağazaya gitmiş “Bir gelişme var mı?” diye sormuş.. “Eşkalini polise verdik” demişler. Bu arada paltolar hâlâ aynı yerinde, duruyormuş. “Değiştirilmediğine ya da kuru temizlemeye gönderilmediğine eminim” diyor Yeşim Aksoy.Telefonda konuşurken Yeşim Hanım bir başka şey daha anlattı ki, Nişantaşı’nda neler olduğunu merak ettim.Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül bize bu sorunun cevabını vermeli... Geçen pazar, evet yine bir pazar günü, Massimo Dutti mağazası, kazaklara sarılıp, “Para vermezseniz buraya tuvaletimi yaparım” deyip şalvarını ortalık yerde indiren çingenelerce basılmış. İki adım ötedeki karakoldansa polis nedense bir türlü gelememiş.“Nişantaşı’nda pazar günleri neler oluyor?” Bunun cevabını aramalıyız... Ve hanımlar, beyler daha da önemlisi, oralardan alışveriş yaparken düşünmeliyiz!*****Kadın hahamDünyada ne olup bittiğini her zaman merak etmişimdir.Çünkü hayatı ne zaman sadece kendi yaşadığım hayat zannetsem yanlış yaparım genellikle.O yüzden, televizyonları izlerim, dergileri okurum, internette dolanırım, dünyayı gezen insanların hikâyelerini heyecanla dinlerim, son birkaç senedir de bbcturkce’yi takip ediyorum. Dün yine ilginç bir haber okudum orada.Almanya’da 1935’ten beri ilk kez bir kadın, haham olarak atanıyormuş.Ukrayna doğumlu Alina Treiger, liberal Oldenburg kasabasından bu göreve seçilmiş.10 yıl önce Almanya’ya göç etmiş. Ve sadece 31 yaşındaymış.Berlin’de yapılacak törene, dünyanın dört bir yanından önde gelen hahamların yanı sıra Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff da katılacakmış.Almanya’da 200 bin Yahudi yaşıyormuş. Yahudi din adamlarının eğitiminden sorumlu haham Walter Homolka’ ya göre; Almanya, Doğu Avrupa’daki Yahudilerce “İsrail” gibi görülüyormuş.Sovyetler’in dağılmasından ve Berlin duvarının yıkılmasından sonra daha fazla Yahudi Almanya’ya göç etmiş.O yüzden ülkede haham talebi giderek artıyormuş. Bu arada, bundan önceki tek kadın haham toplama kampında öldürülmüş. Neler oluyor dünyada!*****Cuma sizin gününüz...Bu mail’i çok sevdim...Bana ‘büyük’ fikirler bulmadan önce bir kez daha düşünmeyi hatırlattığı için...“Sanem abla, ismim Bengisu Yılmaz. Babamın e-mail’inden size bu mesajı gönderiyorum. Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde oturuyor, 6. sınıfa gidiyorum. 11 yaşındayım. Ben 1. sınıfa başladığımdan beri TÜYAP Kitap Fuarı’na gidiyoruz. Ve ulaşımımız açısından kitap fuarının TÜYAP’ta olmasından memnunuz. 29 Ekim Cuma günü yazdığınız kitap fuarının şehrin içine taşınması isteğinizin gerçekleşmesi, ben ve benim gibi Trakya’dan kitap fuarına giden bütün insanlar için kötü olacaktır. Aylar öncesinden kitap fuarında alacağım kitapların listesini yaptım. 7 Kasım 2010 günü kitap fuarına gideceğiz. Şu an elimde 8 kitaplık bir liste var ve hafta sonunu sabırsızlıkla bekliyorum. Fikrinizi bir kez daha gözden geçirmenizi ve kendinizi benim yerime koyarak düşünmenizi rica ediyorum.Selam ve saygılarımla.”*****Güler Sabancı kendisini gizliyorFortune Türkiye dergisinin kasım sayısında Güler Sabancı var kapakta.Fortune tarafından her yıl açıklanan dünyanın en güçlü 50 kadını listesinde yedinci sıradaymış Güler Sabancı ve bu listeye giren tek Türk’müş.Yedinci yılı doldurmuş bu sene Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı olarak.Yedinci yılda dünya yedinciliği...Etkileyici gerçekten.Röportajı yapan Şule Laleli “Holdingin yönetim katına gelmek için ciddi bir güvenlik kordonundan geçiyoruz. Kartlar, öten sinyal sesiyle birbiri ardına açılan kapılar...” diye anlatmaya başlamış.“Beyaz halılar, sade çalışma masası, çalan klasik müzik, duvarlardaki aile fotoğrafları” diye de devam etmiş.Beş sayfalık yazının neredeyse en ilgi çekici satırları bunlar.Bugüne kadar Güler Sabancı ile röportaj yapmış tüm dostları kırmayı göze alarak şunu söylüyorum ki, neredeyse Güler Sabancı ile yapılmış hakiki bir röportaja henüz rastlamadım.Güler Sabancı’nın tercihi olmalı bu. Kendisini bir türlü gerçekten göstermeyi tercih etmiyor.SA’lar üzerinden anlatıyor hayatı...Odasında, bir post-it’in üzerinde, şirketini küçülme ve odaklanma politikasıyla yönettiği için “Kalan SA’lar bizimdir” diye yazıyormuş. Güler Sabancı’nın güçlü yanları sadece şirketlerin açıklanan kârları olamaz, değil mi?Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birini yöneten, dünyanın en başarılı kadınları arasına girmeyi başaran birinin, kişisel özellikleri neler, o iradeyi, mücadele gücünü nereden alıyor, ağır sıkıntılara nasıl katlanıyor?En güçlü yedinci kadının, “kadın” yanında neler var?O büyük iktidarı tevazuyla taşımayı nasıl öğrendi?Bu kadar göz önündeyken nasıl bu kadar gizemli kalabiliyor?Niye gizleniyor? Neyi gizliyor?Galiba bana bir roman kahramanı gibi gözüküyor Güler Sabancı.Röportajları okurken roman bir türlü ilerlemiyor ama ve ben bir türlü kahramanı göremiyorum.O zaman da galiba okuduğum her şey, kafamda, bir çizgi romana dönüşüyor.

Devamını Oku

Taksici sordu: “Bu neyin tezgâhı”

2 Kasım 2010

Pazar günü, bir başka şekilde söylersek PKK’nın eylemsizlik süresinin dolduğu gün, İstanbul Taksim’de canlı bomba patladı.O andan beri, “bir insan 24 yaşında acaba neye ya da kime inanırsa böylesine ölmeyi, öldürmeyi göze alabilir” diye düşünüyorum.Böylesine şiddet dolu bir inanç ne olabilir?Bir insanın insan olmaktan vazgeçip kendini bir bombaya dönüştürmesi terör uzmanlarına ne anlatıyor acaba diye merak ediyorum.Ben bombanın canlı olmasının önemli olduğunu düşünüyorum.O adamın neye inandığı için bir bombaya dönüştüğünü anlamak için bekleyeceğiz belki ama anlamak için beklemek zorunda olmadığımız parçaları da var bu konunun.En azından tahmin edebileceğimiz parçaları var.Benim için, en aydınlatıcı soru, pazar günü bindiğim taksinin şoförünün bana sorduğu soruydu.“Bu neyin tezgâhı?”“Türkiye’de aklı başında herkes terörle değil, bir tezgâhla karşı karşıya olduğumuzu biliyordur değil mi abla” dedi.Şaşırdım... Sonra ağzımdan“Çok mümkün, kanlı tecrübelerimiz bunu bize böyle öğretti gerçekten” cümlesi çıktı.Gülümsedim...“Nerelisin” sen dedim.Bu sefer o gülümsedi. “Gazeteleri okuyorum abla, ne önemi var”dedi. Doğru söylüyordu taksici... Tesadüfler gereğinden biraz fazla olur bizim ülkemizde. Şaşırmayız bile artık.Ne zaman Kürt sorununun her çözümüne yaklaşılsa bombalar patlamaz mı bu ülkede. Bu tür ‘tesadüflerin” arkasına saklanmış gerçekler yok mudur yani.Vardır...Hemen ortaya çıkmasa bile “bu neyin tezgâhı abla” diyen taksicinin sorusu bir gün cevabını bulur.Gerçekten bu kimin tezgâhı acaba?Olağan şüphelilerin işi mi?Bana kalırsa, Türkiye her şeye rağmen bir devlet. Bu tür olayların arkasındakileri rahatlıkla ortaya çıkarabilir.Bu tezgâh önlenebilir.Aslında bana sorarsanız, bizim ülkenin şoförleri “bu kimin tezgâhı abla” diye sormaya başladıkları gün, “tezgahlar” başarıya ulaşma şansını yitirdi.Tezgâh olduğu anlaşılan “tezgâh” başarılı olmaz çünkü.***Tarkan’ın çektiği fotoğraflar küçük hikâyeler gibi...Önce National Geographic Channel’da kasım ayında yayınlanacak “Büyük Göçler” belgeselini seslendirdiğini okudum.Sonra,belgeselin çekimlerinin bir bölümünün yapıldığı Kenya’da, National Geographic Channel yöneticileri ve belgesel yapımcılarıyla, çekimler için kurulan kampta sekiz gün geçirdiğini öğrendim. Sonra da National Geographic Dergisi’nin bu ayki sayısında Kenya gezisi sırasında çektiği fotoğrafların yayınlanacağını duydum...Merakla bekledim ve dergiyi hemen aldım...Bir doğa aktivisti olan ve beş yıldır doğa fotoğrafları çeken pop star Tarkan’ın, bu ayki National Geographic’te ilk kez kendi adıyla yayınlanan fotoğraflarına baktım. Derginin Foto Haber sayfalarında alt metinleri Tarkan’ın yazdığı ve çekim hikâyeleri anlatılan on fotoğraf var.Ayrıca, Kenya gezisiyle ilgili duygu ve izlenimlerini anlattığı bir de röportaj... Tarkan’ın fotoğrafları gerçekten etkileyici. Bu kadar iyi bir fotoğrafçı olduğunu bilmiyordum. Fotoğrafları neredeyse küçük hikâyeler kadar iz bırakıyor insanda.Bu arada, Büyük Göçler belgeselinin ilk gösterimi 7 Kasım’da tüm dünyada aynı anda yapılacakmış.Kasım ayı boyunca da her pazar 21.00’de National Geographic Channel’da gösterilecekmiş.“Hayvanları kendi habitatlarında özgür ve doğal halleriyle görmek büyüleyiciydi” diyen Tarkan’ı, çektiği fotoğraflarla özgürleşip, doğallaşırken görmek de benim için büyüleciyi oldu.***Her kaybediş yenilgi olmayabilir...Amerika’da dün Kongre seçimleri vardı. Bu yazıyı yazarken, saat farkından dolayı sonuçlar henüz belli değildi.Obama’nın kendisi olmasa bile, ilk iki yılının seçmen tarafından değerlendirileceği bir oylama bu.Başkan Barack Obama’nın izlediği siyasete yönelik bir güven oylaması niteliği taşıyor denebilir. Amerikalılar, Kongre’de çoğunluğun Demokrat Parti mi yoksa Cumhuriyetçiler mi olması gerektiğine karar verecek.Sonucunda Obama Kongre’deki etkinliğini kaybedebilir.Seçim öncesi anketlere göre Cumhuriyetçiler, Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu ele geçirecek, ancak Demokratlar, sayıları azalsa da Senato’da çoğunluğu sürdürmeyi başarabilecekmiş. Uzmanlar da Demokrat Parti, Temsilciler Meclisi ve bir olasılıkla Senato’da da çoğunluğu kaybedecek diyorlar. Dolayısıyla Obama, görevdeki son iki yılında kendisine karşı bir kongreyle karşı karşıya kalabilir.Yani, oyunun heyecanlı kısmı bundan sonra başlıyor Obama için. Asıl şimdi ABD Başkanı olmak nasıl bir şeymiş onu anlayacak... Gerçek siyaseti öğrenecek...Hatırlarsınız, Bill Clinton da 1992’de başkan seçildikten 2 yıl sonra, Kongre’nin iki kanadında çoğunluğu Cumhuriyetçilere kaptırmıştı. Ama bu 1996’da Clinton’ın bu yenilgiyi aşıp ikinci defa başkan seçilmesine engel olmadı. Hatta işini kolaylaştırdı. Demokrat strateji uzmanı Douglas E. Schoen de “Siyasi açıdan Obama için en iyi sonuç, Cumhuriyetçilerin iki kanadın da kontrolünü ele geçirmesidir. Obama’nın bunu istemesi gerekir” diyormuş, internette okudum... Eğer Obama Clinton kadar siyasi beceriye sahipse, gelecek altı yılı bu kaybedişle garantiler... Bu seçimde, 37 eyalette seçmenler, 160’a yakın konu hakkında, oy pusulalarında yer alacak soruları yanıtlayacak.Bunların en ilginci, California eyaletinde marihuana kullanımına izin verilip verilmemesi. Referandumda kabul oyu çıkarsa California 21 yaşından büyük herkesin belli miktarda marihuana bulundurmasının suç olmadığı ilk eyalet olacak.Özgürlükleri artırırken tutucuların kazandığı bir seçim...Amerika ilginç bir ülke...***Bu özgürlük mü kısıtlama mı?Newsweek’te Şahin Artan ve Kemal Pehlivanoğlu’nun hazırladığı ilginç bir haber vardı.23 ekim 2010’da Resmi Gazete’de “Kodlu veya Kriptolu Haberleşme” yönetmeliği yayınlanmış.İsteyen herkesin kriptolu veya kodlu haberleşmesine, telefon konuşmalarını teknolojiden yararlanarak şifreyebilmesine olanak tanıyormuş bu yönetmelik.Eskiden Türkiye’de kriptolu haberleşme yetkisi sadece Ordu, Emniyet, Mit, Dışişleri’ndeyken artık isteyen kriptolu görüşebilecekmiş.Kriptolu telefon dönemi, telefon dinlenme skandallarına karşı alınacak iyi bir önlemmiş.Ama ben tam anlayamadım açıkçası.Çünkü aynı yönetmelik kullanılacak tüm şifreli cihazların kayıt altında ve şifre anahtarlarının da Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı BTK’nın elinde olması şartı getiriyormuş.Kurumdan izinsiz olmuyor yani...Peki,şimdi bu yönetmelik gerçekten haberleşme özgürlüğü mü tanıyor bize yoksa tam bir kısıtlama mı bu?Çünkü sadece telefon değil internet üzerinden iletişim ve haberleşme için de aynı şey geçerliymiş.Yıllardır pek çok internet kuruluşu şifreli haberleşme olanağı sunuyormuş zaten.Yahoo 2000 yılından beri şifreli e-posta hizmeti sunuyormuş... Hiç bilmiyordum...Şimdi bunlar da kuruma bildirilecek.Şifreleyebiliyoruz ama anahtarı yetkili kuruma veriyoruz...Siz anlayabildiniz mi bu özgürlüğü...***Oprah Winfrey bunu da yaptı. OWN başlıyor...Talk show programlarının kraliçesi, Oprah Winfrey, yirmi beş yılın ardından kabloluda kendi kanalını kuruyor. The Oprah Winfrey Network (OWN) 1 ocak 2011’de yayına başlıyormuş. Discovery Communication’ın CEO’su David Zaslav Oprah’a beraber OWN’u kurmayı teklif ettiğinde ‘paranı istemiyorum, istediğim sensin’ demiş. 77 milyon haneye ulaşacak kanal, Oprah için risk dolu diyenler de var. Çünkü kablolu kanalların durumları pek iç açıcı değilmiş. Bakalım Oprah bunu da başarabilecek mi?

Devamını Oku

Maliye Bakanı niye öyle dedi?

30 Ekim 2010

Oldum olası benim adıma bir şey düşünülmesinden hoşlanmam. “Senin için iyi olacağını düşündüm”diye başlayan cümleler tüylerimi diken diken eder.Ben herkes dürüstçe kendini düşünse daha memnun olurum.Çünkü ‘habersiz iyilik’lerden bir iyilik çıktığını daha pek görmedim.En son Maliye Bakanı bizlere iyilik yaptığını açıkladı: “Sizin sağlığınız için içkiye zam yaptık ki içmeyin, çok sağlıklı olun...”Bu açıklamadan hoşlanmadım...Bu açıklamayı dürüst de bulmadım...Bakanın bizleri çok akıllı bulmaması da canımı sıktı doğrusu...Babamın ben çocukken anlattığı bir hikâye geldi aklıma...İngiltere’nin en şaşaalı devirlerinden Kraliçe Viktorya döneminde başbakanlık yapan Benjamin Disraeli, Parlamento’ya ilk kez girdiğinde 33 yaşındaydı. Gençliğinde edebiyata merak sarmış, hatta yirmi iki yaşındayken yazdığı “Vivian Grey” isimli ilk romanıyla bir başarı da sağlamıştı. Disraeli Yahudi kökenli bir aileden geliyordu. Ama çocukluğunda Anglikan olarak vaftiz edildiği için de politikaya atılma yolu kendisine açılmıştı.Disraeli gösterişli bir şekilde konuşmaya meraklıydı. Avam Kamarası’ndaki ilk konuşmasına gayet sert başlamıştı.O dönem İngiliz Parlamentosu’nun uzun yılların içinden süzülmüş bir geleneği vardı, yeni bir üyenin ilk konuşması hem iktidar hem de muhalefet tarafından ayırım gözetmeksizin alkışlanırdı.Ama Disraeli’nin oldukça fiyakalı ve sert başlayan konuşması bir anda geleneği alt üst etmişti.Disraeli elini beline koymuş bağırıyordu:“Maliye Bakanı’nın bir elinde Kraliçe’nin mührü...”Salondan yuh sesleri yükseliyordu. İktidar ve muhalefet üyeleri bir ağızdan yuhalıyorlardı hem de:“Kes sesini!”Disraeli konuşmasını sürdürmeye çalışıyordu:“Maliye Bakanı’nın bir elinde Kraliçe’nin mührü...”Salondakilerin dinmeyen tepkileri yüzünden Disraeli konuşmasını bitiremeden salondan çıktı. Kuliste tek başına sıkıntılı sıkıntılı dolaşırken yanına yaşlı bir parlamenter yaklaştı:“Kutlarım sizi, nasıl becerdiniz bilmiyorum ama bir geleneği altüst ettiniz... Yalnız bir şey aklıma takıldı... Maliye Bakanı’nın bir elinde mühür var da öbür elinde ne vardı?”Ben de o yaşlı parlamenter gibi merak ediyorum. Bizim Maliye Bakanı’nın bir elinde içki şişelerine yapıştırılmış zam var da, öbür elinde ne var?***Kılıçdaroğlu bile kendi üslubundan memnun değilmiş!Uzun zamandır hayretle izlediğim CHP’nin kaba tavrının nedenini merak edip duruyorum.Kaba olmak... Kibar olma şansımız olduğu halde, kibar olmayı tercih etmeme hali gibi gelir bana hep. Kabalık tek başına doğamızda yoktur sanki. O yüzden kaba insanların öyküsünü merak ederim, “Neden kibar olmayı seçmiyor acaba?” diye...CHP’yi yöneten insanları da merak ediyorum o yüzden. Kemal Kılıçdaroğlu’nda parti başkanı olduktan sonra gözle görünen bir üslup değişikliği var. Argo kelimeler kullanmaktan hiç çekinmiyor. Kendisinin bu kadar kaba bir insan olamayacağı gerçeğini bile unutmuş gibi... “Parti kararı mı bu acaba?” diye sorup duruyordum etrafıma ben de. Bu tuhaflığın bir sebebi olmalı çünkü.Dün Mehmet Ali Birand’ı okurken soruma cevap buldum. O da aynı şeyi merak etmiş ve Kılıçdaroğlu’na sormuş. Kemal Kılıçdaroğlu “Emin olun, ben de kendi üslubumdan memnun değilim” demiş. Birand, Kılıçdaroğlu’nun teşkilat baskısı yüzünden böyle değiştiğini yazmış. Bu bekleniyormuş ondan. Umumi arzu üzerine kabalaşabilir mi bir insan?Teşkilatının belki böyle bir arzusu vardır ama bir de bizim gibi, ondan ciddiyet ve nezaket bekleyen, bir ümit yaratmasını samimiyetle isteyen insanlar var.Keşke, bir de bizim gibilerin arzusuna uymayı denese. Belki kendisine öylesinin daha çok yakıştığını da fark eder.***KIYAFET İÇİN 286 GÜN HARCANIR MI?Milliyet’ten Songül Hatısaru, yine çok ilgimi çeken bir haber hazırlamış. Kadınların evden çıkmadan önce ne giyeceğine karar vermek için harcadığı zaman, hayat boyunca 286 günü buluyormuş. Dünyadaki tüm iş kadınları şimdi bu zamanı kaybetmemek için her ay belli sayıda kıyafet giymeye karar vermişler. Ayda birbiriyle uyumlu altı kıyafet, aslında yetiyormuş.***Bu Tugay, Galatasaray’ın başına geçerGeçen akşam TRT’de Hagi ile ilgili bir belgesel izledim. Gördüğüm en kötü prodüksiyonlardan biriydi ama Hagi’nin futbol dehasını anlatan önemli bir arşivdi. Bu kalitede bir futbolcunun, teknik adam olarak tekrar G.Saray’a gelmesi beni yine heyecanlandırdı açıkçası.Ama geçen haftaki F.Bahçe derbisini izledikten sonra Hagi’yi değil de, Tugay Kerimoğlu’nu merak etmeye başladım. Saha kenarında seyrettiğim Tugay’dan çok etkilendim çünkü. Hayatında ilk kez antrenör olarak bu seviyede sahaya çıkmasına rağmen, dikkat çekici özellikler sergiledi.- Kulübedeki cool hali: Hagi’nin egosunun ne kadar yüksek olduğunu futbol seven herkes bilir. Tugay’ın Hagi ile iletişimi olağanüstüydü. Kafa kafaya vererek oyunun gidişatını değerlendirdiler. Tugay sürekli uyarılarda bulundu, onun bu uyarıları yapmasından daha ilginç olanı Hagi’nin de bunları can kulağı ile dinliyor olmasıydı.- Takıma hakimiyeti ve iletişimi: Sadece Hagi ile değil, sahadaki G.Saraylı futbolcularla da yakın bir ilişkisi vardı. Herkesi uyardı ve işaret diliyle ne yapmaları gerektiğini gösterdi sık sık. Yani takım üzerindeki etkisi bir yardımcı antrenörden çok daha fazlaydı.- Enerjisi: İlk oyuncu değişikliği yapılırken F.Bahçe kalesinin arkasında ısınan G.Saraylı yedeklerin yanına bir koşuşu vardı ki, gören oyuna Tugay girecek sanabilirdi. Onun kenarda sergilediği bu dinamizmin futbolcuları olumlu etkilediğini düşündüm. Ne de olsa Rijkaard’ın yardımcısı Neeskens’ten 20 yaş daha genç tabii.- Yol göstericiliği: Sabri maçtan sonra sahanın ortasında kendi taraftarlarına üçlü çektirirken, abartmamasını söyleyip onu uyaran ve soyunma odasına götüren de Tugay’dı. Hem babacan gözüküyordu bunu yaparken, hem de otoriter...- Tribünle ölçülü iletişimi: Yine maç sonrası G.Saray taraftarı onu “Büyük Kaptan” tezahüratıyla yanına çağırdığında, çok soğukkanlı ama çok sıcak bir vücut diliyle hem taraftarı memnun etti, hem de bir teknik adam kadar ölçülü kalmayı bildi.Bütün bunlar bana Galasaray’ın aradığını teknik adamı bulduğunu düşündürdü. Etrafımdaki herkes, F.Bahçe derbisinin taktiğini Tugay’ın verdiğini söylüyor. O kadarını bilemem. Ama, Tugay’ın ilk sınavında takımına ve hocasına büyük katkı yaptığını, yüksek bir profil çizdiğini gördüm.Premier Lig’de 10 sene futbol oynamış tek Türk olan Tugay’ın, yakın gelecekte G.Saray’ın başına geçeceğini ve o koltuğa çok yakışacağını düşünüyorum.Adnan Polat, Hagi-Tugay seçimiyle başkanlığı dönemindeki en doğru kararlardan birini aldı.Ama burası Galatasaray... Bekleyip görelim...***İstanbul’u bu kitapla keşfedinBeyoğlu’ndan Tünel’e doğru indiğinizde Tünel Meydanı’nda güzel bir bina vardır, Bilsar Binası...Bilsar... Hani şu beyaz gömlekleriyle ünlü marka. Ama Bilsar, bünyesinde öyle fazla bilmediğiniz, ummadığınız zenginlik barındırıyor ki, öğrendikçe şaşıyorsunuz...Geçen gün Galata’da -uzun zamandır gördüğümde bu kadar etkilendiğim bir ev olmamıştı- yeni evine taşınan bir arkadaşıma akşam yemeğine gittim. Evde gördüğüm herşeye bayıldım. Zevk sahibi bir insandan her zaman yeni şeyler öğrenebilirsiniz. O insanlarla birlikteyken, bilmediğiniz bir dünyadan bir başka bilmediğiniz dünyaya salınır durursunuz... İşte tam da böyle oldu...Çok beğendiğim sehpanın üzerinde bir kitapçık duruyordu: “İstanbul Keşif Rotaları.”“Bu kitap sayesinde yaptım evi” dedi arkadaşım. Kitaba uzandım. Bilsar’ın bir yayını. 166 tane bağımsız, nevi şahsına münhasır mağaza ve onların hikayesini anlatıyor.. Hiç bilmediğiniz bir İstanbul var o kitapta... Ne dükkanlar var inanamazsınız...Önsözünde şöyle yazıyor:“Bu kitap yeknesaklığa, zincir mağazaların dikte ettiği yapay kaliteye, sürü gibi aynı şeyleri yapmaya karşı bir manifesto...”İnanın seçmekte zorlandım. Kafeleri, butikleri, kitapçıları, sizin keşfinize bırakıyorum.İşte benim seçtiklerim:- Özen-iş Taş atölyesi. The House Cafe’lerin dekorunun yaratıcısı Autoban’ın çok sık kullandığı tarihi motifli süslü çini yer taşları ustası. Ortaköy’de.- Donutstore Graffiti Shop. Duvarlarınızı siz renklendirmek istiyorsanız, İtalyan Stefano Gilij’in açtığı Pangaltı’daki dükkan. Sprey boyada sınır tanımıyormuş.- Saat tamircisi Recep Usta. El yapımı mekanik saat tamirinde ender isimlerden biriymiş Recep Usta. Randevu alarak gitmeniz gerekiyor. Çarşamba ve perşembeleri çalışmıyor. Taksim’de.- DeForm. Müzik Dükkanı. İkinci el soul, R&B, grunge, new wave ve daha yüzlerce plak. Galatasaray’da. “Keyfekeder açık” diye not düşülmüş, ona göre.- Netses. Gramofon ve pikap tamircisi. Radyo da tamir ediyorlarmış. İkinci el satış da yapılıyormuş. 48 yıllık tamir atölyesi. Galata’da. Pazarları kapalı.- Eskici Dükkanı Tamircisi. Antika tamiri deyince ilk akla gelen isim. Özellikle porselen, seramik ve ahşap antikaların restorasyonu konusunda. Üsküdar’da. Pazarları kapalı. Eski eşya satın almıyor.

Devamını Oku

Onlar Beyaz Türk’se ben fuşyayım

28 Ekim 2010

Türkiye’de hemen hemen hiçbir dalda yeni bir fikir, çarpıcı bir araştırma çıkmıyor. Bir iki istisna dışında Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik yapısını çözecek incelemeler yayınlanmıyor. Ne fizikte, ne tıpta, ne kimyada şöyle bir dosyayı dolduracak miktarda dünya çapında yeni buluşlarımız var.Hiçbir düşünceyi kendimiz yaratmıyorsak, bize ait yapıyı kendimiz incelemiyorsak... O zaman Türkiye’nin aydınları ne işe yarıyor?Yoksa bizde aydın tanımına uyacak bir kesim yok mu?Aydın, düşünce üreten insandır... Ya da bulunmuş düşünceleri kitlelere aktarandır...Bizde birinci tanıma uyan aydın tipi çok çok az... Kendimiz bir şey bulamadığımız için, bulunanı kitlelere aktaracak bir kesim de zaten olmuyor... Olsa olsa dışarıda bulunanı içeride taklit edenler oluyor.Bizim aydın dediğimiz de aslında işte bu okuryazar takımı. Okumasını yazmasını bilmek, biraz sinemayla, biraz da müzikten anlamak, biraz özgür yaşayabilmek, aydın olmaya yetiyor bizim ülkede.Halbuki gelişmiş bir ülkede sıradan bir lise mezununun özellikleridir bunlar.Bir de bizim aydınlar daima ilericidir...Peki hiçbir beyinsel üretimde bulunmayan bir kesimin ilericiliğinin ölçüsü ne... Benim görebildiğim kadarıyla çok zavallıca... Ülkemizde sivil bir hükümete muhalif olmak ilerici olmaya yetiyor.Öyle, egemen güçlerin topluma dayattığı inanışları gözden geçirmek, toplumun gelişimini engelleyen bu donmuş inançları sarsmak gerekmiyor.Şimdi aynı ‘aydın’ kesim bu sefer beyaz Türk oldu.Bütün klasik müzik dinleyen, çağdaş sinemayı takip eden, evinde kütüphanesi olan, barda tanıştıklarıyla sevişebilen herkes aydın, herkes beyaz Türk...Ülkemizde yaratılan tartışmalar, çölde yürüyen deve kervanları gibi etrafı toza dumana boğuyor ama bütün kavramlar, tanımlar neredeyse bilinçli olarak birbirine karıştırılıyor. Aydın olmak, ilerici olmak, Türk olmak, Beyaz Türk olmak, gelişmiş olmak, muhafazakâr olmak, demokrat olmak... Çözemeyeceğimiz kadar birbirine karışmış durumda sanki.Bu komik bulduğum beyaz Türk tartışması sürerken, Türk kimdir peki diye düşünmeye başladım.Türk deyince önce benim aklımdan sizin de aklınızdan geçen o tüm olumlu şeyler ve ardından, kolay yalan söyleyen, bir mucizeyle sabah uyandığında kendisini Avrupalı bulmak isteyen, kurnazlığı zekâ zanneden, bedel ödemeden her şeye sahip olmak isteyen biri geçiyor. Eh, Türk böyle bir şeyse gerçekten...Bunun beyazı olsan ne olur, fuşyası olsan ne olur?*****Bundan sonra cumaları sizin gününüzBundan sonra cuma günleri, sizlerden gelen mail’leri yayınlayacağım. Dertleri olanları, hikâye anlatanları, yardım isteyenleri, kızanları... Ne anlatmak isterseniz. Çünkü çok sevdiğim mail’ler alıyorum ve nasıl sizlere aktarabileceğimi bilemiyorum.Bundan sonra cumaları sizin...Bugünkü mail bir üniversite öğrencisinden “Sanem Hanım, ben 21 yaşında istanbul’da okuyan bir öğrenciyim. Aslında Malatyalıyım. Siyasal Bilgiler’de okuyorum. Hocalarımız bir anket düzenlememizi istedi. Biz de Robinson ve Cuma’yı seçtik tema olarak.Türkiye’nin şu andaki durumu hakkında anket yapıyoruz. Yanıtlarsanız çok sevineceğiz. Sizce Biz Robinson muyuz Cuma’ mı?”‘Sanırım gençler bir şaka yapıyor’ ya da cevapları sorulardan bağımsız sizinle ilgili bir başka ipucu veren testler vardır ya ‘onlardan biri galiba’ diye düşünüp cevaplamadım.Ama aklıma takıldı,hangisi olduğumuz.Hikâyeyi biliyorsunuz. Ünlü roman kahramanı Robinson Crusoe okyanusun ortasında ıssız adalardan birine düşen bir ingiliz denizcisidir. Tek başına kadınsız paradan ve uygarlıktan uzak bir yaşam kurar adada. Bir gün komşu adalardan birinden gelen yamyamların elinden bir yerliyi kurtarır ve adını Cuma koyar.Cuma Robinson’un kölesi olur.Robinson efendiliği Cuma da köleliği çok doğal bir şekilde benimser.Ne Cuma’nın aklına Robinson’la bir iktidar mücadelesine girmek gelir, ne de Robinsonun aklına Cuma’ya eşit davranmak.Peki Cuma niye Robinson’un kölesi olur?Robinson’un tüfeği vardır. Bu olabilir mi?Olamaz... Çünkü Cuma tüfeği ele geçirme imkânı varken de yapmamış, iktidarı ele geçirmeyi hiç düşünmemiştir.Sanırım Robinson’u efendi yapan onun bilgisi, donanımı, alet kullanma yeteneği, organizasyon kurabilmesi, olayları değerlendirip bunlardan sonuç çıkarabilme gücüdür.Robinson ile Cuma bin defa ıssız bir adada karşılaşsalar bin defa da Robinson efendi, Cuma köle olacaktır.Peki biz hangisiyiz? Bizim tam yerimiz neresi? Biz dünyanın Robinson’larından mıyız yoksa Cuma’larından mı...Hele özellikle şu sıralar kalkan meselesi tartışılırken...NATO’nun Avrupa’ya yerleştirmeyi planladığı füze kalkanına ev sahipliği yapmamızı istemesi, Türkiye’nin ise kendisini NATO ile İran’ın arasında bir kez daha sıkışmış bir durumda bulması...Hangisini seçse kendisini huzurlu hissedemeyecek bu hükümet... Gerçekten zor durum.Bakalım biz Robinson gibi zeki, yaratıcı, örgütçü müyüz yoksa Cuma gibi yalnızca sadakate mi önem veriyoruz?Belki de en iyisi buna cavap vermemek... Bize ne ıssız adalarda neler olduğundan.Biz ıssız bir adaya düşmedik ki...Cumaları sizin gününüz unutmayın.*****KEŞKE BÖYLE OLSA...Mustafa Balbay anlatsa keşke....Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in darbe günlükleri Ergenekon’dan sayılmadı. 603 gündür tutuklu olan Mustafa Balbay bildiği bir şey varsa artık anlatsa keşke. Konuşmadığı sürece haksızlık artıyor. Baksanıza 5000 sayfa ‘suçsuz’ ilan edildi.Kitap Fuarı şehrin içine taşınsa keşke...Yarın TÜYAP Kitap Fuarı başlıyor... Taaa Büyükçekmece’de.. Fuarın kesinlikle şehir içine alınması gerekiyor. İnsanların rahat ve mutlu bir şekilde kitaplarla buluşmasını istiyorsanız, bu sene Büyükçekmece son olsun...Medya siteleri kavgaları haber yapmasa keşke...Medya siteleri gittikçe kötüleşmeye başladı. Tamamen insan odaklı,haberden yoksun ve kavgalar üzerine bir anlayış kurdular. Hatta kendileri de kavga ediyorlar zaman zaman. Hepimizi şaşırtacak birşey yapsalar...Medyadaki kavgaları ve sığ sataşmaları görmezden gelseler, onlara yer vermeseler... Acaba, sataşarak ‘gündem’ olurum coşkusu yaşayan yazarlar, daha akıllıca daha kibar yazmaya başlarlar mı?Kitap fuarının benim için ‘Top 7’si* Yordam Kitap’dan Rosa Luxemburg biyografisi, Annelies Laschitza* Remzi Kitabevi’nden Çağrışımlar Tanıklıklar Dostluklar, Şakir Eczacıbaşı* Kırmızı yayınlarından İstanbul mektupları, Guilleragues kontu* İnkilap Yayınevi’nden, Refik Halid Karay’ın tüm eserleri* İş Bankası Yayınları’ndan, Namık Kemal biyografisi, Mithat Cemal Kuntay* Everest Yayınları’ndan Memurun Ölümü, Anton Çehov ve* Gallieno Ferri, Zagor’un babası ve efsane çizeri ile söyleşi...*****Padişah eti ucuza yedirsin mi?Bir süredir et fiyatlarıyla ilgili bir tartışma var. Belki takip ettiniz belki zaten her et alışınızda söylenerek siz de bu tartışmaya katıldınız...Bu ülkede rastlanan bütün aksaklıklardan sizce kim sorumlu?Ortak cevabımız belli... Hükümet.Yırmi yıl önce... Kırk yıl önce... Gene hükümet.Bizim ülkede hükümetin dışında hiçbir kurum, kuruluş, örgüt, insan yok gibi bazen... Her şeyin sorumlusu o... O andaki hükümette kim varsa.Dün yine gazetelerde vardı, Bakan Eker açıklamış:Market eti 16,5’a alıp kıymayı 27 bine satıyormuş. Aynı malın fiyatı markette farklı, kasapta farklıymış.Kim sorumlu bundan? Gene hükümet...Hükümet ülkenin fiyat ayarlama komisyonu sanki.Bakan bas bas bağırıyor ‘benim denetim gücüm yok’ diye.Sanki hükümetlerin en önemli işi her malın her yerde aynı fiyata satılmasını sağlamak.Peki, pahalıya satılan malın denetimini kim yapacak?Fiyatları ‘piyasa’ belirler.Piyasa denen nesnenin de en önemli faktörlerinden biri tüketicidir. Fiyatları belirleyecek olan en önemli faktörü biziz yani.Tüketici bilincimiz varsa iyi malı ucuza almak isteriz.İyi malı ucuza almamız için de rekabet olması gerekir. Rekabet için de pazarın büyümesi gerekir.Bunu için ne yapmak lazım... Bunu da artık ekonomistler biliyordur biz bilmesek de.Bizim bilmemiz gereken şey şu, yargıda istemediğin şeyi ette de isteme...Hükümetten bir padişah gibi et fiyatlarını düşürmesini bekliyorsan, o hükümet her konuda padişah gibi davranır.Sakıncalı bulduğun her şeyde.Ben açıkcası padişah devlet tarafından yönetilmektense, dört market, sekiz kasap dolaşıp en iyi ve en ucuz eti aramayı tercih ederim. Tembellik edeceğim diye başıma bir “padişah” çıkarmaktan yana değilim anlayacağınız.

Devamını Oku

Çadır tiyatrosunun ‘çocuk’ yıldızı!

27 Ekim 2010

Çadır tiyatroları vardı eskiden. Ben hiç gitmedim, sadece filmlerde gördüm. Siz görmüşsünüzdür belki de. Filmlerde hep acıklı yerlerdir çadır tiyatroları. Uyduruk, basma perdeler...Derme çatma bir sahne...Tozlu, talaşlı pis döşemeler...Kırık sandalyeler, zavallı bir orkestra, orası burası yamalı, eprimiş tülden eski tuvaletleriyle yaşlı ve yeteneksiz şarkıcı kadınlar. Fındık fıstık yiyerek yerlere tüküren seyirciler... Bağırtılar, çağırtılar... Islıklar... Şarkıcı kadınların hakarete alışmış bakışlarında zaman zaman gizli bir hüzün...Arada sırada kavgalar...Havada uçuşan sandalyeler...Ama bazen bir mucize oluverir. Bu sefil dekorun içinden muhteşem bir ses yükselir.Yolunu şaşıran genç bir yetenek yanlışlıkla bir çadır tiyatrosuna düşmüştür.Tiyatrodaki gürültüler hafifler, ağır ağır bir sessizlik yayılmaya başlar. Alaycı ve küçümseyici tavırlarını bir anda değiştiremeyen seyirciler ne yapacaklarını şaşırırlar. Sonra tam bir sessizlik çöker.O harikulade sesi dinler herkes.Aslında hep özledikleri ama buralarda bulamayacaklarını düşündükleri sestir o.Bizim ülkemizin de genelde bir çadır tiyatrosu acıklılığı vardır.İnsanlar kendilerini hep ezilmiş ve haksızlığa uğramış hissederler o bağırtıları, ıslıkları, yuhalamaları duydukça.Gelişmemiş, fakir, estetik değerleri olmayan çadır tiyatroları gibi sahnedekiler yeteneksiz, seyirciler umursamazdır. O mucize beklenir...Bazen bir mucize olur da...Olmadık bir karar alınır. Tıpkı beklenmedik bir sesin duyulması gibi duyulur sesi mucizenin. Bir darbe anayasası ucundan, kenarından da olsa değişiverir.Ama bazen de o ses hiçbir zaman duyulmayacak kadar, sefalete gömülür her şey. Bir mucize olmaz. Bir mucize olma ihtimali bile kalmaz.Bir çocuğun babasını öldüren katil, gün gelir çocuk olur yeniden.Öldürdüğü gün yaşı küçük diye... Çok hızlı, önünü arkasını hesapla- madan, ayrıntıları iyi belirlenmemiş bir yasa çıkarttılar diye...Belki de onu koruyanlar ‘büyük’ diye! Ogün Samast; Hrant Dink’in katili, taş atan çocuklar için çıkarılan yasadan yararlanarak artık çocuk mahkemesinde yargılanacak tek başına.Daha önce alacağı hapis cezasının dörtte üçünü cezaevinde geçirecekti, şimdi üçte ikisini geçirecek. En fazla 20 yıl, 5 ay yatacak.Zaten çok yavaş ve haksız giden mahkeme sürecini iyice yavaşlatan, zorlaştıran bir karar bu.Ama yasal... Ne denir ki şimdi buna... Herhalde şu:- Hrant Dink’in katillerini bulmak hep bir ‘mucize’ye mi kalacak?- Kanlı bir çadır tiyatrosu burada hep mi sürecek?*****‘Yeni Medya Düzeni’ konferansına eleştiriler...Dün Doğuş Yayın Grubu’nun düzenlediği “Yeni Medya Düzeni” konferansı vardı.Yedi yüz ya da beş yüz lira verenler -öğrenciler yüz lira- bu paneli izleyebiliyordu. Ben gitmedim ama bütün gün yeni medya biçimi olan Twitter’dan neler olmuş, takip ettim. Wired Dergisi editörü Chris Anderson panelde en çok soruyu almış. The New York Times Yönetim Kurulu Başkanı Arthur Sulzberg, nyt.com’un 2011’de paralı olacağını açıklamış. Pazarlama Gurusu Yazar Seth Godin uydu bağlantısıyla katılmış ve en beğenilen konuşmacı olmuş. CBS Interactive Music Group & CBS Corp. Başkanı David Goodman ve editör Cenk Uygur da konuşmacıymış. Ayrıca katılımcılar da varmış: Levent Erden ve Facebook Uluslararası İş Geliştirme Başkanı Christian Herdandez “Türkiye’nin facebook kullanımında ilk üçte olacağını hiç tahmin etmemiştik” demiş. Konuşmaların bir kısmının ilgi çekici ve çağa uygun olmasına rağmen, panele katılan Twitter kullanıcıları bütün gün panelin hayâl kırıklığı yarattığını yazdılar.İngilizce panel idare edecek iyi İngilizce bilen eleman olmadığını, salonda wireless sıkıntısı yaşandığını, moderasyonun zayıf olduğunu, panelin enerjisinin çok düşük olduğunu, cümlelerin uzun, konunun dağınık ve konuşanların kendi cümlelerinde kaybolduğunu söylediler. İşte yeni medyanın hızı...Bakalım gidenler, gazetelerde ne yazacak?*****Edebiyat Festivali başlıyorİstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali bu cumartesi başlıyor.2 Kasım’a kadar sürecek festivalde otuza yakın farklı ülkeden yetmiş yazar, edebiyatseverlerle “Dört gün boyunca edebiyat” sloganıyla buluşacak.D&R Mağazaları’nda okuma ve söyleşiler, Midpoint Cafe’lerde edebiyat sohbetleri, İstek Okulları’nda öğrencilerle buluşmalara kadar 4 gün içinde 50’ye yakın etkinlik yapılacakmış.Edebiyat festivalinin ismini aldığı Ahmet Hamdi Tanpınar için ise Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde 1-2 Kasım tarihlerinde “Türkiye’de ve Dünayada Tanpınar Zamanı” adlı uluslararası katılımlı bir sempozyum düzenlenecekmiş. Ayrıca, Kargart’ta film gösterimi ve edebiyat gecesi, Yazarlar Buluşmaları, İtalya ile Diyaloglar, İstanbul Fransız Kültür Merkezinde etkinlikler, üniversite söyleşileri, Çırağan Palace Kempinski’de okumalar ve Ghetto’da yazarların DJ kabine geçtiği kapanış Partisi gibi heyecanlı ve eğlenceli İstanbul’a yakışır bir edebiyat festivali planlıyormuş.İTEF’in internet sitesinde istediğiniz bilgileri ve programları bulabilirsiniz.Edebiyatseverler, etkinliklerinde yerinizi ayırtın... Kaçırılmayacak birkaç okuma var ki, ben mutlaka orada olacağım... Hangisi olacağını siz bulun...*****Twitter bağımlılarına...Dünyanın internet alanındaki en önemli araştırma şirketlerinden TNS’nin 46 ülkede yaptığı son araştırmaya göre sosyal ağlarda en çok zaman geçirenler Malezyalılar, Ruslar ve sizin de çok yakından bildiğiniz gibi, biz... Türkler’miş.Haftada ortalama 7.7 saat geçiriyormuşuz. Yaklaşık 35 milyon internet kullanıcısı varmış Türkiye’de, dünyada ise 2 milyara yakınmış bu rakam.Şu günlerde sinemalarda filmi de oynayan Facebook’ta, her gün 60 milyon statü güncellemesi yapılıyormuş. 500 milyon da takipçi varmış.Türkiye 16 milyon kullanıcı sayısı ile dünyada facebook kullanan ülkeler arasında ilk 10’daymış.Twitter günde 300 bin kullanıcı kazanıyormuş. Günde ortalama 55 milyon tweet yazılıyormuş.ABD’de 1994’ten beri internet bağımlıları için kurulan klinikler varmış.Amerika’da öyle bağımlı gençler varmış ki, dört saat uyuyabilmek için Facebook’u otomatik olarak kapatan bir program kullanıyorlarmış, çünkü bunu kendiliğinden yapamıyorlarmış.- Bağımlı değiliz...- Burada eğleniyoruz...diyenlere küçük bir uyarısı var doktorların:“Olmadığınız ya da olmak istediğiniz profiller yaratmak... İşte bu yarattığınız sanal kimlik gerçek kimliğinizden ne kadar kopuk ise o kadar bağımlı olmaya adaysınız.” Ne dersiniz... Yanılıyorlar mı?

Devamını Oku

‘Siz’i merak ediyorum...

23 Ekim 2010

Pazar sabahı kahvaltınızı yaparken okuyorsunuz belki gazeteleri, belki kahvaltıdan sonra kahvenizle beraber televizyon karşısındaki koltuğa gömülmüşken...Belki de bugün okumayacaksınız gazeteleri... Hiç bilmediğim bir yerlerde, hiç bilmediğim bir şeyler yapacaksınız...Ben sizi merak ediyorum...Bu pazar ne yapıyorsunuz?Kimsiniz?Nasıl bir hayatınız var?Sizi ve dünyanın bir yerlerinde hiç bilmediğimiz diğerlerini...Düşünsenize...Kaç tane hayat var acaba dünyada?Belki, Karayip Denizi’nde dolaşan, beyaz yelkenleri rüzgarla şişmiş bir yatın arka tarafında oturup, Meksika Körfezi’nden çıkarılmış iri karidesleri yiyen insanlar var.Tanzanya’nın kuzeyindeki geniş savanlarda aslan kovaladıktan sonra akşamüstü yorgun bir şekilde oteline dönüp havuz başında güneşin batışını seyredenler var.Himalayalar’a tırmanan bir dağcı ekibine katılıp aklını yalnızca zirveye ulaşmaya takarak, karlar, fırtınalar içinde büyük mücadele verenler var.Amerika çöllerinin altına kurulmuş, dışarıdan bakıldığında fark edilmeyen nükleer füze merkezlerinde gözlerini radarın metalik yeşil pırıltısına dikerek her an kendisine verilecek belalı bir emri yerine getirmeyi bekleyenler var.New York Borsası’nda hisse senetlerinin her kıpırdanışında milyonlarca dolar kazanıp milyonlarca dolar kaybeden, koyu renk takım elbiseli, heyecan içinde yaşayıp genç yaşta ölen borsacılar var.Sibirya steplerinde ulaşılmaz ıssız tundraların arasındaki barakalarında karın sesini dinleyen kürk avcıları var.San Francisco’nun iskelelerinde deniz üzerine kurulmuş lokantalarında ıstakoz yiyerek yeni bir aşka dalmayı düşünenler var.Atlas Okyanusu’nun derinliklerinde petrol arayan sondaj gemilerinin haftalarca karayı görmeyen kaptanları var.Uçan apartmanlara benzeyen dev uçakların içinde bir kıtadan bir kıtaya giden, güneşin batışını ve doğuşunu yarım saat arayla seyreden yolcular var.Londra’daki yüzlerce yıllık kulüplerin aşınmış deri koltuklarına gömülerek birbirlerine ince esprilerle eleştiren yaşlı lordlarla, bu lordlara sessizce ve lordların bile beceremeyeceği bir kibarlıkla hizmet eden tecrübeli garsonlar var.Yeryüzünde altı buçuk milyar, belki de yedi milyar insan var.Çeşit çeşit hayatlar var...Eğlenceler, acılar, ıstıraplar, sevinçler, aşklar, sıkıntılar var...Bir de biz varız...Gazetelerimiz... Gazetecilerimiz... O gazetelerin, gazetecilerin anlattığı bir hayat... Politikacılarımız... Onların söyledikleri... İşsizlik... Değişmeyen tartışmalarımız... Zenginleşmeyen hayâllerimiz var.Bir de, dünyada ne olup bittiğini anlamadan yok olmak var...Ben sizi merak ediyorum bu pazar...Siz de merak ediyor musunuz?***Ölmekten korkan Dali... Öldü mü?Tempo dergisinin “Bilmemiz Gereken 50 Tablo” ve “Bilmemiz Gereken 50 Heykel” kitapçıklarını, çok sevdim. Geçen aylarda vermişti Tempo dergisi bunları, dergiyle beraber ek olarak.Bazılarını hiç bilmiyordum, bazılarının adını ya da kim yaptığını bilmiyordum, bazılarını da biliyordum... Bazılarını da “çok” biliyordum...Sonra bir oyun buldum kendime.Her seferinde gözlerimi kapatıp öylesine bir sayfayı açıp, o sayfada hangi tablo veya heykel varsa kim yapmış, ne zaman yapmış, kim için yapmış, yapan nasıl biriymiş diye araştırmaya başladım.Güzel şeyler öğreniyorum. Bu yazıyı yazarken de bir 50 tablo kitapçığından gözlerimi kapayıp bir sayfa açtım.Salvador Dali’nin Belleğin Azmi çıktı.O bildiğiniz, her yerde rahatlıkla görebileceğiniz eriyen cep saatlerinin olduğu tablonun adı Belleğin Azmi’ymiş.Dali bu resimde, bir ağustos güneşi sıcağında eriyen Camembert peynirinden ilham alarak yağlı boya ile, değişmez ve katı olan zaman anlayışını protesto etmiş.Bilgi, etkileyeci bir şey. Bu bilgilerle bakınca, o tabloyu daha çok sevdim. Ne tuhaf...Salvador Dali bir dahiyle bir çılgının karışımı olarak yaşamış hayatını.Bu kadar büyük bir sanatçı olmasaydı, o zekasıyla büyük bir şarlatan olacağı söylenirmiş.Ama ben karısına duyduğa aşka, arkadaşlarıyla ilişkilerine bayıldım bu deli adamın.Ünlü İspanyol yönetmen Bunuel, Dali’nin gençlik arkadaşıymış.Bunuel’in ilk filminin senaryosunu beraber yazmışlar. Sonra araları açılmış. Bunuel, Dali’ye ‘paragöz alçak’ demiş. Eski dostluk düşmanlığa dönüşmüş. Görüşmez olmuşlar. Bunuel ölmeden birkaç yıl önce Dali’ye haber göndermiş, “Herşeye rağmen ölmeden önce birlikte şampanya içmek isterdim” diye.Dali, Bunuel’e affetmediğini gösteren bir cevap yollamış:“Ben şampanyayı bıraktım.”Dali resmi, parayı, insanları şaşırtmayı, en çok da karısı Gala’yı severmiş.Gala, büyük Fransız şair Eluard’ın karısıymış. Sonra Dali’nin çılgınlığına kapılıp, onunla evlenmiş. Gala hakkında dedikodu yapan hiçbir arkadaşını da affetmemiş Dali. Bir de ölümden çok korkarmış.“Ben ölmeyeceğim” dermiş.Ve ölmemiş...***Erkeklerin derbisiDerbi haftalarında, çevremdeki erkekleri ilgiyle izlerim. Uğradıkları değişimi görmeye bayılırım. Onlar için bu maçların anlam vermekte zorlanacağınız alışkanlıkları vardır. Tuhaflaşırlar... Göz temasları azalır önce. Sonra... O gece için her an bir başka program önerisiyle gelebilirsiniz, “Cananlar’ı yemeğe çağırdım” gibi ve size hayır diyemeyebilirler, mecburen kaçmak için yalan söylemek zorunda kalacaklardır, büyük bir ihtimalle bu büyük bir kavga çıkartacaktır. İşte bu endişe gözlerine siner. Çünkü maçın burunlarından gelme ihtimali onları çok tedirgin eder.Bu gerginlikle ortalarda dolaşmaya başlayan erkek, derbi haftası boyunca; - TRT Türk veya Lig TV’de, eski maçların olduğu “Unutulmaz F.Bahçe-G.Saray derbileri” gibi isimlere sahip programları gözlerini kırpmadan izlemeye başlar.- İzlerken, telefonla birbirlerine haber verir, atılmış eski gollere sanki bugün atılmış gibi heyecan duyar. Ve siz o sırada ne derseniz deyin “Olur hayatım” der.- Şu anda spor dünyasında aktif olarak bulunan Aykut Kocaman, Rıdvan Dilmen- Hagi gibi isimlerin attığı golleri, yaptıkları güzel hareketleri “Hoca olacağı o zamandan belliymiş işte“, “Yahu bu Rıdvan’ın üzerine futbolcu hâlâ gelmedi Türkiye’ye” şeklinde ‘bilimsel’ olarak yorumlar ve bu bilimsel çalışmaya övgü bekler. - Tuttukları takımın yenildiği maçlarda, o güne geri dönüp hata yapan futbolculara aynı hiddetle söver. O sırada ne derseniz diyen “Dur, Allah aşkına yahu!” der.- Hafta boyunca spor sayfalarını borsa endeksini takip edermiş gibi büyük bir konsantrasyonla takip eder, derbi tahminleri yapmaya başlar. İş iddiaya girmeye gelir ki bu bölüm beni bile sıkıyor açıkçası. - Rakip takım taraftarı arkadaşıyla konuşurken “ters uğur” dedikleri “hile”ye başvurup, “Hissediyorum, bu sefer kesin siz kazanacaksınız” şeklinde metafiziksel yaklaşımlarda bulunur. Evdeki bütün uğurlu eşyalar ortaya dökülür, formalar hazırlanır, “o” çakmak aranır, evde izlenecekse koltuklar uğurlu sayılan pozisyona getirilir. Artık herşey sizin bütün bunları tolere eden “güzelliğinize” kalmıştır. Çünkü o hazırdır. Erkekler için “derbi ruhu” tam da bu demek. Bir maçı oynanmadan veya oynandıktan sonra da hafızalarda canlı tutabilmek.Buna bazen özenmiyor değilim...Bu arada derbi bence berabere bitecek!***Spartacus’süz bir Spartacus!Bir iyi, bir de kötü haberim var...Spartacus’ten... 2010 yılının en ilgi çeken dizisinden...Aslında bir sezon için planlanan dizi, gördüğü ilgiden dolayı - tüm dünyada o kadar beğenildi ki- gelecek sezon da devam etmeye karar vermiş. Bunu duyduğuma gerçekten sevindim.Olması gereken buydu...Ancak Spartacus rolündeki Avustralyalı aktör Andy Whitfield kansermiş. Lenf kanseri...“Spartacus: Arenanın Tanrıları” adlı ikinci sezonda ne yazık ki olmayacakmış. Belki çok kısa görünecekmiş.Spartacus’süz bir Spartacus nasıl olacak, bilemiyorum.36 yaşında olduğunu öğrendiğim Andy Whitfield için çok üzüldüm. Umarım herşey onun için yolunda gider.Biz Spartacus’ü beklemesini de biliriz.***Radikal’in gif animasyonuDün Kaan Sezyum tam benim düşündüğüm şeyi, harika yazmıştı.Yeni Radikal’in internet sitesindeki yazarların art arda çekilmiş fotoğraflarının, gif animasyon halleri... Beni güldürmüş ama aslında rahatsız da etmişti.Kaan Sezyum da “Cüneyt Özdemir’i internet üzerinden okurken, şekilden şekile girmesini görmek beni bozmazken, Yıldırım Türker’in animasyonunu görmek moralimi bozmuştu” diye yazmış.Çok haklı.Ve sanırım başka birileri daha bunu tuhaf ve belki de çok tuhaf bulduğu için Radikal gazetesi bu uygulamasını kaldırdı.Ama görmediyseniz veya şimdi aslında ne dediğimi merak ettiyseniz, Radikal’in internet sitesine girin. İstediğiniz yazar fotoğrafının internet adresindeki jpg uzantısını gif yaparak o fotoğraflara ulaşabilirsiniz.

Devamını Oku

Tuhaf arkadaş saçmalıyor

21 Ekim 2010

“Eski Çin’de afyon tekneleri vardı” dedi arkadaşım. Çinliler geniş salonların içinde afyon çubuklarını yakarak, yan yana dizilmiş peykelere uzanır, rutubetli bir havanın içinde eriyip gider, hayallere dalarlarmış orada.Dünyanın tüm gerçekleri uzakta kalır, öyle tepkisizce dururlarmış.O anda onlara istediğiniz söyler, istediğinizi yaptırırmışsınız.“Bizim ülke de zaman zaman bu büyük afyon teknelerine benziyor” diye de ekledi sonra.Gelişmiş dünyaların insanlarını çılgına çevirecek olaylar, burada yorgun bir omuz silkmeyle kenara itiliyormuş. Her şey insanların küçük dünyalarının puslu alışkanlıkları içinde çarpıcılığını yitiriyormuş.“Mesela başörtüsü konusu” dedi.Sonra anlatmaya devam etti."Türban konusu nasıl çözülecek, kim çözecek, çözülsün mü, yoksa dağınık mı kalsın?" diye kendi aramızda tartışırken birden yukarılardan bir ses yükseliyormuş: "Bu başörtüsü mevzuu uzadı. Bitsin artık, laikliğe ters."Senelerce insanlar bu uyarılar normal uyarılarmış gibi sessizce kabul etmişler. Kimse kalkıp da "Demokrasilerde neler tartışılacağına kamuoyu karar verir, tartışmalar sesi en fazla çıkanın emriyle kesilip, emriyle başlamaz" dememiş.Yorgun ama "Ah konuşabilsem" diyen bakışlar, eğik başlar, düşmüş omuzlarla insanlar tartışmaları kapatmışlar.Hâlâ insanları susturmaya çabalayanlar varmış ama. Mesela Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'ymış...Tam başörtüsü görüşmeleri yapılırken çıkıp "Susun, tamam tartıştınız, bitti. Konu kapansın" diyebiliyormuş.Kocaman bir afyon teknesi zannediyormuş bazı insanlar Türkiye’yi.Hâlâ insanlarımızı belkemikleri bir uyuşukluk içinde yumuşamış, tepkisiz öyle yatıyor zanneden birileri varmış burada.Varmış, varmış… Varmış ki "Başörtüsü serbestliği laikliğe ters" diyenler çıkabiliyormuş.Ama artık çok mutluymuş, kendisi gibi korkutulmayı, kandırılmayı bir alın yazısı gibi görmeyen, tepki gösteren insanlar varmış bu ülkede.Herkes haddini bilecekmiş.Böyle söyledi işte.Tuhaf değil mi bu arkadaşım? Saçmalıyor bence…Yabancı, yabancı bu… Bizleri tanımıyor…Tanısa böyle şeyler söyler mi hiç bana!*****Rijkaard’ın anılarını yazsa, nefes keser...Rijkaard sonunda gitti... Benim için sırlarıyla gitti. Galatasaray'da aslında neler yaşadığını öğrenmek isterdim.Ama neler yaşadığnı öğrendiğim bir başka Hollandalı var. Milli Takım hocası Guus Hiddink. 2006 yılında kaleme aldığı "İşte Benim Dünyam" başlıklı biyografisi okudum.Dünyanın her yerinde başarılı olan ama Türkiye'de şimdilik bunu yapamayan Hiddink'i Fenerbahçe, tam bize yakışacak şekilde kovarak bile değil kovalayarak göndermişti. İşte, Hiddink’in kendi kaleminden Fenerbahçe günleri: "PSV Eindhoven'dan yılda 250 bin mark alıyordum. Başkan Metin Aşık 800 bin mark önerince, böyle bir teklifi zaten geri çeviremezdim. Bana Boğaz manzaralı bir villa tahsis ettiler. 2 misafir odası, 2 banyo, 6 yatak odası, yüzme havuzu ve bahçede tenis kortu vardı. Herşey mükemmeldi""İmza aşamasına gelindiğinde hala paramı alamamıştım. Başkan "Merak etme, hallederiz" diyordu. "Hayır" dedim. Yöneticileri dışarı yolladı. 2-3 saat sonra gazete kağıdı içinde param geldi ve imzayı öyle attım.""Yöneticilerle sık sık yemeğe gidiyorduk. Geceleri halı sahada top oynardık. Sahaya çıktığımızda yönetici, tesis sorumlusu, hatta aşçı hepsi eşitti. Herkesin o anda sadece futbolu düşünmesi beni çok etkiledi. İstanbul’a geldiğimizde ilk öğrendiğim kelime, toplantıydı. Hep toplantı yapardık ama toplantıda hiçbir şey adam gibi konuşulmazdı. Kısa sürede herkes birbirinin boğazına sarılırdı. Kimse kimseye güvenmezdi.""Guimaraes'i UEFA Kupası’ndan elediğimizde hayatımın en mutlu günlerini yaşadım. Havalimanından itibaren arabama kadar beni omuzlarında taşıdı taraftar. Fenerbahçe taraftarını hayatım boyunca gerçekten unutmam. Tabii ki seyircinin olumsuz hareketlerini de yaşadım. İlk lig maçımızda hem de kendi sahamızda İkinci Lig'den Birinci Lig'e yeni yükselen Aydın bizi 6-1 mağlup ettiğinde otobüsün perdelerini kapatmak zorunda kaldık, çünkü kızgın taraftarlar bizi taş yağmuruna tuttu.""Bir kadın tesislere gelerek benimle tanışmak istediğini söyledi. Hatta beni ailesiyle de tanıştırmak istiyordu. Hiç art niyet aramadım. Almanca konuşuyordu. Evine gittim, kahve içtim, çıkarken kapıda flaşlar patladığında tuzağa düştüğümü anladım."Hiddink'in anlattığı kadın, Dansöz Yağmur. Bu skandalla F.Bahçe'den istifa etmek zorunda kalmıştı Hiddink.“Türk basını çok acımasızdı.Schumacher’in burnuna top geldi,kanadı.Ona ‘Hadi bir oyun oynayalım’ dedim ve esprili bir şekilde tartıştık. Ertesi gün gazetelerde ‘Hiddink Schumacher’e yumruk attı’ yazıyordu. Hiddink'le ilgili son manşetlerden biri de ‘Allahsız Hiddink’miş. Şimdi anladınız mı Rijkaard’ın kitabını niye bekliyorum.*****Yeni insanlar neo dincilerSizin aklınıza "dinci" denilince nasıl bir tip geliyor?Başı bereli, hoca sakallı, gözleri birbirine yakın, alnı dar, eli tesbihli, ayağı takunyalı, cahil, bağnaz bir sofu büyük ihtimalle. Karikatürlerde böyle çiziliyor hala.Böyle adamlar vardı elbet. Hala da epeyce var...Ama artık dinciler yalnızca böyle adamlardan oluşmuyor.Din kurallarını yaşam düsturu haline getirmek isteyenlerin, yani bir çoğumuza göre öyle olanların çıkartığı dergilere bakarsanız, şaşarsınız.E-mailime böyle bir dergi göndermiş, genç olduğunu düşündüğüm 'dinciler.'Şimdilek sadece e-mail üzerinden gönderebiliyorlarmış dergiyi, başka arkadaşları basılan dergiler de çıkarıyormuş. "Vaktiniz olursa göz atar mısınız?" diyorlardı. Göz attım...Kendileriyle de başlalarıyla da dalga geçebilen, fevkalade kıvrak yazı yazabilen, esprili, Joyce'dan, Dostoyevski'den, Borges'den söz edip, Selim İleri'nin romanlarından alıntı yapan, hatta okullarda din dersi okutulmasına karşı çıkan birilerine bile rastladım.Birkaç tane de internette ulaşabileceğim adres vermişler. Belki ilginizi çeker...www.magaradergisi.com ve şiir dergisi www.fayrap.blogspot.comBen bu genç "dinci"leri çok merak ettim. Edebiyatı pek seven bir dostumu aradım:"Sanem, bu çocuklara Kadiköy'de, orada burada yolda rastlasan rockçı zannedersin. Benim İzmirli çok arkadaşım var, bu çocukların evlerinde yaşanan kültürel formasyonun onda biri onlarda yok" dedi.Şimdi her cenahta gelişmiş "yeni" insanlara rastlamak mümkün. Yeni Solcular'ın anlayışları başka, yeni iş adamlarının görüntüsü başka, yeni dinciler başka... Yeni Türkiye'yi bu "yeni" insanların biçimlendireceği çok açık.*****İstanbul’un ‘ilk’leri ve ‘en’leriSüleyman Faruk Göncüoğlu’nun hazırladığı “İstanbul’un ‘en’leri ve ilkleri” kitabını karıştırıyorum günlerdir.İstanbul, kuruluşundan bu yana kadınlar şehriymiş. İstanbul’un her yerinde, kadınların eli değmiş 300 civarında tarihi eser bulunuyormuş.“2700 yılı aşkın yazılı tarih boyunca üç büyük medeniyet ve imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul” diye yazıyor kitabın arkasında… İstanbul’u merak eden biri için bu cümle öyle ‘ürkütücü’ ki… Hepimiz hayat bizimle başladı sanırız çünkü. Bakın bizden önce neler olmuş İstanbul’da... Tabii sadece birkaçı…* İlk deprem miladi takvimle 358 yılında olmuş. İstanbul büyük zarara uğramış.* İlk üniversite 27 Mart 425’te açılmış. 1045 yılında da ilk defa felsefe vehukuk yüksekokulu kurulmuş.* İlk kilise bugünkü Fatih Camii’nin bulunduğu yere yapılmış, Havariyun Kilisesi. Ayasofya ile yaşıtmış bu kilise.* İlk gazete Fransızlar tarafından Fransızca yayınlanmış, 1795’te. İlk Türkçe gazete 1 Kasım 1831’de çıkan Takvim-i Vekayi… İlk özel Türkçe gazete Ceride-i Havadis (1840), Churchill kurmuş. Türk sermayeli ilk özel Türkçe gazete 1860’deki Tercüman-ı Ahval… Ama en gazete denilmeyi hak eden 1862 ‘de çıkan Tasvir-i Efkar’mış.* İlk apartman semti Kadıköy’müş.* En yaşlı tarihi eser Dikilitaş’mış.3500 yıllık güneş saati M.S. 400’de İstanbul’a dikilmiş.* Boğaz’ın yaşayan en eski Osmanlı yapısı Köprülüler Yalısıymış.* Dünyanın en büyük tarihi mezarlığı ve mezar taşı müzesiymiş İstanbul. Bugün çok azı kalmış.İstanbul’da yaşıyoruz,İstanbul’u bilmiyoruz. O halde belki de ‘yaşamıyoruz’

Devamını Oku

AK Parti fazla ihtiraslı, buna değer mi?

19 Ekim 2010

Bakıyorum da şu yaşadığımız hayata...Ne çok kesin ve değişmez yargılarımız var. Üstelik nedense yargılarımız da genellikle “bize ait” değil. Moda olan yargılardan birini seçip onun tarafını tutuyoruz. Kendimiz bir yargıya varmıyoruz. Birileri bir yargıya varıyor, biz onu destekliyoruz.Her dönem “son moda” olan yargılar var. Her dönem hiç değişmeyen tabular var.Her dönem yasaklar var.Her dönem bunları tekrarlamayı çok seven insanlar var.Herkes kendi çıkarına ve dünya görüşüne göre yargılardan, yasaklardan, tabulardan oluşan bir hayat tarifi yapıyor.Ama sanırım ne kadar tutucu olduklarını fark etmiyorlar bu yargıları, yasakları, “ilericilik” sanırken.Ne kadar direnseler de, başka bir hayat daha var yaşanılan. O hayatta... Bütün kendini ilerici zanneden tutuculara, siyasi parti liderlerinin bizlere söylediği yalanlara, birilerinin hâlâ Kürt, Alevi, Ermeni vatandaşlardan ‘korkmasına’, fakirliğin sınırının ürkütücü olmasına rağmen, ben kireçlenmiş tabuların, yargıların, yasakların birer birer kırıldığını görüyorum.Özellikle Türkiye gibi toplumsal çarpıklıkları çok olan bir ülkede her türlü değişimin sıkıntısı ve sancısı da çok oluyor tabii. Ama bütün sıkıntılara rağmen “bir diktanın kalıntılarını temizlediğimiz” çok açık.Önceki gün... HSYK değişti...Sancısı uzun sürecek belli ki... Türkiye genelinde 11 binden fazla hâkim ve savcı HSYK’nın yeni üyelerini belirleyebilmek için sandık başına gitti. Adli yargıda 165, idari yargıda 34 aday yarıştı.Ve çıkan sonuç...“AK Parti ülkeyi ele geçiriyor” yargısını tek gerçek olarak algılayanların ekmeklerine yağ sürecekten cinstendi. Adalet Bakanlığı bürokratlarının kazandığı HSYK seçimleri, tabii ki “İktidar yargıyı ele geçirdi , gözünüz aydın” diye yorumlandı, yorumlanıyor, yorumlanacak. Bu kadar ‘iyi’ bir konu en az 5 ay tartışılmalı zaten.Ama aklıma takılan sorular var doğrusu. Adalet Bakanlığı’ndaki yüksek bürokratlar daha önce de Anayasa Mahkemesi’ne, Yargıtay’a ve Danıştay’a da üye olabiliyorlardı. Buna hiç itiraz edilmedi bugüne kadar.Bu yargılama makamlarına üye olmalarına ses çıkarmayıp da idari bir kurul olan HSYK’ya üye olmamalarını istemek tuhaf geldi şimdi bana.22 kişilik HSYK’nın sadece ikisi Bakanlık kadrosundan gelmekte, atamayla da değil, 11 bin hâkim ve savcının katıldığı oylamada oraya seçilmişler.Ayrıca, merak etmeden duramıyorum, 11 binden fazla hâkim ve savcı nasıl oluyor da bakanlığın güdümünde davranabiliyor hep beraber.Ama anlamadığım başka şeyler de var tabii.AK Parti de üzerine çok hızlı gölge düşürecek, yüzde 42’yi çok hızlı korkutacak yanlışları nasıl bu kadar kolay yapıyor? Doğrusu ben buna “Yargı elden gitti” demem -ki zaten başkalarının ellerindeydi seçimden önce de, bağımsız pek görmedik yargımızı- ama “fazla ihtiraslı bunlar” derim.HSYK’nın yeni dönemde işi çok zor olacak. Tarafsız ve bağımsız hareket ettiği konusunda toplumu ikna etmek gibi çok zor bir sınavla karşı karşıyalar.Tam bir “askeri diktatörlüğün” kalıntılarını temizlenirken buna ne gerek vardı?Niye bir ihtirasın gölgesini düşürdüler yargının üstüne?Bunca yasağın, dogmanın, tabunun içinden, onları kırarak geçerken belli ki herkesin zihnine biraz “zifoz” sıçrıyor.***Erbakan’ın düşündürdüğüBazı adamlar vardır, nerede bir fotoğraf çekilse, “İlla ben de gözükeyim” diye kafasını uzatır... Adamlar için kimin fotoğrafının çekildiği hiç önemli değildir...Önemli olan kendisinin gözükmesidir.Bir nikâh resminin içine golf kıyafetiyle, bir kır eğlencesinin fotoğrafına takım elbiseleriyle girebilir onlar.Fotoğraflara bakanlar da bütün kalabalığın içinde bu tuhaf ve yersiz adamı görüp gülerler:- Gene yanlış resme girmiş...84 yaşında Saadet Partisi’nin genel başkanlığıyla siyasete dönen Erbakan da bende bu duyguyu uyandırdı.Kendisine özel olarak yapılan asansörle kürsüye gelen, konuşmasını yaparken ağlayan Erbakan’ı görünce, “Niye ısrarla ve bu halde ülkenin siyasi fotoğrafına girmek istiyor?” diye üzüldüm.Her yaşın bir yakışanı var.Neredeyse insanüstü bir enerji isteyen siyasetin resmine o yaşta biri pek yakışmıyor.Ama galiba Erbakan resmin ne olduğuna değil, o resimde görünüp görünmemeye önem veriyor.Eh, istediği oysa, evet gözüküyor.Gözüküyor da, yanlış gözüküyor.Yaşının hak ettiği saygıyla değil de, o yaşta birine yakışmayan, acıklı bir gülünçlükle gözüküyor.Bazen görünmemek, galiba insanın daha iyi görünmesini sağlıyor.***İyi yemek sevenlere öneriler- LllBitz’in kurucusu olan Maksut Aşkar’ın projelerini takip etmek...- Ghetto Gourmet’nin yemeklerine katılmak...- En kapsamlı gastronomi portalı iyiyemek.com’un özel gecelerine gitmek...’Gizliliği’ sevenlere duyurulur.***Eyvah! Pazar günü yaklaşıyorBir G.Saraylı olarak G.Saray’ın içinde bulunduğu karanlık durum beni artık korkutmaya başladı.Sakın yanlış anlamayın, sahada aldığımız o anlaşılması zor yenilgileri kastetmiyorum.G.Saray’ın büyüklüğünü attığı gollerle sınırlandırmayacak kadar futbolun o heyecan veren gerçeğini seviyorum. Yenersiniz, yenilirsiniz de... Çok önemli değil...Ama G.Saray, son iki-üç senedir ‘kararlı’ bir biçimde kötü yönetiliyor.Taraftarın futbol takımına ve yöneticilerine en ufak bir güveni kalmamış.Üç maç önce küme düşme adayları arasında gösterilen Manisa, Hikmet Karaman’ı takımın başına getirdikten sonra önce Trabzon’u, sonra Beşiktaş’ı deplasmanda yendi. Ve G.Saray yönetimi, şimdi Hikmet Karaman’ı Rijkaard’ın yerine getirmeye çalışıyor. Daha da ilginci tam tersi olması beklenirken, Hikmet Karaman, G.Saray’ın teklifini kabul etmiyor.Oysa Rijkaard’la bu işin yürümeyeceği geçen sezonun sonundan beri belliydi, değil mi?Rijkaard’ı gönderir, yerine kimi isterseniz onu getirirdiniz. İster Hikmet Karaman’ı, ister Mourinho’yu. Artık bu sizin vizyonunuzla ilgili. Ama ortaya çıkıyor ki en ufak bir hazırlığınız bile yok, teknik direktör değiştirmek için.Faruk Süren zamanının o ‘cool’, UEFA Kupası sahibi, sahada herkese korku veren takımı gitti...Yerine bir emekliler ordusu geldi sanki.İlk 8 haftada 4 yenilgi alan, pazar gecesi Rijkaard’ı göndermeye karar verdiği halde 48 saatttir yerine teknik direktör bulamayan, Arda’sı, Kewell’ı, muhtemelen Baros’u da bulunmayan G.Saray, pazar akşamı 19.00’da F.Bahçe karşısına çıkacak.Korkuyorum açıkçası.Tamam, son 10 yıldır Kadıköy’de bırakın galibiyeti, beraberliği bile yok G.Saray’ın.Ama şu haliyle Kadıköy’de F.Bahçe önüne çıkmak, bende bir ötAnazi duygusu yaratıyor.Sanırım fişi çekiyoruz...***Masonlar artık ‘görünmek’ istiyorDün gece “Teke Tek” programında genç bir adam vardı.Aynı genç adamla yapılmış bir başka röportajı da, BÜMED’in çıkardığı derginin ekim sayısında görmüştüm.Prof. Dr. Remzi Sanver...Geçtiğimiz Haziran ayında 40 yaşında, 750 üye tarafından seçilerek Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Derneği Başkanı seçilmiş. Masonik tabirle “Büyük Üstad” olmuş.Dergideki röportajdan öğrendiğim kadarıyla, Galatasaray Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği’nde okumuş. Akademik kariyerine yine aynı okulda Ekonomi Bölümü’nde devam etmiş.Ve şu anda da Bilgi Üniversitesi’nde hoca.Tekris edildiğinde, yani masonluğa geçişi yapıldığında 21 yaşını bile doldurmamış. Çünkü babası da mason olduğu için, onlara giriş için yaş sınırı 18’miş.Eğer 21 yaşını doldurmuş, hür, namuslu ve iyi şöhretli bir erkekseniz mason olabiliyormuşsunuz. Türkiye genelinde 13 şehirde ve KKTC’de Büyük Loca’nın çatısı altındaki 200 locada 14 bin üye varmış.Geçtiğimiz yıl Büyük Loca’ nın kuruluşunun 100. yılıymış.Bunların hepsi çoğumuzun ilk defa duyduğu bilgiler.Çünkü Masonlar 100 yıldır ilk defa görünür olmayı seçiyorlar. Remzi Sanver bunun nedenini şöyle açıklıyor:“Artık kapalı kapılar ardında ne yaptıkları belli olmayan bir topluluk olmadığımızı ortaya koyacağım. Biz bir sivil toplum örgütüyüz, toplumun her kesimiyle ilişki halinde olacağız”Bakalım... Ne olacak?

Devamını Oku