Karanlıktır orası...
Duvarları ıslaktır...
Kaskların ön taraflarına bağlanmış lambaların her harekette kıpırdayan bir damla ışığı, kaygan, kara yağlı kömür kitlelerinin üzerinde dolaşır.
Yeryüzü 540 metre yukarıdadır.
Gökyüzü ondan da uzak.
Kısa saplı çelik kazmalarla kömür kazarlar.
Alışkın burunları hep aynı ölümü koklar: “Grizu nereden gelecek?” Bu bildik tedirginlik hep hazır bekler içlerinde.
Kömür madenleri yer altında karanlık ve tehlikeli dünyalardır.
Rutubetli, ürkütücü, ışıksız dehlizler uzayıp gider içlerinde.
Ölümün adı anılmayan kokusu kaygan duvarların kuytusunda dolaşıp durur.
Sonunda korkulan olur, korkunç bir patlama duyulur. Dehlizler alevlerle aydınlanır. Ölüm oradadır şimdi, yeryüzü ise 540 metre yukarıda.
18 Mayıs’ta Zonguldak’ta 30 maden işçisi hayatını kaybetti, bu karanlık dehlizlerin içinde.
Çünkü onlar Türk’tü.
Ağustos başından beri Şili’de altın ve bakır madeninde 700 metre aşağıda mahsur kalan 33 madenciyi takip ediyorum.
Bir aydır yeryüzünün 700 metre altında bir sığınakta yaşıyorlar. Maden çöktü, onlar sığınağa saklanarak hayata tutunmaya devam etti. Kurtarılmak içinse dört ay daha beklemek zorundalar bulundukları o sığınakta. Dışarıdan besliyorlar onları. İhtiyaçları olan şeyler güvercin denen küçük kapsüllerle diğer ucu 700 metre aşağıda olan küçücük bir borudan gönderiliyor onlara.
Normalliklerini kaybetmesinler diye
dünyada neler oluyor, düzenli haberleri oluyor. Maç sonuçları, hava durumu, dünyada yaşanan gelişmeler..
Hatta dün eğlenceli bir haber bile okudum onlarla ilgili. Toprak altında olan Yonni Borrios’un bir sevgilisi olduğu ortaya çıkmış, şimdi yukarıda karısı ve sevgilisi madenciyi “Hayır, o beni seviyor” diyerek bekliyorlarmış.
Her şey çok mucizevi gözüküyor.
Ama madenlerin, yer altında acil durumlar için sığınak yapması bir mucize mi?
Beklentimiz, Türkiye’deki madenlerde yapılması ise hâlâ bir mucize tabii.
Türkiye’de sadece Koza Altın İşletmeleri’ne ait Bergama Ovacık ve Gümüşhane Mastra madenlerinde bulunuyormuş bu sığınak.
Belki sığınakları bulunan maden sayısı artacaktır.
Türkiye, belki madenlerinde işçi ölmesinden artık utanacaktır.
Peki, biz bunları neden yapmıyoruz?
Neden insanların ölmesine izin veriyoruz?
“Devletini” sevenlerin bunca çok olduğu ülkede, “insansever” çok az olduğu için mi?
Türk halkı aslında hiçbir zaman tam özgür olmadı.
Osmanlı’da padişah vardı. Padişah özgürdü sadece, halk onun kuluydu.
Sonra Cumhuriyet Dönemi geldi. Ordu, devlet mensupları, bir iki de toplumun politikaya soyunmuş ileri geleni iktidarı oluşturdu. Tek bir parti vardı.
Değişik fikir söylemek, değişik parti kurmak yasaktı.
Yöneticilerimiz gelişmiş ülkelerdekine benzer bir yaşam kurmak istiyorlardı burada.
Şık beyler, zarif hanımlar, danslar, balolar, operalar olacaktı.
Ama tam da hayâl edildiği gibi olmadı.
Şık beyler, zarif hanımlar yerine boyalı saçlı tombul hanımlar ve altın dişli karaborsacılar çıktı piyasaya.
Ardından çok partili dönem geldi. Düşünce yasakları devam etti. Halkın örgütlenmesi ve düşünmesi bile yasaktı.
Son olarak 12 Eylül’den sonra gelen askeri anayasa, yasakları pekiştirdi.
Bir gün Özal “Düşünce ve inanç yasaklarını kaldıralım” dedi.
O günlerin gazetelerini bulup okusak keşke.
Kaç kişi “Düşüncelerle inançları artık serbest bırakalım” önerisine sahip çıkmıştı acaba?
Aradan epey zaman geçti.
Hâlâ yasaklar var ama yasakların kaldırılmasını isteyenler de çoğalıyor.
Bu ülkenin değişmesini isteyenler, bugün o günkü kadar yalnız değil artık, çok daha kalabalıklar.
Zaten onun için kavga o günkünden çok daha büyük, çok daha gürültülü.
Özgürlükler adım adım genişliyor.
Şimdi bir adım daha.
12 Eylül’e çok az kaldı.
Atasözleri
Atasözlerini kimler, ne için söylemiş diye merak etmeye başladığınızda çok eğlenceli bir dünya çıkıyor karşınıza. Görünmeyen bir itişme saklı sanki arkasında. Bir ata öyle söylemiş, bir ata böyle söylemiş. Hepsi de büyüktü, hangisine inanacağız ki biz şimdi? İşte birkaçı:
İyilik yap denize at, balik bilmezse halik bilir,
Kaç sevaptan, girme günaha,
Fazla mal göz çıkarmaz,
Bir kaşık aşım kaygısız başım,
İki gönül bir olunca samanlık seyran olur,
İki çıplak bir hamama yakışır,
Köprüden geçene kadar ayıya dayı de,
Geçme namert köprüsünden ko aparsın su seni,
Söz gümüşse sükût altındır,
Sükût ikrardan gelir,
Eğri otur doğru söyle,
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar,
Harama el uzatma,
Üzümü ye bağını sorma,
Eski dost düşman olmaz,
Güvenme dostuna saman doldurur postuna.
ŞEFİN TAVSİYESİ
Günlerdir merakla beklenen Başbakan’ın Diyarbakır mitingi gerçekleşti sonunda. Başbakan konuşmasını yaptı. Peki ne dedi? Konuşma bütün soruların cevaplarını vermedi tabii ki ama akılda kalacak çok söz söylendi o meydanda. Bunlardan biri aklıma fazlasıyla takıldı. “Diyarbakır Cezaevi’ni kapatıyoruz. Yeni cezaevini yıkacağız. Orası varlığıyla 12 Eylül’ü sürekli hatırlatmasın istiyoruz” dedi Başbakan.
Tanıdığım pek çok Kürt ise bunun tam tersine, çekilen acılar, yapılan zulümler hiç unutulmasın istiyorlar. Ak Parti gerçekten birşey yapmak istiyorsa, o acıların izini yok etmesin cezaevini yıkarak. İlla yıkacaksa bile oraya yaşanan acıları hatırlatan bir anıt diksin mutlaka!
Merak ediyorum
İrtica ile Mücadele Eylem Planı’nda imzası olan Albay Dursun Çiçek’in kızı İrem Çiçek, 5n1k programında babasının masum olduğuna inandığını söylemişti.
Ergenekon davası kapsamında Silivri’de hapishanede olan Tuncay Özkan’ın kızı Nazlıcan, babasını ziyaret ettiği için Avusturya Lisesi’nden ayrılmak zorunda bırakıldığını anlatmıştı.
Babaları hapiste olan kızların acılarını anlamamak, o acıyı hissetmemek imkansız.
Babalarını özleyen, babasız kaldıkları için hayatlarındaki zorluklar artan kız çocukları kadar masum ve yaralayıcı hiçbir şey olamaz sanırım. Ama ben şunu merak ediyorum:
İrem’e ve Nazlıcan’a üzülen kalpler, devletin işin içinde olduğu delillerle ortada olmasına rağmen Hanefi Avcı’nın “Hrant Dink cinayetinin failleri bellidir, cinayet çözülmüştür, arkasını neden merak ediyorsunuz, neyi zorluyorsunuz?” sözlerine, neden tepki vermiyor.
Hrank Dink’in acı çeken kızları neden yeterince masum gelmiyor gözümüze?
Çocukların acılarını da mı artık “benimsediklerimiz ve benimsemediklerimiz” diye sınıflara ayırıyoruz?
Ceketine bak, Adnan Polat’ın halini anla!
G.Saray Başkanı Adnan Polat’ı izledim NTV Spor’da geçtiğimiz perşembe gecesi.
Söylediği bazı şeyleri bir G.Saraylı olarak hayli yadırgadım ama onları spor sayfaları nasılsa anlatır bize. Benim ilgimi Adnan Polat’ın televizyona çıkmak için seçtiği kıyafet çekti.
Lacivert, sanki omuzlardan büyükmüş gibi gözüken spor bir ceket, içine de yakası açık beyaz bir gömlek.
Kravat takmamasını, nedense, çok yadırgadım.
Gelmiş geçmiş bütün Galatsaray başkanlarını düşündüm.
Hatta birkaç tanesiyle ekranda röportaj yaptım. Faruk Süren, merhum Özhan Canaydın, Mehmet Cansun... Alp Yalman ile Ali Uras’ı da hatırlamak zor değil.
Bugüne kadar hiçbirini ekranda kravatsız görmedim.
Tam tersine müthiş bir özen ve şıklık içinde gördüm onları.
G.Saray’ın kendine özgü, hatta başkaları tarafından “snob” bulunabilecek “ağır” havası her zaman bu başkanların üzerinde vardı.
Adnan Polat ise G.Saray Başkanı gibi değil de, sıradan bir G.Saray taraftarı gibi gözüktü gözüme..
Adnan Polat’ın programı bitince Lig TV’yi açtım.
Orada da Bursa Başkanı İbrahim Yazıcı konuşuyordu.
Tesadüfe bakın ki, onun kıyafeti de Adnan Polat ile aynıydı. “Demek ki futbolu yönetenlerin giyim zevki böyle oldu artık” diye düşündüm ve G.Saray’ın sadece futbol değil, zarafet konusunda da geriye gittiğine karar verdim.
Ertesi gün G.Saray Lisesi’nden bir arkadaşıma anlattım düşündüklerimi. Çok güldü ve şu yanıtı verdi:
“G.Saray’ın kötü yönetildiğini anlamak için kıyafete gelene kadar o kadar çok şey var ki.. Adnan Polat’ın giyimine aldıracak hali kalmamıştır..”