Amerika’nın en ünlü basketbolcuları, müzisyenleri, Fransa’nın en önde gelen düşünürleri, İngiltere’nin en tanınmış şarkıcıları Müslüman olmayı seçtiler geçmişte.Ve kimse tarafından dövülmeden, öldürülmeden, hakarete uğramadan işlerini yapmaya devam ettiler.Bizim ülkemizde bu mümkün mü?Bir sporcu, bir düşünür, bir müzisyen din değiştirebilir mi?Değiştir de bak, başına neler geliyor!Demek hiçbirimiz dinimiz hakkında seçim yapmak konusunda özgür değiliz.Özgürlüğü de yasalar, politikacılar, hükümetler kısıtlamıyor. İçinde yaşadığımız toplumun hoşgörüsüzlüğü yasaklıyor.Din konusunda böyle “gizli” yasaklar var da başka konular da yok mu?Atatürkçü olmamak mümkün mü mesela?Bu ülkede hâlâ birileri çıkıp “Ben Atatürk’ün görüşlerini paylaşmıyorum, Atatürkçü değilim” diyemiyor.Hepimiz Atatürkçü ve Müslüman olmaya mecburuz. Toplum bizi Atatürkçü ve Müslüman olmaya mecbur ediyor.Bu arada Atatürkçüler ve dinciler de birbiriyle itişiyor, bizlere “Ondan olma sadece benden ol” diyor. Atatürkçüler, Müslümanlar’a “İzin vereceğimiz kadar Müslüman olmalısınız” demek istiyor.Nasıl Müslüman olmamamıza izin verilmiyorsa, aşırı Müslüman olmamıza da izin verilmiyor.Tabii Müslüman kardeşlerimiz de yeteri kadar Müslüman bulmadıklarının sesini kısmak istiyor her defasında.Romanlar kavga ederken dokuz sekizlik bir ritm başlarsa kavgayı bırakıp hemen oynamaya koyulurlar ya, Ankara havası duyanlar yolda arabayı bile durdurup inerler ya oynamak için, bizim Müslüman ve Atatürkçü kardeşlerimize de kendi aralarında kavga ederken aniden “Anadilde Kürtçe eğitim” derseniz aynı mevzide kol kola sıraya geçiyorlar.“Ana dilde Kürtçe eğitim olmaz”mış.Ne zararı var bizlere Kürtler kendi okullarına gitse... Türkiye’deki Alman liseleri, Fransız liseleri, Amerikan okulları anadilde mi eğitim veriyor?Kürtler için bu, devlet tarafından kabul edilmek olacak. Gitmeyecekler belki de anadilde eğitim olsa. Biz Türkler, anadilde eğitim veren okullara mı veriyoruz çocuklarımızı imkanımız olduğunda? Ama AKP, “anadilde eğitime hayır” diyor. Seçime doğru giderken, kazanılmış MHP oylarını kaybetmemek, geride kalan oylarını da alıp, onu barajın altında bırakmak çabası içindeler. Siyaset...Herkesin herkesi yasaklamak istediği bir toplumda yaşıyoruz. Herkes bu ülkedeki bütün insanlar kendisi gibi düşünsün istiyor.Yasakların altında ezilenler bile yasaklara karşı çıkmıyor.Gücü ele geçirip başkalarını yasaklamak istiyor.İsteyen din değiştirse, isteyen Atatürkçü isteyen anti-Atatürkçü olsa, isteyen arabesk sevse, isteyen Bach dinlese, isteyen Kürtçe eğitim alsa, isteyen Türkçe...Kimse kimseyi yasaklamasa olmaz mı?Yasaksız bir ülke olmak Türkiye’ye yasak mı?*****Haluk Bilginer: “Ben kötü bir oyuncuyum”“Haluk Bilginer oyunculara yavşak dedi” meselesinin üzerinden sanırım 10 gün geçti.Biraz tembellikten, biraz da dergiyi aradığımda bulamadığım için, en başından beri merak ettiğim Haluk Bilginer röportajının tamamını yeni okudum.Ve kendime daha hızlı davranmadığım için kızdım.Haluk Bilginer’in “yavşak” demesi kadar haberlerin içinde ismi geçmedi Aycan Çevik’in...Gerçekten çok sevdiğim bir röportaj okudum. Ellerine sağlık Aycan’ın...Bu arada çok merak ediyorum, telefonda “Haluk Bilginer dedi ki” diye başlayan sorulara cevap veren, ateş püsküren oyuncular röportajın tamamını okumayı akıllarından geçirdiler mi hiç? Haluk Bilginer “yavşak” dışında daha birçok şey söylemiş... Benim en etkilendiğim cümlelerden biri “Ben çok kötü bir oyuncu olduğumu düşünürüm” sözü oldu.Buna aklım takıldı, çünkü Uğur Yücel de “Eşkıya’da kendimi seyrettikten sonra çok kötü oynadığımı düşündüm ve oyunculuğu bıraktım” demişti...Uğur Yücel’in oynadığı Cumali karakterini hatırlar mısınız. Onun yüzünden oyunculuğu bırakmış, ta ki Balalayka filmi başlarken Kemal Sunal ölünce, cenazede Ali Özgentürk “Bunu yapman lazım Uğur” deyip Necati rolüne onu ikna edene kadar. İyi, hatta çok iyi oyuncular “Ben iyi oyuncu değilim” huzursuzluğu yaşıyor... İşini iyi yapmak isteyen herkesin tanıdığı bir duygudur bu...Bu huzursuzluğu taşıyan oyuncuların, efsane yaratmış ama aslında kötü oyuncu olanlara -yavşak demeseler daha iyi olur belki ama- düşüncelerini özgürce söylemelerine de tahammül etmeliyiz.Hak budur...*****Kılıçdaroğlu Avrupa’ya açılmış...Doktor Jekyll ve Mister Hyde hikâyesini bilirsiniz...Doktor Jekyll ve Mister Hyde aynı insandır. Ama gündüzleri gayet kibar, insancıl. Geceleri vahşi bir saldırgandır...Şimdi bizim de bir Doktor Jekyll ve Mister Hyde vakamız var gibi geliyor bana..Kemal Kılıçdaroğlu’nun Avrupa’ya gidip geldikten sonra, bizim gazeteye verdiği röportaja bakıyorum da...Gayet kibar, barışcıl, akıllı, sanki gece hiç olmuyormuş gibi.Kendisiyle bugün tanışıyor olsaydım, çok etkilenirdim. Ama ne yazık ki dün de tanıyordum.Üstelik röportajı gerçekten dün yokmuş gibi okumaya başlamıştım ama daha ilk satırda dünü hatırladım.Kılıçdaroğlu demiş ki:“CHP özellikle Avrupa’da her şeye itiraz eden, AB karşıtı, statükocu, askerden yana tavır koyan bir parti olarak görülüyor. Böyle bir algı yerleşmiş.”Sanki 27 Nisan’ı destekleyen, başörtüsünü yasaklatan, anayasa değişikliklerine karşı çıkan CHP değilmiş gibi.Bunun sadece “algı” olduğunu söylemek, ne kadar Doktor Jekyll taklidi de yapsanız içinizde Mister Hyde olduğunu gösteriyor bana.Umarım yanılıyorumdur...*****Tarkan’ın ceketi Kıvanç’ın gömleğiİstinye Park AVM, Çağdaş Eğitim Vakfı ile birlikte bir giysi bağışı kampanyası yapıyor.16 Eylül’den beri sergi İstinye Park’ın içinde, yarın da son günü.Çiğdem Simavi, Betül Mardin, Nuri Bilge Ceylan, Mustafa Koç, Emre Kongar, Haldun Dormen, Yıldız Kenter, Kıvanç Tatlıtuğ, Suzan Sabancı Dinçer, Berrin Yoleri, Tarkan, Sezen Aksu, Mehmet Okur, Atıl Kutoğlu, Arzu Sabancı, Nebahat Çehre, Tan Sağtürk, Nasuh Mahruki, Siren Ertan, Feryal Gülman, Sevan Bıçakçı, Dice Kayek, Yalın ve Hakan Yıldırım bu kampanyaya giysilerini bağışlamış.Aralarında dolaşıyorsunuz, beğendiğiniz olursa kutusuna bir fiyat teklifi atıyorsunuz. En yüksek teklifi veren beğendiği giysiyi alıyor.Merak ettim, en çok kime teklif gelmiş diye.Çağdaş Eğitim Vakfı yetkilileriyle konuştum.Tarkan, Kıvanç Tatlıtuğ ve Yalın’ın giysileri için yoğun talep varmış.Suzan Sabancı’nın Chanel ceketi, Arzu Sabancı’nın Dice Kayek imzasını taşıyan gece elbisesi, Betül Mardin’in fildişi saplı bastonu ve ceketinden oluşan seti, Feryal Gülman’ın Gucci marka elbisesi en fazla talep gören ürünler arasındaymış. Ayrıca Çiğdem Simavi tarafından bağışlanan elbiseler de en çok teklif alan giysilerdenmiş. Bu arada sergi alanında bir de giysi kutusu yapmışlar. İstinye Park müşterileri kullanılabilir durumdaki ikinci el giysilerini bu kutuya bırakıyorlarmış. 30 Eylül’e kadar toplanan bu kıyafetler projenin ardından ÇEV tarafından ihtiyacı olan kişilere ulaştırılacakmış.
Müthiş aklı başında önerilerim var aslında. Tayyip Erdoğan’a “hayır” diyen %42 ile barışmak için nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda çok güzel öğütler verebilirim.Kemal Kılıçdaroğlu’nu muhalefet etme biçiminden dolayı eleştirip kendisine yol gösterebilirim.Medyada atışmayı sevenlere, hem karşısındakini kızdıracak hem okuyanı gülümsetecek maniler gönderebilirim.Ama...İstanbul harikulade bir son yaz yaşıyor.Havalar serinliyor gibi olsa da dallar hâlâ yeşil. Geçen gün otları yakıyorlardı mahallede. Ağaçların insanın çocukluğunu hatırlatan hafif baharatlı kokusu yanık otların kokusuna karışmıştı. Üşütmeyen bir rüzgâr esiyordu.Öyle bir hava oluyor ki bazen işte, insan aklıbaşında olmaktan utanıyor.Böyle havalarda, yazılamayacak şeyleri yazmak istiyor.Aslında nasıl da azaldı değil mi, yazılamayacak olanlar. Eskiden yazılanlardan ne kadar fazlaydı yazılamayanlar.Ama hâlâ var bana sorarsanız.Çünkü hâlâ yalanlar var...Öyle bir yazı yazılabilmeli ki, bir anda insanlar bütün yalanlardan soyunsun.Bütün yollar, evler... Hatta daha büyük evler yalanlardan soyunmuş çırılçıplak insanlarla dolsun.Bütün o sözler, o yazılar, o nutuklar...Bu son yaz güneşinin ışıkları insanın tenini şeffaflaştırıyor sanki. Bu şeffaflığın içine o aklı başındalığı nasıl koyarsınız? O yalanları nasıl acımasızca yerleştirebilirsiniz?Fevkalade akıllar satabilirim:“Sen şöyle yap, sen de şöyle söyle yap, ülke de böyle böyle olsun...” Ama yalanları en bol olan parçamızı, geçmişimizi yazamayız tabii.Kadınlarla erkekler hakkındaki doğrular da söylenmez.İş adamlarının görünmeyen karanlık yüzlerine ışık tutmayı zaten aklından bile geçirme.Ciddi ciddi oturur, yalan olduğunu bal gibi bildiğimiz yalanları en hakiki gerçeklerimizmiş gibi konuşuruz.Asırlardır böyle yaparız bunu.Sonra bir yerlerden son yaz güneşi çıkar gelir. İnsan, ağaçların kokusunu duyar.Kendi kendine mırıldanır ‘yalancılar.’Ve yazılabileni yazmaktan da vazgeçer...Aklı başında olmaya değmez bu havada.*****Bursa’yı kıskanıyorlarSpor sayfalarındaki bir haber dikkatimi çekti..Beşiktaş dışındaki 17 Süper Lig kulübü, yarıda kalan Gaziantep-Bursa maçının Bursa lehine hükmen sonuçlanmaması için Türkiye Futbol Federasyonu’na başvurmuş.. Hatta G.Saray Başkanı Adnan Polat, bu konuda bizzat federasyona gidip “Karşılaşma kaldığı yerden devam etsin” teklifi yapmış... Sonuçta ne olur bilemem... Ama görünen o ki, hepsi Bursa’dan korkuyor... Bursa, şu anda 6 maçta 6 galibiyet alarak şimdiden F.Bahçe’ye 8, G.Saray’a 6 puan fark atmış durumda..Büyüklere samimi bir önerim var: Bursa’nın hükmen galibiyetini engellemekle uğraşacaklarına, kulüplerini doğru düzgün yönetsinler. Yoksa atı alan yine Üsküdar’ı geçecek.*****Google ve Erdoğan“Tarihte bugün” sayfalarında dolanmaya bayılırım. Yaşadığımız bugünde, daha önceki yıllarda neler olmuş merak ederim. Toplumların gelişmişliği veya geri kalmışlığı konusunda müthiş ipuçları verir.“Geçmişte bugün ne olmuş?” diye bakarken;n Eski Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas İstanbul’da Devrimci-Sol örgütü tarafından öldürülmüş.n İngiliz şair T. S. Eliot doğmuş. n Türk Dil Kurultayı toplanmış. Yüzyıllar boyunca Türk diline giren yabancı kelimeler Türkçe’den arındırılmış. Dil Bayramı ilk kez bugün kutlanmış. Sonra Eylül’ün 27’sine geçtim nedense... Geçmişte yarın neler olduğunu merak ettim.27 Eylül 1998’de Google web sitesi açılmış.12 sene geçmiş nerdeyse her şeyi bir çırpıda öğrenmeye başlamamızdan bu yana..Google’la ‘küçülürken’ dünya, “Türkiye’de o yıl neler olmuş?” diye merak ettim bu sefer.5 Kasım 1998’de Danıştay, 10 aylık hapis cezası kesinleşen Recep Tayyip Erdoğan’ı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan düşürmüş mesela.12 yıl sonra duruma baktığımızda... Google da Erdoğan da çok yol almış gözüküyor.Ama asıl şunu düşündüm: Acaba bizim siyasetçiler google’da en çok neleri merak edip araştırıyorlar?Sanırım, Rembrandt’ın hayatını ya da NASA’daki son gelişmeleri değildir.*****Bu doğallık yakışıyor...İki fotoğrafa da bayıldım...AB Parlamentosu’na 40 günlük bebeğini göğsüne sarmalayarak gelen İtalyan milletvekili Licia Ronzulli’nin fotoğrafı.Bir de BM Genel Kurulu’nda Abdullah Gül’le konuşurken bir taraftan da rujunu tazeleyen Hillary Clinton’ın fotoğrafı.“Ben kadınım, siz de benim o kadar umurumda değilsiniz”i pek latif ve pek doğal bir şekilde göstermişler... Hilmi Yavuz’dan ödünç alınan bir esintiyle söylersek...“Bu letafetle doğallık ki, en çok yakışandır bize.”*****Polise rağmen yumruk Tophane olaylarıyla ilgili en çarpıcı haberi önceki gün Güneri Cıvaoğlu’nda okudum.“Galeride saldırıya uğrayanlar, polis geldikten sonra dışarı çıkmışlar. Ancak...Saldırganlar hâlâ oradaymış.Gelen ekipten biri miydi, bilemiyorum... Polis galerideki konuklardan birine “Bunların içinde saldırganlar var mı?” diye sormuş. İçlerinden biri için “İşte o” cevabını almış. Peki sonra?Gösterdiği şahıs yaklaşmış ve kendisini gösterenin burnuna yumruğu patlatmış.Kimse de onu alıp polis merkezine götürmemiş.”***Galeriye yapılan saldırı kadar canımı sıktı bu...Hem galeriye saldıracak, hem de mağdura polisin yanında yumruk atacak kadar kendilerini güvende hisseden bir topluluktan söz ediyoruz..Çok merak ediyorum, o yumruğu atan şehir eşkıyasının akıbeti ne oldu?Eğer kendini boksör sanan o vandal, Tophane sokaklarında elini kolunu sallayarak geziyorsa biz hangi güvenlikten, hangi açılımdan, hangi kültür başkentinden bahsedebiliriz ki!*****Bunu ben demek isterdimYanlış hatırlamıyorsam bunu Turgut Özal söylemişti:“Türkiye’de kültür darboğazı vardır.”Bunu 1990’lı yılların başında söylemiş olmalı. 20 yıl geçmiş.O daha önce söylemiş olmasaydı, ben şimdi söylemiş olmak isterdim.“Zamana dayanan söz” diye ben buna derim...Bir toplumun dünya nimetlerini çoğaltması, bunlardan yararlanma biçimi onun kültürünü yaratır.Bu açıdan bakınca bizim toplumda çeşitli çağlarda yaşayan, çeşitli çağların anlayışlarına bağlı öbekler olduğunu görüyoruz.Bizim toplumumuz çağ birliği yaratamıyor sanki.Din, dil, ırk birliği yaratmak bile her zaman yetmiyor çağ birliği yaratmaya.Kimisi ondokuzuncu yüzyıl anlayışıyla yaşıyor, kimisi yirmibirinci yüzyıl anlayışıyla.Bu da bazen aynı semtte yaşamak isteyen insanlar arasında bile, Tophane’de gördüğümüz gibi ciddi uçurumlar, anlaşmazlıklar yaratıyor.Kolay unutulmayacak yaralar açıyor, affedilmesi zor olaylar çıkarıyor...Diğer bütün birlikleri yaratsak bile “çağ birliği” yaratmak epey zamanımızı alacak gibi gözüküyor.
Bu ülkede birilerinin doğruyu yapması için, belki önce bir başkasının bunu yapıp ona göstermesi gerekiyor.Kimse doğruyu yapmayınca “kimse” de doğruyu yapmıyor.Sanki doğru olanı yapmak, başkaları da bunu yapmayacaksa yanlışı yapmak gibi geliyor insanlara.Çocukken “Bu kadar çok bakanlık ne işe yarıyor?” diye sorardım. Bana göre hepsine yetecek kadar iş yoktu.Büyüdükçe şunu düşündüm: “Bakanlıklar bakanlığı” bile olmalı...Mesela Taraf Gazetesi Ekonomi Müdürü’nün bulup çıkartığı “12 ton bakterili hamburger eti kayıp” skandalı günlerdir bir açıklığa kavuşmadı.Etler hâlâ kayıp, ne olduğu bilinmiyor.Tarım Bakanı Mehdi Eker “Elimizden geleni yapıyoruz” demiş. Ve eklemiş:“6 ay önce bir şikayet üzerine yaptığımız denetim sonucu ortaya çıkardık.”Eee, bunu bize neden haber vermediniz?Bakterili etler tespit edildiği anda neden markalara yönelik bir hareket başlatmadınız?Bakanlık eli kolu bağlı, bekliyor... Neden?160 bin porsiyon hastalıklı hamburger eti, kayıp...Herkes “Ben ötekine verdim” gibi başkalarının hayatlarına aldırmaz bir kurnazlıkla kurtulmaya çalışıyor bu işten.Başka kimselerin hayatını önemsemiyoruz, “Sadece benim hayatım önemli” diyoruz...Anlaşılan...Şimdi Tarım Bakanı’nın ve Burger King hamburgerlerinin hazırlanmasında payı olan herkesin, onurlu bir şekilde gerçekleri anlatması, kendisi dışında da başkalarına da önem verdiğini gösterebilmesi için, yolu açacak cesur birini arıyoruz.Bu ülkede biri “Halka zehirli et yediriyorlar” deme cesaretini göstermeli.Sanırım ondan sonra da “zehirli gıda” konusunda gerçeklerin yolu açılır...Açılır da...Bize bu etleri yedirdiler mi gerçekten!*** Laiklik tehlikede değil...Peki laik miyiz?Cesur, mert, kahraman, yurtsever bir Türk vatandaşı eğer Katolik dinini kendine din olarak seçerse... Bu Katolik Türk vatandaşı, Türk ordusunda subay olabilir mi?Peki, Protestan bir Türk vatandaşı Türk okullarında öğretmenlik yapabilir mi?Ya da bir Gregoryen Türk vatandaşı vali tayin edilebilir mi?Bir Ermeni ya da Alevi Türk vatandaşı Diyanet İşleri’nde çalışabilir mi? Hepimiz biliyoruz ki, bunların cevapları hayır...Türk devletinin çarkları arasında görev yapabilmek için Türk vatandaşı olmak yetmez, ayrıca Müslüman da olman gerekir...Peki hani Türkiye laikti?Aslında yazıya, “Türkiye’de laiklik tartışması bitti, ne güzel” diye başlayacaktım.Kılıçdaroğlu da söylemiş, “Laiklik tehlikede değildir” demiş.Doğru söylemiş aslında.Laik olmayı tehdit eden bir tehlike yok.Ama “Laik miyiz?” derseniz. Durum değişir.Bu arada hep karışan bir durumdur, bireyler laik olmaz, devlet laik olur..Yani eğer bir grup Türk vatandaşı “Türkiye laik olmasın burada şeriat kuralım” derse bu, Türk devletinin laikliğini bozmaz.Ama Türk devleti fiilen dine müdahale ederse devletin ‘laikliği’ bozulur.Hürriyet gazetesinde okudum. Gizli Ermeniler birer birer kimliklerini açıklıyorlarmış.Onlarca yıl Müslüman gibi yaşayıp, şimdi hissettikleri özgürlükle Hıristiyan olduklarını açıklıyorlarmış, kimliklerini değiştiriyorlarmış.“Baskıyla ve korkuyla dinlerini değiştirmek zorunda kalmış büyüklerimiz, gerçeği çocuklarından bile sakladılar yıllarca. Kimileri ancak ölüm döşeğinde açıklamış gerçekleri. Ancak artık uyanış başladı” diye açıklama yapmışlar.Türk vatandaşları her türlü inanç ve düşündüklerini söylemekte özgür olmalı.Dini ne olursa olsun istediği yerde çalışabilmeli. Şimdilerde biraz da olsa özgürüz sanırım. Daha da olmalıyız.Artık bir laiklik tartışması yok.Laiklik tehlikede de değil...Ne güzel...Ama laik miyiz? Hâlâ bilemiyorum...Devlet dine karışmamalı...Din de devlete karışmamalı...Diyanet İşleri Başkanlığı orada duruyor...Durdukça da... Benim kafam karışıyor...*** filmekimi Dokuz yıl olmuş başlayalı..Filmekimi..Gerçekten inanmakta zorlandım...“Festival filmlerini seyredebileceğiz, hem de sinemalarda” diye ne kadar heyecanlandığımı hatırlıyorum. Filmekimi 2010, bu sene 8-14 Ekim tarihlerinde yapılıyor.2009’da 43.000 izleyici ile rekor kıran Filmekimi Cannes, Berlin, Sundance, Venedik gibi dünyanın belli başlı festivallerinde gösterilen, çok ses getiren ödüllü filmleri,usta yönetmenlerin son filmlerini sinemaseverlerle buluşturacak yine..Sekiz yıl boyunca Beyoğlu Emek Sineması’nda yapılıyordu. Bu yıl Emek Sineması olmadığı için Atlas ve Beyoğlu sinemalarında, Cinebonus Maçka G-mall Sineması’nda olacak.31 film var. Seçip yapmak zor olacak.Film severlere, sinema dünyasını takip edenlere sordum...Hangilerini kaçırmayalım diye... İşte benim listem:- New York I love you...11 yönetmen 11 farklı hikâye var. Fatih Akın ve Uğur Yüceli görmek lazım.- Somewhere... Sofia Coppola...Ünlü yönetmen Quentin Tarantino’nun “Filmin sanatsal kalitesi bizleri büyüledi.” ifadesiyle açıkladığı filmin senaryosu da Coppola’ya aitmiş. - Of Gods and Men... Xavier Beauvois... Bu yıl Cannes’da Büyük Ödül’ü kazanan Fransız yönetmen Xavier Beauvois’nın son filmi.- Certified Copy... Abbas Kiarostami... İran Yeni Dalgası’nın önde gelen isimlerinden....Juliette Binoche bu filmdeki performansıyla Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü aldı. - The Town... Ben Affleck... Affleck’in 2007 yapımı Gone Baby Gone’ın ardından ikinci yönetmenlik denemesi bu.*** Spor aslında düşmanlıktırSporla ilgili en manasız klişelerden biri “Spor, dostluk ve kardeşliktir” sözü galiba...F.Bahçe-Beşiktaş derbisinden iki gün sonra Zeynep Sever’le evlenen F.Bahçe kalecisi Volkan’ın düğünündeki “ilişkiler” dikkat çekiciydi benim için.Aziz Yıldırım, Ali Şen’le küs... Onunla aynı masaya oturmak istemeyecek, hatta aynı yerde olmak istemeyecek kadar gergin... Ali Şen düğüne bile gelemiyor...G.Saraylı milli futbolcular Ayhan, Gökhan Zan, Sabri ve Hakan Balta ise davetli oldukları halde düğünü boykot ediyorlar...Onların adına kaptan Arda düğüne gidip “Geçen sene Sabri evlendiğinde hiçbir F.Bahçeli gelmemişti. Bu sefer de bizimkiler size tavır koydu” diyor...Bu arada düğüne katılan iki G.Saraylı futbolcudan Arda ile Servet, düğünde ayrı ayrı masalarda oturuyor... Arda, G.Saray adına ayrılan 10 kişilik masada sevgilisi Sinem’le birlikte... Servet ise yönetime muhalif Bülent Korkmaz, Hasan Şaş’lar ile aynı masada oturuyor.Sebebini sordum, meğer Arda ile Servet’in de arası bozukmuş...Çok iyi biliyorum, Adnan Polat ile Faruk Süren de ne aynı masada ne aynı salonda olmak isterler birbirleriyle.Başka bir düğünde görüp, çok şaşırmıştım, 85 yaşındaki Süleyman Seba, Yıldırım Demirören geldiği için düğünden kalkıp gitmeye kalkmıştı... Neyi paylaşamadıkları, kimin haklı olduğu bir yana...Koca koca adamlar, aklı başında futbolcular, bırakın rakiplerini, kendi takımlarındaki, kulüplerindeki dostlarıyla bu kadar kanlı bıçaklı duruma düştüyse... Spordaki dostluk ve kardeşlikten söz etmenin manası var mı?Bence yok...Kapatalım bu bahsi...
Pazar günü Helin Avşar’ın Ertuğrul Özkök’le yaptığı röportajı okudum. Tansu Hanım’ı düşündüm.İki sene önce Tansu Hanım’la yaptığım röportaj geldi aklıma, cümleleri geçti kafamdan.Ne kadar sahiciydi onları anlatırken diye mırıldandım kendi kendime.Geçtiğimiz Haziran ayında karşılaşmıştık Tansu Hanım’la en son. Bir Pazar günü çoluk çocuk hep beraber barbekü yapmıştık. Sohbet etmiştik.Nasılsınız dediğimde... “Ertuğrul öyle iyi ki o iyi oldukça ben daha iyi oluyorum, ‘nasıl yaşamışım öyle 20 yıl, asla bir daha yapmam’ diyor” demişti.Mutluluğunu hissetmiştim. Daha da mutlu olsun istemiştim.Biz bunları konuşurken Ertuğrul Bey de yanımızdaydı...Tansu Hanım, ‘Ertuğrul çok iyi’ derken, onaylayarak başını sallamıştı.Ama nedense gözleri... Başını sallamasına inanmıyor gibi gelmişti bana.O günden sonra merak ettim Ertuğrul Özkök’ü hep.Gerçi yazılarına devam ediyor... Yazılarında kendini anlatıyor... Daha önce iki defa da Ayşe’ye(Arman) röportaj verdi... Saba Tümer’e ve 32.Gün’e çıktı...Ama gözleri her defasında anlattıklarından farklı bakıyor sanki.Hatta gözleri sanki ona inat, ne derse tersini söylüyor gibi.HaberTürk’teki fotoğrafı da yine öyleydi.Merak ediyorum Ertuğrul Özkök çektiği acıyı neden hiç anlatmıyor...Yirmi sene Hürriyet’i yönettikten sonra, ayrılmak aynı zamanda da çok hırpalayıcı olmalı.O bunun tam tersini anlatmaya çalıştıkça ben onu merak etmeye devam ediyorum...Kırgın, öfkeli, yenilmiş yanını görüyorum o her konuşmaya başladığında...Doğal ve samimi olduğuna inandığı her cümlesinde, bunun için çaba sarf ettiğini düşünüyorum...O her defasında “dinlenmek güzelmiş” dedikçe ben, ne kadar yorulduğunu hissediyorum bunu söylemek için...Tıpkı John Steinbeck’in Tatlı Perşembe romanındaki sevgili gibi Ertuğrul Özkök...Romanın kahramanı sevgilisiyle barışmaya gider... Fakir olan sevgilisi büyük bir kalorifer kazanını ev haline getirmiş, onun içinde yaşıyordur...Kazanın kapısından içeri girebilmek için dört ayak olup dizlerinin üzerinde sürünmek gerekir.En iyi elbiselerini giyip kravat takarak eline de bir demet çiçek alan âşık, kazanın kapısından içeri dört ayak bir şekilde girmeye çalışırken şunu düşünür:“Bu kazana gülünç duruma düşmeden giren biri her şeyi becerir...”Şimdi Ertuğrul Özkök o kazana dört ayak üstünde girmeye çalışıyor, en ‘doğal’ haliyle.Ama bence “samimiyim” derken o kadar gizleniyor ki bazen kazanın kapısına sıkışacak diye korkuyorum...*****HrantTuba Çandar’ın Hrant kitabını okudum. Muhteşemdi bence, çok etkileyiciydi.Biyografi okumayı çok severim.Hrant kitabı başka biyografi kitaplarına benzemeyen bir şekilde hazırlanmış.Hrant’ı anlattığı için mi, Hrant’ı anlatanlar çok samimi olduğu için mi,Tuba Çandar bu kitabı hazırlamayı çok sevdiği için mi bilmem ben bu kitabı çok sevdim.O kadar gerçek anlatmışları ki Delal, Arat, Sera babalarını, Rakel Hanım kocasını, Hosrof ve Yervant abilerini, Lusin, Maral, Zepür, Haycan amcalarını, Zabel ve Haygan gelin geldikleri evde ‘abi’ kabul ettikleri abilerini.Hrant Dink nasıl kızgın,nasıl eğlenceli, nasıl sevgi dolu, nasıl sert, nasıl mızıkcı, nasıl çocuksu, nasıl hepsine kol kanat geren, nasıl kavgacı, nasıl kırılgan... hepsini anlatmışlar...Korkmamışlar anlatmaya. Çabalamamışlar olduğundan fazla büyütmeye.700 sayfanın neresinden alıntı yapayım bilemedim.Ama galiba anlatmak istediğim duyguyu Hosrof’un karısı Zabel’in satırlarında bulabiliriz:“Hrant, çok sert aynen ismi gibi ateş gibi, sevgisini alabildiğine veren ama kızgınlığını da bir o kadar öfkeyle kusan bir adamdı. Kardeşleriyle emreder gibi konuşurdu. Çok zoruma giderdi. Hosrof da benim gözümde ilahtı. Ama bir şey diyemezdim. Ondan hem korktuk hem saygı duyduk. Ama gözlerindeki sevgiyle baktığı zaman herşeyi unuturduk. Kolunun altına alır, kırarcasına boynunu sıkardı. İçine sokardı hepimizi.”Onlar bir ‘kahramanı öldürdünüz’ diye bağırmadan sadece Hrant’ı anlatmışlar.Ve biz okudukca nasıl bir kahraman öldürülmüş çok iyi görüyoruz.*****Kadın ajanlarMİT yeniden yapılandırılıyormuş. Kadınlar bundan böyle sadece masa başında değil ‘sahada’ da çalışacaklarmış.Pazartesi günü Milliyet gazetesinde Aslı Aydıntaçbaş “bitirim Rus ajan Anna Chapman ya da Mata Hari’nin Türk versiyonlarından söz etmiyorum. Onlar istihbarat dünyası için önemsiz tipler. Basbayağı kolları sıvayıp görev yapacak olan Türk dişi James Bond’lar geliyor” geliyor diye yazmıştı.Yine aynı yazıdan öğrendiğime göre MİT, devlet içinde en fazla kadın yöneticinin olduğu kurumlardan biriymiş. Sekreterler, muhbir, asistan ya da analistler değil, MİT’te asıl hatırı sayılır kadın yönetici, daire başkanı, birim yöneticisi varmış. MİT, bünyesindeki genç kadın ajanları, Türkiye ve dünyanın dört tarafına göndermeye başlamış bile geçen aydan beri.Ajan haberleri, filmleri nedense hep ilgimi çeker benim.Kimselere sezdirmeden gizli bir dünyaya sahip olmak zordur diye düşündüğümden sanırım.Bu haberi okuyunca, çok hoşuma giden başka bir ajan haberini hatırladım. “Eski Alman ajanları internet üzerinden iş arıyor” diye kalmış aklımda. Google’a girdim...Doğru hatırlıyormuşum. Hatta aynı tür başka haberlere de rastlarım, daha önceki senelerde çıkmış.CIA yeni dönemde özellikle Afganistan ve Pakistan’da kullanmak üzere ilan yoluyla Müslüman ajanlar arıyor...Casus dünyasının eski haberleri arasında şöyle bir dolandım. En çok Irak ve Suudi Arabistan’ın casus aldığını okudum. Genellikle zamanının Doğu Bloku casuslarını batılılar istemiyor onlar da Orta Doğu ülkelerinde iş arıyorlarmış. Irak ve Ve Suudi arabistan bol para verirken Suriye ve İsrail az para veriyormuş.Araştırmacı Yazar Aytunç Altındal’a göre casuslar Türkiye’de cirit atıyormuş.Arap ajanların Türkiye’deki faaliyetleri son yıllarda artmış. Türkiye’de yaklaşık 3500 ajan varmış. En az 1300-1400 casus, ajan, muhbir ve istihbaratçı Ankara’da yaşıyormuş.Bana kadın ajanların işi zor olacakmış gibi geliyor...
Zeynep bebeğin yüzü... Elleri... Saçları... İri gözleri... Gözlerinde 15 aylık bir bebekte olmaması gereken, beni şaşırtan tuhaf bir bakış.Uzun bir süre oturduğum yerden kalkamadım.Zeynep bebeğin gözlerine baktım. Yaşama direnci fotoğraftan bile taşan gözlerden gözlerimi alamadım. Görene bir şey söylüyordu.Hakkari’de içinde çocukların, kadınların, erkeklerin olduğu bir minibüs mayına çarptı. 9 kişi öldü. 15 aylık Zeynep ve 3 yaşındaki ablası Sudenaz kurtuldu, 23 yaşındaki anneleri Şirin öldü... Sonra Zeynep bebeği, Sudenaz’ı, Şirin’i, kendi ‘kârlı’ savaşlarının parçası yapan adamları düşündüm.Bu kararı aldıkları anı... “Bir sivil minibüs patlatalım. Özellikle çocuk falan olsun içinde, etkili olur...” Dün Taraf gazetesinde yazar Muhsin Kızılkaya, Hakkâri’yi anlatmıştı:“Hakkâri yolun bittiği yerdir, buraya gelirsin, geri dönersin.”Geçitli köyündeki yalnızlığı düşündüm sonra. Bir tepede tek başına duran bir ağaç geldi aklıma...Güneşin gidip gecenin de gelmediği o sahipsiz zaman parçasına çöken koyu mor renkli akşam alacasında, ıssız bir tepenin üstünde tek başına duran bir ağaç... Yalnız, hüzünlü ve sessiz...Hakkâri...Yaşamanın bile zor olduğu bir yerde ölmek... 23 yaşında ölen, iki çocuğu olan Şirin’i düşündüm... Kendini nasıl da kocaman bir kadın gibi hissediyordu kim bilir, bu genç yaşında.O mayını neden patlattınız?Tanımadığınız insanları öldürmek nasıl bu kadar ‘kârlı’ sizin için?Nasıl bir plan var kafanızda...Barış olursa, insanlar ölmezse neden sizin işiniz bozuluyor?Siz kimsiniz, işiniz ne sizin... Zeynep bebeğin gözleri size ne diyor biliyor musunuz?“Aslında ne için çabaladığınızı biliyorum ama beceremeyeceksiniz...”*** Depremden korkmazlar, irticadan korkarlar! Zehirli et, hormonlu meyve, şoförlerin trafikte psikopatik özellikler sergilediği yollar, hiçbiri biri bizi korkutamaz...Bütün o ‘müzahrefatı’ şakır şakır yeriz. Korkmayız!Her gün arabalara binip o yollara çıkarız... Kimimiz akşam eve döneriz kimimizin o yola son çıkışı olur...Ama korkmayız...Zehirlenmek, hastalanmak, o şoförlerin dolaştığı yollara çıkmak, deprem, AIDS... Hiçbir şey bizi korkutamıyor..Cesuruz çünkü!Lakin, şu cesur ahâliyi tek birşey korkutuyor: İrtica... Onları tanıyorum..Bir de hiç tanımadığım birileri var, onları da barış korkutuyor...“Ya bu kış irtica gelirse?” diye dehşete kapılıyor tanıdıklarım...Ya da “Eyvah barış geliyor” diye panikliyor hiç tanımadığım birileri.İrtica gelse ya da “hortlasa” belki bu kadar korkmayacaklar...Ama bir türlü gelmediği için korkmaya devam ediyorlar...Her gece yatarken yatağının altını kontrol eder durumdayız... “Acaba irtica-mirtica buraya saklanmış mıdır?” diye, gardropları gözden geçiriyoruz “O canavar burada olabilir mi?” diyerek.Barıştan korkanlar ise küçücük çocukların hayatlarına musallat oluyorlar o korkudan... Depremden korkmuyorlar, barıştan korktukları kadar...Peki bu hiçbir şeyden korkmayan tanıdığım ve hiç tanımadığım cesur ahâli irticadan ve barıştan niye bu kadar korkuyor?Bizi bir korkutan var...Bizi bu “İrtica gelecek” diye korkutanların bu korkutmadan bir çıkarları var...Biz irticadan korktukça devletin alengirli işleriyle ilgilenemiyoruz, ilgilenenleri de sevmiyoruz.Barıştan korkanlar, irticadan korkanları kendilerine siper edip işler çeviriyorlar.“Yahu bu devletin içinde barış istemeyen birileri var, devlet karışık işler çeviriyor” dese biri, cevap hemen hazır:“Böyle konuşanlar vatan hainidir, irtica geldi kapımızda, siz hâlâ devletle uğraşın...”Ve biz böyle korkarken irticadan, barıştan korkanlar atağa geçip görünmediklerini zannederek insanları öldürüyorlar.Korkmamız gerekenden korkmayıp, korkmamamız gerekenden korkmak, öldürüyor bizi asıl.*** Esas derbi bu akşam...Derbi denince akla hep F.Bahçe-G.Saray gelir. Bir G.Saraylı olarak bu maçların tadını yakından bilirim.Ama bana sorarsanız, G.Saray-F.Bahçe maçları yüzünden F.Bahçe-Beşiktaş derbilerine haksızlık yapılıyor. Aynı ölçüde derbi yerine konulmuyor sanki. “Çok önemli maç” yerine geçiyor...Lig TV, her derbiden önce “Ezeli rekabette son 10 yıl” adında, biraz da belgesel tadı olan bir program yapıyor. İki takım arasındaki son 20 maçı arka arkaya veriyor. 20 maç arka arkaya seyredecek kadar futbol fanatiği değilim ama F.Bahçe-Beşiktaş serisini izledim. 1 saati aşkın bir süre ekranın başından kalkamadım..Ve şunu anladım, F.Bahçe-Beşiktaş maçlarının atmosferi gerçekten çok heyecanlı. Oysa Kadıköy’deki F.Bahçe-G.Saray derbilerinin benim açımdan heyecanı kalmadı...Kimin için kaldı ki!Tablo net: G.Saray, Kadıköy’de 10 senedir F.Bahçe’yi yenemiyor... Son 9 derbinin 8’ini F.Bahçe aldı, biri de berabere bitti. F.Bahçe 31 gol attı, 22 gol yedi. Yani F.Bahçe-G.Saray derbilerinin sonucu neredeyse tek ihtimalli. Bu da açıkcası benim “heyecan” anlayışıma pek uymuyor.Ama F.Bahçe ile Beşiktaş arasında tuhaf bir çekişme var. İki takım da her zaman, her yerde birbirini yenebiliyor. Son 20 derbide F.Bahçe 10, Beşiktaş 6 kere galip gelmiş. Ve çoğu da unutulmaz maçlar olmuş.Mesela Pancu’nun kaleye geçtiği, Beşiktaş’ın 4-3 kazandığı derbiyi herkes hâlâ hatırlıyor. Peki ya geçen yılki olaylı derbi. Skoru etkileyecek 3 hata olmuştu:- Hakem Hüseyin Göçek, Lugano’nun eliyle kestiği topa penaltı vermedi..- Bilica, penaltı noktasını kramponuyla kazdı, bu yüzden Bobo penaltıyı kaçırdı..- Hakem 2 Beşiktaşlı, 1 F.Bahçeli’yi yanlış kararlarla oyundan attı.. O derbi de tam bir heyecan fırtınasıydı.. 1-0 kaybeden Beşiktaş, şampiyonluğa havlu attı.. F.Bahçe de ilk yarıdaki 3-0’lık yenilginin rövanşını aldı.Bugün de işler karışık. Beşiktaş maçlarının en golcü adamı Alex’in oynayıp oynamayacağı bile belli değil. F.Bahçe yenilirse, Aykut Kocaman’ın istifa etme ihtimali var. Kazanırsa rakibiyle farkı 6’ya çıkaracak olan Beşiktaş ise Quaresma’lı, Guti’li kadrosuyla geçen yılın intikamını alma peşinde olacak.Derbilerde favorinin kaybetme ihtimali hep yüksektir. Bu kez Beşiktaş favori. Bu gece daha heyecanlı bir işiniz yoksa, bu derbiyi kaçırmayın..***Hidayet’i bırak adaletsizliğe bak! Türkiye’nin değer yargılarını anlamak imkansız.. Daha düne kadar, her birlikte 12 Dev Adam’ı seviyorduk... Paramız olsa cebimizdeki vermek istiyorduk belki de... NBA’deki gururumuz, takımın kaptanı Hidayet Türkoğlu’nu yere göğe sığdıramıyorduk. Sadece Hido değil... Ersan, Ömer’ler, Kerem’ler ve diğerleri, gözümüzde ve gönlümüzde taht kurmuşlardı. -Bazı klişeler daima klişe kalacak!Özellikle Garanti Bankası’nın 12 Dev Adam’lı reklam filmleri çok başarılıydı. Bu reklamlar, 12 Dev Adam’ı daha da çekici yapmıştı hepimiz için.Turnuva bitti; dünya şampiyonu bile olabilirdik, dünya ikincisi olduk.Ancak 8’de 8 yaparak finale çıkana kadar sırtımızda taşıdığımız 12 Dev Adam’ı, bir Amerika yenilgisiyle hemen yere bıraktık... Üstüne büyük prim aldılar... Bir de bunu açıkça istemesinler mi?Sıra bu çocukların üstünde zıplamaya geldi tabii haliyle.Prim konusunda yapılan eleştirileri kavramakta güçlük çekiyorum.Eleştirilebilecek noktaları tabii ki var ama takım dünya ikincisi olmuşken bunları söylemeyi tercih etmek de, en az primi açıkça isteyen Hidayet kadar eleştirilmeli bence. Prim konusuna gelince, final öncesi primin miktarını açıklamak akıllıca değildi. Sanırım Başbakan Tayyip Erdoğan, referandum öncesi bu basketbol başarısını, rüzgârını kendisi için de kullanmak istedi. Ve 1.5 milyon liralık primi aniden açıkladı. Bu, daha büyük bir başarının önünü kesti ve çocukları yavaşlattı bana sorarsanız.Ayrıca basketbolcular primlerini hemen ertesi gün alırken, aynı standart diğer başarılı sporculara uygulanmadı. 1 Ağustos’ta atletizmde Avrupa şampiyonu olan ilk kadın sporcumuz Nevin Yanıt, 9 Eylül’de üst üste 2. defa dünya şampiyonu olan 74 kilo haltercimiz Selçuk Çebi ve cuma gecesi dünya rekoru kırarak 3 altın madalya alan 48 kilo haltercimiz Nurcan Taylan’a henüz hiçbir ödeme yapılmamış. Bu üç sporcu da 1000’er altınla (400’er bin lira) yetinecek galiba.Ama eleştiri tutkunları bile bu eşitsizlikleri eleştirmiyor, onun yerine 12 Dev Adam’ı yerden yere vuruyorlar. Tanjeviç’e kızıyorlar...Hele Başbakan’ı ziyareti sırasında “Maddi manevi destekleri hâlâ bekliyoruz” diyen Hidayet’e deli oluyorlar...Yıllar geçiyor ama Türkiye bazı konularda hiç değişmiyor.Bu coğrafya ne yazık ki, genellikle başarıyı cezalandırıyor.
Referandumda herkesten hayır oyu isterken kendi seçmen kaydı olmadığı için oy kullanamayan Kemal Kılıçdaroğlu’nu düşünüyorum günlerdir.Onca yanlış şey söyledi, nedense hiçbirinde o yanlışların o kadar yanlış bir şey olduğunu düşünmedi ve eleştirilere kulağını tıkadı, ta ki oy kullanamayana dek.Ben bunun Kılıçdaroğlu’nu diğer hatalara benzemeyen bir şekilde çok derinden yaraladığını düşünüyorum. CHP için galiba tekrar değişim zamanı.Edebiyat dünyasında her zaman istikbal vadeden yetenekli gençler vardır. Çoğu ‘İstikbal vadeden yetenekli bir genç’ olarak ayrılır dünyadan. Pek azı büyük yazar konumuna ulaşır.CHP de politika dünyamızın yıllardır, iktidar olma ihtimali varmış gibi gözüken partisi rolünde...Lakin yıllar geçiyor, CHP iktidar olma ihtimalinden bir adım bile öteye gidemiyor.. Hatta çoğu zaman ‘ihtimal’ kelimesi bile abartılı duruyor CHP’den bahsederken.Peki neden CHP bu görüntüden kurtulamıyor?Niye kitlelere bir heyecan ateşi yayamıyor?Görülebildiği kadarıyla CHP eski hareketsiz devletçiliği konusunda bir türlü ne yapması gerektiğine karar veremiyor.O hantal geri zihniyeti CHP’nin de çok beğendiğini sanmıyorum. Sanki değiştirmek de istiyor. Ama bunu bir türlü yapamıyor.Bazen iki adım gerileyip eski CHP anlayışına sahip çıkıyor, oranın hareketsiz olduğunu anlayınca üç adım ileri atmak istiyor, bu sefer de AKP’nin alanına giriyor.Kendisine yeni bir alan yaratmak istiyor orada ama haritasını bir türlü çizemiyor.Bana sorarsanız CHP iktidara ne kadar karşı çıkarsa o kadar iyi muhalefet yaptığına inanıyor.Bu yüzden önünde dünyayla bütünleşmeyi planlamış bir parti varsa CHP sürekli çağdışı şeyler söylüyor.CHP, MHP iktidarında muhalefet olsaydı, bugün çoktan iktidardı.AKP iktidarı zamanında muhalefet olmak işleri güçleştiriyor CHP için..Kendisi iktidara gelirse AKP’nin başarılarını nasıl devam ettirip başarısızlıklarını nasıl düzeltecek, bir tülü bunun açık seçik, inandırıcı bir cevabı çıkmıyor CHP’den.Hayati konularda böylesine çaresiz kalan CHP de tek silahını kullanıyor:Konuşmak ve eleştirmek...CHP’lilerin yüzde 90’ı AKP’nin ne kadar kötü olduğunu anlatıyor ama AK Parti’nin kötü olması CHP’yi iyi yapmıyor.CHP bu ülke için nasıl bir gelecek hayal ediyor,bu hayaline hangi projelerle varmayı düşünüyor,hangi hazırlıkları yapıyor somut olarak anlatmalı ve bunları yapabileceğine halkı inandırmalı.Başarılı olma “İhtimalinden” başarılı olma aşamasına geçebilmek için tek“ihtimal” bu bence.*** Bir itiraf...Acaba gazete yazarlığı yapabilmek için ben hep Ak Parti’den, CHP’den, kimin aslında bizi yönetmesi gerektiğinden, Kürtler’in içindeki çekişmelerden, en olmadı kavgalardan mı bahsetmek zorundayım?Gazete yazarlığı yaparak kazandığım paranın bedeli, aslında hiç de önemli görmediğim bazı konuları sanki çok önemli buluyormuşum gibi yazmak mı?Sabahleyin bizim evin önündeki ayva ağacını gördüm.Bir aya kalmaz sarı iri ayvalar yaprakların arasından olgun bir ağırbaşlılıkla sarkarlar.Bahçeye bakan bahçıvan söylemişti, 100 yıldan fazladır oradaymış o ağaç.Bilmiyorum doğru mu ama bahçıvan bunu söyleyince düşündüm,o ağaç hep buradaydı ve neler değişip geçti yanından acaba ve neler hep aynı kaldı.Gazete yazılarını düşündüm.100 yıl önceki yazıları görsek komik buluruz herhalde o günkü dertleri.Benim torunlarım da benim yazılarımı komik bulacaklar.Referandumdan evet çıkması korkuttu falan filan, Kılıçdaroğlu ‘Korkmayın biz varız’ falan filan diyecek, ülkemiz o takdirde çok falan filan hale gelecek...Torunlarıma komik gözükmek istemiyorum. Eğer o ayva ağacı 100 yıldan fazladır orada duruyorsa, torunlarım da o ağaca benim gibi bakabilir.Ayvalar gene sarı ve olgun, biz gene komik olabiliriz..Sadece ‘dövüşlerin’ yazarı olmak istemiyorum ben.Torunlarımın gözünde komik olmak istemiyorum.O ayva ağacını gördüğümü bilsin istiyorum torunlarım. Ben dedemi nasıl beğeniyorsam torumlarım da beni beğensin istiyorum..Henüz var olmayan sevgili torunlarım bir gün bu yazıları okursanız blin ki bunca kavga dövüşün, bunca saçmalığın arasında nineniz o ağva ağacını gördü.Gördü ve onu bütün bu kavgalardan daha önemli buldu...***Yaratmanın doruk noktası...Gelen kitaplara, davetiyelere, bültenlere bakarken bir dergi dikkatimi çekti aralarında...Psikeart...“Yalnızlık” yazıyordu üzerinde, kırmızı büyük harflerle...Ahmet Ümit’le söyleşi... Ertuğrul Özkök’ten “Yalnızlık en büyük iki yüzlülük mü?” başlıklı bir yazı olduğunu da söyleyen, beyaz küçük harfli yazılar da vardı kapakta.Siyah parlak zeminin üzerinde gerçekten ilgimi çekti bu küçük büyük harfler...Sayfaları çevirmeye başladım.O zaman hatırladım, Haşmet Babaoğlu ve Ertuğrul Özkök bir önceki sayıdan bahsetmişlerdi yazılarında... Prof. Dr. Emin Önder iki yıldır çıkarıyor dergiyi. Tasarımını da kendi yapıyormuş.iki ayda bir çıkıyor.Bugüne kadar tutku ve kıskançlık, stigma, unutmak, aşk, şiddet, utanma, narsisim, yaratıcılık, cinsellik ve gülmek konularını işlemişler.Okumaya başladım sonra.Hangi psikolojik koşullar altında yalnızlık, yaratmanın doruk noktasıdır, tamlık ve mükemmellik halidir?Ne zaman aslında bir eksikliğin itirafıdır?İlk yazı bu soruyla başlayınca derginin tamamını okudum...Sonra düşündüm, gerçekten neydi yalnızlık... Nasıl hem bir bütünlük, mükemmellik ve güçlülük hâli, hem de bir eksiklik, zayıflık ve güçsüzlük hali oluyordu?Aynı durumdan nasıl iki ayrı tarif ve iki ayrı duygu çıkarabiliyorduk?Sanırım, tek bir kelime yaratıyor bu farkı:Tercih.Yalnızlık sizin kendi tercihiniz olduğunda, mükemmellik ve güçlülük haline geliyor..Ama yalnızlık bir mecburiyet olduğunda eksiklik ve zayıflık yaratıyor.Yalnızlık bir mecburiyet haline geldiğinde, yalnızlıktan korkmamak ve buna yakınmadan dayanabilmek ise herhalde güçlülüğün en yüksek mertebesini oluşturuyor.O büyük güce ulaşanlar, eminim kolay kolay yalnız kalmıyorlardır hayatta.Yalnızlığa dayanabilmenin gücü,bildiğim birçok şeyden daha çekici çünkü...***Kimsesizlik...Yıllardır ki bir kılıcım kapalı kındaKimsesizlik dört yanımda bir duvar gibiMuzdaribim bu duvarın dış tarafındaŞefkatine inandığım biri var gibiSanıyorum saçlarımı okşuyor bir elKıpırdanmak istemiyor gözkapaklarımYan odadan bir ince ses diyor gibi “gel”Ve hakikat bırakıyor hülyamı yarımGözlerimde parıltısı bakır bir tasınKulaklarım komşuların ayak sesindeVarsın gene bir yudum su veren olmasınBaşucumda biri bana “su yok” desin deBu şiir Kemalettin Kamu’nun.Dedemle (Çetin Altan) uzun sohbetler ederiz... Şiirler okur... İşte o sohbetlerden birinde okumuştu bana bu şiiri... Unutmadım... Dedemin sesiyle aklımda tuttum bu satırları.Şimdi ne zaman yalnızlık lafı geçse “Kimsesizlik”i hatırlıyorum...*** ŞEFİN TAVSİYESİBeyoğlu Belediyesi’nin düzenlediği Beyoğlu Sahaf Festivali başladı. Taksim Gezi Parkı’nda her gün sabah 10.00’dan akşam 21.00’e kadar açık. 28 Eylül’e kadar da sürecek. 76 sahaf var. Bu seneki festivalde bir de kitap müzayedesi yapılacakmış. 100 değerli kitap bu müzayede de alıcısıyla buluşacak. Benim gittiğim gün, afişlerin kitapların başında saatler geçiren insanlar vardı. Bence siz de kaçırmayın.
Şanslı bir kuşağız... Türkiye’deki bütün inançların, alışkanlıkların değiştiğini, tabuların kırıldığını, yeni bir düzenin oluştuğunu görüyoruz.Olup biten her şeyi özgürce düşünüp değerlendirebilir, bu geçiş çağının tüm eğlencesini, heyecanını yaşayabiliriz istersek. Tabii bir inancın içine kıvrılıp yatmaktan hoşlanıyorsanız ya da kolay nutuklarla işi idare etmek istiyorsanız durum değişir... Çok şanssız bir zamanda dünyada yaşıyorsunuz demektir...Çevremdeki bazı insanlara bakıyorum da yaşadığı andan memnun değiller.Türkiye’deki değişim onları heyecanlandırmıyor. Hatta “Korkuyorum” diyorlar. Kozasının içindeki tırtıla sorsanız o size yaşadığı hayatı şöyle tarif edecektir:“Karanlık, bunaltıcı, sıkıcı...”Aynı tırtıl ertesi sabah kozasını delip bir ipekböceği olacağını, aydınlığa çıkacağını bilmez, çünkü o bir tırtıldır...Doğrusunu isterseniz bazen tırtılsı bir toplumda yaşadığımızı düşünüyorum.Her iyi şeye rağmen hep aynı şikayetler, aynı karamsarlık...Ülkemizde hâlâ çok sıkıcı şeyler var. Haksızlıklar var, dünyanın gidişatını algılamayan politikacılar var, kuşkuyla baktığımız hukukçular var...Ama kozayı delip bir ipekböceği olacağımızın işaretleri de var.12 Eylül referandumu böyle bir işaretti işte. Bu değişimi izlemeyi, parçası olmayı heyecanlı bulursanız bir süre sonra o sıkıldığımız karanlık, ipekböceği olarak terk edeceğimiz kozanın içinde kalacak.Bizi ise aydınlık, özgür, mutlu bir dünya bekliyor.Yakında kanatlanıp arasına katılacağımız aydınlık dünyanın şartları var ama.O şartlara ayak uydurmak için en azından bu ‘Korkuyorum’ laflarını bırakmamız, kronik karamsarlıktan vazgeçip biraz da geleceğin bize neler vaat ettiğini görebilmemiz lazım.Niye her şey kötü olsun?Niye bu kadar çok korkulacak şey olsun?Niye tırtıllığı bu kadar benimsiyoruz? Bakmakla görmek aynı şey değil...Sadece bakıyoruz ama görmüyoruz...Gerçekten görsek, korkar mıyız değişimden?Kelebek olacağını bilen hangi tırtıl korkar değişmekten?*****Ezel bu... Önceden tahmin edilemez...Geçen sezonun en sevdiğim dizisi Ezel, pazartesi akşamı yeniden başladı.Bu, “Yaz bitti” manasına mı geliyor?Benim için evet... O sıkkınlıkla geçtim televizyonun karşısına...Yazın bitmesini istemiyorum. Diziler başlasın istemiyorum.Yaz bitti, dizi başladı...Başlar başlamaz da, bıraktığı yerden devam edeceğini gösterdi...Öyle çabuk içine aldı ki seyirciyi Ezel, üç saat sonunda “Bir daha pazartesileri zor bir yere giderim” diye düşündüm...Diziye bu sene katılan Haluk Bilginer’i aslına bakarsanız önce yadırgadım. Çünkü o karakteristik sesi, sit-comlarda duymaya öyle alışmışım ki, o ‘duran’ hali bana gerçek gelmedi nedense önce. Ama telaşlanmadım. “Nasılsa seveceğim” diye düşündüm. Haluk Bilginer bu...Tren garındaki Ramiz Dayı (Tuncel Kurtiz) ile Kenan Birkan’ın (Haluk Bilginer) buluşma sahnesindeki iki düşmanın birbirine duyduğu saygı ise çok çarpıcıydı. İnsan düşmanıyla övünebilmeli gerçekten. Çünkü sizin kim olduğunuzu biraz da düşmanınızın kim olduğu belirliyor..Zaten Ezel tüm duyguları zıttıyla anlatan bir dizi...Aşkı nefretle, affetmeyi intikamla, dostluğu düşmanlıkla, cesareti korkuyla, sadakati ihanetle...Ama bunu öyle kolayından, tahmin edebileceğiniz gibi yapmıyor.Hangi duygunun arkasına hangisi gizlenmiş, sahne bitmeden anlayamıyorsunuz. Çok şaşırdığımı biliyorum Ezel’i izlerken geçen sene.Ezel, gücünü tahmin edilemez olmasından alıyor.Senaristler ‘zannettirme’ işini çok çarpıcı bir şekilde yapıyorlar.Siz ne düşünüyorsunuz, ne çıkıyor? Ne sahnenin sonunu, ne bölümün sonunu, ne konunun sonunu öngöremiyorsunuz.Geçen akşam Habertürk’te konuşuyorlardı: “Tayyip Erdoğan etkileyici bir lider çünkü ne yapacağını önceden kestiremiyorsunuz.”Ezel’i seyrederken bunu düşündüm, ne yapacağını bilemediklerimiz her zaman bizi çok etkiliyor mu gerçekten?*****Alex, Aykut Kocaman’ı sabote mi ediyor?Aykut Kocaman mı Alex mi? Tartışma bu... F.Bahçe önce Şampiyonlar Ligi’nden elenip 20 milyon Euro’luk muhtemel gelirden oldu, hemen ardından Avrupa Ligi’nde de elendi. Ligdeki 4 maçta alınan 2 yenilgi de “Şampiyonluk da mı elden gidiyor?” tedirginliğini yarattı ve tartışma başladı.Aykut, Alex’i iyi idman yapmadığı gerekçesiyle istenildiği kadar kullanmıyor. Sezon başında Aziz Yıldırım’a da bunu söylemiş: “Alex’e saygı duyuyorum ama artık yaşlandı, temposu düştü. İdman sevmiyor. Sezon sonu F.Bahçe’ye veda eder. Alex için yapabileceğim tek şey, onu kötüyken yedek bırakmak. Kulübeye alışsa iyi olur..”Son Kayseri deplasmanından sonra ortalık iyice toz duman oldu. Ben de işin perde arkasını merak ettim, “Aykut Kocaman yanlış yapıyor olabilir mi gerçekten?” diye. Kocaman’a ve F.Bahçeli yöneticilere çok yakın bir dostumu aradım. Aykut-Alex krizi hakkında ilginç şeyler anlattı:“Aykut’un futboldaki kriteri idmandır. Geçen sezon sportif direktör olduğu için takımın içindeki düzensizliği biliyor. Brezilya ekibi, idmanı ve idman yaptıranı sevmiyor. Aragones’in ve Daum’un başına gelen de buydu. Sıkıyı gördükleri zaman, Alex devreye giriyor ve kulüpte kriz ortamı oluşturuyor. Aykut buna izin vermiyor şimdi. Alex de en kritik maçlarda topa ayağını bile vurmuyor ve Aykut’u sabote ediyor!”Hep aynı soru, teknik direktör mü yıldız futbolcu mu haklıdır. Ama şurası sanki net: F.Bahçe’den ya Aykut gidecek, ya da Alex... Pazar günkü Beşiktaş derbisinden sonra durumun ne olduğu daha net ortaya çıkacaktır.F.Bahçe ikisini birden tutabilecek bir zihniyete sahip olabilirse başka tabii...
Yarın sabah ne yapacaksınız? Ya da öbür sabah? Ya da daha öbür sabah?Bu akşam ne yapacaksınız peki? Yarın akşam? Öbür akşam? Ya da daha öbür akşam?Her sabah ve her akşam yaptıklarınızı niye yapıyorsunuz?Bunları yapmak istediğiniz için mi?Hayatın en iyi değerlendirilme biçiminin bu olduğuna inandığınız için mi?Peki, ne konuşuyorsunuz insanlarla?Neler söylüyorsunuz onlara, onlar size neler söylüyor?Bütün bu konuştuklarınızı niye konuşuyorsunuz?Bu konuşmalar sizi mutlu ettiği için mi?En ilginç konuların bunlar olduğuna inandığınız için mi?Bugün Pazar.İstediğini yazamıyorsun bugün, yasaklar var.İstediğimi yazamadığım bugün, aslında hayatımızı kim yönetiyor diye düşündüm.Nasıl yaşıyoruz bu hayatı?Herşeye kendimiz mi karar veriyoruz?*** Birdenbire her şey değişse...Şikayet ettiğimiz bütün sorunlar çözülse. Özellikle politik olanlar... -Bugünlerde bunu çok düşünüyorum-Mutlu olmamıza yeter mi bu değişiklikler?Hayâllerimiz renklenir mi?Kaçımız bir film çekmeyi ya da yıldızları merak etmeyi ya da siyasetle bilim arasındaki farkı düşünmeye başlarız ki?Doğumumuzdan ölümümüze kadar olan vakit bize ait... Ama onu hak ettiği gibi kullanabiliyor muyuz?Doğrusu pek sanmıyorum, bence dar bir sınırın içinde dönüp duruyoruz.Yaşam diye bir şey var, biz yaşamasak da...O bize uzak duran yaşamı ele geçirmemiz için önce hayâl kurmamız gerek belki de.***Sürekli olarak yaşamın kenarında dolanıyor ama yaşamaya cesaret edemiyoruz sanki.Hep aynı çemberin içinde dönüp duran küçük bir misket tanesi gibi aynı ve sıkıcı hareketleri tekrarlayarak dünyada ‘vakit dolduruyoruz’ hep birlikte.Üstelik de tek neden korkmamız.Ölümden değil, yaşamaktan korkmamız.Hayâl kurmaya bile cesaret edebildiğimizi sanmıyorum.Farklı bir hayâli olmayanın, farklı bir hayatı olabilir mi?Kendi dar sınırlarımızın dışına en azından zihnimizde bizi taşıyacak hayâllerimiz olduğunda, o hayâller bizi zorlar... Gerçekleştirilmek ister hayâller... Yaşadıklarımızın ve yaşayacaklarımızın sınırlarını önce hayâller belirler.Onun için hayâllerden bile korkuyoruz...Hayâlleri dar, kendisi dar bir hayatın içinde deli gibi koşarak dönüyoruz.Nereye koşuyorsunuz... Nereye varacaksınız... Ne yapmak için...Durun ve düşünün...Belki korkmaktan vazgeçersiniz...Hayâller kurar, nereye gideceğinize kendiniz karar verir, belki sakin sakin yürürsünüz...***Türk MalıBayramda, çok yoğun bir günün akşamında, kaderime razı, ne çıkarsa seyredecek kadar yorgun televizyonun başına oturdum.Show TV’de kalan televizyon Show TV’de başladı tekrar.Bir sesler duyuldu.Öylesine gözlerimi televizyona doğru çevirdim; ‘Türk Malı’ dizisi.Bayram olduğu için, eski bölümleri olduğunu tahmin ederek -bir çoğunu kaçırdım çünkü- bir sevinç duydum.Televizyon kaderim bana kötü davranmıyordu.Fakat bir on-on beş dakika sonra kaderimin beni, düşündüğümden de çok sevdiğine karar verdim. Çünkü ‘Mest of Türk Malı’nı yakalamışım meğerse.Arka arkaya sadece Binnur Kaya ve Şafak Sezer bölümleri.Çok güldüm.Ama, sanki sit-com anlayışını zorlayan, yıkan tarafları da var dizinin, üst üste seyrettiğinizde daha fazla dikkat çekiyor bunlar.Uzun uzun çekilmiş bölümler, tekrarlanan espriler.Ama sanki fazlalığı atsak ‘mikemmeel’ olacak gibi geldi bana.Gene de o “fazlalığın” nasıl atılacağını en iyi şekilde dizinin senaryosunu da yazan yönetmen Tayfun Güneyer bilir diye düşündüm.Çünkü dizinin kadrosu bu sene gerçekten “mest of” komedyen oldu..*** Irkçılık ve GenetikEylül ayının başında Almanya’da bir kitap çıktı. Adı, “Almanya kendini yok ediyor.”Yazarı Almanya Merkez Bankası yönetim kurulu üyesi Thilo Sarrazin.Sarrazin bu kitapta göçmenlerin, özellikle Müslüman ve Arap kökenlilerin Almanya’ya uyum sağlamakta zorlandığını anlatmış. Ve bu Müslümanlar’ın giderek Almanya’yı yok ettiğini söylemiş.Bu iddiaları çok da yeni değilmiş aslında.Bir sene önce de Almanya’daki göçmenlerin zekâ düzeyinin yetersizliği, işsizlerin yeteneksizliği ve Müslümanların kültürel geriliği konularında yazısı yayınlanmış Sarrazin’in. O zaman da büyük gürültü kopmuş. Ama göçmen örgütlerinin ve Almanya’da yayınlanan Türk gazetelerinin kopardığı bu gürültü, “Almanya’da düşünce özgürlüğü var” laflarıyla geçiştirilmiş.Deniz Gökçe’nin yazısından öğrendiğim kadarıyla 10 Haziran 2010 günü, Sarrazin, Darmstadt’ta verdiği, ‘Eğitim, Demografi ve Toplumsal Eğilimler’ konulu konferansta ise şöyle demiş:“Türkiye’den, yakın ve orta doğudan ve Afrika’dan gelen göçmenler nedeniyle doğal yolla ortalama olarak aptallaşmaktayız. Göçmenler, Almanlar’dan daha doğurgan. Değişik zekâya sahip topluluklar değişik oranda fazlalaşıyorlar. Zekâ ana-baba tarafından çocuklara geçer, kalıtım yoluyla geçiş yaklaşık yüzde seksendir.”Sarrazin şimdi görevinden istifa etti. Etmek zorunda kalmış. Çünkü meğerse, tartışmaya sebep olan son kitabında, göçmenlerle ilgili düşüncelerinin yanında ‘Tüm Yahudiler ve Basklar belli genlere sahiptirler!’ diye de yazmış.Fevkalade “ırkçı” gözüken Sarrazin, kalıtımla ve “genlerle” çok ilgili anlaşılan.Ona bakınca acaba “ırkçılık da genetik bir şey mi” diye düşünüyor insan, sonra diğer Almanlar’a bakıp “yok” diyor, “Irkçılık genetik değildir.” Sadece bazı zayıf bünyelere çabuk yerleşen bir virüstür.*** Bu haberi çok sevdim Palyaçoluk atölyesi kurulmuş.Viyana’da 21 yıldır palyaçoluk yapan Hakan Yavaş, Şehir Tiyatroları’ndan gelen teklif üzerine oyuncular için kurmuş bu atölyeyi aslında. Ama bugüne kadar 50’nin üzerinde doktor, ressam, avukat, mühendis, işadamı, garson ve yönetici gelmiş buraya. Atölyeye aslında kimse palyaço olmak için gelmiyormuş. Palyaço eğitimi, insanların kendilerinde eksik buldukları noktaları güçlendiren, zayıf yönlerimizin aslında güçlü taraflarımız olduğunu ortaya çıkaran kişisel gelişim metoduymuş.İnsanların kendini doğru ifade etmesini ve duygularını açığa çıkartmasını sağlıyormuş.İnsan gitmek istiyor, değil mi?