Newsweek Türkiye, çok sevdiğim bir dergi. Çok şey öğreniyorum ondan. 5 Eylül tarihli sayılarında, Mustafa Alkan ve Aydın Albayrak’ın beraber hazırladığı “Yeni Türk Ordusu” dosyasını ilgiyle okudum.“Gazi bile olsalar, orduevlerine giremiyorlar” kısmı özellikle ilgimi çekti. Çünkü TV’de Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in gazilere verdiği iftarı seyrettiğimde, “Bu gösterinin gerçeği nedir acaba?” diye düşünmüştüm.Gazetelerde arada bir yayınlanan gazi röportajlarında hep aynı şeyi hissetmişimdir çünkü, çok derin bir ‘yalnız bırakılmışlık.’ Hatta gösterilemeyen bir öfke ve kızgınlık. Yazıyı soluksuz okudum.Bugün TSK’da uzman erbaş sınıfında 60 bine yakın personel varmış.Uzman Erbaş Kanunu’na göre 45 yaşından sonra emekli ediliyorlarmış.Ama bu yaşa ulaşanların sayısı bir elin parmağını geçmiyormuş. Çoğu o yaşa gelmeden işi bırakıyor, ya şehit (sadece son bir aydaki çatışmalarda 14 uzman erbaş şehit olmuş) ya gazi oluyor ya da sağlık nedenleriyle malulen emekliye ayrılıyorlarmış.Özellikle Güneydoğu’daki birliklerin omurgasını oluşturan 11 bin uzman erbaş (komando) arasında sağlık sorunları yaşayanlar çok oluyormuş. Bu durumlarda tanınan sosyal haklar ise asgari seviyedeymiş.Zatürre, meslek hastalığı sayılmıyormuş. Malulen emekli olamıyorlarmış.Komutanları kötü sicil verirse meslekten atılıyorlarmış. Bu karara yargı yolu kapalıymış.- Bu arada pazar günkü referandumda, YAŞ kararlarıyla ihraç edilenlere mahkemeye başvurma hakkının yolu açılıyor.- Uzman erbaşlar profesyonel asker olmalarına rağmen ortalama 1500 TL, emekliler ise 800 TL maaş alıyormuş.Gazi olsalar bile orduevlerine ve sosyal tesislere giremiyorlarmış.Bunu okurken bile kabul etmekte zorlandım. “Bedelli çıkar mı?” bilmem, “Ordu yapısı değişir mi?” bilmem ama bunun değişmesi gerektiğine yüzde yüz eminim. Askerin kendi içinde bile yaptığı bu ayırım beni ürkütüyor açıkçası.Bir de rütbelilerin (subay ve astsubayların) sürekli, ‘paralı asker’ aşağılamalarıyla karşılaşıyorlarmış, bu maaş ve kıt sosyal haklar meselesinden çok daha yaralayıcı oluyormuş erbaşlar için.Sonra, haberin içindeki küçük bir kutuya bakıyorum.Türkiye’de askeri harcamaların 19.009.000.000 (milyar) dolar olduğu yazıyor orada.“İnsafsızlık” sözcüğünün ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorum.*****ŞEFİN TAVSİYESİBelki referandum, belki hayatın kendisi, tüm duyguların yerlerini değiştirdi sanki.Sevdiğini sevmez, sevmediğini haklı, beğenmediğini savunur, savunduğunu beğenmez hale getirdi hepimizi.Karmaşık duygular içindeyiz.“Sevdiği” kadından nefret eden o 1950 model eski Türk filmi kahramanları gibi olduk hepimiz. Mutlu değiliz artık. Aklımızı başımıza toplayalım mı? *****Ne evet... Ne hayır... 12 Eylül şampiyonluk günü olur12 Dev adam, çarşamba akşamı şampiyonaya başladığı hızla devam edip, Slovenya’yı da geçerek ilk defa dünyada ilk dörde girdi.Basketbol Milli Takımı gerçekten “tarih yazıyor.” -Bazı klişeler doğru yerde kullanıldığı zaman artık klişe değildir- Yarın akşam da Sırbistan’la yarı final maçımız var.Eğer Sırbistan’ı da yenersek, 12 Eylül, inanın bana referandumdan daha da önemli bir hale gelebilir.İlk defa final oynayıp dünya şampiyonu olabiliriz o gün. 12 Eylül’de...Bence hepsi olacak...*****Newsweek haberinden öğrendiklerim* NATO’nun en kalabalık ikinci ordusuyuz.* NATO’ya bağlı 23 ülkenin 18’inde zorunlu askerlik kalktı, profesyonel orduya geçildi.* Dünyada 28 ülkede orda tamamen profesyonellerden kurulu.* TSK bünyesinde 800 bine yakın personel var.* Şu an halen 66 kanun, 40 yönetmelik, 8 tüzük ve 1 kanun hükmünde kararnamede Genelkurmay Başkanlığı’na tanınmış yetki ve görev var.* Lise müfredatında milli savunma dersi olan tek ülke Türkiye.* Rütbeli personelin özel hizmetinde 100.000 civarında er var.* 65.000 civarında orduevlerinde görevli Mehmetçik var. İngiltere’nin toplam ordusuna denk rütbesiz asker özel işlerde kullanılıyor.*****Tuhaf bir bayram yazısıEvden kaçtıktan sonra hafif utangaç ve tedirgin halde geri dönmüş yaramaz bir çocuk gibi güneş dışarıda.Bilgisayarın başında oturuyorum.Norah Jones dinliyorum.Parmaklarım benden ziyade bilgisayara aitmiş gibi dolaşıyor klavyenin üstünde.Yazılacak satırı henüz bilgisayar bilmiyor, ben de bilmiyorum. Tuşların üzerinde kımıldıyor parmaklarım.Müziği düşünüyorum.Hayatı düşünüyorum.“Müzik gibi... Hiçbir nedeni yok” cümlesi geliyor aklıma.“Bunu nerede duymuştum acaba?” diyorum. Müziği bilen birine soruyorum. “Strauss’un cümlesi bu” diyor.“Bazı insanlar nasıl her şeyi bilebiliyor?” diye düşünüyorum bu sefer.“Anlatsana” diyorum.Avusturyalı müzikçi Johann Strauss karısını ve çocuklarını terk ettikten sonra başka bir kadınla evleniyor.Yeniden çocukları oluyor.1848’in Avusturya’sı, Strauss’un hayatından da karışık o sıralar. İşçiler ayaklanmış, iç savaş başlamış. Strauss İngiltere’ye kaçıyor. Olaylar sakinleşince de Avusturya’ya geri dönüyor. Ama acıklı bir dönüş oluyor bu. Parasız, yeni karısı delirmenin eşiğinde, çocukları hasta.Eski karısından yardım istiyor Strauss. Ve tahmin edebilirsiniz burayı, eski karısı kendisi de yoksul olmasına rağmen yardım ediyor.Buruk, öfkeli, her şeye rağmen şefkatli bir şekilde sitem ediyor Strauss’a:- Bütün bunlara gerek var mıydı? Neden?Strauss cevap veriyor:- Müzik gibi... Hiçbir nedeni yoktu.Hikâyeyi çok beğeniyorum. Hayatın tarifi gibi geliyor bu söz bana.Hayatın ve ölümün ve aşkın ve acının ve karmaşanın nedeni yok. Müzik gibi...Hiçbir gereği yokken varlar.Nedensiz oldukları için güzeller belki de.Parmaklarım klavyenin üzerinde hâlâ şaşkın dolaşıyor.Ama bu sefer ne yazacaklarını biliyor gibiler. Her şeye rağmen, yapılabilecek en güzel şey, yaşamak...İyi bayramlar...
Pazar günü Ayşe Arman’ın Elif Şafak’la yaptığı röportajı okurken yazarların mutsuzluğa merakına takıldı aklım. Elif bana da buna benzer şeyler anlatmıştı röportaj yaptığımızda. ‘Şaşırarak’ bakmıştım bu ihtiyaca.Elif, “Ben güneşli, yazlık yerlerde mutsuz oluyorum. Enerjim düşüyor. Tek istisna Arizona. Ne kadar güneşli olsa da, orada garip bir şey var. Hüzün ve ağırlık var” demiş yeni romanını yazmak için neden Londra’yı seçtiğini anlatırken Ayşe’ye.K Dergisi için Londra’daki evinde röportaj yaptığım Alain de Botton da, “Mutluluk yaptığımız şeylerin tesadüfi yan ürünüdür. Esas olan mutsuzluktur, biz insanlar mutlu olmak için yaratılmamışız” demişti bana.O zaman da çok şaşırmıştım. Enerjisini, karanlıktan, hüzünden ve ağırlıktan çıkarmak...Güneşte, sevinçte, hafiflikte enerjisiz kalmak...Mutsuzluğu “esas” olarak görmek. Bunu idealize etmek...Yanlış hatırlamıyorsam Faulkner, “Yaşayabilenler yaşar, yaşayamayanlar da yazar” demişti.Yaşayamadıkları, güneşe çıkamadıkları, paylaşamadıkları, hafifleşemedikleri için ‘yazıya sığınmalarında’ doğal bir acı ve o acıya bir çare aramak var.Güçlerini ve mutluluklarını, güçsüzlükleri ve mutsuzlukları yaratıyor belki de yazarların.Ama doğrusu ya, yazarların “mutsuzluğu” aradıklarını sanmıyorum, onlar mutluluğu diğer insanların bulduğu yerde bulamıyorlar sadece.Onun için, başka insanların gidemediği “alemlere” giderek arıyorlar o mutluluğu.Mutluluğu bulabilmek için yazıyor onlar.Yazmak için mutsuzluğu aramıyorlar.“Mutlu bir yazar” görmedim hiç, yazarlara ait okuduğum hiçbir hayat hikâyesinde “mutluluğa” rastlamadım ama “mutsuzluğundan” mutlu olan bir yazar da duymadım.Hüznü, karanlığı, ağırlığı niye arasınlar, bunlar zaten onların kendi içlerinde var.Hayatları, kendi “içlerinden” kaçmaya çalışmakla geçiyor bence, kaçabildikleri tek yer de yazı olduğu için oraya kaçıyorlar.Ben yazarları ve mutsuzluklarını, sürekli o mutsuzluktan kaçmaya çalıştıkları ve kaçarken o mutsuzluktan herkesin paylaşabileceği mutluluklar üretebildikleri için seviyorum.Ama “mutsuzluk” o kadar mükemmel ve “esas” olsaydı, yazarlık diye bir meslek olmazdı bence.O mutsuzluklarının içinde “mutlu mutlu” otururlar, ondan kurtulmak için yazı yazmazlardı. Belki onun için mutsuzluğun “idealize” edilmesini anlamıyorum.Mutsuzluğu idealize etmenin, “esas” olarak görmenin, gerçek edebiyatı sakatlayacağından korkuyorum.Hoşuma gittiJay Leno Show’da, 2008 Cumhuriyetçi başkan yardımcısı adayı Sarah Palin’in 20 yaşındaki kızı Bristol Palin’i seyrettim. Türkiye’de de başlayacak olan “Dancing with the stars” (Yıldızlarla dans et) yarışmasına katılıyormuş. Leno “Annene sordun mu katılmak için?” dediğinde Bristol, “Kimseye sormadım, bağımsızlığıma düşkünümdür” dedi. Leno çok güldü. 17 yaşında evlenmeden çocuk doğuran biri için, bağımsızlığına düşkün olduğunu dans yarışmayla açıklamak, hoştu doğrusu.*****MaceramızGeniş, büyük, karanlık bir hangar... İçinde milyonlarca insan yerlerde sürünüyor. Hangarın bütün pencereleri, kapıları kapatılmış.Pencerelerle kapıların üstüne açılmasın diye çakılan tahtaların bazıları, zaman içinde zorla da olsa kırılarak çıkarılmış ama hâlâ bütün pencereler kapalı.Yerde sürünen milyonlar, her soluk alıp verdiğinde hangarın havası daha da ağırlaşıyor.Karanlık hangarın tam ortasında yüksekte bir koltuk var.Koltuğun etrafında gaz maskeli adamlar dolaşıyor.Kalabalık “Biraz hava” diye inledikçe, maskeli adamlar bağırıyor:“Koltuğa Kemal Kılıçdaroğlu otursun hava gelir.”“Ancak Bahçeli oturursa hava gelir.”“Koltukta Kürtler oturamazsa hava gelmez.”“En iyisi biz oturmaya devam edelim, birazdan açacağız pencereleri.”Kalabalık ise havasızlıktan ezilmiş, yerlerde sürünerek bağırıyor “Biraz hava.”Kalabalık son bir ümitle maskelilerin sözlerini tekrarlıyor:“Kılıçdaroğlu otursun... Hayır o oturmasın, Bahçeli otursun... Tayyip kalksın Kürtler otursun... Tayyip varken başkası nasıl oturur?”Birileri çıkıyor kalabalığın içinden, “Koltuğu bırakın, pencereleri açın. Pencereler açılmadıkça koltuğa kim otursa otursun biz boğuluruz” diye bağırıyor...Maskeliler bu teklife şiddetle karşı çıkıyor:“Pencereleri açmayın, dışarıdan soğuk gelir, zatürre olursunuz.”Ama “Pencereleri açın” sesi giderek artıyor.Maskeliler daha fazla kızıyor: “Pencereyi unut ve koltuğa bak, öyle kurtulursunuz ancak.”Hava gittikçe ağırlaşıyor hangarın içinde, iniltiler artıyor.Maskeliler akıl vermeye devam ediyor. Küfürler duyuluyor. Kavga etmeye başlıyor maskeliler. Birbirlerine kızıyorlar.Kalabalıktan çığlıklar duyuluyor:“Kırın pencereleri.”Tahtalar sökülüyor, pencereler kırılıyor.İçeri ışık ve hava giriyor.Maskeliler hâlâ kavga ediyor.Onlar itişirken kırılan pencereler artıyor.Dayanın! Kapıyı açmaya çok az kaldı.*****Kazakistan maçında Fatih Terim olsaydıSon zamanlarda seyrettiğim spor programları ve karşılaşmaları, herşeye olumsuz tarafından bakmaya meraklı yorumcuların çok sıkıcı olduğu şu günlerde, spor dünyasında bundan sıkılanlar için artık harika alternatiflerin var olduğunu gösterdi.Birkaç örnek vereyim.Türkiye-Fransa milli maçı.20 sayı öndeyiz. Maçı NTV’den anlatan Murat Murathanoğlu ile İhsan Bayülken’i dinliyorum. Sanki 20 sayı gerideymişiz gibi kasvetli yorum yapıyorlar:“Bu basketi atmamız lazım yoksa bizim açıızdan sıkıntı olur.”“Ersan İlyasova hiç sayı atamadı, acaba kalan 4 dakika 32 saniyede bu durum bizim takımı nasıl etkiler?”“Son 2 hücumdur basit top kayıpları yapıyoruz.”Aslında çoktan maçı bitirmiş, çeyrek finale çıkmak üzereyiz. Ama kültürümüz bu işte! Negatiften beslendiğimiz için maçı coşkuyla, heyecanla anlatamıyoruz bile.***Sadece basketbol için geçerli değil bu kötümserlik. Fazlası futbolda da var.Kazakistan’ı 3-0 yendiğimiz gece, ben Türkiye’nin oynadığı futbolu, attığı birbirinden güzel golleri hakkını vererek, üstüne biraz da coşkusunu koyarak anlatan kimseye rastlamadım. Anlı-şanlı yorumcuların hepsi, “Hiddink gelmiş de ne olmuş? Kadro bile aynı. Alt tarafı 3-0 kazandık, ayrıca kalemizde 4 tane pozisyon verdik” diye anlatıyorlardı.***Hafta başı, Guus Hiddink’i izledim NTV’de.Türk futboluyla ilgili çok çarpıcı ve fazlasıyla gerçekçi yorumlar yapıyordu.“Genç oyuncu yetiştiremezseniz, Türkiye’den bir futbol ülkesi yaratma hayâliniz boşa çıkar. Siz 22 yaşındaki koca adamları genç oyuncu sanıyorsunuz. Halbuki benim için genç oyuncu 17-18 yaşındadır. Bu yaştaki gençleri kulüp takımlarında oynatamıyorsunuz. Başkanlar ve teknik adamlar, baskıdan çekindikleri için tecrübeli ve ünlü yabancıları transfer ediyor. Onlar da bu gençlerin önünü tıkıyor. Korkmayın ve gençlere güvenin” diyordu.Hiddink’i dinlerken “Aynı kadro ile çıktı” eleştirisi yapan tüm dostlarıma güldüm açıkcası. “Ne kadro bırakıldı ki, ne seçim yapsın?” diye düşündüm.Kazakistan maçı öncesi yaptıkları da dikkatimi çekti Hiddink’in. Kazak polisi, milli futbolcuları aramaya kalkınca çok iyi Rusça konuşan Hiddink devreye giriyor, polislere kızıyor, oyuncularını teker teker arama yapılmadan stada sokturuyordu. Gözlerimi kapadım ve Hiddink yerine Fatih Terim’in orada olduğunu hayal ettim. “Bir Türk, Kazakistan’a bedeldir” deyip adamlara saldırmayacağının hiç garantisi yoktu bana göre.Lig TV’ye bakıyorum. Artık hakem analizlerini Marcus Merk yapıyor. Erman Toroğlu veya Ahmet Çakar gibi meseleleri kişiselleştirmeden, şova dönüştürmeden sadece futbol yorumu yapıyor. Ve en önemlisi, ikna ediyor, güven veriyor.Geçen akşam Ali Ece’nin programında Financial Times’tan Simon Kuper’i gördüm. Bir saat sakin sakin futboldan bahsettiler. Bayıldım anlattıkları her şeye.Türkiye değişiyor.Belki Kürt açılımını yapamıyor ama sporda belli bir açılım gerçekleştiriyor.Guus Hiddink, Marcus Merk, Simon Kuper, Guti Hernandez, Quaresma.Türkiye değişiyor.Korkarım Fatih Terim’in, Erman Toroğlu’nun, Hıncal Uluç’un yerlerini futbolu ‘kendilerinden’ daha çok seven insanlar alıyor.
Karanlıktır orası... Duvarları ıslaktır... Kaskların ön taraflarına bağlanmış lambaların her harekette kıpırdayan bir damla ışığı, kaygan, kara yağlı kömür kitlelerinin üzerinde dolaşır.Yeryüzü 540 metre yukarıdadır.Gökyüzü ondan da uzak.Kısa saplı çelik kazmalarla kömür kazarlar.Alışkın burunları hep aynı ölümü koklar: “Grizu nereden gelecek?” Bu bildik tedirginlik hep hazır bekler içlerinde.Kömür madenleri yer altında karanlık ve tehlikeli dünyalardır.Rutubetli, ürkütücü, ışıksız dehlizler uzayıp gider içlerinde.Ölümün adı anılmayan kokusu kaygan duvarların kuytusunda dolaşıp durur.Sonunda korkulan olur, korkunç bir patlama duyulur. Dehlizler alevlerle aydınlanır. Ölüm oradadır şimdi, yeryüzü ise 540 metre yukarıda.18 Mayıs’ta Zonguldak’ta 30 maden işçisi hayatını kaybetti, bu karanlık dehlizlerin içinde.Çünkü onlar Türk’tü.Ağustos başından beri Şili’de altın ve bakır madeninde 700 metre aşağıda mahsur kalan 33 madenciyi takip ediyorum.Bir aydır yeryüzünün 700 metre altında bir sığınakta yaşıyorlar. Maden çöktü, onlar sığınağa saklanarak hayata tutunmaya devam etti. Kurtarılmak içinse dört ay daha beklemek zorundalar bulundukları o sığınakta. Dışarıdan besliyorlar onları. İhtiyaçları olan şeyler güvercin denen küçük kapsüllerle diğer ucu 700 metre aşağıda olan küçücük bir borudan gönderiliyor onlara.Normalliklerini kaybetmesinler diye dünyada neler oluyor, düzenli haberleri oluyor. Maç sonuçları, hava durumu, dünyada yaşanan gelişmeler..Hatta dün eğlenceli bir haber bile okudum onlarla ilgili. Toprak altında olan Yonni Borrios’un bir sevgilisi olduğu ortaya çıkmış, şimdi yukarıda karısı ve sevgilisi madenciyi “Hayır, o beni seviyor” diyerek bekliyorlarmış.Her şey çok mucizevi gözüküyor.Ama madenlerin, yer altında acil durumlar için sığınak yapması bir mucize mi?Beklentimiz, Türkiye’deki madenlerde yapılması ise hâlâ bir mucize tabii.Türkiye’de sadece Koza Altın İşletmeleri’ne ait Bergama Ovacık ve Gümüşhane Mastra madenlerinde bulunuyormuş bu sığınak.Belki sığınakları bulunan maden sayısı artacaktır.Türkiye, belki madenlerinde işçi ölmesinden artık utanacaktır.Peki, biz bunları neden yapmıyoruz?Neden insanların ölmesine izin veriyoruz?“Devletini” sevenlerin bunca çok olduğu ülkede, “insansever” çok az olduğu için mi?*****Türk halkı aslında hiçbir zaman tam özgür olmadı. Osmanlı’da padişah vardı. Padişah özgürdü sadece, halk onun kuluydu.Sonra Cumhuriyet Dönemi geldi. Ordu, devlet mensupları, bir iki de toplumun politikaya soyunmuş ileri geleni iktidarı oluşturdu. Tek bir parti vardı.Değişik fikir söylemek, değişik parti kurmak yasaktı.Yöneticilerimiz gelişmiş ülkelerdekine benzer bir yaşam kurmak istiyorlardı burada.Şık beyler, zarif hanımlar, danslar, balolar, operalar olacaktı. Ama tam da hayâl edildiği gibi olmadı.Şık beyler, zarif hanımlar yerine boyalı saçlı tombul hanımlar ve altın dişli karaborsacılar çıktı piyasaya.Ardından çok partili dönem geldi. Düşünce yasakları devam etti. Halkın örgütlenmesi ve düşünmesi bile yasaktı.Son olarak 12 Eylül’den sonra gelen askeri anayasa, yasakları pekiştirdi.Bir gün Özal “Düşünce ve inanç yasaklarını kaldıralım” dedi.O günlerin gazetelerini bulup okusak keşke.Kaç kişi “Düşüncelerle inançları artık serbest bırakalım” önerisine sahip çıkmıştı acaba?Aradan epey zaman geçti.Hâlâ yasaklar var ama yasakların kaldırılmasını isteyenler de çoğalıyor.Bu ülkenin değişmesini isteyenler, bugün o günkü kadar yalnız değil artık, çok daha kalabalıklar.Zaten onun için kavga o günkünden çok daha büyük, çok daha gürültülü.Özgürlükler adım adım genişliyor.Şimdi bir adım daha.12 Eylül’e çok az kaldı.*****AtasözleriAtasözlerini kimler, ne için söylemiş diye merak etmeye başladığınızda çok eğlenceli bir dünya çıkıyor karşınıza. Görünmeyen bir itişme saklı sanki arkasında. Bir ata öyle söylemiş, bir ata böyle söylemiş. Hepsi de büyüktü, hangisine inanacağız ki biz şimdi? İşte birkaçı:İyilik yap denize at, balik bilmezse halik bilir,Kaç sevaptan, girme günaha,Fazla mal göz çıkarmaz,Bir kaşık aşım kaygısız başım,İki gönül bir olunca samanlık seyran olur,İki çıplak bir hamama yakışır,Köprüden geçene kadar ayıya dayı de,Geçme namert köprüsünden ko aparsın su seni,Söz gümüşse sükût altındır,Sükût ikrardan gelir,Eğri otur doğru söyle,Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar,Harama el uzatma,Üzümü ye bağını sorma,Eski dost düşman olmaz,Güvenme dostuna saman doldurur postuna.*****ŞEFİN TAVSİYESİGünlerdir merakla beklenen Başbakan’ın Diyarbakır mitingi gerçekleşti sonunda. Başbakan konuşmasını yaptı. Peki ne dedi? Konuşma bütün soruların cevaplarını vermedi tabii ki ama akılda kalacak çok söz söylendi o meydanda. Bunlardan biri aklıma fazlasıyla takıldı. “Diyarbakır Cezaevi’ni kapatıyoruz. Yeni cezaevini yıkacağız. Orası varlığıyla 12 Eylül’ü sürekli hatırlatmasın istiyoruz” dedi Başbakan.Tanıdığım pek çok Kürt ise bunun tam tersine, çekilen acılar, yapılan zulümler hiç unutulmasın istiyorlar. Ak Parti gerçekten birşey yapmak istiyorsa, o acıların izini yok etmesin cezaevini yıkarak. İlla yıkacaksa bile oraya yaşanan acıları hatırlatan bir anıt diksin mutlaka!*****Merak ediyorumİrtica ile Mücadele Eylem Planı’nda imzası olan Albay Dursun Çiçek’in kızı İrem Çiçek, 5n1k programında babasının masum olduğuna inandığını söylemişti.Ergenekon davası kapsamında Silivri’de hapishanede olan Tuncay Özkan’ın kızı Nazlıcan, babasını ziyaret ettiği için Avusturya Lisesi’nden ayrılmak zorunda bırakıldığını anlatmıştı.Babaları hapiste olan kızların acılarını anlamamak, o acıyı hissetmemek imkansız.Babalarını özleyen, babasız kaldıkları için hayatlarındaki zorluklar artan kız çocukları kadar masum ve yaralayıcı hiçbir şey olamaz sanırım. Ama ben şunu merak ediyorum:İrem’e ve Nazlıcan’a üzülen kalpler, devletin işin içinde olduğu delillerle ortada olmasına rağmen Hanefi Avcı’nın “Hrant Dink cinayetinin failleri bellidir, cinayet çözülmüştür, arkasını neden merak ediyorsunuz, neyi zorluyorsunuz?” sözlerine, neden tepki vermiyor.Hrank Dink’in acı çeken kızları neden yeterince masum gelmiyor gözümüze?Çocukların acılarını da mı artık “benimsediklerimiz ve benimsemediklerimiz” diye sınıflara ayırıyoruz?*****Ceketine bak, Adnan Polat’ın halini anla!G.Saray Başkanı Adnan Polat’ı izledim NTV Spor’da geçtiğimiz perşembe gecesi.Söylediği bazı şeyleri bir G.Saraylı olarak hayli yadırgadım ama onları spor sayfaları nasılsa anlatır bize. Benim ilgimi Adnan Polat’ın televizyona çıkmak için seçtiği kıyafet çekti.Lacivert, sanki omuzlardan büyükmüş gibi gözüken spor bir ceket, içine de yakası açık beyaz bir gömlek.Kravat takmamasını, nedense, çok yadırgadım.Gelmiş geçmiş bütün Galatsaray başkanlarını düşündüm.Hatta birkaç tanesiyle ekranda röportaj yaptım. Faruk Süren, merhum Özhan Canaydın, Mehmet Cansun... Alp Yalman ile Ali Uras’ı da hatırlamak zor değil.Bugüne kadar hiçbirini ekranda kravatsız görmedim.Tam tersine müthiş bir özen ve şıklık içinde gördüm onları. G.Saray’ın kendine özgü, hatta başkaları tarafından “snob” bulunabilecek “ağır” havası her zaman bu başkanların üzerinde vardı.Adnan Polat ise G.Saray Başkanı gibi değil de, sıradan bir G.Saray taraftarı gibi gözüktü gözüme..Adnan Polat’ın programı bitince Lig TV’yi açtım.Orada da Bursa Başkanı İbrahim Yazıcı konuşuyordu.Tesadüfe bakın ki, onun kıyafeti de Adnan Polat ile aynıydı. “Demek ki futbolu yönetenlerin giyim zevki böyle oldu artık” diye düşündüm ve G.Saray’ın sadece futbol değil, zarafet konusunda da geriye gittiğine karar verdim.Ertesi gün G.Saray Lisesi’nden bir arkadaşıma anlattım düşündüklerimi. Çok güldü ve şu yanıtı verdi:“G.Saray’ın kötü yönetildiğini anlamak için kıyafete gelene kadar o kadar çok şey var ki.. Adnan Polat’ın giyimine aldıracak hali kalmamıştır..”
Salı akşamı Tarkan konserine gittim Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda. Albümü çıkmadan yaşadığı birkaç karanlık günün Tarkan’ı nasıl etkilediğini merak ediyordum.Albüm çıktığında merakıma bir cevap bulmuştum aslında, albümün neredeyse bütün şarkılarının çok iyi olması bana Tarkan’ın bu ‘zor’ anıyı hayatının hiçbir köşesinde istemediğini, bir an önce ondan kurtulmayı arzuladığını hissettirmişti.O yüzden gözlerimle de görmek istedim, sahnede nasıl olduğunu.Açıkhava sahnesini bilirsiniz. Protokol denen en ön sandalyelerde oturmanın hiçbir manası yoktur, boynunuz tutulur sahneyi izlerken. O yüzden sevmem o çok havalı gözüken sandalyelerde oturmayı.Açıkhava’da konser arkadan izlenir, bence. Ama yerimiz protokol sandalyeleriydi yine...Gidene kadar söylendim, “Ön sıralarda boynun ağrır sahneye bakarken, rahat hareket edemezsin, sıkışıktır, gergin ve kurallı olur oralar” diye.İçeri girdik. Yerimize doğru yürüdük ve bu konserin çok farklı olacağını hemen anladım.Sahneyi seyirciye bağlayan merdivenlerin üstü, aradaki mesafeyi en aza hatta seyirciyle sahneyi aynı hizaya getirecek şekilde geniş bir platformla kapatılmış, sahne, Tarkan’ın isterse seyircilerin içine gelebileceği şekilde uzatılmıştı. Uzun, kırmızı kadife perdeler, bizi nelerin beklediğini şimdilik saklıyordu.Konser başladı. Müzik duyuldu önce, sonra perdeler yavaşça açıl dı. Çok sade, sanki bomboş bir şarkıcının tek başına ortasında durduğu bir sahne.Tarkan, sahnenin tam ortasında, bomboş bir sahneyi sesiyle dolduran minik bir dev adam gibi, perdeler açılır açılmaz insanları yakalayıverdi. Ben hayatımda daha ‘tuhaf’ birşey görmedim.Bir erkeğin sesini, vücudunu bu kadar özgür bir şekilde kalabalığa sunması ve bunu yaparken telaşsız, kendi gibi olması beni çok etkiledi.Radikal’de Fatih Özgüven bunu çok güzel anlatmış:“Türkiye’de hangi erkek sahnede kendinden geçişini sergileme konusunda bu kadar kayıtsız? Hangi erkek bedeniyle bu kadar kendi başına ama aynı zamanda da herşeyi paylaşmaya açıktır.”Konser boyunca gözümü hiç ayırmadan Tarkan’ı izledim.Tarkan ve sesinden başka hiçbir şey yoktu sahnede, ne bir dansçı, ne bir davul solo, ne bir vokalist gösterisi. Sadece sahnedeki dev ekranda her şarkıda değişen olağanüstü görüntüler vardı. Tarkan’ın sesi, şarkıları ve Açıkhava’yı dolduran o kalabalıkla, hayattan intikamını alışını seyrettim.Hayatındaki birkaç karanlık günün, Tarkan’ı o küçük bedeninin içinde nasıl devleştirdiğini gördüm. Sahnede olmayı nasıl istediğini, hatırlamayı sevmediği günlerden ancak böyle arındığını düşündüğünü hissettim. Ya da bana öyle geldi...Ama sahnede kullanılan yüksek teknoloji bile, Tarkan’ın bu albümünü, bu konserlerini diğerlerinin hepsinden farklı tuttuğunun işaretiydi.Ancak Madonna ya da U2’da rastlayabileceğiniz bir teknoloji vardı sahnede.Her şarkıda, sahnenin arkasına kurulmuş o dev ekranda -210 metrekareymiş o LED ekran- şarkıya uygun ışık oyunları yapılıyordu. Bu arada o bomboş gözüken sahnenin hazırlanması üç gün sürmüş. Ve her gün seksen teknisyen çalışmış.İki gün prova yapılmış. Sahne dizaynını Can Besbelli yapmış. Müthişti. Her şarkı için özel tasarlanmış ekran görüntülerini ise Proto hazırlamış. Tarkan her şarkı için duygusunu anlatmış onlara, onlar da inanılmaz bir iş çıkarmış doğrusu. Çok çarpıcıydı, Ercan Diler ve ekibi beni çok etkiledi.2.5 saat sahnede kaldı Tarkan. İki kere bis yaptı. Ama bisler alışılmışın dışında, tek şarkılık değil 2 şarkılıktı. Konser çıkışı kalabalığın içindeki duyabildiğim bütün konuşmaları dinledim, hayran olmamış beğenmeyen bir tek kişi yoktu.Ben de çok beğendim.Ve kendi kendime düşündüm, bazı insanlar diğerlerinden farklı.Tanrı, o insanları seviyor ve sanki bazen kendi sevgisinden birşeyler katıyor onlara.*****17 liraya enginar, 8 liraya fındık lahmacun...Tarkan konseri öncesi, Lütfi Kırdar’daki Borsa’da yemek yiyelim dedik.İftar saatine denk geldiğimiz için, şanslı olduğumuzu düşünüyordum “Ne harika şeyler yeriz şimdi” diyerek...Çünkü gerçekten Borsa’nın mutfağı çok lezizdir.Ama tam bir hayâl kırıklığıydı bu sefer yaşadığımız.Servis çok kötüydü. Yavaş, aldırmaz ve asık suratlı. 45 dakikada bir fındık lahmacun gelmedi.Garsonların hiçbiri güleryüzlü ve açlığa karşı anlayışlı gözükmüyordu. Borsada iftar yapanlar için gerçekten endişelendim.Sonra, belki bu gecikmeden dolayı öyle mahçuplardır ki “Büyütmeyelim” diye düşündük. Ama hesap geldiğinde iyice hayâl kırıklığına uğradım.Gelmeyen lahmacunu hesaba yazmışlardı ve “Getirmediğimiz lahmacunun parasını almayız, öyleyizdir biz” tavrıyla gözümün önünde lahmacunu hesaptan düştüler, pek de mahçup gözükmüyorlardı üstelik bunu yaparken. Ama bu arada gözüm hesaba takıldı, yediğimiz o ‘minimal’ enginar 17 lira, yiyemediğimiz fındık lahmacun ise 8 liraymış. Borsa pahalı, servisi felaket ama yemekleri güzel bir yer. Siz bilirsiniz...*****NTV hep aynı!Spor ekranları arasında kadro bakımından elinde en spektaküler isimler bulunan kanal NTV bana göre. Onları elinde 10 yabancısı ve sayısız yerli oyuncusu olan Bernd Schuster’e benzetiyorum.Rıdvan Dilmen’den başlayıp Mehmet Demirkol’a kadar uzanan uzun bir yorumcu kadroları var...Yine de ısrarla hep bildikleri şeyi yapıyorlar.Rıdvan tıpkı bir assolist gibi her maç sonrası “Yüzde 100 Futbol”a tek yorumcu olarak çıkıyor.Oysa Rıdvan’ı ve izleyicileri böyle bir yalnızlığa mahkûm etmek yerine, yanına başkalarını koymak da çarpıcı olabilir.Son zamanlarda çevremden çok sık duymaya başladım. “Rıdvan’ı izlemek istiyorsan programın ilk 15 dakikasına bak yeter, nasıl olsa sonra sürekli aynı şeyi tekrarlayıp duruyor” diyorlar.Ben de o gözle baktım son “Yüzde 100 Futbol”lara. Bunu söyleyenler çok da haksız gözükmüyor doğrusu. Rıdvan’ı böyle zorlamak yerine, yanına Sergen Yalçın’ı niye koymayı düşünmez NTV, anlayamıyorum.Bildiğim kadarıyla Sergen’e hem yılda 600 bin $ ödüyorlar, hem de hiç göz önüne çıkartmıyorlar.NTV, o programın gerçekten “yüzde 100 futbol dolu” olmasını istiyorsa, Sergen’i de Rıdvan’ın yanında düşünmeli.Bu tek assolistli gazino düzeni NTV’ye uymuyor..
Kendi halinde, eğlenceli, sakin bir insanımdır. Kızgın olmayı sevmem. Kızarsam “çok iyi” kızarım ama çevremde olan herkesin kolaylıkla kızdığı şeylere genellikle büyük tepkiler vermem. Hele siyaset tartışmalarını hiç sevmem. Polisiye filmler izlemeyi, roman okumayı, yürüyüş yapmayı, iyi yemekler yemeyi, gülmeyi severim.Öyle çılgın bir vatansever de değilim doğrusu. İyi yazı yazmanın ya da iyi müzik yapmanın, mutlu olmanın, iyi bir vatansever olmaktan daha önemli olduğuna inanırım.Daha doğrusu eskiden böyleydim. Ama şimdilerde bana bir hal oldu. Gazete okurken ya da twitter’da dolanırken okuduklarım beni deli ediyor.Öyle yazılar okuyorum ki çılgına dönüyorum, önce bağırıp çağırmaya başlıyorum:“Bu kadarına da inanamıyorum, laf cambazlığıyla kendi kendilerine demokrasicilik oynayarak önemli adam numarası yapmayı seviyor bunlar.”Sonra kendi öfkemin zıpkınlarıyla açılan yaralarımın acısına dayanamayıp bağırmayı sürdürüyorum:“Bu adamların hepsi bizi kandırıyor.”Çevremdekiler beni sakinleştiriyor. Onların yardımıyla susup, suratımı asıp oturuyorum.Sonra, ya biri yanlışlıkla bir şey söylüyor, ya televizyondan bir tartışma programından bir ses duyuluyor ya da bir gazete manşetine takılıyor gözüm.Ben gene bağırmaya başlıyorum. Haydaa, gene hane halkı beni teskin ediyor.Türkiye’nin okur-yazar takımı gerçekten demokrasi istiyor mu, anlayamıyorum.Türkiye’nin düşünsel, sanatsal ve siyasal yaşamına yön veren okur-yazarlar, “demokrasi” deyince ne anlıyorlar, kestiremiyorum.Eğer bizim ülkenin okur-yazarları gerçekten demokrasi istiyorsa, kendilerini kutlamak gerek çünkü bu isteklerini çok iyi saklıyorlar. Onları okudukça, onları dinledikçe, vatanı düşünen, memleketi için çıldıran, “Türkiye gelişsin” diye bağıran biri oldum. Acaba ülkeyi herkesten çok sevdiğime mi inanmaya başladım? Acaba önemli adam numarası yapanları, yalan söyleyenleri afişe etmezsem ülke batar diye mi düşünüyorum. Bilemiyorum...Ama şunu anlıyorum; dünyaya açılmanın, dünyayla bütünleşmek ve aynı zaman da dünyayla yarışmak olduğunu, bunun da dünyayla rekabet edecek kalitede iş∫ yapma zorunluluğu getirdiğini, ‘küçük’ savaşların ‘büyük’ kahramanlarının bu dönemde var olmasının zorlaştığını, bunun da bazılarının canını çok sıktığını ve bu nedenle hepimizi kapalı bir toplumda iktidar mücadelesi yapmaya mahkûm ettiklerini...Çünkü okuduklarıma bakıyorum, ülkeyi dünyaya açacak her türlü öneriye, kimi solcu, kimi sağcı gibi gözükerek, kimi de Atatürk’ü -bu bağlantıyı nasıl kuruyorlar anlamıyorum ama- bahane ederek karşı çıkıyor.Sakinim... Sinirlenmiyorum...Referandumda ne diyeceğinizle de ilgilenmiyorum.Sadece soruyorum: Biz gerçekten demokratik bir sistemin oluşmasını istiyor muyuz?*****Hani Mustafa Denizli olmazdıİtiraf ediyorum. Mustafa Denizli’nin Lig TV’de Maraton’un yeni yorumcusu olduğunu öğrendiğimde “İnsanlar eski Maraton’u arar” demiştim içimden. “Mustafa Denizli futbolu iyi bilir ama politiktir. Ne söyleyeceği belli olmayan Erman Toroğlu’nun boşluğunu dolduramaz” diye düşünmüştüm.Lig ve Maraton 3. haftayı tamamlandı ve fikrim tamamen değişti.Mustafa Denizli, şu andaki performansıyla sezonun en formda yorumcusu olacak gibi gözüküyor... Yaş ve kültür seviyeleri uygun olduğu için Şansal Büyüka-Mustafa Denizli-Marcus Merk ideal bir üçlü oluşturdu. Aynı konuya farklı açılardan, üstelik kavga etmeden bakabiliyorlar.Ayrıca Denizli yüksek futbol bilgisini zekâsıyla birleştiriyor. Sözü fazla uzatmadan “en can alıcı” tespiti yapabiliyor. Mesela geçtiğimiz pazar gecesi Manisalı Gökhan Emreciksin’in F.Bahçe kalecisi Mert’in çıkardığı pozisyonu için “Bir futbolcunun o uzaklıktan attığı bir şutu, kalecinin kapadığı köşeden yemesi imkansıza yakındır. Büyük futbolcu, oradan gol olmayacağını bildiği için şut atmaz. Etrafını inceler. Gökhan bunu yapamadı, demek ki büyük futbolcu olmasına daha zaman var” dedi. Sebep-sonuç ilişkisini iyi kurup herkesin anlayabileceği bir yorum yapmasını çok sevdim. Denizli’nin tartışmalı bir pozisyonla ilgili kesin hükmünü vermesi için pozisyonu bir kere görmesi yetiyor. Ve doğru tespit yaptığına dair şüphe bırakmayacak kadar ayrıntılı analiz ediyor.Denizli’nin benim için en kötü tarafı şaka yapmaya çalıştığı ve ardından da kendi şakasını çok beğenip güldüğü anlar. İbrahim (Seten) söylüyor bunu ne zaman görsem hiç farkında olmadan “Mustafa Hoca! Yapma...” diyormuşum.*****Haliç ve sonbaharEylül geldi, İstanbul’un ışıkları, kokusu yavaşça değişmeye başladı.Yaz günlerinin bal rengi, kızgın, ağır akışlı aydınlığı, yerini sonbaharın duru, berrak, keskin ışığına bıraktı. Sonbaharın belli belirsiz hissedilen serinliği, nedensiz bir hüzünle sarmaya başladı bile bizi.Ama geçtiğimiz Pazar günü, havaların serinlemeye başladığı günlerin arasında yazın hâlâ buralarda bir yerde olduğunu hatırlatan bir gündü.Haliç’e gittik. Rahmi Koç Müzesi’ne... Yemek yedik, etrafa baktık. Ve müzeye hediye edilen buharlı romorkörle Haliç turuna çıktık.Siz daha önce yaptınız mı bilmiyorum ama ben ilk defa gördüm Haliç kıyılarını denizden.Kasımpaşa, Cibali, Fener, Balat, Hasköy, Ayvansaray, Sütlüce. Buralara ait bildiğim şeylerin azlığı şaşırttı beni.Mesela yıllardır Fener’de Patrikhane zannettiğim binanın, Fener Rum Erkek Lisesi olduğunu öğrendim. Devasa kırmızı tuğla binanın ihtişamından etkilenmemeniz imkansız. Zamanında burada dünyevi, Heybeli’de dini eğitim verilirmiş. Şu anda da bir avuç öğrencisi varmış hâlâ okulun. Ama galiba artık kız-erkek karışıkmış. Binadan gözümü alamazken, uzaktan okula bitişikmiş gibi gözüken, dikdörtgen, bütün o Haliç silüetine uyumsuz büyük bir bina daha gördüm. İmam Hatip Lisesi’ymiş. Binanın oraların ruhuna uyumsuz hâli, sanki birileri onu, inat için oraya koymuş hissini bıraktı bende. Haliç’in kıyıları yemyeşil parklarla dolu. Çimenlerden yukarıya doğru yavaşça başınızı kaldırdığınızda her seferinde çok etkileyici ya bir kubbeye ya bir minareye rastlıyor gözleriniz.Kıyıların güzelliği demişken, Fatih Sultan Mehmet ilk çevre güzelleştirme projesini Haliç için çıkarmış, bunu biliyor muydunuz? Haliç’in ve daha sonra Boğaziçi’nin ağaçlandırılması bu şekilde olmuş.Bunları dinlerken, güneşin ışıklarının sudaki parlaklığına daldım, yakında kasımpatılar çıkacak, deniz kenarları tenhalaşıp mahzunlaşacak, sokaklarda insanlar daha hızlı yürüyecek, yağmurlar gelecek diye hüzünlendim.Ne refendumu düşündüm, ne politikacıları, ne de politikacıları aratmayacak gazetecileri. Bal rengi aydınlığın, keskin ve berrak bir ışığa dönüşmesine takıldı aklım.Gazetelere bakıp da hayatın durduğunu sanırken, bir şeylerin aslında hiç durmadığını sezdim.İşte yine sonbahar geldi.
‘Her yazar ölümü bilir’ demişti babam. Yazı, bir kenarı ölüme bir kenarı hayata dokunan minicik işaretlerden oluşmuş uzun bir çizgi gibi. Yazar bir yanıyla hayata yaslandıkça diğer yanıyla ölüme yaslanıyor.Shakespeare’in Macbeth’ini lise birde okutmuşlardı galiba.. Macbeth’in bıçakladığı kralın son sözlerini o zamandan beri unutmadım:“Beni öldürdüler.”Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki kahramanın son sözleri de aynıydı, “Beni öldürdüler.”Aslında daha ölmeden öldüğünü insanlara duyuran Shakespeare’in kralı değildi bence... Shakespeare’di, Marquez’di. Geçen gün, 81 yaşındaki yazar Adalet Ağaoğlu’nun Nuriye Akman’a “İntihar kafamda hep hazır durdu ama nasıl edeceğimi bilemedim” dediğini okudum. İçime tarifi zor bir sızı yerleşti.“Niye bunu hayatı boyunca düşünmüş olabilir?” diye acılarını merak ettim Adalet Hanım’ın.Sonra intihar eden yazarlar aklıma geldi.Hepsinin farklı sebepleri vardı.* Romain Gary, tutkuyla bağlı olduğu eski eşi Jean Seberg’in ölümünden bir yıl sonra 65 yaşında Paris’te yaşamına son vermiş. Ardında bıraktığı notta “Çok eğlendim. Hoşçakalın ve teşekkürler” yazıyormuş.* Ernest Hemingway, hayatının sonlarına doğru her şeyin boş olduğunu düşünmüş.* Stefan Zweig, Hitler’in dünya düzeninin kalıcı olmasından duyduğu korkuyla bunalıma girmiş.* Virginia Woolf, içinden çıkamadığı buhranını “Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanı başından geçen daracık bir yol gibi” diye anlatmış. * Jack London, dünyada en çok okunmuş yazar olduğu halde, 40 yaşında ilaç içerek yaşamına son vermiş.* Arthur Koestler, kanser olduğunu öğrendikten sonra hastalığın kendisini yavaş yavaş öldürmesine tahammül edememiş.* Jerzy Kosinski, üretemediği ve yazamadığı için kendini öldürmüş..* Cesare Pavese, İtalya’nın önemli edebiyat ödüllerinden Strega Ödülü’nü aldığı yıl, bir otel odasında bir kutu uyku hapı alarak intihar etmiş.Yazarları düşünüyorum. Niye ölmek istediklerini...Karşımda bir kum saati duruyor. Onunla oynuyorum düşünürken. İki cam küre arasındaki incecik delikten o toz rengi kumlar hiç durmadan aşağıya akıyor. Üstteki cam küreden bir şeyler eksilirken aşağıdakinde birikiyor. Zamanın bir şeyleri eksiltip bir şeyleri çoğaltarak akıp gittiğini en iyi kum saatinde görüyorum. “Galiba anlıyorum” diyorum kendi kendime,Yazarların hayatı, yazılarıyla bir küreden bir küreye akıyor. Ama onlar hep biliyor, alttaki yazılar biriktikçe, üsteki hayat eksiliyor. Yazmak için hep hayatından eksiltiyor. Her yazar ölmeden önce, kendini yazılarıyla öldürüyor..Ne güzel bir ölüm... Ne zorlu bir hayat...*****ŞEFİN TAVSİYESİYazarların hayatlarında dolanmak her zaman müthiş çekicidir benim için. Sürprizleri bol bir dünyadır oraları... Ama sürprizler her yerde. Hiç tanımadığınız birinin hayatına girip o sürprizi bulmak ister misiniz? Milasdaydream.blogspot.com...Finlandiyalı reklamcı metin yazarı Adele Anerse’nin iki aylık kızı Mila’nın gündüz uykularını fotoğraflayıp yayınladığı blog burası. Görmenizi mutlaka öneririm. Yaratıcılığın sınırsızlığını keşfedeceksiniz.*****Eğlenceli hakaretlerNancy McPhee’nin ünlü adamların ‘ünlü hakaretlerini’ topladığı bir kitabı vardı. Kütüphanede bulmak için çok uğraştıktan sonra, sonunda buldum.Hakaretin neredeyse sıradan bir konuşma biçimi haline geldiği günümüzde, işte size eğlenceli birkaç örnek..Mesela Oscar Wilde’ın bazı yazarlar ile ilgili görüşleri:“Şiiri sevmemenin iki yolu vardır. Birincisi şiiri sevmemek... İkincisi Alexander Pope’u okumak.”“Bernard Shaw harika bir adamdır. Hiçbir düşmanı yoktur. Hiçbir dostu da onu sevmez.”“George Moore grameri öğrenene kadar çok parlak bir İngilizce kullanıyordu.”Rossini’nin Wagner’in müziği için söylediği söz: “Wagner’in müziğinde harika dakikalar berbat yarım saatler vardır.”Virginia Woolf’un James Joyce değerlendirmesi: “Sivilcelerini kaşıyan bir liseli çocuğun kitabı.”Andre Gide öldüğünde bir Fransız gazetesinin manşeti: “Gide’in ölümü olumlu karşılandı.”Oliver Herford’dan İmparator Neron’a: “Neron keman çaldığı için insanlar Roma’yı yaktı.”Ve Macaulay’nin Sokrat değerlendirmesi: “Sokrat’ı okudukça onu niye zehirlediklerini daha az merak ediyorum.”*****Nurullah Ataç ve Ahmet HakanEdebiyatın en nankör dallarından biridir bence eleştirmenlik. Genellikle eleştirilerin edebiyatın bir kolu olduğu unutulur.Ama bunda doğrusu eleştirmenlerin de kabahati vardır diye düşünürüm.Pek az eleştirmen, bir kitabı, bir resmi, bir müziği eleştirirken aslında o kitabı, o resmi, o müziği aşan, aşamasa da o eserin sanat düzeyine ulaşan bir görüş, bir anlatış, bir kavrayış getirmek zorunda olduğunun bilincine varır.Eleştiriler genellikle, geniş bakış açılarını yansıtamadığı, yalnız eleştirilen eserle sınırlı kaldığı için, eleştirmenler de sanatçı ya da düşün adamı düzeyine pek ulaşamaz.Yüzyıl önce yazdıkları eleştiriler hâlâ aynı tatla okunan eleştirmenler de var dünyada ama sayıları arzulanandan çok daha az.Bizde yirmi-otuz yıl önce yazdığı eleştiriler okunan kaç kişi vardır peki?Çok fazla değil.Belki bugünkü eleştirmenlerimiz arasından daha sonraki kuşaklara kalacak eserler veren birkaç kişi çıkacak, eleştiriyi bir sanat düzeyine yükselten kalemlerin varlığını çok sık olmasa da görebiliyoruz. Bütün bunları, geçenlerde twitter’da Ahmet Hakan’ın, “Nurullah Ataç’a dehşet önyargılarım vardı. Güncesini okudum paramparça oldu. Nurullah Ataç âlem adammış, yaşasaydı çok eğlenceli şeyler yazardı” diyen iki tweet’ini okuduğumda düşündüm.Çünkü bizim eleştiri dünyamızda kalıcılığını kanıtlamış en parlak isim hiç kuşkusuz Nurullah Ataç’tı... Üstelik de Ataç kalıcı bir yazar olduğunu hiç düşünmez, “Öldüğüm gün yazılarım da bütün önemini kaybedecek” dermiş.Ataç sivri bir insanmış. Düşüncelerini hiç çekinmeden söylemiş. Ama yazılarını okudukça fark ediyorsunuz ki sivriliğinde müthiş bir çekicilik var.1 Eylül 1955’te Tevfik Fikret’le ilgili şunları yazmış mesela güncesinde:“Tevfik Fikret’in ‘İnsan eti yenmez, bu teselliye içimden. Bir an için ecdadımı nisyanla inandım’ beytinde, Türkler’e sövdüğünü ileri sürüyorlarmış okuduğunu anlamayan bir takım kişiler.Güya orada ‘Türkler’in dedeleri insan eti yerdi’ demek istemiş. Tevfik Fikret ‘ecdadım’ derken kendi ulusunun atalarını değil kişioğlunun atalarını düşünüyor. Peki, güzel midir Tevfik Fikret’in o beyti? Doğrusu beğenemeyiz onu, anınca da gülüyoruz.. Gülünç de onun için. Güzel bir beyit değil. Fikret’in sözlerinin çoğu gibi olgunlaşmamış bir düşünce gösteren iri bir lakırdı. Onu savunacak değilim, ama Türkler’in dedelerine de sövmüyor. Çirkinliği, gülünçlüğü yeter kendine, bir suç daha katmaya kalkmayalım.”Nurullah Ataç’ın yazdıkları, Fikret’i “gülünç” bulacak kadar insafsız ama onu saldırılara karşı koruyacak kadar da hakşinas.Ahmet Hakan’ın kısa birkaç satırı ile, hayatın sadece bugünden ibaret olmadığını, yaşamın geçmişe ve geleceğe uzanan çok büyük bir bahçe olduğunu hatırlamak, o bahçede geçmişte edebiyatçıların, eleştirmenlerin, ressamların, müzisyenlerin dolaştığını bilmek, şu sıkıcı siyaset gündeminde insanın ruhuna o bahçeden ferah bir “rayiha” bırakıyor doğrusu.*****Agatha Christie 120 yaşındaİstanbul’da 15 Eylül’de dünyanın en çok okunan polisiye roman yazarı Agatha Christie’nin doğumunun 120. yılı kutlanacak. Altın Kitaplar’ın düzenlediği bu özel etkinliğe yazarın torunu Matthew Prichard ile “Agatha Christie’nin Gizli Defteri” adlı kitabın yazarı John Curran da katılacak. Agatha Christie deyince ilk akla gelen herhalde Hercule Poirot ve Miss Jane Marple’dır. Çünkü google’dan öğrendiğime göre Poirot’yu tam 33 romanında ve kısa hikâyelerinde kullanmış Christie. Yaşamı boyunca toplam 79 roman, kısa hikâyeler ve ilk kez 1952’de Londra’da perdelerini açan ve bugüne kadar en uzun süreyle oynanan tiyatro eseri olan Fare Kapanı’nın da yer aldığı bir düzineden fazla oyun yazmış.Zaten “polisiye edebiyat kraliçesi” olarak bilinen Christie’nin kitapları, kutsal kitaplar ve Shakespeare’den sonra en çok satan kitap olma özelliği taşıyor. Eserleri 45 dile çevrilmiş ve kitap satışları milyarları bulmuş. Agatha Christie ayrıca Mary Westmacott takma adıyla altı adet duygusal roman da yazmış.Yazar ölür yazı kalır... Sanırım bu bir teselli değil...Agatha Christie 120 yaşında.
Vatanı en çok kim seviyor? Atatürkçüler mi, muhafazakârlar mı, liberaller mi, ulusalcılar mı, varsa sosyal demokratlar mı?Böyle bir soru sorulduğunda, her görüşten insanın öne atılıp “Biz daha çok seviyoruz” diye tutturacağı belli.Çünkü bugüne kadar hep böyle oldu. Herkes kendisinin vatanı ‘diğerinden’ daha fazla sevdiğini iddia etti.Şiddetli bir vatan sevgisinden muzdarip olduğumuz çok açık.Vatanı sevmeyenimiz olmadığı gibi, kendi görüşünü paylaşmayanların vatanı sevebileceğini kabul eden de yok.Ya hepsi vatanı eşit derecede seviyorsa! Ya da eşit derecede sevmiyorsa..Böyle bir eşitlik mümkün değil midir? Ama herkes vatanı diğerleriyle eşit derecede sevdiğini kabul ederse o zaman sevginin ötesinde bir şeyler tartışmak gerekiyor.Herkesin bu vatan için ne yaptığını ortaya koyması gerekiyor. Bunun uzun iş olduğunu düşünenler, meseleyi “vatan sevgisi” ve “vatana ihanet” ikilisiyle idare ediyorlar: “Benim gibi düşünenler vatanı seviyor, benim gibi düşünmeyenler vatana ihanet ediyor.”Düşünce sistemimizin matematiği, bu iki formülden ibaret sanki. Şu “Apo’yla görüşme” tartışmasına baksanıza: “Hükümet Öcalan’la konuşuyormuş, hani konuşmuyordu, konuşuyormuş konuşuyormuş, vatan haini bunlar...”Hükümet de cevap veriyor: “Görüştüğümü söyleyen şerefsizdir.”Cehaletimi bağışlayın ama şunu sormak istiyorum:“Barış ihtimalinin ihtimali bile olacaksa kimin kiminle konuştuğunun önemi var mı?”Üstelik uzun yıllardır devletin Öcalan’la görüştüğü açık bir şekilde gün yüzüne çıkmışken... Kemal Kılıçdaroğlu bile “Apo ile görüşülebilir, her zaman da görüşülmüştür” demişken...Barış∫için bir şey yapmayanların, “vatanı sevme yarışmasına” girdiği bir yerde insan “vatan sevgisinden” kuşkuya düşüyor. İnsanların öldüğü bir savaşın sürmesine, insanların ölmesine aldırmayanların, insanları sevmeyenlerin...Vatanı sevmesi mümkün mü?Bu “vatan” denilen şeyin içinde “insan” yok mudur? İnsan anlayamıyor...*****Özgürlük mü? Şovenizm mi?2010 Dünya Basketbol Şampiyonası yarın başlıyor. Şampiyonada pek çok yıldız olmayacak.Özellikle 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları’nda altın madalya alan ABD Milli Takımı kadrosundan tek kişi bile yok. Nedense, en parlak yıldızlar Dünya Şampiyonası’na gelmek istemiyor.Bunun nedenleri ayrıca konuşulabilir. Ama benim asıl ilgilendiğim Amerika’da NBA yıldızlarının çoğunun gelmek istememesinin “kendilerine ait özel sebepleri” olması.“Kobe, ağustos sonunda dünya şampiyonası var, gelir misin?” diyorlar.“Yaa, çok uzun iş... Dinlenmek istiyorum, karımla alışverişe çıkacağız” diyor ve “Tamam” yanıtını alıyor.Şaka bir yana, burada “Milli Takım’a dinlenmek, denize girmek için gelemiyorum” dese bir oyuncu, linç edilir sanıyorum ki. Şimdi merak ediyorum, oyuncuları gelip gelmemekte özgür olan takımlar mı galip gelecek? Yoksa milli duyguları yüksek ekipler mi bu şampiyonada başarılı olacak? *****Bilinse değişir mi?Türkiye’de değişmeyen şeylerin en başında siyasetçilerin sözleri gelir. Konu ve sözler hep aynıdır. 90 yılda kaç defa tekrarlanmıştır acaba, “Kanı yerde kalmayacak”, “Devletimiz her şeyin üstesinden gelecek”, “Yaraları saracağız” türü laflar. Olayları hikâyelerle anlatmayı seven bir arkadaşımla, “Acaba hep aynı lafların söylendiği bilinse Türkiye’de bir şey değişir mi?” diye konuşurken anlattı:Bir Amerikan yayınevi İngilizler’in en büyük yazarlarından George Bernard Shaw’dan roman yazmasını istemiş. Shaw kabul etmiş, yüklü bir miktar para ödenmiş ama aradan uzunca bir süre geçmesine rağmen romandan ses çıkmamış.Shaw’a mektup yazmışlar: “Sayın üstat, acaba bize yeni romandan bir bölüm gönderebilir misiniz? Gazetelere romanla ilgili bir ilân vermek istiyoruz.”Shaw kısa bir bölüm göndermiş.“Parkta çimenlerin üzerine oturan genç, yanındaki kıza sarılıp ‘Seni seviyorum’ dedi...”İlânlar verilmiş, bu bölüm yayınlanmış. Shaw, bir aşk romanı yazıyor diye merakla beklemeye başlamış insanlar.Amerikalılar bir zaman sonra yine bir bölüm istemişler, bir bölüm daha gelmiş:“Parkta çimenlerin üzerine oturan genç, yanındaki kıza sarılıp ‘Seni seviyorum’ dedi...”Anlayamamışlar. Galiba karıştı diye düşünmüşler ama üstat biraz asabi olduğundan seslerini çıkaramamışlar.Bir süre sonra tekrar bir bölüm istemişler. Gene aynı cümle...Bu sefer dayanamayıp mektup yazmışlar: “Galiba bölümler karıştı. Hep aynı cümle geliyor.”Shaw’dan cevap: “Hayır, karışmadı. Roman böyle sürüyor.”Amerikalılar en kibar üsluplarıyla “Acaba biraz monoton olmuyor mu, her bölümün aynı olması?” diye sormuşlar.Shaw açıklamış: “Niye, aksine çok hareketli bir roman. Çünkü delikanlı aynı ama ‘Seni seviyorum’ dediği kız her seferinde farklı.”Arkadaşımın Shaw için anlattığı bu hikâye bizim muhalefet liderlerinin hikâyesine benziyor. Ne zaman “Memleketi nasıl düzeltirsin?” diye bir bölüm istesek, aynı bölüm geliyor:“Bu iktidar devrildiğinde her şey düzelecek.” Bizim liderlerin de romanı genelde tek bölümlük. Ama Shaw’unkinden farklı. Bizimkilerin romanındaki oğlanla kız, hep aynı oğlanla aynı kız...*****Bu gece Mars gözükecek...Bu gece yaşanacak şey bundan tam 277 yıl sonra bir daha olacakmış. 2287’de...Düşünsenize bugün yeni doğmuş çocuğunuz varsa bile bunu bir siz, bir de en yakın çocuğunuzun torununun torununun torunu görecek. O da belki.. Böyle düşününce, belki görmek istersiniz diye haber vermek istedim.Bu gece saat 21.00’de Dünya ile Mars, 60 bin yıl aradan sonra yine ‘çok yakın’ olacakmış. Ve Mars, Ay parlaklığında gözükecekmiş gökyüzünde.Dünya’dan bakılınca normalden 2 kat daha büyük ve 6 kat daha parlak olacakmış.Gökyüzünün güneydoğu yönünde, gece boyunca dikkati çekecek kadar parlayan turuncu renkli bir ‘yıldız’ görürseniz, O işte Mars.Mars bu gece ve yarın gece, son Buzul Çağı’ndan bu yana Dünya’ya en yakın geçişini yapacakmış.Ayrıca Dünya’ya olduğu kadar Güneş’e de en yakın konumuna gelecekmiş.Dünya’ya en son M.Ö. 57 bin 617 yılında bu kadar yaklaşmış Mars. *****Neden yaklaşıyor? Dünya, Güneş’in çevresinde dolanırken, ortalama her 2 yıl 2 ayda bir dış kulvarda dolanan Mars’a yetişip geçiyormuş. Ancak, bu tür bindirmelerin her birinde Mars’ın Dünya’ya uzaklığı farklılaşıyor, Mars’ın Güneş’e uzaklığının oval yörüngesi nedeniyle de sürekli değişmesinden dolayı yakınlaşma oluyormuş. Mars’ın bu yakınlaşması nedeniyle NASA iki, Avrupa Uzay Ajansı bir, Japonya bir uyduyu da Mars’a göndermiş.
Kendi muhalefetini yaratamayan bir ülkede yaşıyoruz. Muhalefet, bir türlü inandırıcı, göz doldurucu bir tavır sergileyemiyor.Yalnızca iktidarın kötü olduğunu söylüyor ve kazanmak için iktidarın oy kaybetmesine güveniyor.Liderini değiştiriyor ama bizi nasıl değiştireceğini bir türlü anlatmıyor.Ortaya çıkış iddiasının sadece ‘dürüstlük’ olması bile Kemal Kılıçdaroğlu’nu bence biraz sıkıcı yapıyor.İktidar bizi öfkelendirse bile muhalefet hâlâ güven vermiyor.Çocukken dinlediğim bir hikâye vardı:Fransa’da 17. yüzyılda çok tembel, biraz da pasaklı bir dük varmış. Bir gün Başbakan Richelieu, Dük’e sinirlenmiş.“Tanrı seni bir asilzade olarak yarattı. Kralımız dük yaptı. Burbon Dükü boynuz taktırdı. Orleans Düşesi boynuzlarını mavi kurdeleyle süsledi. Ben seni Hassa Alayı’na komutan yaptım. Sen de kendine bir şey yap. Mesela kalk da bir traş ol be adam” demiş.Birileri bir Baykal kaseti gönderdi, Önder Sav onu genel başkan yaptırdı, gazeteler kendisini kahraman ilân etti, halkımız “Kurtuluyoruz galiba” dedi, reklamcılar “Hayırda hayır var” dedi.Kemal Kılıçdaroğlu da bir şey yapsın artık.Bir konuda da fikrini söylesin hiç olmazsa, öyle değil mi? Anayasa’nın hangi maddesine neden karşı olduğunu, Kürt meselesini nasıl çözeceğini, türban sorununu nasıl halledeceğini, Avrupa Birliği’yle sorunların üstesinden nasıl geleceğini, dış politikada nasıl bir rota çizeceğini anlatsın.Kader onu bu noktaya getirdi, bu noktadan öteye de bir adımı kendi atsın.Çok büyük bir beklenti mi bu?*****Sevan Nişanyan ve Şirince EvleriSevan Nişanyan’ı herbirimiz farklı hikâyelerle hatırlayabiliriz.Ama hangi hikâye ile hatırlarsak hatırlayalım, o hikâyelerin en başında “Küçük Oteller Kitabı” ve Şirince’deki evler gelir.Sevan Nişanyan ve eski eşi Müjde Tönbekici Şirince’de önce, üç tane ev ile başladılar..19’uncu yüzyıldan kalma bütün eski usul nefis köy evlerini tamir ettiler.. Sonra beş odalı bir köşk yaptılar. Ardından köy içinde yedi odalı, daha mütevazı bir pansiyon olan Kilisealtı Pansiyon’u kurdular. Köşk’ün arkasındaki olağanüstü güzel, 20 dönümlük arazide bin yıllık gibi duran taş evlerden ufak bir köy yarattılar. Adına da İlyastepe adını verdiler. Şirince’de bütün dünyanın ilgisini çekecek bir hayat kurdular.Şimdi, devlet orada yeşeren bütün hayatı yıkmak istiyor.Aslında bunu 10 yıldır istiyorlar.2000’de iki konut ve 2008’de de bir müştemilat için İl Encümeni tarafından alınan yıkım kararı, bu ayın başında 16 konutun tamamı için çıktı.İzmir Valisi Cahit Kıraç kararı için “Gereği yapılacak. Herkes görevini yapacak, hukuk her yerde olduğu gibi, burada da işleyecek. Ortada bir yıkım kararı var. Bu kararın infazı gerçekleşecek ve ben de takipçisi olacağım” demiş. Hukuk açısından orada yanlış birşey olduğu açık, çünkü o evleri ‘izinsiz’ onaramıyorsun.Ama onarırsan çok güzel oluyor...Karşına bugünkü Şirince çıkıyor.Şimdi ne yapacağız?Belki de Şirince Evleri hukuka uyacağına, o evlere uygun bir hukuk yapısına ihtiyaç var.10 sene önce söylenecek lafı yine söyleyebilirim çünkü burası Türkiye, haydi değiştirin şu mevzuatı...*****Fazıl çalsın, Müslüm söylesinCumartesi günü, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası İstanbul’da başlıyor. Fakat Fazıl Say’dan nasibini almayan konu kalmadı bu aralar. Şimdi de “Şampiyonanın açılışında ben çalacaktım, benim yerime Müslüm Gürses’i aldılar, çünkü AKP zihniyeti beni istemez” demiş. Fakat en baştan beri biliniyor ki, çok uzun bir liste vardı açılış için. Bazı sanatçılar ikna oldu, bazıları olmadı. Tek başına Müslüm Gürses olacak zannedenler korkmasınlar, çünkü liste uzun. Sezen Aksu’dan Anadolu Ateşi’ne, semazenlerden Alessandro Safina’ya, Cirque De Soleil’den Harris Alexiu’ya kadar. Benim fikrimse şu: Fazıl Say çalsın, Müslüm Gürses söylesin. Bu arabesk tartışma da bitsin!*****Masumiyet projesiŞu günlerde Kanal D’deki Kanıt dizisinde izlediğimiz Prof. Dr. Sevil Atasoy’un 2000’lerin başından beri, infiale neden olmamak için sessiz sedasız yürüttüğü bir proje var.Masumiyet Projesi... İlk defa 1992’de Amerika’da başlayan bu proje, haksız yere hapis yatanların hayatını değiştiriyor.Sevil Atasoy, hukukçular ve biyologlardan oluşan 7 kişilik bir ekiple, gönüllü danışmanlık yapıyor “Ben masumum” diyen ama sesinin duyuramamış insanlara.Bugüne kadar 5 kişinin masumiyetini kanıtlamışlar.Genellikle cinayet, tecavüz ve babalık davalarından ceza almış kişilere yardım eden bir proje bu. Çünkü elde mutlaka test edilebilecek bir delil olması gerekiyor.Ya geçmişte teknik imkansızlıklar nedeniyle DNA testi yapılamamış ya da yeni bir delil bulunmasına rağmen testten geçirilmemiş vakalarda Sevil Atasoy ve ekibi yardıma koşuyor.Artık boş yere hapis yatma dönemi bitti.Eğer “Masumum” diyorsanız, eğer yeni bir kanıtınız varsa, eğer sesinizi duyuramadıysanız Sevil Atasoy ve ekibi sizin çağrılarınızı bekliyor.*****İki farklı yorumAynı miting ve aynı lider hakkında iki çok farklı gözlem dikkatimi çekti.Bu farkı yaratan ne olabilir ki, iki yazarın da Kılıçdaroğlu’nu desteklediğini düşünürsek?Ayşe Arman mitingi referandum otobüsünün üstünden, Mehmet Tezkan da sanırım otobüsün alt tarafından izliyordu.Belki değişik yerlerden değişik gözüküyor Kılıçdaroğlu, kimbilir...CHP’nin Trakya’daki Kırklareli, Babaeski, Lüleburgaz ve İstanbul’daki Çağlayan mitinglerini izleyen Ayşe Arman, pazartesi günkü köşesinde Kılıçdaroğlu için şöyle yazmış:“Üç gün önce Kopenhag’da büyük bir rock konseri izledim, 35 bin kişilik. (U2’nun solisti Bono’yu kasdediyor, SA) Ve gözümü kırpmadan söyleyebilirim ki, Kemal Kılıçdaroğlu kitleleri etkilemek açısından kendi çapında bir rock star, kendine güveni muazzam ve beden dili değişmiş, sahnede artık yürüyerek konuşuyor, üstelik çok rahat doğaçlama konuşabiliyor, elinde kağıt yok, herhangi bir ekrandan da okumuyor. Herkesle ilişki kuruyor.”Aynı gün Milliyet’ten Mehmet Tezkan’ı okuyorum.“Kürsü hâkimiyeti derseniz; çok iyi değil. Bir noktaya mıhlanıp kalmıyor, bir o yana bir bu yana yürüyor ama o kadar. Kitleyle diyalog kurmuyor. Belagâti de kuvvetli değil. Edebi cümleler kurup büyülemiyor. Konuşması düzdü, sıradandı, az vurguluydu.Politikacı gibi değil, halk gibi konuşuyordu. Milletvekilleri ve Parti Meclisi üyeleri tanıtılırken en çok alkışı iki kişi aldı. Süheyl Batum ile Muharrem İnce. O an aklıma geldi. İkisi de iyi hatip. Halk da seviyor, Kılıçdaroğlu’ndan önce 10 dakika kürsüye çıksalar, memleket meselelerini anlatsalar daha yararlı, daha anlamlı olmaz mı?”