‘Her yazar ölümü bilir’ demişti babam. Yazı, bir kenarı ölüme bir kenarı hayata dokunan minicik işaretlerden oluşmuş uzun bir çizgi gibi. Yazar bir yanıyla hayata yaslandıkça diğer yanıyla ölüme yaslanıyor.
Shakespeare’in Macbeth’ini lise birde okutmuşlardı galiba.. Macbeth’in bıçakladığı kralın son sözlerini o zamandan beri unutmadım:
“Beni öldürdüler.”
Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki kahramanın son sözleri de aynıydı, “Beni öldürdüler.”
Aslında daha ölmeden öldüğünü insanlara duyuran Shakespeare’in kralı değildi bence... Shakespeare’di, Marquez’di. Geçen gün, 81 yaşındaki yazar Adalet Ağaoğlu’nun Nuriye Akman’a “İntihar kafamda hep hazır durdu ama nasıl edeceğimi bilemedim” dediğini okudum.
İçime tarifi zor bir sızı yerleşti.
“Niye bunu hayatı boyunca düşünmüş olabilir?” diye acılarını merak ettim Adalet Hanım’ın.
Sonra intihar eden yazarlar aklıma geldi.
Hepsinin farklı sebepleri vardı.
* Romain Gary, tutkuyla bağlı olduğu eski eşi Jean Seberg’in ölümünden bir yıl sonra 65 yaşında Paris’te yaşamına son vermiş. Ardında bıraktığı notta “Çok eğlendim. Hoşçakalın ve teşekkürler” yazıyormuş.
* Ernest Hemingway, hayatının sonlarına doğru her şeyin boş olduğunu düşünmüş.
* Stefan Zweig, Hitler’in dünya düzeninin kalıcı olmasından duyduğu korkuyla bunalıma girmiş.
* Virginia Woolf, içinden çıkamadığı buhranını “Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanı başından geçen daracık bir yol gibi” diye anlatmış.
* Jack London, dünyada en çok okunmuş yazar olduğu halde, 40 yaşında ilaç içerek yaşamına son vermiş.
* Arthur Koestler, kanser olduğunu öğrendikten sonra hastalığın kendisini yavaş yavaş öldürmesine tahammül edememiş.
* Jerzy Kosinski, üretemediği ve yazamadığı için kendini öldürmüş..
* Cesare Pavese, İtalya’nın önemli edebiyat ödüllerinden Strega Ödülü’nü aldığı yıl, bir otel odasında bir kutu uyku hapı alarak intihar etmiş.
Yazarları düşünüyorum. Niye ölmek istediklerini...
Karşımda bir kum saati duruyor. Onunla oynuyorum düşünürken. İki cam küre arasındaki incecik delikten o toz rengi kumlar hiç durmadan aşağıya akıyor. Üstteki cam küreden bir şeyler eksilirken aşağıdakinde birikiyor. Zamanın bir şeyleri eksiltip bir şeyleri çoğaltarak akıp gittiğini en iyi kum saatinde görüyorum.
“Galiba anlıyorum” diyorum kendi kendime,
Yazarların hayatı, yazılarıyla bir küreden bir küreye akıyor. Ama onlar hep biliyor, alttaki yazılar biriktikçe, üsteki hayat eksiliyor. Yazmak için hep hayatından eksiltiyor. Her yazar ölmeden önce, kendini yazılarıyla öldürüyor..
Ne güzel bir ölüm... Ne zorlu bir hayat...
ŞEFİN TAVSİYESİ
Yazarların hayatlarında dolanmak her zaman müthiş çekicidir benim için. Sürprizleri bol bir dünyadır oraları... Ama sürprizler her yerde. Hiç tanımadığınız birinin hayatına girip o sürprizi bulmak ister misiniz?
Milasdaydream.blogspot.com...
Finlandiyalı reklamcı metin yazarı Adele Anerse’nin iki aylık kızı Mila’nın gündüz uykularını fotoğraflayıp yayınladığı blog burası. Görmenizi mutlaka öneririm. Yaratıcılığın sınırsızlığını keşfedeceksiniz.
Eğlenceli hakaretler
Nancy McPhee’nin ünlü adamların ‘ünlü hakaretlerini’ topladığı bir kitabı vardı. Kütüphanede bulmak için çok uğraştıktan sonra, sonunda buldum.
Hakaretin neredeyse sıradan bir konuşma biçimi haline geldiği günümüzde, işte size eğlenceli birkaç örnek..
Mesela Oscar Wilde’ın bazı yazarlar ile ilgili görüşleri:
“Şiiri sevmemenin iki yolu vardır. Birincisi şiiri sevmemek... İkincisi Alexander Pope’u okumak.”
“Bernard Shaw harika bir adamdır. Hiçbir düşmanı yoktur. Hiçbir dostu da onu sevmez.”
“George Moore grameri öğrenene kadar çok parlak bir İngilizce kullanıyordu.”
Rossini’nin Wagner’in müziği için söylediği söz: “Wagner’in müziğinde harika dakikalar berbat yarım saatler vardır.”
Virginia Woolf’un James Joyce değerlendirmesi: “Sivilcelerini kaşıyan bir liseli çocuğun kitabı.”
Andre Gide öldüğünde bir Fransız gazetesinin manşeti: “Gide’in ölümü olumlu karşılandı.”
Oliver Herford’dan İmparator Neron’a: “Neron keman çaldığı için insanlar Roma’yı yaktı.”
Ve Macaulay’nin Sokrat değerlendirmesi: “Sokrat’ı okudukça onu niye zehirlediklerini daha az merak ediyorum.”
Nurullah Ataç ve Ahmet Hakan
Edebiyatın en nankör dallarından biridir bence eleştirmenlik. Genellikle eleştirilerin edebiyatın bir kolu olduğu unutulur.
Ama bunda doğrusu eleştirmenlerin de kabahati vardır diye düşünürüm.
Pek az eleştirmen, bir kitabı, bir resmi, bir müziği eleştirirken aslında o kitabı, o resmi, o müziği aşan, aşamasa da o eserin sanat düzeyine ulaşan bir görüş, bir anlatış, bir kavrayış getirmek zorunda olduğunun bilincine varır.
Eleştiriler genellikle, geniş bakış açılarını yansıtamadığı, yalnız eleştirilen eserle sınırlı kaldığı için, eleştirmenler de sanatçı ya da düşün adamı düzeyine pek ulaşamaz.
Yüzyıl önce yazdıkları eleştiriler hâlâ aynı tatla okunan eleştirmenler de var dünyada ama sayıları arzulanandan çok daha az.
Bizde yirmi-otuz yıl önce yazdığı eleştiriler okunan kaç kişi vardır peki?
Çok fazla değil.
Belki bugünkü eleştirmenlerimiz arasından daha sonraki kuşaklara kalacak eserler veren birkaç kişi çıkacak, eleştiriyi bir sanat düzeyine yükselten kalemlerin varlığını çok sık olmasa da görebiliyoruz. Bütün bunları, geçenlerde twitter’da Ahmet Hakan’ın, “Nurullah Ataç’a dehşet önyargılarım vardı. Güncesini okudum paramparça oldu. Nurullah Ataç âlem adammış, yaşasaydı çok eğlenceli şeyler yazardı” diyen iki tweet’ini okuduğumda düşündüm.
Çünkü bizim eleştiri dünyamızda kalıcılığını kanıtlamış en parlak isim hiç kuşkusuz Nurullah Ataç’tı...
Üstelik de Ataç kalıcı bir yazar olduğunu hiç düşünmez, “Öldüğüm gün yazılarım da bütün önemini kaybedecek” dermiş.
Ataç sivri bir insanmış. Düşüncelerini hiç çekinmeden söylemiş. Ama yazılarını okudukça fark ediyorsunuz ki sivriliğinde müthiş bir çekicilik var.
1 Eylül 1955’te Tevfik Fikret’le ilgili şunları yazmış mesela güncesinde:
“Tevfik Fikret’in ‘İnsan eti yenmez, bu teselliye içimden. Bir an için ecdadımı nisyanla inandım’ beytinde, Türkler’e sövdüğünü ileri sürüyorlarmış okuduğunu anlamayan bir takım kişiler.
Güya orada ‘Türkler’in dedeleri insan eti yerdi’ demek istemiş. Tevfik Fikret ‘ecdadım’ derken kendi ulusunun atalarını değil kişioğlunun atalarını düşünüyor. Peki, güzel midir Tevfik Fikret’in o beyti?
Doğrusu beğenemeyiz onu, anınca da gülüyoruz.. Gülünç de onun için. Güzel bir beyit değil. Fikret’in sözlerinin çoğu gibi olgunlaşmamış bir düşünce gösteren iri bir lakırdı. Onu savunacak değilim, ama Türkler’in dedelerine de sövmüyor. Çirkinliği, gülünçlüğü yeter kendine, bir suç daha katmaya kalkmayalım.”
Nurullah Ataç’ın yazdıkları, Fikret’i “gülünç” bulacak kadar insafsız ama onu saldırılara karşı koruyacak kadar da hakşinas.
Ahmet Hakan’ın kısa birkaç satırı ile, hayatın sadece bugünden ibaret olmadığını, yaşamın geçmişe ve geleceğe uzanan çok büyük bir bahçe olduğunu hatırlamak, o bahçede geçmişte edebiyatçıların, eleştirmenlerin, ressamların, müzisyenlerin dolaştığını bilmek, şu sıkıcı siyaset gündeminde insanın ruhuna o bahçeden ferah bir “rayiha” bırakıyor doğrusu.
Agatha Christie 120 yaşında
İstanbul’da 15 Eylül’de dünyanın en çok okunan polisiye roman yazarı Agatha Christie’nin doğumunun 120. yılı kutlanacak. Altın Kitaplar’ın düzenlediği bu özel etkinliğe yazarın torunu Matthew Prichard ile “Agatha Christie’nin Gizli Defteri” adlı kitabın yazarı John Curran da katılacak. Agatha Christie deyince ilk akla gelen herhalde Hercule Poirot ve Miss Jane Marple’dır. Çünkü google’dan öğrendiğime göre Poirot’yu tam 33 romanında ve kısa hikâyelerinde kullanmış Christie. Yaşamı boyunca toplam 79 roman, kısa hikâyeler ve ilk kez 1952’de Londra’da perdelerini açan ve bugüne kadar en uzun süreyle oynanan tiyatro eseri olan Fare Kapanı’nın da yer
aldığı bir düzineden fazla oyun yazmış.
Zaten “polisiye edebiyat kraliçesi” olarak bilinen Christie’nin kitapları, kutsal kitaplar ve Shakespeare’den sonra en çok satan kitap olma özelliği taşıyor. Eserleri 45 dile çevrilmiş ve kitap satışları milyarları bulmuş. Agatha Christie ayrıca Mary Westmacott takma adıyla altı adet duygusal roman da yazmış.
Yazar ölür yazı kalır... Sanırım bu bir teselli değil...
Agatha Christie 120 yaşında.