Genelikle uzmanlık gerektiren alanlarda röportaj yapmayı sevmem, sıkıcı bulurum fazla bilgiyi. Duygular çekicidir benim için. Karşımdakinin dehlizlerinde dolanmayı severim, dokunulmamışa dokunmayı. Ama Mustafa Denizli dedi ki “Sanem, Fürüzan Hanım’ı tanıman lazım, bayılacaksın, müthiş kadın.” İşte o an Prof. Dr. Fürüzan Numan’ı gerçekten merak ettim, Mustafa Hoca kolayından hiçbir şeye hayran olmaz çünkü. Ve hoca haklıymış. İnanılmaz bir kadınla tanıştım. O bir doktor. Seçtiği alanda tek. Çılgın da. Okuyun hak vereceksiniz.* Mustafa Denizli ile buluştum geçen gün, yeni olduğu ameliyatı siz yaptınız. Bunu uzun uzun anlattı. Ve sizi çok merak ettim. Siz tam ne doktorusunuz?Harika bir soru, çünkü bu çoğu insanın tam bilmediği bir şey. Üstelik de tıp alanında da ihtisas dallarının değişme dönemi. Ben bunu ilk yıllarında yakaladım, şansım bu sanırım. Açık cerrahinin azalmaya başladığı, yoğun bakımların bittiği, çok hızlı kalkıp eve işe gidildiği, yöntemlerin geliştiği bir dönem. Teknolojinin gelişmesi bunda en büyük etken, büyük yardımı var. Tabii teknolojinin yetmediği alanlarda açık ameliyat hâlâ şart. Damar sisteminde patalojiler bizim işimiz.* Hâlâ anlamadım...Girişimsel radyoloji. Radyolojinin üst dallarından biri. Geleceğin çok gelişmiş teknolojisini kullanıyoruz. İhtisasa girdiğimde anjiyodan başladım. Karakterlerimizi kendimiz yapardık. Dört beş sene sonra teknolojinin getirdiği yenilikleri kullanarak farklı şeyler yapmaya başladık, tanısal anjiyodan tedaviye geçerek daralmış damarları balonlamaya ve stentlemeye başladık. Basit stentler gelişmeye başladı bu arada. Radyolojinin kullanımına cihazlar girdi, ultrason, bilgisayarlı tomografi, MR. Katater teknolojisi de ilerledi. Biz kendimizi farklı bir boyut içinde bulduk. Vücudun içini görebildik, kesitleriyle, şimdi damarın içinde neler yapıyoruz. İnsanların anlamasını güçleştirecek bir terim girişimsel radyoloji ama değiştiremedik bir türlü. Bu cerrahiye göre daha az travmatik. Açmadan yaptığımız için kapalı ameliyat diyen var.* Siz Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde bu bilim dalını kuran kişisiniz değil mi?Girişimsel Radyoloji Ana Bilim Dalı Başkanı’yım Cerrahpaşa’da. 2002’de kurduk. Amerika’da başlayan bir akım. 1991’de bunun 6’ncı kongresine gittiğimde iki yüz, üç yüz kişiydik ancak. Şimdi üç-dört bin kişi katılıyor. Orada öğrenip gelip burada uyguladım. Kendi kendime yaptım bunu. Önümde kimse yoktu. O yüzden zor oldu. Kendi kendimi yetiştirdim. Dünyanın nereye gittiğini görmek beni çok heyecanlandırdı ve ufuk açtı. 1988’de cerrahiye alternatif değil ama hastayı açmadan yapılabilecekleri gördüğümde girişimsel radyolojide büyük bir gelecek olduğunu anladım.* Sizin özellikle ilgilendiğiniz bölümü de damarlar mı?Girişimsel Radyoloji’nin ilgilendiği konuların başında atar damar hastalıkları gelir. Damarın aterosklerotik tutulumu yani damar sertliğine bağlı çapının daralması, kapanması veya balonlaşmasıdır. Daralmalarda stentleme ile daralan damarlar tedavi edilir. En sık şah damarları, böbrek ve bacak damarlarını stentliyoruz. Balonlaşmalarda ise normal çapın iki katından fazla genişlemiş damarlardaki akım, normal çaptaki endogreft stentlerle yönlendirilerek, anevrizma kesesi ile kan akımı arasındaki ilişki kesilir ve böylece balonlaşmanın yani anevrizmatik genişlemenin büyüme sonucunda yırtılması engellenir. Çünkü patlaması çok büyük ölüm riski taşır. Bütün bu tedaviler kasıkta atar damarın cilde en yakın olduğu bölgeden yapılır. Nadiren gereklilik halinde alternatif giriş yerleri kullanırız. * Mustafa Denizli’ye yaptığınız bu muydu?Hoca’nın izni olmadan bunu anlatamam. * Merak etmeyin izin aldım, almadan olur mu...Abdominal aort anevrizması (aortun karın bölgesinde olan kısmının bir bölümünün genişlemesi, balonlaşması) tanısı vardı. 2,5 sene önce prostat kontrolü için gittiğinde fark edilmiş ve takibe alınmış. Kalple ilgisi yok. Böbrek damarı altındaki damarlardaki bir genişleme bu, 5.2’ydi çapı. CT koroner (kalbi besleyen damar) ve batın (karın) çekildiğinde hemen görüldü zaten. Ve bacaklarına giden bölümünde de genişleme vardı fakat çok şanslı olduğu bir nokta vardı Hoca’nın, kullandığımız greftler Amerika’da bile yok sadece Avrupa’da olan en son greftler bunlar. Türkiye’ye 6-7 ay önce geldi. Greftin boyutu ve biçimi, Hoca’nın anevrizmasına çok uygundu. İki kasıktan da girildi ve damarların içine yerleştirildi bunlar. Pantolon greft diyoruz, iki bacaklı düşünün. Çok da uyumlu oldu gerçekten ve çok başarılı oldu. Ameliyattan iki gün sonra beni aradı “Bilin bakalım neredeyim?” dedi. Ümraniye’ye gitmiş. Korkudan antremana gittim ben, ne hareket ediyor göreyim diye. Çünkü aslıda beş gün dinlenmesi gerekirdi. Gerçi genç hasta Mustafa Hoca. Bizim hastalarımız çok daha yaşlıdır aslında.“Mustafa Denizli’yi Ümraniye’de idmanda bastım” * Antrenmana mı gittiniz? Çok kızmıştır, çok da hoşuna gitmiştir. Kızdı mı?Kızmaz mı, kızdı tabii. Herkes gibi ben de nasibimi aldım. Ama dediklerimizi de yapıyordu. İdmanda bağırmak için bile izin aldı, uyumlu bir doktor hasta ilişkimiz vardı. Sormadan hiçbir şey yapmadı. Çok yüklenerek kolesterolünü düşürdük. Çünkü kolesterol tedavisi çok önemli bu hastalıkta. Kolesterol takibi mutlaka yapılıyor. Sigara kullanımı da azalmalı tabii.* Şimdi iyi mi?Çok iyi, 15 günde 1 cm geriledi. Harika uyum sağladı. Hızlı iyileşme görülüyor. Bu greftin çok iyi oturduğunu ve kaçak olmadığını gösteriyor.* Bu aort anevrizmaları kaç santimde ameliyat edilmesi gerekiyor ve oluştuğunda belirtileri ne?Belirtisi yok. Düzenli ultrason çektirmek gerekir. Kadınlarda 4,5 cm’den sonra, erkeklerde 5 cm’den sonra çok sıkı takip gerekiyor, sonu mutlaka tedavidir. Batın bölgesindekiler, yani abdominal aort anevrizmaları (karın içinde kalan bölgede) çok daha rahat tespit ediliyor. Çünkü bir batın ultrasonografisinde, mesela erkeklerde prostat için yapılan ultrasonografi kontrolünde bu hemen gözüküyor. Ama göğüs kısmındakilerde torakal aort anevrizmalarında (göğüs kafesi içinde kalan bölgede) biraz daha sıkıntılı bunu bulmak. Bir belirtisi yok bunun. O yüzden bir tarama yapalım deniyor. Bizim nüfusumuza baktığımızda en çok hasta Karadeniz bölgesinden geliyor. Batın anevrizmaları daha fazla çünkü daha kolay yakalanıyor. Ameliyatı da daha kolay. Ama açık ameliyatın bir riski var erkeklerde, iktidarsızlık yapıyor. O yüzden bizim kullandığımız yöntemi tercih ediyor insanlar. Bu endogreft stentleri yerleştirmek için torakal bölgesi içinse tek kasık açıyoruz, batın bölgesiyse iki kasık açıyoruz. Gelecek de bunu anjiyo gibi hiç açmadan yapabileceğiz, çok ufak kesikler oluşturarak yani. Ama bu daha başlarda. * Peki, başa dönersek siz aslında radyolog olacakken, teknolojinin nasıl bir çığır açabileceğini gördünüz ve girişimsel radyoloji alanına kaydınız ve bu alanda ilk oldunuz?Bu kadar çılgın bir işle uğraşmama rağmen ben çok sağlamcı biriyimdir, o yüzden tıpa girdim. Ondan sonra da hastalarla çok iç içe olmak istemediğim için radyolojiyi seçtim. Kadın doğum, çocuk hastalıklarından çok teklif edildi, gitmem için ama istemedim. Başarılı bir öğrenciydim galiba, ben kendimi hiç çalışkan biri olarak görmedim. Ama gelen tekliflerden onu anladım, anlaşılan öyledi. Gece nöbeti, yoğun hasta trafiği istemiyordum. Fakat iş öyle bir noktaya geldi ki, işim tamamen acile döndü ve bunlar en zor vakalar. Birçok doktor artık ölüm kalım gibi lafları kullanmıyor ama biz kullanmak zorunda kalıyoruz.Çünkü öyle ender rastlanan hastalıklarla iç içeyiz ki, bazen litaretürde ne yapılması gerektiğini bulamadığımız durumlar oluyor, karşılığı olmuyor bunun. Risk oranını bilmiyorsun, öncesi yok yani. Unique (benzersiz) hastalar geliyor, unique tedaviler yapıyorsunuz. Bazen bunlar literatüre giriyor. Yapıp başarıyorsunuz çünkü. Hiç kimsenin yapmadığı bir tekniği kullanıp o hastayı kurtarıyorsunuz. Sonra da bu yöntemi toplantılarda sunuyor ve yayınlıyoruz. Bu case report (durum raporu) oluyor, yayınlanıyor.“Bulduğum teknikle iki hasta ameliyat edildi ve yaşıyorlar” * Sizin bu alanda litaretüre geçen bir tedavi biçiminiz var. Adınızla mı anılıyor bu?Deneysel çalışmamız var arcus anevrizmaları için. İlk literatür araştırması soyadımla anılıyor ama teknik benim ismimle anılmıyor tabii ki. Çünkü öyle olması için bir formül icat etmeniz gerekiyor. Biz bir teknik geliştirdik. Bu bir kombinasyon teknik, kalp damar cerrahi profesörü Harun Arbatlı ile geliştirdiğimiz teknik. Çok komplike bir iş. Ama bunu bir hastaya uyguladığınızda hastanın yoğun bakım ve iyileşme süresi inanılmaz kısalıyor. Ve açık ameliyattan çok daha basit bir yöntemle yapabiliyoruz. Çok doğru bir teknik. İsveç’te iki hastada uygulandı ve halen yaşıyorlar.Milyon dolarlık bu projeye desteği, zor vakalarla başa çıkma becerimi bilen endogreft firması yaptı. Projeyi İsviçre ve Amerika’da yürüttüm. Endogreft stentler çok pahalı, 30 bin lira civarında. Dünyanın her yerinde sundum. Amerika’da sadece aort hastalıkları ve tedavileri konuşulan sempozyumda bir Türk bilim insanı olarak, gelecek projesi olarak anlattırdılar. Çok heyecanlandıkları bir proje. Bu iş cesaret isteyen bir iş. Ekip olması lazım. Arcusla dünyada ilgilenen 4-5 kişi var. Çok ciddi bir çalışma. Çok az iş, hayvan deneyleriyle olur. Tıpta ilki yazmak, yayınlamak önemlidir. Biz yazdık. Bu noktaya gelmemde aort anevrizmaları çok büyük rol oynadı. Çünkü girişimsel radyolojide bu ameliyatlar en komplike ve zor olanlarıdır. Bu alan da 1997 yılında başladı. Açık yapsanız, ameliyatların en büyüğü. Kalpten çıkan damara müdahale ediyorsunuz. Çok ağır bir cerrahi. Bunu basite indirgiyoruz biz ve çok komplike hastalarda uyguluyoruz. Bu tekniğin çıkış noktası, açık cerrahi, operasyona uygun olmayan hastalara ne yapabiliriz. Böylece bu alanda teknoloji gelişmeye başlıyor. Bugün kullandığımız aynı firmanın 3’üncü jenerasyon grefti. Açık cerrahide bu dikiliyor. Kan bunun içinden akıyor. Bu vücutta kalıyor. En rahatsız edici tarafı taktığınız şeyi çıkartamıyorsunuz, ancak cerrahi müdahale ile çıkartılabilir. Çok iyi plan yapmanız lazım, milimetrik hesap gerektiriyor.* İnanılmaz etkilendim anlattıklarınızdan ve gösterdiklerinizden. Vücudu kesmeden neler yapıyorsunuz.Azrail’le beraber çalışıyoruz, tam karşımda duruyor. Aort yırtılmaları çok hızlı müdahele gerektiriyor. Yine ben yendim diyorum her seferinde. Ama korkarım ki bunun acısını benden çıkartacak, hesabını soracak gibime geliyor. Şaka bir yana, tek ve ilk olmanın çok ciddi bir kontrolü var üzerimde. Tek başımayım bu yüzden, başarılı olmak zorundayım. Azrail’e rezil olmamak için de başarılıyım galiba tabii. Trafik kazalarından sonra oluşan aort yırtılmaları çoğunlukla fark edilmiyor, gerçi artık her acilde bilgisayarlı tomografi var ama. Takip altında aort anevrizmaları olan hastalara da şunu öneriyorum, mutlaka üzerinizde bunu belirtecek bir şey taşıyın, bilgilendirme kartı. Acil durumlar için.Arcus aort patolojileriyle ilgili akademik alanda tek kadınım Eşim de doktor. Desteği sayesinde kadınların çok az olduğu bir branşta varım. Özellikle aort konusunda dünya genelinde de çok az kadın var. Arkus aort patolojileri ile ilgili akademik platformda ise benim dışımda hiç kadın bulunmuyor. Tüm kongreler erkek ağırlıklı.Sevdiğim her şeyi yapmaya çalışıyorum. Sporumu yapıyorum, motosiklet kullanırım, çok iyi kayarım, senede iki hafta mutlaka kayağa giderim, motosikletle çıktığımızda bir ekip halinde yurt dışına gideriz. Endorfin sıkıntısı var bende; aşırı adrenalin. Eşim de motor kullanıyor ve ayrıca yelken yarışçısı. Yelkenlisi var. Ben yarışmıyorum ama yazın yelken yapıyoruz. Yoğun bir tempoda yaşıyorum ama şikayetçi değilim.Bu işleri yapamazsam, daha az insana yardım etmek zorunda kalırsam üzülürüm asıl. Çok seviyorum yaptığım işi. Tam gün yasasının eksik taraflarının olduğunu düşünüyorum. Daha ne yapacağıma karar vermedim. Başarı stresten kaynaklanır. Kafamda sürekli yapacağım işlemlerin provası yaparım. Sizinle konuşurken bile yapıyorum.Önce kötüyü, çok kötüyü düşünürüm. Felaket senaryosu ile başlarım işe. En küçük detayı atlamamaya çalışırım, detayla başlayıp hastayı nasıl kurtarırımı düşünürüm. Beynim hızlı düşünür, hızlı hareket ederim, çok hızlı felaket senaryolarına karşı alternatif çözüm üretme zorunluluğum var. Yalnızım ve çok kısa zamanım var. Cerrahi gibi değildir. Cerrahide klips koyup zaman kazanabilirsiniz. Bekleme süremiz yok bizim. Her şeyi önceden adım adım planlamak zorundayım. Hastamı kaybedersem kendimi yenilmiş hissederim, çok uğraşmışımdır çünkü kurtarmak için. Üzülürüm ama yıkılmam. Bir yere kadar biz varız zaten sonrası tanımlayamıyorum, kader sanırım. Gerçekçi biriyim. Benim gibi insanların beyni odalara ayrılmıştır. Duygusallık bir yerde kilitlidir. Gerçek yanlarınız bir yanda. Sorun çözücüyüz biz. Panik anında çok sakin olmam lazım. Benim işim bu.Kriz varsa sakinimdir, yoksa dağılırım. Kriz anında paniklersem hiçbir şey doğru olmaz Ben paniklersem hiçbir şey doğru olmaz.O yüzden kriz anında paniklemem ben. Kriz varsa son sakinimdir, kriz yoksa dağılırım. Doğru ve hızlı karar verme yetim çok fazla gelişti. Her şeyi çok hızlı yaparım, çok hızlı alışveriş yaparım mesela. Başkalarının çok zaman harcadığı şeyleri çok hızlı yaparım. Hastalarımla önce ölümü konuşurum. Kafamdan geçen senaryoları anlatırım. “Sen öleceksin” diye değil tabii ki. Elimde hiç kimse ölmedi. Sonradan olabilir belki. Hasta takip programım var. Evde tamamen yırtık dolaşırım, salaşımdır. Blue jean ve tişört yeter... Kedim var onunla zaman geçiririm. Rahatlarım, dinlenirim.Kişisel problemi olan hastaları reddetmeyi tercih ederim, beni anlamayan, gözümün içine bakamayan hastaları almam. Benim anlattığımı anlamayan hastalarla çok zor çalışırım.Pişmanlıklarım yok. Belki, bilimsel kıskançlıklarım olmuştur. Hırslı, agresif, stresli olacaksınız mesleğiniz için ama bunlar olunca da zor insan oluyorsunuz. Şeker bir insan olamıyorsunuz. Hırçınlaşıyorsunuz. Çünkü kalıplarınız ve kurallarınız var, yaptığınız iş öyle...Öğrencilerim benimle konuşmaya çekinir. Korkulacak biri değilim ama dışarıdan öyle çok kapalı gözüküyorum belki ondan. Ben artık çok zor vakaları alıyorum, kolay vakaları yapmıyorum.
Tayyip Erdoğan’ın en yakınında çalışmış, onun medyayla tüm ilişkisini görmüş hatta düzenlemiş biri olarak Akif Beki’ye giderken çok heyecanlıydım. Kimbilir neler öğrenecektim. Ama bir iki sorudan sonra yüzüne de söylediğim için rahatlıkla size de yazıyorum çok sıkıcı biri olduğunu ona söylemek zorunda kaldım. O da gülerek kabul etti bunu “Haklısınız sıkıcı olmak pahasına o sorumluluk duygusuyla yaşıyorum ve öyle konuşuyorum” dedi. anlayacağınız Akif Beki’den Tayyip Erdoğan’la ilgili sırları öğrenmekte çok zorlandım. * 3,5 yıl Başbakan’a medya ve iletişim alanında başdanışmanlık yaptınız. Bu süre içinde gazetecilere çok sert olduğunuzu söylerler, hatta “Tayyip Erdoğan’ın medyayla ilişkisinin bozulduğu dönemdir”diye de eklerler... Tabii ki hata yapmış olabilirim ama büyük hata yaptığımı düşünmüyorum. İnandığım şeyleri yaptım. Bugün neysem o gün de oydum. Görevin hakkını vermeye çalıştım. Çok büyük laçkalık vardı. Arkamda başbakanlık medya ilişkilerini kurumsallaştıran bir yapı bırakmak istedim. Modern çağdaş demokrasilerde örneği olduğu gibi bir yapı yani. Akreditasyon gibi. İlişkiler kurumsal bir nitelik alsın istedim. Bunun şekli şartı hiç oluşmamıştı. Düşünün ki başbakanlık binasında, başbakanlık muhabirleri istedikleri gibi dolaşıyordu, bir kuralı yoktu bunun. Tamamen kuralsız bir ilişki vardır. İsmet Özel’den okumuştum galiba, demir parmaklıklarla çevrili bir türbe düşün, her bir parmaklık arası kapı genişliğinde, bir de kapı var üzerinde demir kilit olan, herkes her yerinden girip çıkıyor o türbeye ama kapı orada duruyor yine de, niye biliyor musunuz?Hiçbir zaman statükocu olmadım bu anlamda muhafazakâr değilim* Kızma hakkını elinde tutmak için mi?Bravo... Evet yanlış biri girdiğinde sen kaçak girdin diye ensesinden tutabilmek için. Böyle bir sistem vardı ben geldiğimde. Ben de böyle götürebilirdim. Herkes grip çıkardı istemediğim biri girdiğinde de ensesinden tutardım. Öyle yapmadım, aralıkları daralttım, “kapı burası” dedim. İlişkileri kurallı bir zemine oturtmak ve benden sonra da öyle kalsın istedim. Dünyada bu tip sistemlerin içinde gazetecilik yaptım, kuralları ben uydurmadım, böyle yapılır bu iş, dünya görmüş birçok meslektaşımız da bunun böyle olduğunu bilir ama işlerine gelmez. En ağırıma giden buydu, gerçeği bildikleri halde işlerine gelmediği için bana kızdılar. Çevrenize bakın, bütün statüko seven gazeteciler aslında gerçeği bilir ama işine gelmez. Düzenin ağa babası durumundalar. İmtiyazını kaybedecek, kural gelirse. Bunu istemiyor tabii. O gün yaptıklarım medyaya rağmen yaptıklarımdı. Şeffaf ve açık bir şekilde yaptım. Kaçak güreşmedim. Keşke beraber yapılabilseydi. Ama olamadı çünkü rahatlığı bırakmak istemiyorlar. Statükocu dirençle karşılaşıyorsun, eyvallah mı deseydik. Tıpkı şimdi Anayasa reformu konuşulurken, yargıyla ilgili yeni düzenlemeler olacağı söyleniyor, yüksek yargı mensupları çıkıp “Bize sormadınız, bizim onayımızı almadınız” diyorlar. E, peki Meclis yasama faaliyeti yürütürken bürokrasiyle ilgili her işlemini ilgili kurumun onayına tabi tutacaksa, o zaman darbecilere yargı yolunu açarken de darbeci askerlerden izin istemesi gerekir. Yüksek yargının imtiyazı nedir? Yargı reformu yargıya rağmen yapılır.* Eğlendiniz mi peki o işi yaparken, yoksa biraz fazla mı ciddiye aldınız?Pek eğlendiğimi söyleyemem. O 3,5 yıl içerisinde, o zamanın acısını çıkarıyorum, “işte şimdi burdayım” diyerek. O zaman istediğiniz her şeye cevap veremiyorsunuz, sizi sınırlandıran çok şey var o görevdeyken. Herkes taş atıyordu ama benim taşlarım bağlıydı. Şimdi elim serbest, eğleniyorum. * Ama size yine kızıyorlar...Benim tarafsızlığımı sorguluyorlar şimdi de. Bunu yapanlara bakıyorum, CHP geleneğinde her kademede görev almış hatta genel başkanlık yapanı bile var. Aktif siyaset hiç yapmadım. Benim hiçbir partiyle organik bağım olmadı ama liderlerden beğendiklerim oldu. Diğer liderlere tercih ettiklerim oldu. Özal benim için bir aile büyüğü kadar yakın bulduğum biriydi mesela. Değişim politikalarını çok sevmiş, beğenmiştim. Doğru buluyordum Türkiye için bu politikaları. Ben statükocu olmadım hiçbir zaman. Bu anlamda da hiç muhafazakar olmadım. Bugün de Tayyip Erdoğan’ın değişim siyasetini destekliyorum bu açık. Değişimciliğim de gazeteciliğim de bu hükümetle başlamış değil yani. Sadece Başbakanlık’ta görev aldım, çok onurlu, şerefli bir görevdi, bitti. Bir daha mesleği yapamayacak kadar tarafgir oldum artık onlara göre. Ya, bu çok komik değil mi? Hayret ediyorum ve bu işte bir yanlışlık var diyorum. Onlar beni sorgulama hakkına hem de mesleği yapma likayatına sahipler. Bu düşünce sakat, hastalıklı. Medyada hakim olan anlayış bu. Akla uygun değil. Ben de AK Parti’yi eleştiriyorum ama can acıtmadan * Objektif olabiliyor musunuz gerçekten Tayyip Erdoğan’a karşı peki? Gazetecilerin de diğer bütün vatandaşlar gibi politik fikirleri vardır, dünya görüşleri, inançları, inançsızlıkları vardır. Bunlar da yaptıkları işe yansır. Yansımaması mümkün değildir. Mutlak objektiflik diye bir şey yoktur, vardır demek abes olur zaten. Objektiflik dediğimiz şey büyük bir aldatmacadır. Bakış açın her zaman yorumundur. Kastettiğiniz şey, “niye diğerleri gibi sen de Tayyip Erdoğan’a can acıtıcı yazmıyorsun”sa, aranızda arkadaşlık, dostluk hukuk olan her kim varsa onun hakkında yazarken iki kere düşünmez misiniz? İki kere düşünmeyen var mıdır ya da? İki kere düşünmek üslupta fark eder. Türlü türlü söyleme metodu vardır çünkü. Ben acıtmak kastıyla yazmıyorum başkaları gibi, onlar en acıtıcı olanını arar ben onu yapmam. Ama istediğimi yazarım yine de. Tanıdığın biriyle ilgili en acıtıcıyı seçmezsin herhalde. Yanlışını anlatacak ama canını acıtmayacak bir dil bir kelime seçersin. Ben de AK Parti’yi, Başbakan’ı eleştiriyorum ama farkım bu, kelimelerim... Sövmeden anlatırım. Ben de bilirim, geriye döndükten sonra oraya sövmeyi, iç işleyişteki mahremiyeti ortaya dökmeyi. Ama yapmam, bunu kişiliği olan kimse yapmaz zaten.* Erdoğan’a ne kadar yakınsınız siz?Kastınız oysa, karakutu değilim. Zihnen uzak olmağım açık. Ama fiziken yakın değilim artık eskisi gibi. Bir de şu var tabii, ahlaki ikilemle karşı karşıyayım. O taraftan bakmış biri olarak o taraftan hiç bakmamış gibi yapamıyorum. Zorluklarını, dinamiklerini, iç işleyişini hiç bilmiyormuş gibi davranamıyorum. Davranmayı da ahlaklı bulmuyorum ve mizacıma uygun değil. Herkes bir şeyler söylüyor, Başbakan’a abanırcasına bir şeyler söylemek görülmemiş bir şey değil ki, görülüyor bunu yapanlar var, bu konuda boşluk yok. “Sen hiç demiyorsun”, “ee ben de demeyivereyim.” Ben söylemeyince bir eksiklik olmuyor ki? Ben başka bir şey yazıyorum ki görüşü zenginleştirelim. Hoşa giden şeyleri söylemeyi bilirim. Alkış nerede farkındayım. Ama böyle yazacaksam niye yazayım. Zaten onları biliyor, bilmedikleri bir şey var mıdır acaba, ben onu göstermeye çalışıyorum.* Geçen günkü yazınızda “Ortodoks gazeteci cemaati” diyordunuz... Kim onlar...Ortodoks cemaati gazetecileri, özellikle bizden önceki kuşak bunun temsilcisi. Yeni kuşaktan da ona öykünenler, onların tesiri altında kalanlar var ama onlar henüz neyin ne olduğunun farkında değil, o yüzden onları mesul saymıyorum. Hayat yaşanırken öğreniliyor, kitaptan öğrenilmiyor. Onlar da yaşadıkça bilinç uyanması yaşayacak. O yüzden bu genç kuşağı mazur görüyorum, bu eleştirilerden muaf tutuyorum. Ama kuşak döngüsü yaşıyoruz şu an, geçiş dönemi yaşıyoruz. Bir bayrak devir tesliminin yaklaşmakta olduğunu görürsünüz. Bu cemaatte, meslek adına gerçek, doğru, hakikat her ne varsa kendi şahıslarında bunu temsil etme iddiası var. Onlar neredeyse doğru onlarla birlikte hareket ediyor. Onlar doğrunun, hakikatin yeryüzündeki mutlak temcilcileri. Dolayısıyla ne derlerse o doğru. Doğruluk onların zati sıfatı. Kişilikleriyle bütünleşmiş bir sıfat. Onların dışında ele alamıyorsunuz. Alırsanız “doğru değilsin” diye kızıyorlar. Buna itirazım var benim.Erdoğan çok yoğun yolda yürürken gündemi söylersiniz* Hani eğleniyordunuz, kızmışsınız?Bu kızgınlık değil. Eğleniyorum. Hatta kafa buluyorum onlarla. Her Türk CHP’li doğar bunların itikatince. Siz böyle düşünüyorsanız hiç sorun yok zaten. Meslek adınıza hiçbir şeyiniz sorgulanmaz. Ama eğer başka bir bakış açısına sahipseniz, bir başka partinin doğrusunu CHP’ye tercih ediyorsanız, o zaman mesleğiniz sorgulanıyor. Direkt mesleğin içindeki varoluşunuzu sorguluyorlar, ontolojik sorgulamaya giriyorlar. AK Parti’yi destekleyen yorumunuz varsa doğrudan her türlü sıfatı hak ediyorsunuz. Direkt yandaş oluyorsunuz. Meslek ehliyetinizi sorguluyor. CHP’yi desteklersen doğrudan yana oluyorsun. Hatta CHP içinde aktif siyaset yapmış olabilirsiniz, gönül ilişkisi kurmuş olabilirsiniz, seçim vakitleri siyasi kampanyalara katılmış olabilirsiniz, açıktan ona değil buna oy ver demiş olabilirsiniz, bunlar mübah ve meşru. Yandaş olmuyorsunuz. Bu genel hakim olan durum. Medya bir zihniyet dönüşümü yaşamalı. Toplum değişiyor, dünya değişiyor, her şey değişiyor, medya aynı tas aynı hamam. Medya niye bunun dışında tutuyor ki kendini. 50 yıldır köşe yazan adamlar yaa, el insaf... Medyanın bu hali, bunu özelimde yaşayınca fark ettiğim bir şey değil. Ben Başbakan’ın danışmanı olmadan da bu anlayışla muhataptım. Yine bununla uğraşıyordum. O zaman da Cumhuriyet gazetesi ekolünden olmamamız sorgulanıyordu. Bu bana özel değil, bir tavır değil ama benim özelimde kristalize oluyor. Son yaptığım görev nedeniyle. Benim zihnimde daha berraklaşmış bir anlayış ama tabii ki.* Son günlerde tekrar tartışılıyor, Tayyip Erdoğan gazeteleri okur mu? Başbakan’a iletilen özet ya da bilgilendirme neye göre yapılıyor?İlgili kişi gündemi takip eder, o olup biten hadiseleri, yorumları Başbakan’a iletir, bilgilendirir. Günün koşullarına göre, gündeme, zamana, mekana göre bunun biçimi değişir. Başbakan çok yoğun birisi. Bunların çoğu yolda yürürken olur. O tempoya, o hıza ayak uydurmaya çalışırken bütün bunları yaparsınız. Bu Başbakan’ın günlük mesaisinin en önemli bölümü değildir çünkü. Kendisi de fırsat bulursa gazeteleri okur, denk gelirse televizyon haberlerini izler. Ama bilgi akışı sağlanır kendisine zaten. Bunun şekli çok önemli değil.* Geçtiğimiz hafta birkaç köşe yazarı da yazdı, hem alkışlanacak kadar cesur işler yapıyor hem de insanın aklının alamayacağı şeyler söylüyor birden Başbakan... Başbakan’ın söyleminde nihai karar verici kendisidir. Çevresinde pek çok farklı görüş rekabet halindedir. Görüşler içinden kendisine uygun olanı seçer ya da hiçbirine itibar etmez ya da o görüşlerden bir yere varır. Başbakan’a sadece görüş sunulur. Başbakan onları karara dönüştürür. Kendisine verilen bilgilerden beslenir, onun üzerine bina eder. Hatalı ya da eksik bilgilendirme olduğunda karar ondan etkilenir, buna şüphe yok yani. Bir olayın olduğundan daha farklı gösterilmesi söz konusu olabilir. Yani daha önemli, daha önemsiz, daha büyük, daha küçük gibi. Bu çok insani bir şey. Böyle durumlarda da Başbakan’ın kendine has kişiliği devreye girer. Mesela bir olay gelişir, Başbakan’ın tavrı önce sarsıcı gelir. Karar veremezsiniz iyi mi, doğru mu, kötü mü? Aradan bir zaman geçer yine çok şaşırtıcı bir şekilde haklı çıktığını görürsünüz. Domuz gribi aşısında mesela. Sağlık Bakanı’nı da ters köşeye yatıran bir tavır koydu. Ama ne oldu, Dünya Sağlık Örgütü’nden açıklamalar geldi, domuz gribi ve aşının fake olduğunu söylediler.Davul da tokmak da Başbakan’da Başbakan’ın gazetecilerle hatta zaman zaman onu destekleyen demokrat gazetecilerle bile ters düşmesi, bana da hoş gelmiyor. Ama gazetecinin işi Başbakan’a pozisyon dayatmak, ağzına laf koymak olmamalı. Çünkü sorumluluk Başbakan’da, davul da tokmak da onda. Başbakan da kavgadan kaçmıyor. Benim de hoş bulmadığım şeyler oluyor. Keşke böyle olmasaydı dediğim noktalar. Başbakan’ın dedikleri kayıtsız şartsız doğrudur demiyorum. Gazetecilerin de bütün eleştirileri doğru değil. İki tarafın da payı var. Başbakan da hatadan ari değil tabii ki. O da insan.
85 yaşındaki Münir Ozkul’un kızı Güner Özkul, babasıyla olan ilişkisini ve geçmişten bugüne Münir Özkul’u anlattı...Röportajın ortasında telefon geldi hastaneden, Umman Hanım, Münir Bey’in yoğun bakıma alındığını haber verdi. Bu aslında, beklenmedik bir haberdi. 10 gündür hastanede Münir Özkul ama her şey bildikleri gibi gidiyordu işte... “İlk defa paniğe kapılmış duydum Umman Abla’nın sesini, o yüzden endişendim” dedi ve ekledi “CNN’deki Afiş programını babamın ölüm haberini vermek zorunda kalırsam diye bıraktım, biliyor musunuz. Babam babası öldüğü sahneye çıkmış, annem annesi öldüğü gün sahneye çıkmış ama ben öyle bir gün geldiğinde televizona çıksam takdir eder mi seyirci, etmez diye düşündüm ve bıraktım. Her şeye bir kulp bulurlar. Anons etmek zorunda kalırsam diye korktum.” Sonra tam ne konuşacağımızı bilemedik aslında. Her şey havada asılı duruyormuş gibi oldu. Seslerimiz, zaman... Röportaj boyunca zaten tuhaf bir his peşimi bırakmamıştı. Güner Özkul’u ve minik Süreyya’yı yıllardır tanıyorum gibi hissetmiştim. “Hadi giyinin hastaneye gidiyoruz” ya da “Süreyya’yı bana bırak sen git hemen” demek istedim Güner Özkul’a. Ama hiçbirini diyemedim. Öpüştük, vedalaştık. Güner Özkul kucağında Süreyya’sı hastaneye gitti.Ben de aklımda Süreyya’nın gözleri, Güner Özkul’un anlatmadığı ama sezdiğim hikayesi, Umman Hanım’ın aşkı evimin yolunu tuttum...* Münir Özkul’u anlatan bir yazınızı okudum internette, Hayvan dergisine yazdığınız. Babanızı çok açık ve çıplak anlatmışsınız. Sonra, kızınız Süreyya’yı dünyaya getirme kararınız. Gerçekten zannettiğim kadar cesur musunuz siz? Değilim. Hatta babam kadar korkusuz olamadığım için kızarım kendime. O aldırmazlığa çok özenirim. O kadar cesur görmem kendimi. Susarım susarım birden patlarım, en önde cengaver olmak zorunda kalırım sonra. Korkaklığın beni getirdiği son nokta olarak algılıyorum bu sperm bankasından sperm alma işini. Hayatta korkmak adına söylediğim bir şey bu.* Hayattan korkmak tam olarak ne demek?Anne babamdan öyle bir yaşama tarzı öğrenmişim ki, onlar çok korkusuz ve istedikleri gibi yaşayan insanlar. Öyle olabileceğimi zannettim. Denedim, kazın ayağının öyle olmadığını gördüm, o kadar fütursuzca yaşayamayacağımı anladım. İlk büyük hayal kırıklığım bu oldu hayatta. Düzenin insanı olmasam da çok kuraldışı, göze batan, sınırların dışına çıkan bir insan olma derdim yoktu. Ama hayatımı, en azından babamın adı çok zedelenebilir diye düşünerek geçirdiğim için ya da kavga çıkartacakken çıkartmamış olduğum için, birilerine saldırabilecekken saldırmadığım için kendimi tutarak yaşadım. Bu tutmanın, bu korkunun neticesi bunlar galiba.*Kafam karıştı... Sondan başa doğru gidersek kafam karışıyor. Çünkü gayet cesur buluyorum sizi. O yüzden başa dönelim lütfen. Korkmasaydınız, ne yapmak istiyordunuz hayatta mesela?Bunu bilmiyorum. Hayatımda hayalini kurduğum o kadar çok şey olmadı ki, bir o kadar da oldu. Klasik bir düzenin insanı değilim. Ama bağıra çağırada bir hayat yaşamak istemedim. Genellikle yok olmaya çalışmışımdır. Görünmez olmak zor babanız bu kadar ünlüyken, ama bu özgürlük getiriyor. Hem görünmek istediğim işler yapmak istedim, aynı sergileyici yapı bende de var, hem de babamın kızı olmayı kullanmak istemedim. Bu tuhaf bir çelişki. Babamı nasıl yok sayabilirim ki. Babam o kadar görünen ve bununla beslenen bir insan ki. “Babasını kullanıyor, onun getirdiği avantajlardan yararlanıyor” dedirtmek istemedim. Yani bunların sıkıntısı, zorluğu oldu hayatımda. Hiçbir zaman masa başı işi yapacağımı, düzen insanı olacağımı, düşünemedim. Servis insanı olacağımı, insanlarla iletişim kurabileceğim biri olacağımı düşünmedim. Ben insanlarla zor iletişim kuran biriyim. Bir yere kadar kolay, çünkü çok yumuşak yüzlü, yumuşak sesli biriyim. Sonra değişiyor.* Süreyya’yı doğurma kararınızı çok cesur buluyorum. Sizin cesaretle ilgili bir sorununuz yok, ama kendinize acı çektirmekte, doğal olanı büyütmekte usta gibisiniz. Bunu bana söyleyen ilk insansınız. Ama galiba öyleyim. Bu doğum meselesine de cesur diyorsunuz ama hiçbir zaman örnek olmak ya da öncü olmak gibi bir şey istemem bu konuda. Ben sinirlenince kafamı duvarlara vuruyorum, başkası vursa “Aa manyak” derim. CNN Türk’teki kameran arkadaşım “Manyaksın kızım sen ağaca kafa attın” demişti bir gün. Kafam acımıyor benim. Dolaba kafa attığım bir gün dolabın kapağı arkadaşımın kafasına düştü yardı, o gün kafa işinden vazgeçtim. O günden beri hiçbir yere kafa atmadım. Üç sene önce falan oldu. Süreyya’dan sonra da herkes çok farklı gözüktüğümü söylüyor.Daha uysal oldum. Yolda gülümseyerek yürüyormuşum, arkadaşım görmüş öyle söyledi. Neyse, duyulsun da istememiştim ben bu iş. Çocuk sahibi olmak istiyordum o kadar. Artık erteleyemeyeceğim bir noktaya gelmişti işler, o yüzden böyle oldu. Bunu feminist bir tavır ya da bir baş kaldırı adına yapmadım, bir isyan adına yapmadım, çocuksuz ölmekten korkuyordum.Bir arkadaşınızla anlaşsanız yapsanız ya da ayrılacağınız sevgilinizden yapsanız bir komplikasyon doğar kapınıza dayanır adam, kimseye güvenemiyorsunuz ki. Tek başıma daha iyi.* Siz Kıbrıs’ta yaptınız değil mi?Evet. Embriyologlar var. Onların rehberliğinde yapıyorsunuz seçiminizi. Ben kendi kan grubumdan ve kumral bir donör seçtim. Türkler sarışınlara meraklıymış ama ben bana benzesin istedim.* Sizin bir sağlık sorununuz mu vardı...Bir sağlık sorunu değil de 43 yaşında hamile kaldım ben, yumurta sayımda azılma başlamıştı artık. Ve çocuk sahibi olmak istiyordum takıntılı bir şekilde. Bütün ilişkilerimin falan önüne geçmeye başlamıştı bu istek, doktorum da bunu söyleyince. Çünkü çocuk istemeyen adamlara saygı duymak zorundaydım, kendi kendime halletmeye karar verdim.Hiç denemeseydim çok pişman olurdum. Çocuk sahibi olmak çabası ilişkileri yıpratabiliyor. Böyle bir deneyimden sonra bu kararı aldım zaten.Ben evlenmeye bile korkuyordum. 9,5 sene birlikte yaşadık, sonra evlendik, 3,5 sene evli kaldık ayrıldık. Hep korkular yüzünden her şeyi erteledim ve bir gün o korkulardan sıkıldım işte.* Niye merak ettiğimiz her şeyi anlatmıyorsunuz, duygularınızı, maceranızı. Konuşmak istemiyorsunuz, zorla alıyorum lafları ağzınızdan...Her şeyi açıklamak zorunda değilim ki... Açıklamak değildi derdim, kendime ait olmasını istiyordum. Benim kontrolüm dışında gelişince, doğrusu bilinsin bari dedim ama sonuçta kimseyi ilgilendiren bir hikaye değil bu. Ayrıca bunu bir röportajda harcamak istemiyorum, kendim yerim ekmeğini... Kitabımın kapağı bile hazır. Kendim yazacağım. Biraz erteliyorum şimdi. İyi bir anne olacağımı göstereyim, bunu yapacağım. Herkes merak ediyor, Süreyya kimsenin umrunda değil. fiimdi buna da kızarlar “Yaparken düşünecektin” derler. Ben de “Sana ne kardeşim” derim.* Çok iyi anlıyorum. Olağanüstü bir bebek Süreyya. Çok etkilendim bakışlarından. Maşallah, inanılmaz bayıldım. Tanıyorum gibi onu.Gerçek bir Özkul olduğunu düşünüyorum, dedesinin ışığını almış. Hep bir çocuğum olsun o da kız olsun istemiştim, oldu. Kendimi yaşlı ve yorgun hissetmiyorum. Daha önce yapsaydım diyedüşünmedim. Tam zamanıymış şimdi.* Sağlık Bakanlığı’nın yeni kararı hakkında ne düşünüyorsun?Mevzuattaki boşluktan yararlanmış durumdayım ben. Mevzuat bugünkü gibi olsaydı ne yapardım bilmiyorum, yine de yapardım diyemiyorum. Türk soyunu korumam için falan deyince iş tuhalaşıyor ama yapmaya çalıştıkları şey doğru aslında, yanlış ifade ediyorlar. Çünkü bu iş kontrolsüz yapılıyor, kötü merkezler var. Sadece sperm değil yumurta bağışında kadınları çok tehlikeye atan yöntemler uygulanıyor. Yumurta çok daha pahalı zaten. Genç kızlar para için bu riske giriyor. Bunlar engellenmeli tabii. Genç kızların sağlığını tehdit ediyor bunlar, Sağlık Bakanlığı bu kararı bunun için alıyor aslında. Özgürlüğü kısıtlamak için yapmıyorlar aslında. Avrupa’da çoğu yerde yasak, evlilik dışı tüp bebek yapmak bile. Türkiye’de yasaklar var diye bağırıyoruz, dünyanın pek çok yerinde yasak bu işler. Kıbrıs İngilizlerle dolu. Kendi ülkelerinde yasak çünkü. Foto galeri için tıklayın * Babanızın nesi var? Ne zamandır hasta?Babam 10 yıldır hasta. Demans. Bir günde ortaya çıkan bir şey değil, ilk başta fark edemiyorsunuz belirtileri. Ufak tefek aksamalar başlıyor ama onların üzerinde durmuyorsunuz. Demans halk dilinde bunama dedikleri şey. Beyninize oksijen gitmezse bunuyorsunuz. Beyin fonksiyonlarını yerine getiremiyor. Beyne giden kılcal damarlar daralıyor ve beyne oksijen gitmiyor. Önce sahnede ezber bozuklukları başladı. Çalışması sekteye uğramaya başladı. Öyle fark ettik. Belki daha önce başlamıştı. Dikkat azlığı başladı sonra. İnsanları tanımamaya başladı. Ama bizler de aynı şeyleri yaşadığımız için hastalığın başlangıcını farkedemedik.* Şu an nasıl?Yaşlılıktan dolayı gelinen nokta şu an. 85 yaşında. Beyin fonksiyonları yavaşladığı için, yutkunması gerektiğini unutuyor. Yemek yemeyi unutuyor. Yemekler nefes borusuna kaçıyor ve ciğerinde enfeksiyon oldu. Şu an böyle bir nedenden dolayı zatürre oldu. Virütik değil yani. Zaten artık mideden besleniyor. 10 gündür hastanede. Daha önce evdeydi. Ev de hastane ortamı gibi tabii. Çarşamba günü yoğun bakıma aldılar. Nefes problemi var.Hiçbir zaman sosyal olmayı sevmedi insanlarla konuşmazdı* En son ne zaman gördük Munir Özkul’u biz?5 sene önce bir ödül almıştı, ondan sonra bir daha çıkmadı hiç. Umman Abla babama çok büyük bir aşkla bağlı. Siz de tanıyorsunuz eşini. Babamı insanlar bildikleri gibi hatırlasın istiyor. Çok da saygı duyuyorum. Çok anlaşılır bir şey bu. Çünkü insanlar çok acımasız. Kendileri yıllar içinde değişmiyormuş gibi babamı falan görünce “Ne hale gelmişsiniz” diyorlar, sinirleniyorum. Ama ortalarda görünmezse de “Öldü” diyorlar bu sefer. NTV gibi önemli bir kanalda bile Gmall’da yangın çıkmıştı ya filmin galasında, Oğuz Haksever “Rahmetli Münir Özkul’un kızı” dedi haberi verirken. Babam hiçbir zaman sosyal olmayı sevmedi. Hastalığı nedeniyle değil, hiçbir zaman insanlarla konuşayım, görüşeyim diye bir derdi olmadı. İşini yapar, kendi hayatına çekilir. Ödül törenlerinde bile teşekkür eder oturur, konuşmaz.* Geçmiş olsun, tam ne diyeceğimi bilemedim sizi dinlerken...Babam bütün kredilerini tüketmiş biri, bu kadarına çok şükür diyorum. Çünkü içki içen, sigara içen. Hiçbir zaman daha sağlıklı olayım diye bir şeyi yapmaktan imtina etmedi, hiçbir şeyden sakınmadı, canı ne istediyse yapmış, nasıl yaşamak istediyse o şekilde yaşamış biri babam. Dolayısıyla şimdi hasta olması son derece kabul edilebilir bir şey.Babamın iki tutkusu müzik ve futboldur Fenerbahçelidir, bir de Amerikan filmlerini sever* Neleri hatırlıyor?Dimağı çok açık bir insandı babam. O yüzden geçmiş hafızası hâlâ çok iyi. Şu an da Umman Abla’yı, beni, diğer çocuklarını tanıyor. Oyunlardan belli replikler, müzikallerden şarkılar, geçen seneye kadar “Provaya geç kalıyorum” diye uyanırdı. Şarkılar söyleyerek uyanırdı. Halalarımla söylediği şarkıları söyler. Halalarımın öldüğünü hâlâ bilmiyor, söylemedik. Biz babamla bir araya gelince şarkı söylüyoruz. Kuş sesleri ovalara yayılır, bu bekarlıktan bıktım usandım metreslerimden hiç zevk almadım, mavi gözlerin tatlı şirin sözlerin, dudağında beni ben sarhoşum sarhoş bu şarkıları çok sever. Kulağı çok iyidir babamın. Babamın iki tutkusu müzik ve futboldur. Fenerbahçeli. Fenerbahçeli olmasını kabul edebileceğim tek insan. Ben Galatasaraylıyım. Bir de Amerikan filmlerini çok sever. Son bir senedir daha yavaşladı her şey ama ondan önce film de seyrediyordu. Birkaç ay öncesine kadar koluna girip yürütüyorduk, aynanın önünden geçerken “Baba bu kim” diyordum, bakıyordu “Yaramaz herifin, serserinin teki” diyordu.* Kaç kardeşsiniz siz?İlk eşinden bir abim, bir ablam var. Annemden de iki kardeşim var. Biri annemin ilk eşinden abim, bir de son eşinden Sinan. Annemle babam ayrıldığında ben 7 yaşındaydım. Babamla kalmak istedim. Annem çok otoriter bir kadın, babam çok şımartıyordu beni. Çünkü babamın içki içtiği döneme denk gelmiş abim ve ablamın çocukluğu, tam tadını çıkaramamışlar. Benim çocukluğum zamanında içkişi bırakmıştı, benimle iyi ilişki kurdu o yüzden. Uzun süren şahane bir serselilik dönemimiz var babamla. Süreyya’nın da gerçek bir Özkul olduğunu düşünüyorum. Dedesinin ışığını almış. Hiç durmadı, onun için çok üzülen kadın gördüm * Babanızın çok kadınla macerası, çapkınlıkları olmuş değil mi? Yazınızdan onu anlıyorum.Çok zampara olduğu kesin. Hiçbir zaman çok alçakgönüllü, çok mazbut değildi. Züppe bir adamdı benim babam. Oynadığı halk adamıyla alakası yok. O oyunculuk yeteneği. İstanbullu. Ukala tarafları çok vardır. Cemaat dönemleri var. Tasavvuf ve sufizme çok merak saldı, o gruplarla çok görüştü. Herkesin kendinden sandığı babamın çok ilginç bir karakteri vardı. Bağımsızdı. Bakırköy’de, ablalarının göz bebeği bir genç. O yüzden hep çocuk ve şımarık kaldı.* Umman Hanım’la kaç yıldır beraber?32 yıldır. Umman Abla’ya her zaman çok şaşırmışımdır. Kendi 25 yaşındaki hallerimi düşününce, kavak yelleri esiyordu benim başımda o yaşta. 25 yaşında kendinden 28 yaş büyük birine bağlan ve bu zamana kadar gel. Babam 53 yaşındaydı o zaman. Umman Abla çok genç yaşta bir evlilik yapmış, çocuğu olmuş ve onu kaybetmiş. Ondan sonra da babamı o çocuğun yerine koymuş bence. Bir daha da çocuk doğurmak gibi bir talebi olmamış ve hayatını babama vakfetti. Bütün sevgisini ilgisini babama verdi, inanılmaz bir şey. Üstelik, babamın çapkınlıkları oldu, Umman Abla’yı da çok hırpaladı. Hiçbir zaman durmadı. Hiçbir kadının peşinden koşmadı. Çok hızlı geçerdi. Çok üzülen, kızan kadınlar gördüm babama. Neye üzüldüklerini anlamıyordum. Ben de erkeklerin hep at suratlı (anneannem babama derdi), güzel elli, oyuncu olmasa bile oyunbaz, kötü olanlarını sevdim. Beni farklı şekillerde de olsa üzmelerine izin verdim ve belki de o kadınları anlamaya çalıştım.* Anneniz babanızdan sonra Güner Sümerle evlenmiş. Ve sizin isminizle aynı isimli adamı sevdiği çin de “Bu kaderin Münir’e cevabıdır” demiş. Buna bayıldım...Annem de babam da kendi dönemlerinin serseri takılan, bohem, bildiği gibi yaşayan tipleri. Annemin ilk eşi de ressam Cem Kabaağaç. Cevat Şakir’in yeğeni. O da gayet sivri biri. Annem sıradan birini hiç seçmemiş. Güner Sümer sonra da. İsim tamamen tesadüf. Ama annem onu der, çünkü benim adım Şadan Güner. Babam ilk eşinin adını koymuş bana bilerek. “Senin kalbini kırdım ama kızıma adını koyuyorum” diyerek. Sonradan annem Güner Abi’ye aşık olunca, “Kaderin Münir’e cevabı” dedi tabii.
Geçen gün öğle yemeğinde Canan Barlas’ın davetlisiydim. Duvarlarında çok etkileyici bir aile fotoğrafı gördüm. “Ara Güler çekti” dedi. Üstelik, bir ev ziyareti sırasında “Oturun şuraya” deyip çekmiş tüm aileyi. Görseniz hazırlığı çok uzun sürdü zannedersiniz fotoğrafın. Ben hazırladığı o güzel yemekleri yerken,“İşte Ara böyledir” deyip anlatmaya başladı Canan Hanım. Ara Güler de eşi Suna Hanım’ı kaybedeli bir hafta olmuştu henüz o sırada. Artık tek şey düşünüyordum, Ara Güler’le röportaj yapmanın vakti gelmişti. Ama büyük acıları olan insanlardan röportaj isteyemem ben. Belki mesleğe uygun bir davranış değildir ama çekinirim, utanırım, endişelenirim... O yüzden biraz daha zaman geçmesini istedim ve bu hafta aradım Ara Güler’i.“Ulan Çetin’in torunu da gazeteci oldu, gelmiş bir de bana soru soruyor” diye karşıladı beni. Ara Kafe’de buluştuk iki gibi. Saat beş buçuk gibi ayrıldık. Ona pek ayrılık da denmezdi ya aslında, çünkü hiç ayrılmak istemedik. Uzun zamandır geçirdiğim en güzel saatlerdi.81 yaşında Ara Güler. Dedemin arkadaşı. Beraber o unutulmaz Al İşte İstanbul yazı dizisini yapmışlardı 41 yıl önce... Ben bugün 41’ime yaklaşırken Ara Güler’le üç buçuk saat geçirmenin damağımda kalan tadıyla ve dedemin 41 yılı devirmiş yazılarından birinden (Kopuk Kopuk’tan) aklımda kalan cümlesiyle diyorum ki “Tılsımı olmalı hayatın. Vazgeçilmez bir öfke gibi, zapdedilmeyen bir aşk arayışı gibi, kaptırıp kendini şiirler yazmak gibi, gecenin büyüsünde çıldırmak gibi...” İşte ben Ara Güler’de ölümün bedenini sarmalayan acısına rağmen bu tılsımı gördüm. Tılsımı hiç bitmeyen bu adamların önünde saygıyla eğiliyorum şimdi...* Eşiniz Suna Hanım’ı kaybedeli 20 gün oluyor. 30 senedir beraberdiniz... Sizi üzmeden, Suna Hanım’ı konuşmak istiyorum sizinle.Biliyor musun büyük bir boşluk içindeyim şu an. Eve gittiğim zaman oturduğu köşeye bakıyorum boş, yatağa bakıyorum boş, televizyon seyrederdik koltuğa bakıyorum boş. Çok fena canım sıkılıyor anlıyor musun? Meğerse ben karımı çok severmişim...* Bunu ona söyler miydiniz?Ben söylerdim, o söylemezdi. Ama içimi ferahlatan bir cümle var “Biliyor musun ben seni çok seviyorum” demişti bir gün. Çünkü bana hiç durmadan kızardı. Biz gezerdik, televizyon seyrederdik, kavga ederdik. Bana bak, içime dokunan bir şey daha var, böyle zil gibi bir şey vardı, sallıyorsun vırrrr yapıyordu. Ben çalardım onu, o da duyunca kendininkini çalardı. Öyle haberleşirdik evin içinde. Şimdi o odamda tam karşımda duruyor ama ben şimdi onu kime sallayacağım. Bir de Semiramis diye Boğaz’da gezen tekneler var, içinde yemek memek yiyorlar. Biri Arnavutköy’de durur, biri Bebek’te. Ben her geçişte ona “Bak Semiramis 1”, Bebek’e gelince de “Bak Semiramis 2” diye takılırdım, o da kızardı. Semiramis Babil’in şehvetli kraliçesi. Evli barklı ama gözünü Ara’ya dikmiş, Ararat kralı, “Yakışıklı Ara” diyorlar buna. Ona gönderme yapıyorum anladın mı. Geçen pazar günü Nebil Özgentürk’e gidiyorum, Boğaz’dan geçiyorum, Semiramisler çıktı karşıma, her an onu hatırlatan bir şey var hayatımda, ne b..k yiyeceğim bilmiyorum.Suna’yı ilk kez Papirüs Bar’da gördüm, çok güzel ve çok asildi* Büyük aşkınız Suna Hanım değil mi?Evet büyük aşkımdı. Hayatımın kadını işte. Suna’yı Papirüs diye bar var burada, oraya gidip geliyorum, orada gördüm çok güzel karıydı, çok asildi. Türkiye’nin en güzel kızlarından biriydi, çok beğeniyordum zaten, daha önce Ankara Palas’ta görmüştüm ondan yıllar önce, çok beğenmiştim. Ben de etkili adamım ama. Hiç sormadım beni beğendi mi, beğenmese ne olacak. Suna Taşkıran... Biliyor musun bunların ailesi kim?* Dedesi Ahmet Ağaoğlu değil mi?Suna’nın annesi Türkiye’nin ilk kadın milletvekillerinden Halk Partili Tezer Taşkıran. Mantık adlı kitabı yazdı, Atatürk okumuş çok beğenmiş. Babası doktor Nimet Taşkıran, ünlü cerrah. Haseki Hastanesi’nin baş cerrahıydı. Azeri bunlar. Dedesi çok mühim, Ahmet Ağaoğlu. Atatürk’ün en yakın kadrosundandı. Anadolu Ajansı’nın ilk yönetim kurulu başkanı. Ahmet Ağaoğlu Kemalizmin kurucularından. Çok mühim ve asil bir aile bunlar abi. Ben yanında fotoğrafçı parçasıyım. İçlerinden hep ilkler çıktı. Kadınlarda, ilk kadın çocuk doktoru, ilk kadın avukat, ilk kadın okul müdürü. Bu aile olmasaydı Türkiye kurulmazdı, Türkiye Cumhuriyeti bitmişti bunun dedesi olmasa. Ahmet Ağaolu Sorbonne Üniversitesi’nden. Atatürk devleti kazanınca, “Gel devlet kuracağız, nasıl kurulur bu devlet” dedi, Türkiye’yi kurdular. Turancı değil bunlar ama. Türkçülüğün başıydı bunlar. Adamın 4 çocuğu var, biri Suna’nın annesi. Biri Süreyya Ağaoğlu, avukat, kadınların üniversiteye gitmesini Meclis’e sunan ve kabul ettiren karıdır. Dayısı Samet Ağaoğlu. Demokrat partili, bakan oldu bilmem kaç kere.Çapkınlığım bilinirdi ama Suna’ya çok aşık oldum * Suna Hanım ne iş yapıyordu?Redhouse Yayınevi’nde editördü. Başında bir Victor vardı, ondan sonraki buydu işte. Robert Kolej’den, Semahat Arsel falan sınıf arkadaşı, ardından arkeoloji okumuş. Ekrem Akurgal’ın öğrencisi. Hocaların hocası. Benim de arkadaşım. İngilizcesi çok çok iyiydi Suna’nın, bana işlerimde yardım ediyordu aşk böyle başladı. Röportajlarımı yazıyordu. Çok aşık oldum, gözüm başka hiçbir şey görmedi.Beraber yaşamaya karar verdik. Sonra da dünya turuna çıktık. Bir seneye yakın sürdü o tur. Ben zaten çıkacaktım, ona da sordum “Olur, gelirim” dedi. Dünyada en çok seyahat eden Türk kadınıdır Suna. Redhouse’dan emekli oldu hemen. Ben hep yalnız gezmişim, Suna’yla olmak çok güzeldi. Bıkmışım yalnızlıktan anladın mı? Bir de bana çok yardım ediyordu. İnsanlarla konuşur, döküman toplar, yazıları yazar, sohbet ederiz. Ben İngilizce bilmeyen kız almadım zaten. Dünya turundan dönünce de evlendik. 1984 Ağustos’tu. Avni Arbaş ve Gültekin Çizgen şahitlerimizdi. Çapkınlığım bilinirdi ama evlendikten sonra namuslu bir erkek olarak yaşadım. Evlenmek, zaten her şeyi beraber yaşamak, birlikte tat almaktır.* Suna Hanım ikinci evliliğiniz değil mi?Suna’nın da başından bir evlilik geçmişti, benim de. İki çocuğu vardı. Aramız çok iyidir. Ayşe ve Ahmet. Ahmet, Kurtalan Ekspres grubunun gitaristi. Ayşe de AKM’de timpani çalardı. Beni her gün ararlar, ama ne!Aksi herifin tekiyim, beni o toparlardı şimdi ne b.k yiyeceğim* Yalnızlık mı en çok canınızı sıkıyor?Yalnız kalmak çok zor oluyor. Daha genç olsam mühim değil. Bana burada kamış (kazık) eden Suna değil, Allah. Bana burada kamışı atan Allah. Ne hakkı var, kim o? Kızıyorum yani, bu yalnız kalmaya. Ayvalık’ta bir ev var. Şimdi ben oraya gitsem, karı yok, ne b.k yiyeceğim orada. Her şeyi Suna yapardı. Daha 15 gün olmadı. Burada yemekten bunaldım. Sokak sokak dolaşıyorum. Ben ne yapayım. Yemek de umrunda değil ya. İki kadın geliyor şimdi bana, eskiden beri gelirler. Suna iyi yemek yapardı, onların yemeğini beğenmezdi. Ben ne koysan yerim.* Ne zamandır hastaydı?76 yaşında... 5 yaş var aramızda. 1,5 senedir hastaydı ama b..tan b..tan şeyler oldu arada. Tekirdağ’a gitmiştik hava iyi gelsin diye, düştü ayağını kırdı, ondan sonra yürümesini kaybetti, sonra nefes problemi vardı. Son dakikasına kadar yanındaydım, son üç gün artık bakıyordum anlamıyordu, görmüyordu. Daha önce konuşuyordu. Hazırdık olacaklara ama çok zor geldi. Beni o toparlardı, aksi herifin tekiyim.* Annenizin, babanızın ölümünün ardından ağlamamışsınız, Suna Hanım’dan sonra ağladınız mı?Ağlamadım. Ama ağlamamak daha fenadır. Çok koyar o sana. Ağlarsan açılırsın. Bir tek Abdi’den (İpekçi) sonra ağladım. Çok ağırıma gitti yahu öldürülmesi.İki kez evlendim ikisi de yürüyerek geldi nikaha * Birinci evliliğiniz Perihan Hanım’la, onun hikâyesi de çok ilginç. Bu benim hayranımmış. 23 yaşında, PTT başmüdürlüğünde memur. Fotoğraflarımı keser saklıyormuş, bilmem ne. Şefi de “Arayalım, fotoğraflardan bir tane orijinal isteyelim” demişler, beni aradılar. Perihan Eminönü’nde at arabalı fotoğrafımı anlatıp istiyor, anlamadım ben hangisi, kızdım zaten “Ben artist miyim ne istiyorsunuz fotoğrafımı” diye. Sonra “Senin değil, çektiğin fotoğrafı istiyoruz” dediler. “Yarın gelin alın ne istiyorsanız” dedim. Ben de Amerika’ya gidiyorum başka bir Perihan’la o sırada. İş için. Hazırlanıyorum. Anladın mı? Makineleri düzenliyorum. Bir tanesinin içinde film vardı, Perihan’ın fotoğraflarını çektim. Bir de “İyi ki geldin Perihan” diye şiir yazdım. Kızın adresini de aldım, ertesi gün Amerika’ya uçtum. Şimdi hiçbir yere uçamıyorum. Uçak korkusu geldi. Zorunlu gidersem de bağıra çağıra gidiyorum. Neyse, fotoğrafları kıza gönderdim, o da bana, New York’a teşekkür yazdı. Mektuplaşmaya başladık ama cevap beklemeden yazıyoruz birbirimize. 30-40 tane yazdık. Ben kısa ve esprili şeyler yazıyordum. Teyyare postasıyla gönderiyordum. O gezide çok röportaj yaptım. Alfred Hitchcock, Dustin Hoffmann, filozof Eric Hoffer, Tennessee Williams’ın hamamda fotoğrafını çekmiştim, orada yine karşılaştık, kızılderililerle yaptım. 6 ay sürdü o gezi. O sırada öteki Perihan benimle evlenmeyi kafaya koymuş. Herkese “Ben Ara Güler’le evleneceğim” diyormuş. O sırada o 23 yaşında, ben 46 yaşındayım. Ve biz evlendik abi. Yıldırım nikahı. “Yarın ikide evleniyoruz” dedim. 1975 yılı. Perihan işinden çıktı, buluştuk. Azarladım onu, hatta “Nerede kaldın ulan” dedim. Benim şahidim Yaşar Kemal’di. Nikahtan çıkınca o işe gitti, ben Cağaloğlu’na gittim. 4 sene sonra da ayrıldık.Kemal Ilıcak evimin ipotek borcunu ödedi, hiç kimse bana böyle bir şey yapmamıştıAilem gayet varlıklı bir aile. Beyoğlu’nda ecza deposu vardı babamın, tek oğluyum. İyi bir şekilde büyüdüm. Annem hayatında mutfağa girmemiştir. Hizmetçiler vardı, bir de dadı eklenmiş ben doğunca. Uslu bir çocuktum. Kurşun askerlerle askercilik oynardım. Annemin adı Verjin, babamın Dacat. Çanakkale Savaşı’na katılmıştır babam. Şebinkarahisarlı, 1915 Ermeni tehciri sırasında 19 yaşında gelmiş buraya. Büyük kimyacıydı babam. Çok rahat bir hayat yaşadım. Yazları Suadiye’de otururduk, Büyükada’da otururduk. Kışları Talimhanede’ydik, sonra buraya geldik Galatasaray’a, çünkü babam Masonmuş. Burada Nuriziya Sokak’ta locaları varmış, yakın olsun diye gelmiş. Depo da zaten buradaydı. Ben hiç bilmezdim. Babamın ölümü bana çok koydu ama ağlamadım. Babam ölünce evin ipotek borcu varmış, ödedim ödedim bitmedi. Suratsız suratsız dolaşıyorum. Tercüman’da Kemal (Ilıcak) gördü beni, “Niye suratın böyle, ne var söyle bakayım” dedi. Anlatım, “Anasını satayım, olan paraya olsun” dedi, bastı düğmeye “Ara Ağabey’e şu kadar ödeyin” dedi. Bütün borcu ödedi, hiç kimse yapmadı bana böyle bir şey. Kemal parayı geri istemedi. Ben de bir şey demedim. Ona röportajlar yaptım. Bunu Nezih’in (Tavlaş) yaptığı kitapta anlamıştım ama bunu Nazlı (Ilıcak) da bilmez oğlu da bilmez. Bir de Sabahattin Eyüboğlu’nun Ara olmamda çok büyük payı vardır.” Picasso, Dali gibi isimlerle röportaj yaptı, fotoğraflarını çekti1928 yılında İstanbul’da doğdu. 1950’de Yeni İstanbul Gazetesi’nde gazeteciliğe başlarken aynı zamanda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne devam etti. 1958’de Time-Life, Paris Match ve Der Stern dergilerinin yakın doğu foto muhabirliğini yaptı. 1954’te Hayat dergisinde fotoğraf bölüm şefi olarak çalışmaya başladı. 1953’te Henri Cartier Bresson ile tanışarak Paris Magnum Ajansı’na katıldı ve İngiltere’de yayımlanan “Photography Annual Antolojisi” onu dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Aynı yıl ASMP’ye (Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği) tek Türk üye olarak kabul edildi. 1962’de Almanya’da çok az fotoğrafçıya verilen “Master of Leica” ünvanını kazandı. 1971’de Lord Kinross’un “Hagia Sophia” (Ayasofya) kitabının fotoğraflarını çekti. Picasso’nun 90’ıncı yaş günü için yayımlanan “Picasso Metamorphose et unite” adlı kitap için Picasso’nun foto röportajını yaptı. 1979’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin “Foto munabirliği” dalındaki birincilik ödülünü aldı. İsmet İnönü, Winston Churchill, Indra Gandi, John Berger, Bertrand Russel, Alfred Hitchcock, Salvador Dali, Picasso gibi birçok ünlü kişi ile röportajlar yaptı ve fotoğraflarını çekti. Bunların arasında en ünlüsü fotoğrafçılara poz vermeyen Picasso röportajı oldu. Ara Güler’le kısa sorular kısa cevaplar * Çocuğunuz olsun ister miydiniz?İstemezdim. İsterdim isterdim. Olmadı ama işte. Olsa iyi olurdu.* Kaç tane fotoğraf makineniz vardır?Bana hediye gönderirler bunları. Hiç umrumda değil, makine var mı yok mu. Çekmek istediğin kafandadır. 50 tane vardır ama. İyi fotoğrafçı dikiş makinesiyle de fotoğraf çeker.* Gazeteleri okur musunz?Okurum. Bi b.k yok hiçbirinde. Ama ölüm ilanlarına kadar okurum.Bir milyondan çok fotoğraf çekmişimdir* Televizyon seyreder misiniz?Seyrederim. Haberleri seyrederim. Tartışma programlarına bakıyorum. * Sabahları nasıl uyanırsınız?Erken kalkmam. Tıraş da olmam zaten. Keyfime bakarım. Şimdi evde pek duramıyorum. Kahveye gidiyorum.* Kaç bin fotoğraf çekmişsinizdir?Bir milyondan çok... 2-3 milyon kere basmışımdır deklanşöre.* Hâlâ fotoğrafını çekmek istediğiniz birileri var mı?Charlie Chaplin’i çekmek isterdim. Bana hayata bakmayı öğreten adam yahu, keşke çekebilseydim.
Bu hafta çok zorlandım. Kiminle röportaj yapacağıma karar vermek, karar verdiğimi bulmak, bulduğumu ikna etmek zor oldu. Bazen böyle oluyor... Gazeteciler, Tayyip Erdoğan’ın köşe yazarlarını kızdıran sözlerini protesto etmek için imza kampanyası yaptılar. Nedense gerektiği kadar etkin olmadı. Ya da ben öyle düşündüm. Bunu, bu işi başlatan Gülay Göktürk’e sormak için aradığımda, ilk söylediği “İmza kampanyası hakkında konuşmam” oldu. Bunu, bu haftanın tersliğine verip, pes etmedim. Gülay Hanım’la konuştum. Umarım bir ‘terslik’ yoktur.* Geçen hafta bir yazı yazdınız ve köşe yazarlarına çağrıda bulundunuz. Başbakan’ın, köşe yazarlarını kontrol altına almak için gazete patronlarına seslendiği konuşmasını protesto eden bir imza kampanyası başlattınız, herkesi sanırım kendiniz aradınız... Ve hatta “Belirlenecek bir günde de yazı yazmayalım” dediniz.Bu konuda hiç konuşmadım, konuşmak da istemiyorum çünkü o bir tepkiydi, imzalar toplandı, ortak bir bildiri yazıldı, gereken yere gönderildi. Bu işin sözcüsü olmak pozisyonundan utanırım, çekinirim; bu bir ortak bildiri çünkü. Ben başlattım ama ilk 30 kişiden sonra zaten artık hepimizin oldu. Hazırlanan metin zaten her şeyi anlatıyor.* İstediğiniz ortaklık yaratıldı mı sizce? “Ben imza atmam” diyenler oldu. Bu oluşumu küçümseyenler oldu. Dürüst olmamakla suçlandı bazı isimler.Kafam attı öyle bir şey yaptım. Büyütülecek bir şey değil. Geçti bile. Bir daha olursa yine yaparız. Ama takılınacak nokta bu değil. Önemli olan ortak bir tavır gösterebilmekti basında. Gösterildi de bence. Ve sivil dikta gibi maddi temeli olmayan, Ergenekon sürecini bulandırmak için söylenen boş lafların da gerçek olmadığını gösterdi bu ortak bildiri. Çünkü Erdoğan’ın basına karşı olan hatalı tutumunu protesto eden imzalara bakın, İslami basın dediğimiz kesimin güçlü kalemlerinin hepsi var, bu bir güvence değil midir sivil dikta olamayacağına? Bu bile yeterli bence. Çünkü sivil dikta diyenlerin, yıllar sonra bile gösterebileceği delil bir laftı Tayyip Bey’in söylediği. Kullanıma çok açık.Erdoğan kızıyor, kızınca da gaf yapıyor bence hata yaptı* Konuşmak istemiyorsunuz ama bunu kendi köşenizde yazdınız diye soruyorum, imzalar toplanmasaydı da bunu sorabilirdim. Köşe yazarları zaten yazılarını yazıyor, kızarlarsa da yazarlar, ortak bir bildiriye gerek var mıydı gerçekten?Elbette herkes tek tek köşesinde yazabilirdi ama “Eğer köşe yazarları bir gün ortak bir tepki gösterecekse, bu o gündü” diye düşündüm. Basının tümünü ilgilendiriyor, açık seçik ve ortak payda olamazdı. Bütün farklılıklara rağmen bu ortak paydanın kamuoyu tarafından görülmesi lazım. Çünkü bu, kamuoyunun endişelerini giderecek bir şey. “İster iktidarı desteklesin, ister desteklemesin bu gazeteciler ortak bir ses çıkarabiliyor ve bana doğru haber getiriyorlar” diyebilir. “Bağımsız ve özgür olduklarına inanabilirim” dedirtebilecek bir önemi vardı bana kalırsa.* Başbakan sonra “Aslında öyle demedim yanlış yorumlandı” dedi, ikna oldunuz mu?Benim ikna olup olmamam önemli değil. Önemli olan Başbakan’ın bunu söyleyip söylememesiydi. Bu hataydı, yapmasa iyi olacaktı. Tayyip Erdoğan’ın söylediği netti. Kızıyor, kızınca da gaf yapıyor. Sonra, “Kızıp kontrolü kaybettiği zamanlar söylediği laflar aslında içinde sakladıkları mı ya da bu anti demokratik bir karakter mi?” korkusu yaratıyor insanlarda. Ama şunu söylemeliyim, siyasetçilerin aslında ne düşündüğü bizi ilgilendirmez, ne yaptığına bakmamız lazım. Kızdım ama beni ilgilendiren aslında neler yaptığı. AK Parti’nin takıntıları var, bunlarla mücadele edeceğiz* Siz AK Parti’yi destekleyen birisiniz değil mi?AK Parti büyük bir dönüşümün liderliğini yapıyor bugün. Tarihi bir rol oynuyor. Kendisine “Özgürlükçüyüm” diyen, “Demokrasi istiyorum” diyen, “Devletin değişmesini” istiyorum diyenin mutlaka AK Parti’yi desteklemesi lazım. Bu destek onun yanlış yaptığında söylemenizi, beğenmediğiniz yanlarını eleştirmenizi engellemez. Oynadığı rol ana hatları ile 2002’den beri doğrudur. Yalpalanmalar doğaldır. Bu çizgi desteklenmelidir. AK Parti’nin takıntıları, ‘bunlarla mücadele edeceğiz.’ İçki takıntısı var mesela. Ama en önemlisi kamuoyunun kabul etmediği her şeyde geri adım atmıştır. Kamuoyundan çok etkilenen bir parti. Doğru eleştiri yapıldığı zaman geri adım atan bir parti. Eleştirilerin yararı oluyor.* Nerelerde eleştiriyorsunuz AK Parti’yi? Dokunulmazlık meselesini halletmemesi hayal kırıklığı yaratıyor bende... Alevi meselesini bu kadar sürümcemede bırakması, Ruhban Okulu meselesini uzatması, siyasi partiler seçim barajı meselesi hoşlanmadığım şeyler. Bu küçük şeylerle uğraşmak yerine büyük oynaması lazım. Küçük hesapların üstünde olması gerekir AK Parti’nin artık. Zaman zaman basın özgürlüğü konusunda absürt, saçma, neyi hedeflediği belli şeyler söylediğinde kızıyorum ben de.Bu süreçten daha âlâ AB ile bütünleşme faaliyeti olabilir mi?* Neden her şeyi doğru yapamıyor sizce? Niye anlattığınız gibi bir partiyse, bazen kendisi bile bunu unutuyor?AK Parti gibi büyük kitle partileri hiçbir zaman kolay anlaşılır partiler olmaz zaten. Çünkü kendi tabanlarında çok farklı eğilimler vardır. Geldikleri damarın alışkanlıkları, geleneği vardır. Bunlar zaman zaman ortaya çıkar. Bazen milli görüşçülerin, bazen içlerindeki milliyetçi kanadın sesi çıkar. Bu sapma değildir, dalgalanmadır. Doğaldır. AK Parti’nin esas yönü doğrudur, bizi şaşırtan küçük çıkışlara bir dalgalanma olarak bakabiliriz. * Siz yazılarınızdan birinde, “Askeri vesaite karşı duruşu, yaptıkları yeter de artar AK Parti’yi desteklemem için” diye yazdınız. Artık ne yaparlarsa yapsınlar, siz AK Parti’yi tarihe yazdınız mı?2002’deki yapılan reformlardan sonra da bunu söyleyebilirdik. O reformların durduğu söylenir ama ben durduğu kaanatinde değilim. Durdu denilen dönem AK Parti askeri vesaite karşı mücadele verdiği dönemler. Sonra Ergenekon dönemi başladı. Rejim değişiyor. Bu süreçten daha âlâ Avrupa Birliği’yle bütünleşme faaliyeti olabilir mi? Askeri vesait tarihe karıştı artık. Gücünü çok yitirdi en azından. Gücünü aldığı darbe yapma tehditi artık işe yaramaz. Neye dayanarak gücünü koruyacat askeri vesait, hiçbir şeye. Artık AK Parti’nin kendi üslubuyla Türkiye’de askeri vesaitin gerileyişini yaşayacağız. Tersi artık çok zor.Asker kendini padişah sanmış, o yüzden şu anda eleğe döndüler * Darbe çabaları, bunu planlayan belgeler yayınlandıkça ne düşündünüz?Şunu hissettim, çok çok uzun süreler o kadar fazla denetimsiz kalmışlar, o kadar fazla astığım astık kestiğim kestik yaşamışlar ki, fütursuzluğa o kadar çok alışmışlar ki günün birinde yaptıklarının hesabının sorulabileceği asla akıllarına gelmemiş. Gerçek anlamda padişah gibi hissetmişler kendilerini. O yüzden şu anda eleğe dönmüş durumdalar, her şey sızıyor. Hiçbir şeyi koruyamıyorlar, çünkü bu ihtimal hiç düşünülmemiş. * Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun dediği gibi, 1000 yıl sürecek iktidarlara hazır olduklarını gösteriyor bu, değil mi?Kesinlikle evet. Bu laçkalık da getirmiş aynı zamanda. Bir de kendi içlerine çok kapalı bir toplum askeriye. Dünyaya, dünyanın gerçeklerine kapalı. Bir kast gibi yaşar Türkiye’den koparsanız, dünyayı ve Türkiye’yi anlama konusunda böyle çocuksu kalırsınız. Zeka nasıl gelişir, durduk yere değil, gözlem yaparak, anlayarak, görerek, oysa bizim ordumuz bütün toplumdan kopuk yaşıyor. Orduevlerine gidiyor akşam yemeğe çıkarsa, tatile çıktığı zaman kendi kampına gidiyor, lojmanda oturuyor, kendi aralarında görüşüyorlar. Sonuç bu olur o zaman, ham zekanız varsa bile dumura uğrar. Bir emekli subay bana şunu söylemişti: “Askeri okula ilk başladım gün bize ‘Sizler kendinizi geleceğin cumhurbaşkanları olarak görmelisiniz’ dediler. Bir ay sonra ilk kez eve gittiğimde, mahallede arkadaşlarıma rastladığımda onları küçümsedim. Bir ay yoktum ama kendimi arkadaşlarımdan üstün gördüm hemen.” Böyle bir eğitim sürecinden geçen bir gencin, bütün hayatını bir de kapalı devre yaşadığını düşünürseniz, kendisini başka insanlarla aynı katta görmesi mümkün mü? Harp okulları niye yatılı mesela? Bütün üniversite öğrencileri gibi kampüslerine gitmiyorlar, akşam eve gitmiyorlar, normal gençler gibi toplum içinde yaşamıyorlar. Talim yapmaları gerekiyorsa askeri eğitim için, buna zaman mutlaka vardır.İçinde doğup büyüdüğümüz mahalleye ihanet ettiğimizi düşündüler, affetmediler* ‘28 Şubat diğer darbelerden farklı’ diyorsunuz... Niye?Şimdiye kadar olan darbelere bakın... 27 Mayıs, siyasi iktidarı ve onun küçük çevresini hedef almıştı, 12 Mart ve 12 Eylül solcuları ve Kürtleri hedef aldı, ama 28 Şubat toplumun yüzde 60’ını ilgilendirdi, halkın çoğunluğunu hedef alınca kendi sonunu hazırlamış oldu. Çok akılsızcaydı. Böyle bir savaş kazanılamazdı. Kaybetmeye mahkumdu zaten. Önceki hükümetler askerle anlaşarak siyaset yapma alanını koruyordu, fakat askerler AK Parti’nin belli bir alanda bile siyaset yapmasını istemedi, yok etmek istediler. Dolayısıyla AK Parti demokrasi önderi oldu, bir tek bu çare vardı çünkü. Asker yaptı bunu. Kürtler ve solcular bunu yapamadı. Solun kendi içinde antidemokrasiyi barındırması sorunu vardı, kürtler azınlıktı. Demokrasi özgürlüğü din ve ibadet noktasında patlak verdi. Sürece böyle bakarsak, AK Parti’nin dini duyarlılıklara sahip bir parti olmasının avantaj olduğunu görürüz. * Tanışıyor musunuz Tayyip Bey’le?28 Şubat günlerinin en hararetli zamanında Abdullah Gül ve Tayyip Bey’le toplantılar yaptık, “Nereye gidiyor Türkiye?” diye konuştuk. Onlar bize kendilerini anlattı. Refah’tan AK Parti’ye geçiş sürecini, zihinlerini bizimle paylaştılar. Başbakan ve Cumhurbaşkanı olduktan sonra görüşümedik ama bir hukukumuz var.* Medyada size bir kızgınlık var... İçinde doğup büyüdüğümüz mahalleye ihanet ettiğimizi düşünüyor aslında. Nasıl olur duygusu... 28 Şubat günlerinde bir avuç insan, oyunu bozduk. Laiklik ve şeriatçılar gibi kamplar vardı. Bir grup aydın yaşam biçimleri onlarınkine benzemediği halde, onlara haksızlık yapıldığına inandığı için karşı tarafa geçti. Geleneksel kamplaşmayı bozduk. Çok kızdılar. Laikçi kampında duran insanların vicdanını rahatsız ettik, daha da kızdılar. Sanki onların hatasını yüzüne vuruyoruz gibi oldu. Özgürlükçü insanlar bu tarafta olunca şablon bozuldu. Bize baktıkları zaman kendi hatalarını görür oldular ve buna delirdiler. Ve bunu affetmediler.Sanırım bu dönemde hiç kimse Başbuğ’un yerinde olmak istemez * Şemdinli’de korkan veya anlaşma yapan AK Parti ondan bu yana niye bir değişim, davranışlarında bir kararlılık gösterdi?AK Parti iktidarı şunu ummuş olabilir, Şemdinli uzlaşmasının nezninde söylenmemiş belki de ama, “Bugüne kadar olan oldu bundan sonra yapmayın artık, biz de geçmişi kapatalım.” Böyle bir uzlaşma yapılmış olabilir. Ecevit, “Kontrgerilla vardır, açığa çıkmalıdır” dedikten sonra, “Geçmişe sünger çekelim, bundan sonra temiz sayfa olsun” demişti. Kendi içinizde temizleyin, biz de size fazla dokunmayalım gibi bir uzlaşma olmuş olabilir ama asker sözünü tutmadı. Kafes Planı 2009 Mart’ına aitti. Hükümet burada şunu anladı, varlığına kastediyorlar. “Varlığımı korumak için Türkiye’de demokrasiyi korumalıyım” dedi ve vesait rejiminin üstüne gitmeye karar verdi. O planın 2009 Mart tarihini taşıması çok şeyi değiştirdi.* İlker Başbuğ için ne düşünüyorsunuz.Hiç kimse İlker Başbuğ’un yerinde olmak istemez sanırım. Çok zor durumda olduğunu düşünüyorum. Hiyerarşi içinde bir darbe olmamasının güvencesi, geçmişte de Hilmi Özkök olmuş. Çok iyi biliyorum, güveniyorum o anlamda Başbuğ’a ama şu dönemin nasıl geçeceği Başbuğ ve Erdoğan’a bağlı. Bu sürecin barış içinde geçmesini sağlayacak onların üslup hünerleri. Her ikisine de yardımcı olmamız gerekir. Zaman zaman itelemeliyiz, anlayış göstermeliyiz, el vermeliyiz. Bu dönüşümü gerçekleştirmek istediklerini gördüğümüz her noktada orduya el vermeliyiz.
28 Şubat’la ilgili güzel, hatırlandığında insanı gülümsetecek bir anı ancak bu şekilde olabilirdi zaten. Argun Erkaya ile 28 Şubat röportajı yapmak. Argun, 28 Şubat’ın mimarlarından Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın oğlu. Ama buluştuğumuzda çok şaşırdım. Galatasaray Lisesi’nden, turizmci, 45 yaşında, kibar, yumuşak neredeyse konuşmak istediğim konuyla hiç ilgili gözükmeyen, gülümseyen biriydi karşımdaki. Fikirlermiz taban tabana zıt ama tüm röportaj boyunca gülerek, bazen gözlerimiz dolarak konuştuk. Gerçekten artık benim güzel bir 28 Şubat anım var.* 28 Şubat post modern darbesinin üzerinden 13 yıl geçti. Babanız bu hareketin mimarlarından Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya. Siz o dönemde kaç yaşındaydınız?32 yaşındaydım. Babam hep 28 Şubat’ın mimarlarından gibi gösteriliyor ama bunu hiçbir zaman tek başına yapmadı. Orada bir komuta kademesi vardı. Ne yaptılarsa hep beraber yaptılar. Sözcülüğü babama düştü sanırım, o yüzden çok fazla öne çıktı. Ama laiklik çok önemliydi onun için, ondan hiçbir zaman ödün vermedi. Bu konuda hiç yumuşamadı.* 28 Şubat zamanında babanız dolayısıyla Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, bir başka Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in günlükleri, Balyozda adının geçmesi, Eski Kuzey Saha Komutanı Feyyaz Öğütçü’nün tutuklanması, deniz kuvvetlerinin bir birliğinde Adi Başbakan parolası seçilmesi, kod adı Kafes Planı. Denizciler askerler arasında diğerlerinden biraz daha fazla “hassas” galiba laiklik konusunda...Aynı şeyi ben de düşündüm, hatta geçen yaz Hurşit Tolon’la karşılaştım, ona da sizin bana sorduğunuz gibi sordum, “Niye bunlar ağırlıklı denizci” dedim. O da cevap veremedi, bilmiyor. Ben de bilmiyorum. Ama denizciler inanılmaz baskın gerçekten.Babam orucunu da tutardı içkisini de içerdi, dinsiz değildi* Güven Erkaya 2000 yılında vefat etti. Yaşıyor olsaydı, son üç senede olanları nasıl değerlendirirdi sizce?Babam çok çalışan biriydi. Emekli olduktan sonra da durmadı, başbakan Mesut Yılmaz’ın Boğazlar konusundaki baş danışmanı oldu. Ben de onu düşünüyorum, şu anda yaşıyor olsaydı, kimbilir nerede olurdu? Herhalde Silivri’de. Biz oraya gidiyor, geliyor olurduk. Aklım almıyor bu olanları. Atatürkçü olanları böyle durumlara düşürmek ayıp gerçekten. Laik oldun mu dinsiz gibi gösterirlerdi, o 28 Şubat döneminde de. Oysa ki bilirim her gemide bir Kuran vardır. Babam orucunu da tutardı, içkisini de içerdi. Ramazan ayında ibadetini de yapardı.* Babanızın o dönem Erbakan’ın, Askeri Şura toplantısında verdiği akşam yemeğinde rakı istemesi, çok konuşulmuştu. “Güven Erkaya ve içki” denilence aklıma bu geliyor.O bir protestoydu. 39 derece ateşi vardı o yemekte. Ayakta zor duruyordu. Hastaydı. O işler çok abartıldı. Benim babam dinsiz bir adam değildi tabii ki. Çok da okuyan bir adamdı. O yüzden bu işler böyle yansıtılınca, üç dört defa Kuran’ı okudu. Her sabah 06.30’da kalkıp okurdu. Kuran’ı iyi bilirdi. Din karşıtı değildi. Erbakan ve Refahçıların devleti uzun vadede ele geçirmeye çalıştıklarını düşünüyordu. “2005-2010 yılında bunu başaracaklarını ümit ediyorlar” derdi babam. Erbakan’ın yemeğine giderken anneme demiş ki “Büyük bir ihtimalle bize içki vermeyecekler, basını da bunu ispatlamak için çağıracaklar.” Annem de “Ne evhamlısın olmaz, öyle şey” demiş. Şura yemeklerinde basının davet edilmesi alışık olunan bir şey değilmiş çünkü. Gittiğinde kapıda basını görünce iyice anlamış. Yemek başlamış, babam garsondan rakı istemiş. Garson “Yok efendim” demiş. Babam ısrarla istemiş. Sonra, emir subayından dışarıdan rakı almasını rica etmiş. Rakı gelmiş bardağına koymuş. Amacı Erbakan’ın oyunun bozmakmış yani.İrtica Türkiye için PKK’dan daha büyük tehlike derdi* Neden bu kadar kuvvetli bir şekilde irticanın geleceğine inanıyordu. Babanızı bu kadar korkutan şey neydi aslında?96 Ocak’ta, Herkes PKK’dan yakınıyordu, babam “İrtica Türkiye için PKK’dan daha büyük tehlike” demişti. Buna çok inanıyordu. “Bir parti yüzde 50’nin üstünde oy bile alsa, demokrasinin kuralları uygulanacak diye şeriata dayalı bir din devleti kurulmasına hiç kimse göz yummaz. Halk bunu askerden ister. Umarım işler bu raddeye gelmez” derdi. Hatta hatırlıyorum, darbe olacak korkusu yayılmıştı o sırada, babam darbe yanlısı biri değildi ama bu korkunun işe yaradığını düşünmüştü. Ve Genelkurmay Başkanı’na “Bu korkuyla Erbakan seçime gider koltuğu Çiller’e bırakır, Demirel de görevi Çiller’e değil Mesut Yılmaz’a verir. Bu taktiğin olması için karargahların ışıklarını daha çok açalım ve konuşma dozunu artıralım” demişti. 163’üncü madde kalktığı için irticayla nasıl mücadele edilecek yeni bir yasa lazım derdi. Hükümet ve Meclis bunu yapmazsa meşruiyeti tartışılır derdi. Aslında arkasından bir cümlesi daha varmış ama İsmail Hakkı Karadayı’nın ricası üzerine onu söylememiş, “O zaman bir boşluk doğar o boşluğu da dolduracak anayasal kuruluşlar vardır.” Tansu Çiller darbe olacakmış havasını başbakan olmanın yolu gibi gördü * Özer Çiller bana yaptığımız röportajda “28 Şubat Erbakan’a değil Tansu’ya yapıldı” demişti. Babanızla yaptığınız sohbetlerde askerin Çiller’e karşı olduğunu hissetmiş miydiniz? Babam şahıslara karşı değildi. Ama şöyle bir şey hatırlıyorum, başbakanlık sanırım dönüşümlü olacaktı, Erbakan ve Tansu Çiller arasında. Tansu Hanım sanki darbe olacakmış gibi olan havayı, başbakan olmak için yararlanabileceği bir şey gibi düşündü ve bu ortamı destekledi. Ama sonra darbe olacak bilgisini askerlerin aleyhine kullanmak istedi. Bülent Orakoğlu vardı başında, bir istihbarat birimi kurmuşlardı, İçişleri Bakanı Meral Akşener’e bağlı. Deniz Kuvvetleri İstihbarat Bölümü’ne de babam anlatmıştı, bir casus sokuyorlar. Darbe olacak bilgisini topluyorlar. Çiller’in bu darbe girişimini engellemek için komutanların hepsini emekli etmek istiyor. Bilmiyorum herhalde Demirel’in kendisini seçmeyeceğini öğreniyor. Babam, Cumhurbaşkanı Demirel’e giden kararnameyi görmüş. Ama sanırım Demirel görmeden Münif islamoğlu, Demirel’in danışmanı, onu babama getirmiş. BÇG kurulduğunda da yine Deniz Kuvvetleri’nden bir er bunu Çiller’e ulaştırmıştı. * Sanki babanızla röportaj yapıyormuşum gibi sorular sormaya başladım, beni bağışlayın lütfen ama bilebilirsiniz belki diye soruyorum. Hepimizin detayları merak ettiği konular bunlar çünkü...Ben babamla çok vakit geçiremedim aslında. Biz de çoğu şeyi gazetelerden okurduk ama babam hangi cümleyi kurmuş bilirdim. “Bu sefer de işi Silahsız Kuvvetler çözsün” lafını duyduğumda kimin söylediğini bilmiyordum ama hemen babamın söylediğini anladım. Telefon açtım, sordum “Evet” dedi. Demokrat bir adamdı. Sohbetlerinde hep Türkiye’yi anlatırdı, soru bile sordurmazdı, açık konuşurdu. Taner Baytok ve babamın söyleşi kitabında çok anısı var anlattığı. Hepsine asla vakıf değilim ama tabii ki takip ediyorsun bir şekilde. Bildiğim bir şeylerse anlatarım size.Demirel’in bir dönem daha Cumhurbaşkanı olmasını istedi* Demirel 28 Şubat sürecinde askerin güvendiği biri miydi?Babam 7 yıllık Cumhurbaşkanı olduğu sürede çok başarılı buluyordu Demirel’i. Hatta 5+5 formülü tartışılmıştı bir ara... Babam Demirel’in bir dönem daha Cumhurbaşkanı olmasını istemişti. “Demirel laiklikten taviz vermedi” derdi. Silahlı Kuvvetler’in yanında yer aldı. * Aslında babanız irtica tehdidini MGK gündemine aldırmak için çok uğraşmış değil mi?MGK toplantılarında irtica sorunun bir türlü gündeme aldıramamıştı. “Aldıramıyorum” derdi. Epey bir uğraştı, sonunda aldırabildi. Bir MGK’da konuşma yapmış sonra da...* Batı Çalışma Grubu’nu kurdu...“MİT Başbakan’a, içişleri Çiller’e bağlı, bilgi alamayız” endişesi duyuyordu babam. Sokaktan gelecek ayaklanmaları bilebilmek adına bilgi toplamayı istiyormuş. Böyle doğmuş o grup. Genelkurmay’a babam teklif etmiş bir grup kurmayı. Asker tehlike olarak kabul ettiği her şey hakkında plan da yapar grup da kurar, çünkü tehlike anında ne yapacağını önceden belirler. Kadir Sarumsak bilgi sızdırmıştı, bu gazetelere düşmüştü, iş öyle büyümüştü. Yapılan normal bir şeydi.Çocukken ondan korkardım bakışları sert ve keskindi* İyi bir lişkiniz vardı sanırım babanızla..12 yaşında Galatasaray Lisesi’ne girdim, yatılıydım, babamlar zaten İstanbul’da bile değildi, sadece yaz tatillerinde beraber oluyorduk. Lisenin son senesinde de turizme bulaştım. 14 sene profesyonel turist rehberliği yaptım. Yani neredeyse hiç evde yoktum ben. Tam rahat vakit geçirecektik ki, hastalandı bu sefer. Ama en iyi, yakın arkadaşlarımdan biriydi babam. Her şeyi konuşabiliyordum onunla. Yeri doldurulamadı bizim için. Dertleşip akıl aldığım, önemli karar arifelerinde isteyerek danıştığım biriydi. Fikirlerine değer verirdim. “Şunu yap, bunu yap” demezdi, “Ben böyle düşünüyorum” derdi. Ben düşünürdüm, “Doğru söylüyor” derdim, kendim yapardım. Sıcak biriydi, sevecendi. Özel hayatında sert biri değildi. Çok çalışırdı. Eve gelen biri de değildi. Geldiğinde de çalışırdı ama desteğini hiç eksik etmedi bizden. Analiz ve tahlil yeteneği çok yüksekti. Çocukken muğriplere gitmeyi çok severdim. Devir teslim törenlerine ailecek katılalım isterdi babam, onlara beraber katılırdık. Çocukken korkardım aslında. Bakışları keskin, etkileyiciydi. Karşısında duramazdım. Sonra korkuyla dolu bir ilişkimiz olmadı. Hatta “16 bin kişiye söz geçiriyorum, bir oğluma söz geçiremiyorum” derdi. Saygı hep vardı. Hiç “Sen” demedim. “Baba naber?” derdim gerçi ama... Emir komuta mantığı bana çok ters. Asla asker olmak da istemezdim. Disiplin de bana göre değil. Hiç dayanamazmışım. Ama düşünüyorum şimdi, 1974 Kıbrıs çıkartmasında babamın komutasındaki Kocatepe muhribi battı. 36 yaşındaydı babam o sırada, ben şimdi 45 yaşındayım, aklım almıyor yapabildiklerini. Gemi battığında çok üzülmüştük. Ben 9 yaşındaydım, babamın ne iş yaptığını ilk o zaman anlamıştım. Gölcük’teydik, gemi evin önünden geçmişti, o tuhaf bir histi.Güven Erkaya kimdir?1938 doğumlu Güven Erkaya, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çeşitli kademelerinde görev yaptı ve 1992-97 yılları arasında Oramiral oldu. Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Türk uçakları tarafından vurularak batan Kocatepe muhribinin komutanıydı. 28 Şubat sürecinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapıyordu. 24 Haziran 2000’da vefat etti. Vakit’in “Hakkımızı helal etmiyoruz” manşeti bel altıydı“Dinci basın çok acımasız ve bel altından vurdu çoğu zaman. O zaman çok öfkelenmiştik. Vakit’ten Abdurrahman Dilipak ve Hasan Karakaya’ya tazminat davası açmıştık. ”Hakkımızı helal etmiyoruz“ manşeti hem çok üzdü, hem de çok sinirlendirdi. Davayı kazandık. 15’şer milyarlık davalardı. Ödemediler, ”Belge elimize ulaşmadı“ dediler. Buna inanmıyorum. Çünkü bir vasıtayla benim iletişim bilgilerimi bulup faks gönderdiler. Hatta faksı size getirdim, bakmak isterseniz. Faizlenmiş sonra bu. Bu miktarlara gelmiş. Hatta hâlâ ödemediler. Uğraşıyorlar.” “Masonum” denmez ama evet ben Masonum “Masonum. Özgür Masonlar grubu vardır, oradayım. Başka bir grup daha var. Aynı mantık ama yöntemlerimiz farklı. Ben 2000 yılında girdim. Ölmeden önce babama da sordum, ”Tabii gir, güzel bir şey, kötülüğü yok“ dedi. Kendisi değildi ama muhtemelen arkadaşları vardı. Ben kendimi geliştirmek, entelektüel düzeyimi artırmak, daha iyi insan olmak için girdim. Amacımız, ham taşı küp haline getirmektir, pürüzsüz hale getirmektir. Bu, kendi kendinizle hesaplaşıp kötü yanlarınızı ortaya çıkarıp törpülemeniz içindir. Kendinizi eğitiyorsunuz. ”Masonum denmez aslında. Bu gelinebilecek en büyük mertebe, öyle hemen Mason olamazsınız. Olmaya çalışırsınız, işin felsefesi bu. Tassavvufa benzer yanları vardır. Toplantılar yaparız. Her seferinde bir konu seçilir. Biri o konuyu araştırıp anlatır. Ahilik, sabetaycılık gibi, ben genellikle Atatürk’ü çok merak ederim, bu konuda araştırıp konuşma yaparım. Bir ritüeli, bir şekli var. Bir açılış yapılır.”
Duyabilirseniz, her cümle bir başka cümleyi de içinde saklar. Onları pek duymayız. Ben onları duymayı çok severim. Söylenmeyen cümleleri duymak röportaj boyunca en sevdiğim oyundur. Her şeyi anlatır o saklı cümleler çünkü. Bu hafta da Nihat Odabaşı’nın saklı cümlelerinin peşindeydim. Ama oyunumu bozdu. Öyle derinden anlattı ki, saklı pek bir şey kalmadı. Hatta bazı anlar bunları nasıl yazacağım diye endişelendim bile. Ama anlattıkça da hiç sesimi çıkartmadan dinledim. İşte soruların önemi olmayan ender röportajlarımdan biri... Çalıştığım kadınlarla müthiş bir güven, sevgi, şefkat ilişkisi oluşur aramda. Liz (Hurley), Nil, Gülben hepsiyle de bu var. Çektiğim insana tutkuyla bağlanıyorum. Çalıştığım bütün kadınlar birbirine benziyor. Hayatımdaki tüm virajları kadınlar sayesinde aldım. Hayatımın akışını hep onlar yönlendirdi. İçimde bir çağlayan var, suyun yatağı belirlenmezse güçsüzleşirim ya da kırar geçebilirim. O yüzden çevreme çok iyi bir baraj yapılması lazım ki, doğru bir enerji üreteyim. Hayatımdaki bütün barajları kadınlar yaptı. Kadınlara karşı bambaşka bir hissim vardır. Enerjim de hep kadınlara geçti zaten. Kadınları iyi çeken fotoğrafçı olarak anılmamın sebebi bu. Beni hiçbir erkek, fotoğraf çekerken seksi bulmadı ama kadınlar bana hep “Çok seksisin” dedi. Hiçbir erkek benden bu kadar etkilenmiyor. Kadınlar benimle çalışırken benden etkileniyor. Onlara karşı bir şeyim var, beni güçlendiriyorlar. Bütün bu kadınlarla, birbirimizi sevmiyerek başlıyor ilişkimiz.Gereğinden fazla mükemmelliyetçiyim. Çok iyi bir iş bile olsa 10 dakika sonra alışmış oluyorum ve daha iyisini yapmak istiyorum. Kritik edilmeme isteği, daha çok sevilme, beğenilme, kabul edilme isteği beni sürekli bir şey yapmaya itiyor. Daha yaratıcı olayım, daha iyi olayım istiyorum. Belki de bu kadar iyi bir fotoğrafçı değilim, hatta yetenekli bile değilim ama içimdeki olmalıyım telaşı beni zorluyor ve oluyorum.Beğenileri modelden, müşteriden, tüketiciden ayrı ayrı duymak isterim. Çekimin ardından hemen duymam da kesmez, iki hafta sonra da duymam lazım. Afyon’daki mağazada billboard’ı satın almak istemişler gibi. Bu hikayeler beni rahatlatıyor. Mesela Nil’le çekimden sonra bir ay kim ne dedi, kim ne mesaj attı, bunu birbirimize hemen haber verip mesaj gönderiyoruz...Urfalı olmayı, aşiret liderinin oğlu olmayı, sanat okuyacağıma işletme okumayı, bu bilgisizliğimi, cehaletimi hep bir şekilde dönüştürdüm, iyiye kullandım. Bunu çok iyi biliyorum. Handikapların hepsini olumlu yöne çevirmeye çalıştım. Başardım da. Çok çekingendim, hâlâ da öyleyim gerçi. Hiçbir yere tek başıma gidemem. Mutlaka yanımda biri olmalı, mutlaka. Bilmediğim yere gitmem. Kalabalık görünce kafamı içine gömmeye çalışırım ama bir taraftan da 1.90 gibi gözükmek isterim. Çelişkiler çelişkiler...“Fotoğrafçı mıyım acaba” diye düşünüyorum hâla... “Nasıl çektim ki bunu acaba” diyorum. Korkuyorum hâlâ. Yeteneğimle ilgili, varlığımla ilgili bir sürü soru işaretim var. 40 yaşındayım, her gün yeniden başlıyorum.Bir sürü insan var, birbirlerine onca iş arasında sevgi mesajları atan, günü çok iyi planlayan, sabah Belgrad Ormanı’nda koşan, ardından da aile yemeğine tam vaktinde giden ve yeğenlerine hediye de almış olan, onlarla sohbet eden ve yaşadığı yerin sevgi meleği olan. Bunların hepsi bende de var ama hepsini aynı anda yapmak çok zor. O yüzden dertleniyorum. 40 yaşında bir adam olarak yapmam gereken birçok şey olduğuna inanıyorum. Seyretmem gereken bir sürü film, okumam gereken bir sürü kitap, gitmem gereken bir sürü konser var. Hiçbirini yapamıyor olmak beni çok rahatsız ve tedirgin ediyor. Acayip baskı yapıyorum kendime. Bir de üstüne, medyanın önünde olmak gelince, kendimle ilgili endişelerim artıyor.Abimle ve babamla küstük, öldüklerinde. Babam benim yanlış bir yolda olduğumu düşündü. Ona kendimi kanıtlamaya çalıştım hep. Hürriyet’in bulmacasını çözerdi. Ona çıkmaktı bütün derdim. Hâlâ benim için bulmaca bir başarı ölçüsüdür. En büyük şöhret hayalim bulmacada fotoğrafımın çıkmasıydı. İlk çıktığımda meşhurdum artık ama havale geçiriyordum onu gördüğümde. Hiçbir haber bulmaca kadar mutlu etmez beni.Önüme koyulsaydı, ben bu hayatı tercih etmezdim. Normal bir ailenin normal bir çocuğu olup, içinde bu kadar taleplerin olmadığı, hırsların olmadığı, sıradan, düz bir adam olmayı isterdim. Telaşlardan kurtulmak isterdim. İçimdeki fırtına dinsin isterdim. Bunu benden alsınlar. Fotoğrafçılığımı, yeteneğimi, her şeyimi veririm. Güvenli kıyılarda, sakin denizlerde yelken açayım, fırtınalarda açmaktan korkuyorum. Korkularımı sevmiyorum. Bu korkular ne kadar işe yarasa da bazen ben acılardan zevk alan biri değilim.Şahika Tekand oyunculuk stüdyosuna gittim. Erkek olmama, büyümeme sebep olan kadındır. 5 ablam, annem... Hep sağlam kadınlar vardı etrafımda. Hep dominant ve güçlü kadınlar oldu. Sendeleyen kadınlar olmadı hiç etrafımda. Sendelese bile ayağa kalkan kadınlar bunlar. Gülben, Nil, Elizabeth hepsinin özelliği bu. Deniz Akkaya benim kariyerimde çok önemlidir. İkimiz beraber patladık. 12 senedir fotoğraf çekiyorum zaten. Nil ilk kasedini benimle çekti. Bütün yolu beraber geldik, her albümünde beraber çalıştık.İlk beraber çalışacağım insana “Ben vazgeçilmezin olmak istiyorum” derim. “Kendine benim gözümle artık bakmanı istiyorum” diyorum. Bu kadar talep ve istekle gidince çekime sana yepyeni bir sen göstereceğim, karşındakinin baltalayıcı şeylerine üzülüyorsun. Ayşe Afrika’da “Bir ayna olsaydı” diyordu. Ayna benim orada. Senin aynan benim kardeşim. Bana poz vereceksin. Beni kırar bu. Beni çekim sırasındaki müzik bile kırar. Benim sesimle aksın isterim her şey.Ayşe Arman: Afrika’da hayvanlar bizi parçalar derken, biz birbirimizi parçaladıkAyşe’yle iki kere çalıştık. Çıplak fotoğrafları çok beğeniyorum. Afrika’ya dönüp bir daha bakmadım bile. Ayşe’yle o çekimde kapıştık. Afrika’da birden hayvanların arasında, safari kıyafetleriyle, elinde dürbün varken “Dürbünle hayvanlara bakıyormuş gibi yapsana” dediğimde, “Ben niye bakayım, ben gazeteciyim” dedi ve problem oldu. Benim karşımda şimdiye kadar enterasan pozlar vermemiş, kimsenin bilmediği bir gazeteci yoktu ki. Ayşe zaten bana 15 gün önce soyunmuş, kimsenin vermediği pozları vermiş birisiydi. Gazeteciysen 15 gün önce o çekimi yapmayacaktın zaten. Benim bildiğim gazeteci bunu yapmıyor. Ayşe’nin çelişkisi bu. Ayşe kendini Afrika’da çok korunmasız hissettiği için saldırgan oldu, her şeyi kontrol altına almak isteyen biri. Bırak artık. Ayşe asla bırakmıyor. Karşısındakinin yaratıcılığını öldürecek, gücünü, verebilme yeteneğini azaltacak kadar bırakmıyor. Çok zordu. Afrika’ya çantada keklik diye bakıyorduk. “Öyle eğleneceğiz, öyle güzel şeyler yapacağız ki” diye gittik. Bir de ben Ayşe’yi çok beğenen biriyim. Çok seksi bulan biriyim. Ayşe benim yerimde olsaydı karşısındaki Ayşe’yi öldürürdü. O kadar çelişkili, o kadar hırslı, o kadar içinde bitmeyen bir tempo var ki. Beni çok yordu. Çırılçıplak çektim her şey tamamdı, Afrika’ya gidince yırtmaçla mı uğraşıyorsun. Hiçbir kıyafeti beğenmedi. Afrika tarzına uymayan tarzda giyinmek istedi. Topuklu ayakkabı giymek istedi. Son derece anlamsızdı. Bu kadar kolay bir kadın, rahat bir kadın orada çok farklıydı. İlk sabah kalktık, “Tanrım neredeyiz, bu ne mucize” falan derken Işın geldi “Ayşe hiçbir kıyafeti beğenmedi, giymiyorum dedi” dedi. Sabah 07.00, beş bavulla gidilmiş. En ünlü markalar götürülmüş. Saçından memnun değil. “Saçımı kestirmiş olmalıydım” diyor. “Saçımı kesin” diyor. Saçı kesemezsin ya beğenmezse... Makyajını beğenmedi.Afrika’da doğal, hayvanların dolaştığı, her an çıkıp gelebileceği bir yerde çekim yapıyoruz üstelik. Aslan gelip seni yer yani. Ve çok huzursuzum. Ayşe sürekli konuşuyor. Kapris yaptı ve delirdim sonunda. Korkuyordum. Üç gün uyumadım. Kaldığımız çadırın yanına geliyor hipopotam, bir şeyleri yiyor, sesi geliyor. Hayvanlar bizi parçalayacak sanırken biz birbirimizi parçaladık, hayvanlar bize bu kadar saldırgan davranmadı. Biz Ayşe’yle birbirimizin kolunu, boynunu kopardık. Ortalık kan revan içindeydi. Ayşe oradaki en vahşi hayvandı bence. Ben yine benim, alanıma gelindiğinde ona saldırdım, o hiçbir şey yokken ortada saldırdı. Afrika’ya çok ciddi bir uyum gösterdi. Üzerine Ayşe de olunca. “Elbise dar” diyor, “Üstümü çıkarıp çıplak poz vereyim” diyor. Anlamıyorum madem kalınsın, niye soyunmak istiyorsun. Örtünmek ister mantıken. Gülben Ergen: Birbirimizi öldürmek istiyoruz sonra ağlayarak barışıyoruzBeklenmedik bir şekilde gelişen bir dostluk bu. O kadar artık iç içe girdik ki nefret ve aşk ilişkisi gibi. Gerçekten birbirimizi öldürmek istiyoruz bazen, taban tabana zıtız. O çok dakik ben asla değilim, o çok planlı ben rüzgarla beraber yolumu buluyorum, o “Hadi olsun” diyen bir kadın ben “Her şey yerine gelince olsun” diyen bir adamım. Çok zor bir ilişki. Çok kavga ederiz, çok kırarız birbirimizi. Komik bir şekilde gözyaşları içinde tekrar barışıyoruz. Gülben Ergen’le nasıl bir dramatik yapıdır bu, ne kardeşiz ne sevgiliyiz... Niye göz yaşları içinde barışırız bilmem. Mustafa araya girer. Böyle bir durum var. Tanışmamış çok komik, ben patlamışım, Nihat Odabaşı olmuşum. O da benimle Erol Atar’dan gizli çekim yapıyor. Çekimde Erol Atar aradı, evdeyim falan demişti. Pera Palas’ta çekmiştik. Ben o kadar planlı fotoğraf sevmem. Gülben’e “Sağa bak” diyorsun, “Peki elim ne olacak” diyor. “Kıyafet değiştir” diyorum, makyaj tazeleniyor bir gidiyor üç saat gelmiyor. Her kıyafette iç çamaşırı değiştiriyor. İç çamaşırı uyumsuz olursa kadın mutsuz oluyor, onu çekmiyorum üstelik. Saçın arkasını ben öylesine tutturabilirim, görmediğim şey beni hiç ilgilendirmez. Gülben özenle toplamak ister. Portre bile çekeceksem “Altına topuklu ayakkabı giymezsem ben kendimi kadın hissetmem” der. Müthiş bir çelişki. Hiç sevmedik birbirimizi aslında. Büyük bir hayal kırıklığıyla ayrıldık. O bu mudur Nihat Odabaşı dedi, ben de Gülben Ergen’i boğmak istedim. Sonra bir çekim daha yaptık, “Ben senin şartlarına uyacağım” dedi. Çektik, enerjisi deldi geçti her şeyi. O gün bugündür başkasıyla hiç çekim yapmadı. Başkasıyla çekim yapmasını istiyorum aslında, yenilenmek için. İki defa ayarladım, olmadı. Bizim çekimimizi görmen lazım. Bir gece önceden sözleşiyoruz, kibar olacağız, foyalarımızı ortaya çıkarmayacağız. Başlıyoruz, bir süre sonra kıyamet kopuyor. Çocuklarla yaptığımız çekimlerde bilemedik ne yapacağımızı, çocuklar önemliydi. Onu unutmamak lazımdı. Duru, o duyguyu hiç bölmeyen bir şey olmalıydı. O çok kolay gibi gözüken resim için çok zorlandık. Yıllar içinde Gülben’in gülen bir kadın olduğunu bulduk.Elle MacPherson: Elle bana ”Keşke senin çektiğin kadınkadar güzel olsam“ dedi, ben de uçtumElle MacPherson çekimim ilginç oldu. Daha önce de bir kere çalışmıştık ve birbirimizden çok hoşlanmamıştık. İki sene önce çektik, iyi fotoğraflardı. Bir daha da görüşmedik. Tam Nil’in düğününün olduğu dönem Londra’da bir çekim yapacağız, bir dergiye kapak olacak, İngiltere Başbakanı Gordon Brown’ın karısı Sarah Brown onunla röportaj yapacak ve bağış toplayacak o dergi satışıyla. Ben Nil’e gitmeye karar verdim. ”Ancak şu tarih olursa“ dedim, olmayacağını düşünüyordum. Elle benim olmadığımı öğrenince ”Programı Nihat’ın programına göre değiştiriyorum“ demiş. Dergi bana yalvarıyor, ”Lütfen gel çek, başka türlü çekmiyor“ diye. Uçtum. Bu çekim için 25 gün yazıştık. Paris’ten kuaför, New York’tan makyöz geldi. Türkiye’den ışık asistanı, dünyanın her yerinden insanlar vardı. Makyajdan sonra röportajın da olabilmesi için bana kalan süre 1,5 saatti. Bu korkunç az demek ve kuyruğu dik tutacaksın. Yabancı bir yerdesin ve kendini kocaman göstermek istiyorsun. Elle, ”Bu kıyafetleri asla ve asla giymezdim Nihat olmasa“ dedi dergiye. Kulaklarıma inanamadım. Çok cesur kıyafetlerdi. 20 kıyafet vardı. ”Sen ne istiyorsun“ dedi, ben de 2 tane en frapanını istedim. Full transparan bir body vardı, onu seçtim. ”Emin misin“ dedi, ”Eminim“ dedim. Sonra da öyle güzel mesajlar attı ki, ”Keşke senin çektiğin kadın kadar güzel olsaydım“ dedi. İnanılmaz mutlu oldum. Geçenlerde Tom Ford’un filminin galası ve ardından parti vardı. İkisinin de partiye gideceğini biliyorum. Tanışıklıkları da var. Liz’den (Hurley) mesaj geldi, ”Elle’e rastadım, seni çok seviyormuş“ dedi.Gülşen: Gülşen seksi ama küçük bir kızİlk defa bu albümünü çektim, hatta klibini de. Hiç öyle bir fikir yokken üstelik. Sete gittik, ben istediğimi almak için uğraşırım, saldırırım hemen ama bu sefer korktum. Öyle bir cam duvarı var ki ulaşamadım. Kırılacak diye, dağıtırım diye korktum. Cesur bir kadın ama camdan bir cesareti var, kırılabilir. Seksi ama bir küçük kız o belli. Gece üç oldu bitirdik çekimi. Dedim ki, ”Bana bir saatini ver, nasılsa işimiz tamam, çekinme, benimle ol.“ Dokunmasına kıyamadığım saçlarıyla bozulur diye korkmadan oynatmaya başladım. ”Bağır, çirkinleş“ dedim, kaset kapağımız ve basında çıkan bütün fotoğraflar o bir saatte çektiklerim oldu. Duramayıp kaset kapağını yaptım, şarkının aranjesine karıştım. O dönemde annem beyin kanaması geçirdi. Komaya girdi. Gülşen bana ”Albüm ve fotoğrafları bırak, ben albümü seneye de çıkarırım, sen annene konsantre ol“ dedi. Müthiş şefkat bu.Nil Karaibrahimgil: Nil o kadar kalpten istedi ki düğününü çekmemi kendimi Mısır’da buldumİki kere düğün çektim. Ebru Şallı ve Nil ama ikisini de çok sevdiğim için. Zaten Nil’in düğününde herkes fotoğraf çekiyordu. Birbirimizi dirsekliyorduk, ”Hangimiz çekeceğiz“ diye. Sertab’ta profesyonel makine var, meraklı bu işlere. Rebecca (Çetin) çekiyor... Ama Nil’in düğününü benim gözümden görüntülemek istediğini biliyorum. Benim dört ayrı işim vardı o tarihte. Nil o kadar kalpten istedi ki orada olmamı, bütün diğer işlerimin de önünü açtı. Nil’le gidersem onları yapamayacakken hepsinin tarihi değişti ve hepsi de oldu. Bazen mesaj atıyordu, ”Rüyamda ağladığımı görüyorum, sen çekmiyormuşsun düğün fotoğrafını“ diye. Kimsede olmayan kare bende var.
Giderken heyecanlandığım röportajlardan biriydi benim için Taraf gazetesinin yazarı ve Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar’la röportaj yaptım. Biliyorum biraz tuhaf gözüktü belki size. Babamın başında olduğu bir gazetenin gazetecisiyle tarafsız bir konuşma yapmamın zor olabileceğini düşündünüz bir an. Ama ben buna cesaret ettim. Biraz sezgilerimin gücüne biraz da okuyucuya olan çocuksu inancıma bağlıyorum bu cesaretimi aslında. Çünkü Yasemin’i önceden tanımasaydım da hakkında yazılanları okuduğumda onunla yine röportaj yapmak isterdim. O gazeteyi babam çıkartmasaydı da o gazeteyi yine çok beğenerek okurdum. Siz bana çok kızacak olsaydınız da ben yine doğru bildiğimi en iyi şekilde yapmaya çalışırdım. Bu arada, çok kızsanız da öfkenizin hepsini burada bitirmeyin, çünkü ikna edebilirsem daha babamla röportaj yapacağım,ona da saklayın biraz.Akşam gazetesi yazarı Oray Eğin eşin Chris Mason’ın CIA ajanı olduğunu yazdı. Anladığım kadarıyla da bu konuda bir şüphesi yok, emin. Sen ya da eşin Chris CIA ajanı mısınız gerçekten? Bana rahatlıkla söyleyebilirsin çünkü Chris bunu CV’sinde bile yazmış, o yazıya göre.CV’sinde CIA ajanı yazan bir ajan olabilir mi gerçekten? Ajan olduğu bilinen bir ajan olabilir mi? Merhaba ben Chris, CIA ajanıyım... Ciddiye alınacak bir tarafı yok bu lafların. Ama Taraf’la ilgisi olmayan, ailelerimize tuhaf şeyler söyledikleri zaman, onları incitiyorlar, bu da insanın canını sıkıyor biraz tabii. Bu laflar hep var, benim için de söylendi. Ne kadar üzücü ki bazı sorumsuz yazarlar bunu yazdı, söyledi. Taraf’a ilk geldiğim dönemler. Hasan Cemal aramıştı bir sabah “Sakın üzülme” diye, İlhan Selçuk yazmış meğerse o gün bunu. Yarın öbür gün yine bir haber yaparız, bir şey yazarım yine söylerler. Ama bu dönem bu lafın ortaya çıkması, çok açık ki Balyoz darbe planıyla ilgili. Bu haberi yalanlayamıyorlar. Görmezden gelemiyorlar. Ülkenin başbakanı çıkıp haberi doğruluyor. “Bunlar vardı” diyor. “Üzerine gidemedik çünkü bu demokratik olgunluk o zaman yoktu” diyor. Buna karşı bir şey yapma ihtiyacı doğdu onlarda herhalde. Biz çok ciddi bir kavga veriyoruz. Bunu farklı bir gazetecilik yapma hakkımızı kullanarak yapıyoruz ve buna devam edeceğiz. Küçük görmek istemediğim ama ne kadar uğraşsam da çok da önemseyemediğim insanların iftiraları bunu değiştiremez.Kendi küçük kum havuzlarında oynuyorlar* Kurmaya çalıştıkları denklem tam olarak nedir?İma edilen şu, Balyoz planı ve diğerleri dış güçlerin işidir, bu bir dış operasyondur, aslında böyle bir şey yoktur, Taraf gazetesi yöneticileri belgeleri CIA’dan alıyor, anladığım kadarıyla bunları elden Chris bana getiriyor. Üstelik de 2003’te 1’inci Ordu’dan bir bavul döküman çıkarmış, 7 sene saklamış, şimdi Mehmet Baransu’ya getirmiş bunu.* Peki, şaka bir yana, Chris CIA ajanı olsaydı bunu bilir miydin?Bunu bilmezdim, bunu Oray Eğin, Soner Yalçın da bilmezdi. * Chris bunlara ne diyor?Daha önce söylenenleri söylemedim bile ona. Ama bu sefer adıyla, resmiyle açıkça CIA ajanı olmakla suçlanınca, söyledim. Bundan hoşlanmadı tabii. Chris şöyle hissediyor, Taraf’a saldırmak istiyorlar, karıma saldırmak istiyorlar ve bunu benim üzerimden yapıyorlar. O yüzden buna cevap verdi. Bunları yazan şöyle bir şey söylüyor, Chris Manson bir CIA ajanı, bunu reddediyor, bunu gizliyor ama biyografisinde bu yazılı. Ama bu yazılar çıkınca çok korkuyor ve hemen bu biyografiyi kaldırıyor. Aslında fazla ciddiye de almıyorum. Gerçekten kendi küçük kum havuzlarında oynuyor şu çocuklar. Chris bir cevap verecek. Bir dava açacağız, ayrı ayrı. Hem yazana hem Akşam gazetesine. İsmail Küçükkaya’yı aradım, ona dava açacağımızı söyledim. O da “Bu tür yazıların önünü keserim ben” dedi, ben de “Buna gerek yok, sadece dava açacağım onu bil” dedim. Sonra geri aradı, “Yarına da yazmış bunu kaldıramam ama içindeki bütün hakaret laflarını temizlettim” dedi. Açıkçası çok da önemsemedim. Bunu yazan zavallı bir insan sonuçta. Bir yandan da acıma duygusu hissediyorum. Çok genç bir çocuk, o ve arkadaşları ellerindeki kalemi çok daha iyi kullanabilir. Ne kadar mutsuzlar ki teşhircilikle ve tacizle hayatlarını devam ettiriyorlar. Bu çok üzücü, acımamın bir tarafı merhamet o yüzden, diğer tarafı da tiksinme. Sürekli kendilerini anlatarak, birbirlerini yazarak yapılan gazetecilik bana çok garip geliyor. Başkalarını taciz ederek varolmaya çalışmak bana çok zavallıca gözüküyor.CIA insanların sempatiyle bakacağı bir kurum değil* Oray Eğin Chris Mason’ın CIA’ya yakınlığıyla bilinen düşünce kuruluşu RAND’ta dersler verdiğini söylüyor. Bu doğru mu? Chris, “Rand’in kapısından içeri girmedim” diyor. Zahmet edip okusalar makaleleri, muhalif bir tavrı olduğunu da görürler. Üstelik, böyle bir iftira kampanyasını aileler üzerinden yapmak kabul edilemez. Ne ayıp bir şey. Ama yapıyorlar, aldırmamak lazım, evde böcek çıkınca ne yaparız, ben öldürmem de, kağıt parçasıyla alıp, dışarı atarım, sonra da ellerimi yıkarım. Bana verdiği his bu. Ama diğer taraftan CIA ajanlarının hedef oldukları bir dünyada yaşıyoruz, CIA hiç de insanların sempatiyle bakacakları bir kuruluş değil, bu adamı böyle hedef göstermek, karalamak, iyi bir babayı çocuğuyla ilgili endişeye sokmak canımı sıkıyor. Bunu yapmak istiyorlar zaten. Ama böyle olunca ben farklı mı yazacağım, Taraf duruşunu mu değiştirecek, korkacak mıyız, tabii ki hayır. Ben böcekten korkmam. * Peki bir Afganistan meselesi var. İstihbaratçılarla ortak çalışmalar yapıyor gibi. Chris ne iş yapıyor?Kocam bir dönem diplomatlık yapmış bir akademisyen. Dış işlerinde ağırlıklı olarak basın ateşesi ve kültür ateşesi olarak görev yapmış.* Siyasal mezunu mu? Bir de Yahudi kökenli mi?Yahudi değil, İskoçya kökenli. Ayrıca Yahudi olsa ne olur ama değil. Endüstriyel tasarım mezunu. Güzel sanatlarda yağlıboya resim diye başlayıp, mimariye geçip endüstriyel tasarımla bitirmiş. Bir süre yapmış bu işleri sonra canı çok sıkılmış, dünyayı dolaşmak istiyor ve “Dış işlerine girersem dünyayı dolaşırım” diye düşünüp, sınavlarına girmiş, kazanmış. O sırada başka birisiyle evli. Karısıyla sanırım Afrika’da bir dış göreve gidiyor. Zimbabve. Sonra Washington’a dönüyorlar, ayrılıyorlar. Chris Almanya’ya gidiyor. Bonn’da kültür ateşesi oluyor. Chris’le hikâyemiz çok güzel ama anlatmam* Siz Chris’le nasıl tanıştınız? Bir aşk evliliği mi bu yoksa CIA mi istedi sizin evlenmenizi?Almanya’dan döndükten sonra da Washington’da dış basın merkezi diye bir yer var, oradan sorumluydu. Yabancı gazetecileren Amerikan yönetimiyle ilişkilerini ayarlamaktan sorumluydu. Chris orada Avrupalı gazetecilerle ilglenen bir idareciydi, orada karşılaştık. Daha doğrusu o beni görmüş. Ben onun orada olduğunu bile bilmiyordum. Araya birilerini sokup tanışmaya çalıştı. Hikâyemiz çok güzel ama bunu ona sormalısın aslında, ben utanıyorum anlatmaya. Ama sonuçta bir gün kahve içmeye karar verdik, içtik ve ilişkimiz başladı.* Evlendiniz mi hemen? Milliyet gazetesinde çalışırken de Chris vardı değil mi? Milliyet’te çalışırken de vardı. Uzun süre evlenmedik. Beraber yaşadık ama evlenmedik. Sonra çocuk yapmak istedik ve evlendik. Henna şimdi 7 yaşında. Chris orada çalışmaya devam etti. Sonra biz evlenince dış göreve gitmesi zor olacaktı hepimiz için, dış işlerinden ayrıldı. Ve akademik hayata geçmeye karar verdi. Bush döneminde Afganistan üzerine çalışıyordu zaten, bir tarih eğitimi geçmişi de var çünkü. Sonradan başladığı bir şey, şimdi doktorasını yapıyor. Master’ını bitirmiş, doktoraya başladığı dönem zaten tarih üzerine yoğunlaşmaya karar verdi.Eşim demokrattır, bunun için siyasi kavgalar eder * Afganistan meselesine tekrar dönersek...Bir de o dönem zaten Afganistan’ın tarihi ve etnik durumu üzerinde çalışıyordu. Dışişlerindeki son iki yılı içinde Afganistan’a gidip geldi. Bir keresinde 1.5 ay falan kaldı. Fakat öyle anlatılıyor ki sanki CIA bağlantılı gitmiş gibi. Hatta benim de gideceğimi son dakikada öğrenmişti, “İzin vermem, deli misin, Afganistan’a gidilir mi” demişti. Beni Hikmet Çetin davet etmişti. “Afganistan’da görev yapıyorum görev sürem bitmek üzere, gel ilginç bir hikâye var, iyi bir röportaj yapma ihtimali var” dedi. CNNTürk de bu işle çok ilgileniyordu, bir kameramanla gittim. Hikmet Çetin’in misafiri olduk.* Politik görüşü nedir Chris’in, daha doğrusu politik bir adam mıdır?Bush yönetimine karşıydı. Demokrat bir adam. Cumhuriyetçilere çok karşı biri. Politik bir adam Chris. Irak ve Afganistan savaşına başından beri hep karşıydı. Siyasi kavgalar ediyordu. Hükümetin, CIA’nın politikalarını çok açık şiddetli eleştiriyordu. Büyük sürtüşmeler yaşanıyordu. Buradaki yazıları okuyunca o yüzden gülüyorum neyse, sonuçta yönetime çok kızdığı bir aşamada erken emeklilik hakkı da alabileceğini anlayınca bıraktı, akademik hayata geçti. 5 yıl oldu. Zaten Henna vardı, çocuğumuzu benden çok o büyüttü diyebiliriz. * Amerika’da gazetecilik dışında yaşadın mı?Lise sonu Amerika’da okudum. Türkiye’ye geri döndüm, bir hafta sonra tamamen tesadüf eseri olarak gazeteciliğe başladım ANKA ajansında, 17 yaşındaydım. Sonra iktisat okudum ama hep gazeteciliğe devam ettim. ANKA’dan sonra Cumhuriyet gazetesi sonra BBC’ye gittim, Türkiye’ye dönünce Yeni Yüzyıl’da başladım, sonra Milliyet Washington temsilciliği, 13 yıl yaptım. Bana bunu öneren kişi Ufuk Güldemir’di. Cumhuriyet’te ben diplomasi muhabiriyken, Hasan Abi genel yayın yönetmeniyken, Ufuk da Washington’daydı. Orayı ve beni iyi bildiği için, böyle düşündü herhalde. Artık dönmek istiyordum ki Taraf’tan teklif geldi. 13 yıl sıkılmadım diyemem doğrusu. Washington Ankara gibi resmi bir şehir.* Sen, Clinton zamanında gittin değil mi?Evet, Clinton Amerikası çok farklıydı, Bush Amerikası tamamen farklıydı. Hep çok değişken ve hareketli dönemler yaşadık, 11 Eylül gibi falan ama lacivert ceketli adamlar, lacivert tayyörlü kadınlar arasında yaşamak istemediğimi biliyordum. Üniversiteye gittim orada. Evlendim, çocuk yaptım. * Alev Er seni Taraf’a çağırınca her şeyi bırakıp ne olacağı bile belli olmayan bir gazete için mi geldin gerçekten...Hep “Bir imkan bulsam, Türkiye’ye dönsem, çocuğumu orada büyütsem” diyordum zaten. Denemek istedim. Chris gelmedi. Henna’nın anaokulu vardı, onlar kaldı. Ben 8 ay burada denedim. Kardeş kadar yakın bir doktor arkadaşım vardı, o sırada yurt dışındaydı onun evine yerleştim. Sonra artık olduğuna karar verince, ev tuttum, kızımı da aldım. Chris de gelip gidiyor. Burada bir işi yok Chris’in. Bir tez yazdığı için, nerede olsa yazabileceği için bazen uzun kalıyor ama asıl Amerika’da ve şu sıra İngiltere’ye gidip geliyor. Çünkü tez konusu, İngiliz kolonyalizmi, Victoria dönemi, bir adamın biyografisi aslında, kitap olacak zaten iki yıl sonra. Hatta çok komik bir şey oldu, Oray’ın yazısı çıktı, telefonda ona çevirdim, “Şöyle bir tekzip yazalım” dedik. Yazdı Sonra yeminli tercüme bürosundan yazıyı çevirtmiş okumuş, beni aradı tam bir balistik öfkeyle “Victoria döneminde olsaydık bunu yazanın cezası kırbaç olurdu, çünkü bir centilmenin onurunu lekelemeye çalışmak, iftira atmanın cezası kırbaçtı” dedi ve genelde böyle konuşmaz. Ama karısını suçlamak için kendisini karalamaya çalışmalarına sinirlendi sanırım. Bunu alçakça buldu.Balyoz’da yapılan gazetecilere komploydu, iki grup da mağdurBiz bunu yayınlayıp yayınlamamayı uzun uzun tartıştık. 5 bin sayfanın büyük çoğunluğu fişleme. Büyük bir bölümü, bürokratlarla ilgili. Alevidir, solcudur, dincidir, içki içer, gümüş yüzük takar, kullanılır, güvenilir, güvenilmez, Mason locasında tarzında. Bir insanın tamamıyla özel hayatını deşifre eden notlar. İftiralar büyük bir ihtimalle. Çok komikleri vardı arada, solcudur, adildir, dürüstür, güvenilmez yazıyordu birinde. Ama içki içen, zayıf noktaları olan birine desteklenmeli, faydalanılabilir tipi şeyler yazmışlar. Bunları kesinlikle yayınlamamaya karar verdik en başta, çok hızlı. Bakmadık bile hepsine. Gazetecilerde ise böyle bir fişleme değildi. Darbe ortamında faydalanılacak ve tutuklanacak listesi vardı. Adamlar buna müsaittir, istersin istemezsin o önemli değil, bunu yazanlar öyle uygun bulmuş. Bu adı geçen herkesin haberinin olması gereken bir şeydi bana göre. Bu çok kızacağınız bir şey çünkü adınızı kullanmaları korkunç bir şey. Gazetecilere karşı komplo bu. İki grup da mağdur yani. Çok isterdim faydalanılacak listesinde olanların da suç duyurusunda bulunmasını. Sen ne hakla beni kullanmayı düşünüyorsun ya, ben senin darbeni niye destekleyeyim. Ama bunu diyebilen çok az oldu. ”Ben kendimi kullandırtmam arkadaş“ demek niye bazı insanlar için bu kadar zor. Onu diyemeyince mecburen bize köpürüyor ki, bir şey diyormuş gibi gözüksün.