Reha Muhtar’ın iki yıllık sevgilisi, ikizleri Poyraz ve Mina’nın annesi Deniz Uğur “Gazeteci” adlı bir roman yazdı. Uğur, gazeteci Reha Muhtar’la tanışmalarını, sevgili olmalarını, aşklarını sansürsüz bir şekilde romanında anlatırken, Muhtar bugüne kadar “Gazeteci” ile ilgili tek bir kelime bile etmedi. Reha Muhtar’la ilk kez romanda anlatılan gazeteciyi tüm çıplaklığıyla konuştuk. İşte bu da Reha Muhtar’ın aşkı...awrence Durrell’in Justine’ini okuyan herkes şu cümleyi hatırlar... “Bir kadınla üç şey yapabilirsin; ya onu seversin ya onun için acı çekersin ya da onu yazarsın...” Foto galeri için tıklayınBu cümleyi benim için unutulmaz yapan şey sevmekle yazmak arasındaki o çözülememiş ilişki. Çünkü bir başka büyük yazarın bir yazısında ise Durrell’ın bu saptamısıyla ilgili şu yakıcı cümlelere rastlamıştım, unutamadığım: “Bu cümleyi yazarın yazdığı gibi ’Ya seversin ya acı çekersin ya yazarsın’ diye mi kurmalıydık, yoksa ’Bir kadını seversin ve onun için acı çekersin ve onu yazarsın’ diye mi? Soru, kadınların birçok sorusu gibi çok sade, çok düz ve verilecek cevaba göre bir hayatı tümüyle değiştirecek kadar tehlikeliydi. Bir kadına karşı olan duygumuzda bir sıralama var mıydı, onu seviyor, sonra acı çekiyor, sonra yazıyor muyduk? Yoksa hepsi iç içe miydi, onu hem seviyor, hem onun için acı çekiyor, hem de onu yazıyor muyduk? Bir kadını yazmak, artık onu sevmemek, onun için acı çekmemek, onu terk etmek manasına mı geliyordu?” O günden sonra kadın erkek ayırt etmeden, birbirini yazan aşıklara rastladığımda hep bir ürperti kaplar içimi, merak ederim kitabı yazan kişi karşısındakine aslında ne hissediyor diye.‘Deniz Uğur Reha Muhtar’ı anlatan bir kitap yazdı’ haberini okuyunca da aynı merak kapladı içimi... Acaba ilişkileri nasıl, acaba sevdiği kadın onun hakkında bir kitap yazdığında Reha Muhtar ne hissetti? Yazmak ve sevmek arasında bir ilişki var mıydı gerçekten...Hemen kitabı aldım...Okuduktan sonra daha çok merak etmeye başladım.Sonra Ayşe Arman’ın Deniz Uğur’la yaptığı röportajı okudum.Daha çok merak etmeye başladım. Ve Reha Muhtar’ın kapısına dayandım. Kasım ayının en güneşli gününde, geçtiğimiz perşembe bir deniz kıyısında buluştuk. Çok iyi gözüküyordu.Hemen sormaya başladım, hiç susmadan ardı ardına sorular sordum...Güldü...“Bakalım bunların cevaplarını benden alabilecek misin yoksa meraktan öleceksin misin” dedi kahkaha atarak...“Sana şunu söyleyeyim: Deniz yazacakmış zaten, ben aracıyım. İkinci kitabını bitirmek üzere, yeni kitapları çıktıkça bunu daha iyi anlayacaksın. Eve kapanıyor ve yazıyor. Bütün hayatı bu. Kendine ait bir dünyası var. Benim de karışmadığım... Harika bir çalışma odası yaptık. Aslında orayı kendime yapmıştım ama öyle bir yerleşti ki onun oldu. Orada öyle yazıyor. Benimle ya da aşkımızla bir ilgisi yok olanların” dedi ve ekledi “İster inan ister inanma.” Deniz Uğur’un Gazeteci adlı kitabını okuyanlarla bir ara konuşalım, ‘yazı ile aşk arasındaki ilişki’ konusunda Durrell mı haklı yoksa Reha Muhtar mı?* Sevgiliniz, çocuklarınızın annesi Deniz Uğur sizi, kendisini ve aşkınızı anlatan bir roman yazdı. Bu hoşunuza gitti mi yoksa sizi ürküttü mü?Utandım. Bu kitap benim konuşmak istemediğim bir kitap, daha doğrusu kendi kendime konuşmak istemediğim, üzerinde düşünmek istemediğim bir kitap çünkü bu beni utandırıyor. İyi hissetmiyorum kitaptan konuştuğum zaman kendimi.* Deniz Uğur, Ayşe’yle (Arman) yaptığı röportajda “Reha bu kitapla ilgili pek kılını kıpırdatmadı. Kendim Barboros Altuğ’a ulaştım, o Alfa Yayınlarına götürdü kitabı, onlar da hemen basmak istedi” diye anlatmış. Aynı duyguyla mı başından beri kitaba mesafeli durdunuz?Evet, yazıldığı andan beri kitapla ilgili hiçbir şey yapmadım. Ona hiçbir yardımım olmadı. Kendisi uğraştı ve yaptı. Bana yanlış geliyor o kitapla ilgili Deniz’e yardım etmek. Uzağında durmak istiyorum, çünkü onun edebiyatçı kişiliğinin değişik şekillerle tetiklenmesi sonucu yazdı bunu. İyi bir roman yazmış. Benimle ilgisi yok. Ben anlatılıyormuşum gibi gözükse de anlatılan ben değilim. Bu onun hikâyesi. Kendi okuması. Beni öyle okumuş. Belki öyle biri değilim. Belki tam öyleyim, bilemem. Yazarın kendi kurgusu. Ben kitabın kendisi değilim, bir parçasıyım belki. Kitabın öznesi olmak istemiyorum. * Bu nasıl olacak?Zor ama dışında durmak istiyorum. Kendi kendime de “Bu kitap beni anlatır” diye içselleştiremiyorum. Bu bir roman.Normal şartlarda Deniz sevgilim olmasını düşüneceğim son kişiMahremiyetimi çok severim bunun ipuçlarının çıkması özgürlüğümü engelliyor * Sizi bu denli övülmek mi tedirgin ediyor? Çünkü sövgü kadar övgü de yakıcıdır bence, hatta dolu dizgin övülmek insanın tam kabul etmediği bir şeydir. Yoksa sevdiğiniz birinin edebi eserine zarar verme endişesi mi, bu uzakta durma isteği?Ben her zaman hayatımı kendi içimde yaşamak istedim. Her şeyi kendime saklamak istedim hep. Mahremiyeti çok severim ben. Bunun ipuçlarının bazı yerlerde çıkması beni çok rahat ettiren, özgür hissettiren bir şey değil. Bu kitapta yazar romandaki öğeleri kendi okumalarıyla anlatmış. Fazla bir bilgilendirme var kitapta. Bir karakter çizilmiş. Ben saklı kalmak isteyen biriyim. Kendime kalmak istiyorum.* Peki, kitap sizi bu denli ortaya çıkarmış mı gerçekten? Ben de bir roman gibi okudum açıkçası. O gazeteci siz misiniz? Pek müthişmişsiniz...Yazarın fikri onlar. Yazar beni öyle okumuş. Başka birine sorsanız, belki başka okumuştur. İlişkiler zaten karşındakini nasıl okuduğunla ilgilidir. Ona göre kurulur. Çok sıkılıyorum bunlardan konuşmaktan. Bunu bir tek sen bana yaptırabilirsin ha... Hayalimi kısıtlı tutuyorum ki kırıklığı da kısıtlı olsun* Bebek haberini, ikiz olduklarını, bir kız bir oğlan olduğunu...Ben söylemedim annemle babama. Bir yemekte kendi diliyle Deniz söyledi onlara. Ben söylemem. Hatta üç-dört hafta da beklettim. Bebekler doğacağı zaman kimseye haber vermedim. * Mahremiyeti ben de severim ama mahremiyetine aşırı tutkun birini gördüğümde de şunu düşünürüm; bu ancak bir başka duyguyla birleşince hastalıklı şekilde dozu artıyor. Sizdeki o bir başka duygu ne? Kitaba göre, güven. “Gazeteci” kimseye güvenmez! Tek çocuğum ben. Kendi dünyamda yaşarım. Hastalıklı şekilde değil ama anlatmam işte. Güvense bunu mahremiyetin içine sokmak istemem. O ayrı bir şey. Ben, insanlardan çok fazla beklentim olmamasına uğraşıyorum. Çünkü güven beklenti yaratıyor, o da sonunda hayal kırıklığı yaratıyor. Çünkü çok fazla beklentim var benim de, hepimiz gibi.O yüzden ben hayalimi kısıtlı tutuyorum ki kırıklığı da kısıtlı olsun. Benim artık insanlardan çok büyük beklentilerim yok. Yaşadığım hayatın içinde öyle büyük beklentilerim yok. Yeni gelen her şey beni çok mutlu ediyor, onu önceden beklemiyorum artık. Çünkü o beklentinin yıkılmasına tahammül edemiyorum.Babamla oğlum arasında bir köprüyüm ben* Bir doktor çözümlemesine girmek istemiyorum ama tutamayacağım kendimi. Ne yaparsınız canınız çok yandığında?Denize giderim. Ya yüzerim, ya deniz kenarına giderim, ya denize açılırım. İki panzehirim var hayatta, biri denize açılmak bir tanesi de Beşiktaş’la haşır neşir olmak. Çok sıkıldığımda hemen maça giderim. Maçlara hep giderim ama o dönem çok giderim. Bunlar kaçış noktalarım. Ama şimdi sevgilimin adı da Deniz olunca hangi denize gideceğimi şaşırıyorum.* Ben de şu an şunu düşünüyorum, hangi cümlenizi manşet yapacağım acaba? Röportaj sadece manşetlerden oluşacak galiba.O zaman bir tane daha söyleyeyim. Ben acılarımı hiç unutmam, unuturum gibi gözükürüm. Ben o flashbacklerle yaşıyorum. Yazarken de, yaşarken de o flashbackler hep vardır. Acıları ruhumuza kazımamız lazım ki, oradan çıkışlarla tekamülümüzü gerçekleştirelim. Acının ustalığı hayatınızı değiştiriyor. Önemli olayların benim kişiliğimde payı çok. İnsanlığın evriminin de tekamül ede ede, kuşaktan kuşağa aktarılarak geliştiğini düşünüyorum. Hayatı böyle görüyorum, babamla oğlum arasında bir köprüyüm ben. Bunu yaşıyorum şu an. Hayat çok anlamlı geliyor bu resme bakınca. Öteki türlüsünde bilemiyorsun nerede olduğunu, nerede durduğunu.Ben serseri ruhluyum Deniz de benim limanım* Acıları sevdiğinizi düşünüyorum zaten. Çünkü sanki seçtiğiniz kadınlar da -en azından birbirinizi bulduğunuz dönemde- aşk acısı çeken kadınlar.Ben hiçbir kadını seçmedim. Onlar beni seçti. Bunu övünmek için söylemiyorum. Bu böyledir, kadın gelip seni seçer. Acı çektikleri meseleye gelince, tamamen tesadüf. Hiç acısı olmayanlar da vardı. Hiç öyle olduğunu düşünmüyorum. Ben kadınlara senin dediğin gibi acılarından bakmıyorum. Ayrıca baksam da, “Bunun acısı çok fazla” deyip tüymem. “İnsanlar ne der” diye bakmam. Girmek istiyorsam acılı ya da acısız girerim. Benim normal hayatı okuma biçimimle, Deniz benim sevgilim olmasını düşüneceğim son kişi falan. Ama benim ilgilendiğim yanı bu değil ki. Ben anlayan, dinleyen taraf gibi gözükmeme rağmen ben hiçbir kadının limanı olmadım. Liman Deniz. Ben bilgece bakan bir adam değilim, serseri ruhluyum. Öyle dinleyip dinleyip “Doğru, ne kadar haklısın” falan diyen bir adam değilim.Benim olan bir şeyi kimseye anlatmam bir tek Atina’da Stelyo var, o benim karakutum * Mahremiyeti severim dediniz ya. Bu gerçekten doğru, hakınızda hiçbir şey bilmiyoruz sizin. Üstelik ünlü kadınlarla ilişkileriniz oldu, gerçekten nasıl başladı nasıl bitti, bilmiyorum. Kadınları konuşmamaya nasıl ikna ediyorsunuz?Kimseyi ikna etmiyorum. İlişki mahrem bir şeydir. O ilişki alanında o mahremiyeti kimseyle paylaşmam. Önemli bir şeyler yaşadığımız için değil, mahremiyeti severim ben. İlişkinin içinde de paylaşmam, sonrasında da kimseye anlatmam. Bu davranış biçimi benim o kadar parçamdır ki karşımdakine “Sen de anlatma” gibi bir şey söylememe gerek kalmaz. Zaten öyle yaşadığım için onlar da sanırım buna saygı duyuyor. Bir kadınla bir erkek arasındaki aşkî bir ilişki çok mahrem bir şeydir. Başkalarının ağzında pelesenk olmasını kabul edemem. Benden bir şey alır götürür. Benim olan bir şeyi kimseye anlatmam, bu beni çok huzursuz eder. İlişki benim olan bir şeydir, onun başkasının olmasına izin vermem.* En yakınlarınıza da mı anlatmazsınız? Kim sizin her şeyinizi bilir?Ben anneme babama da hiçbir şey anlatmam. Sitem ederler onlar da. Annem benim yakın çevremden bilgi toplar. İstihbarat alabilecek olduklarını severler, alamayacaklarından hoşlanmazlar. Atina’da Stelyo diye bir arkadaşım var. O her şeyimi bilir. Karakutum Atina’da. Burada ise, bazen başkalarının sizi anladığı noktalarda sanki anlatmış gibi tatmin oluyorum. Hafif duygusallaşıyorum. Ayşe Nazlı’yı gördükten sonra mahrem olanın üstüne gidilmemesi gerektiğini anladım * Kitapta bir program için bir araya gelmişolduğunuzu okuduğumda, sizin Deniz Uğur’u merak ettiğiniz için bilerek seçtiğinizi düşündüm.Yıllarca televizyonda görünen mağduru kahraman olarak kullandım. Hiç mağrur gözükenin penceresinden hayata bakmadım. Benim hikâyem mağdurlaydı televizyonda. Bunu bir kez bozdum, Deniz girdi hayatıma. Daha önce de yine bir televizyon kuralımı bozmuştum, onda da Ayşe Nazlı geldi. Ben ilahi tesadüflere inanan biriyim. İki kere kuralımı bozdum, hayatımın iki önemli kişisi çıktı bunlardan.* Nilüfer’le de mi televizyon programı nedeniyle tanıştınız?Hayır. Televizyona çıkmak istemişti, ben de “Bebeksiz olmaz” demiştim. Mesele o sırada Ayşe Nazlı’ydı çünkü. O sıralar sadece “televizyoncuyum” ben. “Olmaz” dedi. “Olamazsa olmaz” dedim ben de. Sonra Ayşe Nazlı’yı gördüm. Yakınlaşmaya başlamıştık biz Nilüfer’le o dönem. Bir ilişki başlamıştı aramızda. Bir gün evindeyim, bebeği gördüm. 6 aylıktı Ayşe Nazlı. Televizyoncu olarak çekmek istediğim bebeği gördüğüm zaman çarpıldım. Sıradan bir metaydı benim için o kısa bir zaman önce, televizyoncu olarak çekmek istediğim... Ama sonra hayat bana onu kızım olarak verdi. O zamandan sonra zaten mahrem olanın çok kurcalanmaması ve üstüne gidilmemesi gerektiğini anladım. Bu hayattan 20 yıldır kaçıyordum, bunu Deniz başardıBabalık 50 yaşındaki bir erkeği gençleştiriyor, yeniden başladım hayata* Şu anda dört çocuk babasısınız. Deniz Uğur’un oğlu da size baba diyormuş. İki sene önce biri bana bunu anlatsa asla inanmazdım. Dört çocuğum var gerçekten.* Siz daha önce baba olmaktan kaçıyor muydunuz?Baba olmaktan değil ama aynı evin içinde bir kadınla yaşamaktan, o tip ilişkinin sürekliliğinden kaçıyordum. 23 yaşında bir kez evlendim, 4 sene sürdü. Sonra 20 sene yalnız yaşadım. Evliliği ürküntüyle karşıladım hep.* Çocuklar sizi değiştirdi değil mi? Sakın numara yapmayın, herkesi değiştirir. Ben mükemmeli bozan şeylere tahammül gösteremiyorum. Onu şimdi şimdi öğreniyorum. İkizler öyle bir zamanda geldi ki tam bunu öğrenme aşamasındaydım zaten. Çocuklarım bana bunu öğretecek. İnisiyatifleri rahat bırakma. Çocuklar beni mental, duygusal, fiziksel olarak gençleştirdi. Yeniden başladım hayata. Poyraz ve Mina bana hayatı yeniden başlattı. Bu da anormal derecede adrenalin yüklüyor. Tam 50 yaşında baba oldum. Bu yaşta bir erkeği gençleştiren bir şey babalık. Ayşe Nazlı’yla 42 yaşında baba olmuştum. Evrimin anlamlı olduğunu gösteren bir şey babalık. Babandan aldığını yoğurup çocuğuna vermen... Artık daha rahat ölebilirim.* Çocuklarınızın sizin anne babanıza olduğunuz gibi ketum davranmalarını ister miydiniz?İstemezdim galiba... Çocukların böyle fazla bir birey olup benimle paylaşmamalarından biraz ürküyorum açıkçası. Dört çocuğun babasıyım. Çok güzel bir şey bu. İnanılmaz ama müthiş. Kabul etmeliyim ki, bu beni sıkar. Gözükmeden durumu yöneten Deniz başardı. Bu benim 20 sene kaçtığım bir hayat. Bireyselliğimin yok olmaması gerekiyor. O yok olursa ben de yok olurum, o olduğu sürece sevdiklerime sevgi verebilirim. Omurgam benim orası. Birlikte olduğum kadına ya da çocuklarıma da aynı alanı bırakacak biriyim. Tersi çok yorucu. * Deniz Uğur kendisini lanetli güzellik diye tarif ediyor...Sanıyorum geçmiş için öyle düşünüyordu ama biz hiç lanetli bir şey yaşamadık. Benim hayatımda lanetli olduğunu düşündüğüm bir güzellik yok. Her şey çok masum ve saf...
Çok uzun zamandır Cihan Kamer ile röportaj yapmak istiyordum. Tayyip Erdoğan’ın yakın arkadaşı olması ve onun için “Gayri resmi ekonomi danışmanımdır” demesi, geçen sene yitirdiğimiz Hasan Doğan’ın ortak dostumuz olması, genç yaşına rağmen zengin ve başarılı bir iş adamı olması, belki de “sıradan” biri olmasına rağmen, onu merak etmeme neden olmuştu. Kimdi bu adam? Nasıl biriydi? Hakkındaki dedikodular gerçeği anlatıyor muydu, yoksa haksızlığa mı uğruyordu gerçekten...Kış başından itibaren birkaç kez randevulaşmıştık ama Cihan Bey sonrasında ya ertelemiş ya iptal etmişti. Ben de kızmıştım...Ama Cihan Kamer mayıs ayında Fenerbahçe Kulübü yönetimine girince içimdeki kızgınlık yerini tekrar meraka bıraktı ve hemen aradım.Çok kibar, çok neşeli “Lütfen kızmayın, o dönem seçim dönemiydi ve konuşmam doğru olmayacaktı. İptal ettim diye çok üzüldüm” dedi ve Tayyip Erdoğan konusunda çok fazla konuşmamak suretiyle buluşmaya karar verdik.Atasay’ın fabrika binasındaki ofisinde uzun bir söyleşi yaptık. Üç saate yakın konuştuk. Samimi ve içtendi. Büyük bir heyecanla gazeteye geldim. Kasedi çözmek için bilgisayar başına oturdum ve tam bir felaket... Kaset tuhaf bir kayıt yapmış... Sesler çok derinden ve zor duyuluyor. Hemen Elif Hanım’ı (Atasay Kurumsal İletişim Müdürü) aradım, çünkü onlar da bir kayıt cihazı koymuşlardı röportaj sırasında -ki bu beni hayli rahatsız etmişti, bunu niye yaptıklarını merak ettim- ama Elif Hanım onların cihazının da kayıt etmediğini söyledi.Cihan Kamer röportajı gerçekten zor başladı, zor bitti, anlayacağınız... Umarım bu maceradan “duymaya çalıştıklarımı” seversiniz...Cihan Kamer o kadar çok direndi ki Tayyip Erdoğan ile olan arkadaşlığı hakkında konuşmamak için, ben de “Tamam konuşmayın. Ama en azından nedenini söyleyin, Başbakan arkadaşı olmak, onu anlatmak neden bu denli ürkütücü sizin için, nedeni sadece medya mı” dedim. “Çünkü benim bir arkadaşım ileride başbakan olsa insanın bir tarafı hâlâ o çocuksu heyecanı duyar ve bu güzel bir şeydir. Gerçektir. Gerçek bir duyguyu, ne korkutabilir ki bu kadar” diye de ekledim ve röportaj başladı. Hiçbir röportajımda dostluğumuzu reddetmedim. Hatta keşke Başbakan olmasaydı da, o muhabbetimizi, o arkadaşlığımızı öyle götürüyor olabilseydik. Her gün görüşüp, sohbet edebildiğimiz, iletişim halinde olduğumuz bir ilişkimiz olsaydı. Dostluk açısından bunu arzularım, özlerim. Ama ülkem için benim görüşmemem ya da olmamam çok daha faydalıysa Başbakan kalsın, o gayretiyle millete hizmet versin. Ama beni ürküten şu; arkadaşlığın arkasında hep saçma ilişkiler aranması, söylenmemiş lafların söylenmiş gibi sunulması. Başka bir siyasi partiye inanan insanın gözünde nasıl bir portre çıkıyor benim için? AK Partici gibi bir algı yaratılıyor. Ben şucu bucu değilim. Ben bir partinin lideriyle dostum. İnsani bir ilişkim var. Çok yakın olduğumuz dönemlerde Başbakan da değildi Tayyip Erdoğan. Böyle bir beklentim de yoktu benim. “Bir gün bu Başbakan olur” diye. Bu arkadaşlıkla ilgili maddi hiçbir menfaatim olmadı. Hep zarar gördüm. Yani konumlamadan zarar gördüm. Ben sadece Cihan Kamer’i temsil etmiyorum. Çok köklü bir şirketi temsil ediyorum. AKP döneminin zenginleri diye yazılınca, bu algılama yaratılırsa rahatsız oluyorum. Son 7 senede edindiğim varlık, 70 senelik süreç içinde küçücük bir kısım. Ben bu dönemin zengini değilim. Ben varlıklı bir ailede doğdum. Bu aile bütün ticari girişimlerini dürüst yolla yaptı. Hiçbir siyasi ayrıcalık olmaksızın. Ama şimdi sadece arkadaşlık gerekçesiyle koca bir geçmişi yok sayıyorlar. Dürüst, samimi, sevgiye dayalı, geçmişe dayalı arkadaşlığı yıpratarak bir durum yaratıyorlar.Toplumun benim tanıdığım Erdoğanı tanımasını çok arzu ederimBaşka türlü olsaydı, anlatır mıydınız Tayyip Erdoğan’ın nasıl bir arkadaş olduğunu?Her şeyi paylaşmak isterdim. Acısıyla, tatlısıyla... Toplumun benim tanıdığım Tayyip Erdoğan’ı tanımasını isterdim. Gerçekten bunu çok arzu ederdim. Beni olduğum gibi yakın tanımalarını isterdim. Ülkelerini yöneten kişisi gerçek anlamda, duygularıyla, doğrularıyla bilmelerini isterdim. Ama her bir cümle o kadar değişik algılanıyor ki bunu yapamam. CHP içinde benim çok sevdiğim insanlar var. Şimdi ben Halk Partili miyim? CHP içinde çok üst konumda, benim yanımda çalışmış, benim işe aldığım, iş hayatına burada başlamış bir insan var. Şimdi ben CHP’li miyim?Ahmet Hakan’ın sizinle ilgili bir yazısı vardı. Onunla bir öğle yemeği yediğinizde, Tayyip Erdoğan’ın gelini ve oğlunun şirketinize olan ortaklığı meselesinin ardından, size “AKP’li misiniz” diye sormuş. Siz de “Ben AKP’li değilim, beğendiğim işleri çok, beğenmediğim tarafları da var, ama ben Tayyip Erdoğan’cıyım, komünist partiden de olsaydı onu desteklerdim” demişsiniz. Bu konuşma doğrudur sanırım değil mi?Yazılmak üzere yapılmış bir sohbet değildi o. O süreçte belirli arkadaşlarla işin doğrusunu anlatmak üzere konuştum. Yani sadece o andaki hakkımda atfedilen tüm olayların yalan ve iftira olduğunu, o kişilere belgelerle anlatmaya gayret ettim. Onu konuştum. Görüştüğüm arkadaşların hepsi benimli ilgili izlenimlerimde pozitifler. Fakat yazı üslupları ne ise öyle hareket ettikleri için, benim tercih etmeyeceğim yazılar da ortaya çıktı. Ahmet Hakan’ın yazısı güzeldi, sonunu kötü bağlamıştı hatırladığım kadarıyla.Eşimle 25 senede bir günümüz bile küs geçmediDüşündüğüm şeyi uygulamam lazım. İnandığım yolda çok mücadeleciyimdir. Bir tek eşim beni geri döndürebilir. Motivasyon duygum çok kırılgandır ama. Arkadaşlarım “Cihan’ın benzinini doldurun” der. Teşvik, alkış görmem lazım, haksızlığa uğramamam lazım. Kavga ortamını sevmem. Ekibimin de mutlaka kararımı sevmesi gerekir. Fenerbahçe’nin Türkiye başarısı beni kesmez. Dünya başarısı lazım. Sinirimin, kırgınlığımın süresi saniyelerle kısıtlıdır. Kimseye kin gütmem. Unuturum, unutmaya özen gösteririm. Pozitif bir insanım. Hayata da böyle bakarım. Mutlaka her akşam pozitif hayal ve duygularla yatarım. Eşimle 25 senede bir gün bile küs geçmemiştir. O an için eşim çok hatalı bile olsa barışacak ortamı yaratırım. Barışık olmayı severim. Biri bana küsse huzursuz olurum, mutlu olamam. Mutluluk benim hayatımda çok öncelikli bir şey. Şaka, espri benim olduğum topluluklarda ön plandadır. Seyahatlerde planı ben yaparım. Ama 10 gün öncesinden yapmam, hep son dakika uçak bileti bulacağız diye uğraşırız. Hiçbir seyahati plana uygun tamamlamamışımdır. Genelde önce dönerim. Sürpriz yaparım aileye.Babamın tek kolu olduğu için tekstil yerine kuyumculuk işine girdiŞimdi zengin olmadık, zaten varlıklı bir aileydik dediniz. Dededen varlıklısınız...Denizli’nin Çivril kazasındanız. Manifaturacı olarak başlıyor dedem. Altın takı ve kumaş aynı dükkanda satılırmış o dönemler. Düğün alışverişi yapanlar elbise için kumaşı ve takacakları altını beraber alırlarmış. Babam, tek kolu yoktur. Bir yaşında tren kazasında sağ kolu rayın altında kalıyor, kangren olmasın diye kesiyorlar, aslında kurtulacak bir şeyken... Tek kolu olduğu için metre ile kumaşları ölçemiyor. O yüzden bizim aile işi, manifaturacılık yerine kuyumculuk olmuştur. Çivril’in en varlıklı ailesi dedemin ailesi. Ama babam kabına sığamıyor. İstanbul’a gelmek istiyor. Dedem çok gönülden razı olmamasına rağmen babama izin veriyor. Çok cüzzi bir para veriyor, “Geri dönmek yok, ayakkabı boyarsın ama ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmelisin buradan gidiyorsan” diyor. Amcam zaten daha önce İstanbul’a gelmiş. Sürekli babamı çağırıyormuş, çünkü babamın gerçekten iyi bir iş zekası var. Vücudunuzda eğer bir eksiklik varsa, onu kapatmak için daha gayret sarfediyor ve daha başarılı oluyorsunuz. 44 yaşındayım, babamın bir gün bile bir kolu olmadığını hissetmedim. Her işini kendi yapar. Vitesli araba kullanır.Atasay hem babanızın hem oğlunuzun şirketinizin ismi....Şirketi babam kurdu, sonra beraber geliştirdik, büyüttük. Asgold vardı aslında. Sermayeden daha önemli olan şey, bizim hayatımızda güven. Hayatımızın her noktasında bu böyle. Bu işin kuruluşu da buna dayanıyor zaten. Babam İstanbul’a çok az bir parayla geliyor, ama güvene dayalı ilişkiler sayesinde tüm Anadolu babama altını önden veriyor. Fazla altınlarını babamda tutuyorlar. Babam da bu sayede sermayesinden büyük işler yapabiliyor.Babamın bana öğrettiklerini ben oğluma öğretemiyorumKapalıçarşı’da bir dükkan olarak mı başladı bu iş?Başlangıçta bilezik atölyesi olarak başlıyor. Ayrıca ilk aktif pazarlama. Babam arabayla tüm Anadolu’yu dolaşıp mal veriyor, mal alıyor. Bizim ilklerimiz çok fazla. Bu sektörde ne ilk ve yenilik varsa bunu bizim kurumumuz Atasay yapmıştır. Sektörümüzde öncüyüz. Siz de hep babanızla mıydınız? Eğitiminiz ne? Lise mezunuyum. İlkokuldan beri yaz tatili bilmem. Arkadaşlarım oynarken ben babamla beraber işe gidip gelirdim. Bulunduğumuz yeri Allah’ın bir lütfu olarak görüyorum. Çok da şanslıyım, babamla hep çok iyi anlaştım. Çok yakın çalışıp, babamdan iyi eğitim aldım. İyi baba oğul değilizdir, iyi arkadaşızdır. Birbirimizden sakladığımız sırrımız yoktur. Babamın bakışından ne istediğini anlarım. 44 yaşındayım hâlâ kızdı mı, incinir mi telaşını yaşarım. Ve ürkerim onu kırmaya, kızdırmaya. Ama bunu korkutarak yapmadı. Kurduğu ilişki, sevgi ve yakınlığıyla yaptı. Babam tahrik ederek, teşvik eder “Ahmet’i duydun mu ne yapmış” gibi. Beni hep tahrik eder. “Yapma” derim artık. Hayatım boyunca iki kere dayak yemişimdir babamdan sadece. Ama diliyle bugün bile döver. Bugün en üzüldüğüm şey, kendi oğlumun hayata atılışında ona cari manada babam kadar eğitici ve yakın olamamam. Bir kere nesilden nesile daha yumuşak ve çocuğumuza kıyamaz hale geliyoruz. Ayrıca işlerimden vakit de ayıramıyorum Atasay’a. Bunu talep ediyor ama beni de kendi işimden alıkoymak istemiyor. Şimdi mesela Fenerbahçe var, ona ayıracağım zaman iyice azaldı. Geçen sabah çok duygusal anlar yaşadık oğumla mesela.Küçük bir sermaye ile Türkiye’de ilk döviz gişesini ben açtımBabadan oğula geçen şirket işlerinde, hep acaba oğulun başka bir şey yapma şansı var mıdır diye merak ederim. Sizin başka bir iş yapma şansınız var mıydı?Babam o şansı verdi bana. 16 yaşında benim dükkanım vardı. Babamdan aldığım sermaye ile bugünün parası 60 ya da 90 bin lira sermaye ile döviz gişesi açtım. Bunu Türkiye’de yapan ilk kişi benim. Hemen sonrasında Deha Menkul Kıymetleri kurdum. O dönem bunlar ilkti. Borsacılığın bu günlere gelmesinde emin olun bizim o şirketin büyük payı var. Dövizin, altının legal hale gelmesi Özal zamanında bizim verdiğimiz raporlar sayesinde oldu. Benim ve ailemin yaşamında sektöre kazandırımlarla ilgili çok ilk var. Bunu hiç çekinmeden söyleyebilirim. 21-26 yaş arası çok iyi işler yaptım, çok para kazandım. Sonra babam bir gün “Gelmeni istiyorum artık” dedi. O sırada Asgold var. Atasay sadece bir mağaza Kapalıçarşı’da. “Seni varis olarak istemiyorum. İnandığım için istiyorum” dedi. Ben de geldim ve doğru karardı.Onu Başbakan olmadan bir seviyorsam, şimdi üç seviyorumAranızda geçen diyalog doğru mu ama değil mi? Siz AKP’li değil ama Tayyip Erdoğan’cısınız...Benim siyasi bir kimliğim yok. Olmamalı da zaten. Ben herkes için üreten bir şirketin sahibiyim. Bu kadar kutuplaşma olduğu bir dönemde olmaktan hiç hoşlanmıyorum zaten. Benim yapıma çok ters, ocu bucu olmak. Geçen gün İzmir’de başıma bu tip bir şey geldi. “Tayyip Erdoğan’ın arkadaşı bilmem ne...” Medyanın başarılı bir şirkete bunu yapma hakkı yok. Benim sayın Başbakan’la bir dostluğum, bir arkadaşlığım var. 15 yıla dayanıyor bu, Başbakan olduktan sonra ya da denildiği gibi işlerim yüzünden başlamadı bu dostluk. Belediye Başkanı olduğu dönemden başlıyor. Babamın ahbaplığı çok daha eskiden. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ı çok yakınen tanıyorum tabii ki, öyle bir şansım oldu. Yapısını, kişiliğini, yönetim biçimini, olaylara bakışını, ülkesine bakışını daha yakinen tanıma, bilme fırsatım oldu. Dolayısıyla da Tayyip Erdoğan’ın bir yönetici, iyi bir lider olduğunu biliyorum. Bakın, şu anda toplumun refahı için 24 saat çalışan bir Başbakanımız var. Bu beni etkiliyor. Bütün iyi niyeti ve bütün samimiyetiyle çalışıyor. Ülkesinin dünyada daha yukarıda konumlanması için her açıdan elinden gelen bütün gayreti gösteriyor. Genel siyasi bakış olarak söylüyorum, pozitif yönde, yenilikçi ve statükocu olmayan bir yolda ülkenin gelişimi için 24 saat çalışan bir Başbakan, ki Başbakan olmanın kazandırdığı birçok imkan, rahatlık, güzellik vardır insan için... Bunların hiçbirini sıhhatini bile vererek kullanmayan biri Tayyip Erdoğan, niçin sevmeyeyim. Bu bana niye ödetilmeye çalışıyor, siyasi malzeme yapılıyor anlamıyorum. Ben Tayyip Erdoğan’ın yönetim biçimini beğeniyorum, güveniyorum. Bu liderlik tarzını seviyorum. Bu nitelikleri gördüğüm kim varsa, onu severim ben. Ülkesinin menfaatini koruyan, önünü açan, ticaretin önünü açan... Ben ona oy veririm. Onu desteklerim. Bir iş adamının particiliği olacağına inanmıyorum, olmaması gerekir. Ben bir partici değilim. Lidere, ekibine, anlayışına bakıyorum. Kim en iyiyse onu destekliyorum. Pozitif üretkenlikten hoşlanıyorum. Sadece olumsuzluk üreterek yapılan siyaseti sevmiyorum. Gerçekten bu kadar çok mu seviyorsunuz ülkenizi? Herkesin sevdiği bir şey “Ben o kadar çok seviyorum ki” diye anlatılınca, hep çok şaşırırım ben.Ben ülkemle ilgili her zaman ağlarım. Bizden daha gelişmiş bir ülkeye gitsiysem hasedimden çatlarım. Samimi söylüyorum. Bir yerde bir hafta kalayım “Havasına, suyuna, taşına, toprağına” çalsın ağlarım. Tayyip Erdoğan’ı Başbakan olmadan bir seviyorsam, şimdi üç seviyorum... Çünkü bu ülke için çok güzel şeyler yaptı, yapıyor. Canıyla mücadele ediyor.Hasan Abi Bodrum’da değil Almanya’da öldüBugün tam bir sene oldu Hasan Doğan’ı kaybedeli... Sizin çok yakınınızdı, hatta hayatını kaybettiği sırada siz yanındaydınız. O acı, hayatla ilgili yeni ne düşündürdü size?Allah mekanını cennet eylesin. Son dönemlerde bu konu hayli duygusallaştıran bir konu, çünkü Hasan Abi bugünlerin insanıydı. Şu yaşadığım geçmiş üç ayın dostuydu, arkadaşıydı. Çaresiz kaldığım anlarda dertleştiğim bir insandı. Öyle bir adamdı. Onunla yaptığım sohbetin arkasından her zaman bir rahatlama, bir huzur hissederdim. O kadar mutlu çıkardım ki girdiğim o psikolojiden, beni bambaşka bir boyuta taşırdı. Çok dostluklarım arkadaşlıklarım oldu, ama Hasan Abi çok başka bir ölçüymüş. Bir insanın her şeyi paylaşabildiği bir dostlukmuş. İnsan arkadaşının hayatının hangi parçasını tamamladığını öldükten sonra anlıyor. Benim hayatımda bambaşka yeri var.Fenerbahçe yönetimine girmenizi destekler miydi sizce? Ne derdi?İlk günden beri federasyon başkanı olmam için ısrar ediyordu Hasan Abi. Önce yönetime girmemi, ardından da başkan adayı olmamı istiyordu. Çünkü bir işi yaparsam, en olumlu neticeyi alma arzumu ve ısrarımı bildiği için, “Gel bu federasyona sen gir, ben hiç olmayayım, bu takım mutlaka Avrupa ya da Dünya şampiyonu olur” derdi. O sırada kendi iş hayatımdaki yük buna izin vermemişti. Kendi yönetimine de girmemi istemişti. Ama biz Hasan Abi’yle olayları çok boyutlu konuşup tartışabiliyorduk. İkimizin birden Federasyon’da olması çok farklı algılanabilirdi. Bunun farkındaydık tabii ki. O yüzden ben girmedim. Futbol, Hasan Abi’nin hayatında çok büyük yer teşkil ediyordu. Levent Bıçakcı yönetiminden sonra ailesi, ben, hepimiz karşı çıkıyorduk bir daha futbolun içinde olmaması için. Çünkü o kadar içten yaşıyordu ki, kendisini o kadar yıpratıyordu ki, ailesi bunu istemiyordu tabii. Ortağı Ethem Sancak rest çekmişti, kesinlikle karşıydı. Fakat bütün kulüpler birleşip ortak aday gösterince dayanamadı. Herkesi ben ikna ederim, “Yolun açık olsun” dedim ben de.Ağır yemek yemedi sonrasında da saunaya değil hamama girdiÇok üzülür müydü?İlk dönemde çok hırpalanmıştı. Kendi başkanlığında daha rahattı. Avrupa Şampiyonası’nda başarılı olunda ama Almanya’da finale çıkma şansımızı kaybettik. Ve Hasan Abi Bodrum’da değil, Almanya’da öldü. O günden sonra bir daha yüzü hiç gülmedi. Moral ve motivasyonu çok düştü. Güldüremedik bir daha Hasan Abi’yi. Beraber olduğumuz hiçbir noktada mutlu olamadı. Orada çok ağır darbe aldı. Kupayı ülkeye getirmek istiyordu.Bodrumda, o gün ne oldu?Hep “Çok ağır yemek yedi, arkasından hamama girince” gibi şeyler yazıldı. O gün Hasan Abi asla ağır bir yemek yemedi. Dört saate yayılmış bir yemekti. Ve Fatih Terim’le sürekli “Ne yaparız, ne ederiz”i konuştular. Onu çok heyecanlandıran konular olduğu için yanındaydım zaten, gördüm de, ağzına yemek koymaya fırsatı olmuyordu. Hafif bir yemek oldu yani. Devamlı konuşuyordu. Arkasından yine çok uzun zamana yayılan bir hamama girdik, saunaya girmedik... Onun da arkasından serinlik denen yerde yattık. Tekrar duş aldık, giyindik. Çıkarken 25 tane falan merdiven vardı. Son iki basamakta “Arkadaş gögsümde bir ağrı var” dedi. Hasan Abi kendini dinleyen bir adamdı, o yüzden huzursuz, tedirgin olmasın, kafaya takmasın diye “Bir şey değildir, geçer” dedim. On adım attık, asansöre yaklaşırken sırt üstü düştü. Kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. O kadar güç, para, pul, hiçbir şey yapamıyorsun. Hiç olduğunu anlıyorsun bir anda. Çelişkilerle dolu. İlk sayın Başbakan’ı aradım, bir şey yapsın diye. Öyle bir inanıyorum ki otel yarılacak, Hasan Abi’yi alacaklar ve kurtaracaklar.
Yazar, gazeteci, Türkiye İşçi Partisi milletvekili, filozof, teorisyen, büyük usta, belki sizi çok sinirlendiren biri, belki aşık olduğunuz biri zamanında, belki de hiç tanımadığınız biri Çetin Altan. Hafta başında 82 yaşını bitirdi. Çarşamba günü Milliyet Gazetesi’nde yazdığı 83 yaş yazısında “Bir daha hiçbir yaşımı tekrar yaşamak istemem” demiş. Bense her yaşımı sadece o benim dedem olduğu için tekrar yaşamak isterim...Ben Çetin Altan’la aynı tabaktan pasta yedim... Tolstoy’un hayatını anlatan bir film görmüştüm. Orada bir sahne vardı. Bir masanın başında oturan Tolstoy, torunlarını kucağına alıp, onlarla aynı tabaktan past yiyordu. Sonra bir dede gibi değil de bir yazar gibi şöyle diyordu kucağındaki minik torunlarına:Bir gün, Tolstoy’la aynı tabaktan pasta yediğinizi anlatacaksınız. İşte o gün benim için bugün...Bu haftabaşı benim dedem 82 yaşını bitirdi. Ve çok şanslıyım, 82’sinde bir dede her zaman Çetin Altan olmuyor çünkü. Ben dedemden çok korkarım biliyor musunuz. Beni beğenmemesinden, beğenmezse sevmekten vazgeçmesinden korkarım. 83’üne bastığı bu hafta, karşınıza bu yazıyla çıkmak da çok ürkütüyor beni, gerginim, hatta yine çok korkuyorum. Ama bu yazıyı yazacağım. Dedim ya 82’sinde bir dede her zaman Çetin Altan olmuyor çünkü.İnsan bazen korkmadan ya da en azından korkmaktan korkmadan istediği şeyleri yapmalı. Bunu da bana dedem öğretti zaten. Bana bildiğim her şeyi dedem öğretti. Bazılarında aracı kullandı. Babama öğretmiş, babam da bana öğretti.Çocukken çok yaklaşmazdım ben dedeme.Elimden tutup parka götürmezdi, kucağında hoplatmazdı, masallar anlatmazdı, hiç hissetmedim onun için vazgeçilmez olduğumu.Başka dedelere benzemediğini ilkokul yaşım gelmeden anlamıştım. Ve çocuk olmanın kendine güveniyle buna aldırmıyordum.Ama bir hesap yaparsak, ben doğduğumda hapiste olan dedem, sadece 45 yaşındaydı. Ben beş yaşındayken de 50. Türkiye’nin en karışık yıllarında dünyanın değişimini kavrayan ve bunun Marksist yorumunu yapan ilk kalemlerdendi. Hayatın neredeyse tüm gerçeklerini reddeden bir ülkeye gerçekleri gösterebilmek için tek başına dövüşüyordu.“Tanıştırayım, Çetin Altan’ın torunu” Sosyalizm sözcüğünü, proleterya kavramını, sömürü gerçeğini kalabalık kitleler, ilk kez Çetin Altan’ın sütununda okumuştu, yazılarıyla ortalık sarsılıyordu. İtiraf etmeliyim ki böyle bir adamın torunu doğdu diye dede olmasını beklemek pek gerçekci olmazdı. Ortaokul yıllarımda artık bir Çetin Altan fikri oluşmuştu kafamda. Kitaplarını okumaya başlamıştım... Bir Avuç Gökyüzü okuduğum ilk kitabıydı. İnsanların nasıl bir coşkuyla beni birbirlerine tanıştırdıklarını hatırlıyorum “Çetin Altan’ın torunu” diye. Ne sihirli bir üç kelimedir bu benim için, bilemezsiniz. Hâlâ da öyle... “Tanıştırayım Sanem Altan, Çetin Altan’ın torunu...” 13 yaşıma geldiğimde sohbetler etmeye başlamıştık artık... Çünkü o hiçbir dedeye benzemediği gibi, kimseye de benzemiyordu. Ondan etkilenmemek mümkün değildi. Onun yazılarına, üslubuna, kitaplarına yansıyan benzemezlik yaşamında da bütün görkemiyle ortaya çıkıyordu doğrusu. Nice genç yaşlı, ünlü ünsüz, başarılı çok başarılı insanın onun parlak ışığında söndüğünü gördüm. Artık onu tanımaya başlamıştım.Küçük küçük yaklaşmayı denerdim başlangıçta. Anlattıkları ilgimi çekerdi. Ama sıcak bir gülümseme beklerken, ne olduğunu anlamadan öfkesi yakardı her yerimi. Fırtınaya yakalanmış küçük bir kuş gibi kaçmaya çalışırken, bu sefer de eşine az rastlanır sıcaklığı sarardı her yeri. Erirdi küskünlüğüm hemen, ama anlamazdım niye kızdığını. İnsanları tanıyana dek tabii.Hayatımın belki de en karmaşık, anlaşılması ve çözülmesi en zor yanıydı dedem o yıllarda... Lise yıllarıma geldiğimde baş başa vakitler geçirmeye başlamıştık artık. Yemeklere gider, dans eder, - Türklerin üç tarafı denizlerle kaplı bir toprağa sahip olmalarına rağmen denizi kullanmayı becerememelerine kızar, ben kullanmayı öğreneyim diye - küçük sürat motoruyla denizde dolaşırdık.Ve anlatırdı. Bıkıp usanmadan anlatırdı: Var olmanın ne demek olduğunu, beyinsel süzgeçlerden geçmeyen bir yaşamın nasıl yok olacağını, yalan söylemeye ihtiyaç duymadığın bir hayat kurmanın gerçek başarı olacağını, parayı kazanırken aldığın hazzın onu harcarkenkinden daha fazla olmasının mutluluk hanesine yazılacağını, mekanı ve zamanı kullanmayı, bugün beni ben yapan her şeyi işte... Onu en iyi anlayanlardan biri olduğumu iddia edecek kadar onu iyi anlıyordum. Bunu bildiğine de hep inandım ama o, anlamadığımdan eminmiş gibi davranırdı bana hep. Var olmamı istiyordu çünkü. İnatla istiyordu bunu. Bütün çocuklarından istediği gibi benden de istiyordu. Ama sonraları anladım ki yirmibeş bin köşe yazısı, altmış kitap, dört roman, dokuz piyes yazan bir yazı çılgını olarak o, bunu sadece benden değil bütün hayattan istiyor. Sanırım bu muhteşem ve belki de korkunç talep onu bizden, bildiğimiz herkesten ayırıp Çetin Altan yapıyor. Başkalarını biçimlendiren hayatı, o biçimlendirmek istiyor. Ve bunu da bedellerini ödeyerek yapıyor.Zeyrekhane’de doğum günü yaptıkEvet, diğer dedelere benzemedi. Bunu kimbilir daha önce kaç kere tekrar ettim ama yine söyleyeceğim, ben bir insanın dedesinin olmasının ne demeye geldiğini tam öğrenemedim ama kimsenin bilmediği bir şeyi, Çetin Altan’ın insanın dedesi olmasının nasıl bir şey olduğunu çok iyi öğrendim... Bu yaşgünü için Zeyrekhane’de toplandık ailece ve birkaç dost...Uzun uzun ona baktım.Bitmeyen asla tükenmeyecekmiş gibi görünen bir enerjinin, dede olması zaten doğaya aykırı diye düşündüm...Benim dedem Çetin Altan 83 yaşına bastı bu hafta başı. Çok büyümeme rağmen hâlâ ondan korkuyorum. Beni, yaptıklarımı beğenmeyecek diye ödüm patlıyor. Çünkü bir yazarı tanımak, ona yakın olmak bir dedenin kusurları hoşgören sıcaklığına sığınmaktan çok daha zor. Ama onu beğenilme korkusu taşımadan seven birini de tanıyorum artık. İki yaşındaki Leyla.Ve şimdi ne zaman korksam Leyla’nın sesini duyuyorum kulaklarımda “İyi ki doğdun büyükdeedeeeeee...”
‘Hakkını helal et’...Çeşme’nin küçük, kimsesiz, soluk duvarlı hastane odasından bir gece yarısı ameliyata götürülürken, acıdan içi katılmış, çektiği acının çaresizliğiyle bakışları donuklaşmış bir adam böyle söyledi bana.Oysa gün, sakin sıradan huzurlu bir tatil günüydü başlangıçta.Kumsalda şemsiyelerin gölgeleri suya vuruyor, Çeşme’nin ılık rüzgarıyla kıpırdayan denizde gölgeler küçük oyunlar yapıyordu. Bizse yan yana şezlonglarımızda, hem etraftaki tatilcileri izliyor hem gazete okuyor hem sohbet ediyor, bazen de kimseyle ilgilenmeden gözlerimizi kapatıp güneşe bırakıyorduk kendimizi.Ahmet (Hakan) “Güneşi ve denizi sevmem ben” diye söyleniyordu. Onunla dalga geçiyorduk, “Sen gerçekten huysuz bir yaşlı olacaksın.”Gün ilerliyordu, Ahmet gölgede ertesi günkü yazısını yazıyor, biz güneşte günün bize getireceklerine kendimizi bütünüyle teslim etmenin huzuruyla onu huzursuz edip eğleniyorduk.Son günlerin “en şaşırtıcı yeni kankalarıydık” başkalarına göre.Bu, en sevdiğimiz laf olmuştu: “Yeni kankalar.”Bu tuhaf, saçma sözcük bizi eğlendiriyordu.Gün ilerliyordu.Bir tatil gününün en güzel saatleri başlıyordu artık. Akşamüstü olmuştu.Güneş kızıllaşarak karşıki tepenin ardından kaybolmaya hazırlanırken, o çok sevdiğim deniz ve güneş yorgunluğu da üzerimize çökmüştü, duş alıp, akşam yemeği için hazırlanmak üzere odaya çıkarken biz hâlâ Ahmet’e takılıyorduk.“Ahmet bi yüzsen çok iyi gelecek bak, yılın yorgunluğunu alır.”Odalarımıza çıktık.Ne kadar geçti bilmiyorum.Telefonum çaldı.Ahmet’ti.Telefonu açtım.Çok canı yanan, hatta nefes almakta zorlanan birinin yardım isteyen sesini duydum.“Saneemmmmm, düştüm, kolum kırıldı kıpırdayamıyorum, çok kötü, çabuk”Kelimelere gerek yoktu, o ses, durumun çok ciddi olduğunu anlatmaya yetiyordu. Fırladım odadan.Koridorda, Ahmet’in odasına koşarken - ki odaya varmam 10 saniyeyi geçmedi- odadan çıkmadan önce kapıyı açtırmak için resepsiyonu aramamış olmanın aptallığını fark edip, uzakta gördüğüm bir kat görevlisine “Acil durum. Kapıyı açar mısınız lütfen.. Acele edin. Acele edin lütfen” diye bağırarak kapıyı açtırdım.Öleceğini düşündüm...Ahmet, banyonun mermer zemininde, yerde yatıyordu. Nefes almakta zorlanıyordu. Yüzü bembeyazdı. Tüm vücudu titriyordu. Kolu, bir daha asla o görüntüyü unutamayacağınız kadar vücudundan bağımsız, ayrı bir parça gibi yerde duruyordu. Ahmet’e bunu hiç söylemedim ama o an gerçekten ölebileceğini düşündüm. Düşerken başını da vurmuştu herhalde ama yaşama tutunmanın can havliyle beni aramıştı.O görüntüyle karşılaşınca önce resepsiyonu arayıp ambulans istedim, buna çok acil ihtiyacımız olduğu sanırım sesimden o kadar belliydi ki resepsiyondaki görevli manasız bir tek soru bile sormadı.Ardından hemen, İbrahim’i aradım, “Ahmet düşmüş, çok kötü gözüküyor, hastaneye gidilmesi gerekiyor, acaba Çeşme’de iyi hastane neresi, iyi doktor kim, yardım lazım” dedim.Benim kocam, İbrahim Seten, soğukkanlı, akıllı ve her şartta en iyi planı yapabilen biridir. Onun orada olması Ahmet’in iyileşeceğinin ilk “ulvi” işaretiydi benim için. Bu telaşlı anları atlattıktan sonra Ahmet’in yanına dönüp ona doğru eğilerek, ölebileceğinden korktuğum halde bu endişemi mümkün olduğunca saklayarak, soğukkanlı bir sesle, “Ahmet beni duyuyor musun” dedim. Çünkü çevresinde olanlarla bağlantısını koparmış, derin ve hızlı şekilde nefes alan, hatta başka türlü nefes alamıyormuş gibi gözüken, gözlerini sabit bir noktaya dikmiş biriyle ambulans gelene kadar baş başa olacaktım ve “ne yazık ki” en doğru şeyleri yapmak zorundaydım.Ahmet beni duyduğunu gösteren bir şekilde gözlerini bana çevirdi. Önce onu rahatlatacak, durumun vahametini “küçümseyen” matrak şeyler söylemek istedim, “Vakitçiler şu halini görseler ne yazarlardı ya da Ahmet hâlâ çok ‘yazar’ gözüküyorsun korkma” gibi. Bence bu yol daha iyiydi ama bana çevrilen gözleri bunun iyi fikir olmadığını söyledi.“Ahmet çok iyisin. Sadece kolun kırık.” O kola, “sadece kolun kırık” demek gerçekten zordu, inanın bana “Gelmek üzereler. Her şey yolunda, tedirgin olacak bir şey yok. Çok iyisin, çok iyi gözüküyorsun” dedim. Bu da büyük bir yalandı.Ahmet ilk defa konuştu bunun üzerine. “Tamam. Çok üşüyorum. Bir sigara versene.”Annesi, Ahmet ilk konuştuğunda benim o an yaşadığım sevinci yaşamamıştır herhalde.Ahmet konuştu. Üstelik sigara istedi.Bir sigara yakıp verdim. Ayaklarını altına üşümemesi için havlu, başının altına yastık koydum. Ve geçmek bilmeyen dakikalar boyunca ambulansı bekledim..Canı çok yanıyordu. Sol koluna dokunmak mümkün değildiVe yapabileceğim hiçbir şey yoktu.Çaresizliğimi hissetmemesi için, her şeyin yolunda olduğunu söylüyordum sürekli.Hatta belli bir noktada, o gayet sakin, bense sakinleştirilmeye muhtaç bir haldeydim. Gözlerinden yaşlar akıyordu...Sonunda geldiler.Üç ambulans görevlisi.Ahmet’i önce sedyeye yerleştirdiler. Çok zorlu bir etaptı. Sonra ambulansa koydular ve hastaneye geldik.Akşam dokuz buçuk, on oluyordu sanırım.Doktorlar olaydan haberdar bizi bekliyordu. İbrahim’in ettiği ve ettirdiği telefonlar sayesinde mühim bir hastanın geldiğini hastane personelinin bildiği her hallerinden belli oluyordu.Zor anlar bir türlü bitmiyordu ama.Doktorların, nesi olduğunu anlamak için ona her dokunuşlarında Ahmet korkunç bir acı çekiyor, tansiyonu düşüyor, müdahale imkansız hale geliyordu.Acıdan gözlerinden yaşlar akıyordu. Dayanmaya çalışmak onu daha da yoruyor neredeyse ölmeye razı hale getiriyordu.“Erkek, yazar, ünlü” olmak ilk defa hayatını bu denli zorlaştırıyordu herhalde Ahmet’in.Kendini bıraksa, bağırsa, ağlasa belki bayılsa çok daha rahat edecekti.Ama yapamıyordu. O andaki acısını ve zayıflığını, bir yandan o acıyı çekerken gizlemeye uğraşıyordu.Çeşme’de ameliyat olmak istediAhmet’in kolunun acısının yanında yaşadığı psikolojik sıkıntının da farkına varan Doktor Serdar, bana dönüp “Bu kırık büyük acı verir, bağırmak iyi gelir mesela. Ahmet Bey çok iyi dayanıyor. Endişe etmeyin” dedi. Doktora sarılıp öpmek istedim o an.Doktorun sanki benim endişelerime cevap veriyormuş gibi Ahmet’i çok zarif bir şekilde, onu hiç tedirgin etmeden yüreklendirmesi gerçekten müthişti.Serum bağlandı. Kan alındı, sakinleştirici ve ağrı kesiciler yapıldı. Röntgen çekildi ve sonuç gece on bir civarı çıktı; ameliyat olmalıydı.Sol kolunun humerus kemiği ortadan ikiye ayrılmış, tekrar birbirine kaynaması için de ameliyatla oraya iki plaka ve çiviler takılması, parçalanan kemik uçlarının “tamiri” için de dirsekten alınacak küçük kemik parçalarının kırık noktaya yerleştirilmesi gerekiyordu..İbrahim, hemen İzmir veya istanbul’a gidilmesi, çok iyi bir uzmana bu ameliyatın yaptırılması için çalışmalara başladı..Ahmet verilen ilaçların etkisiyle gevşemiş “Ben burada hemen ameliyat olup bitirmek istiyorum bu işi, kıpırdamak istemiyorum, sen ne dersin” dedi.Öyle zor karardı ki.İbrahim haklıydı korkularında. Çeşme’deydik, küçük bir hastanedeydik ve sonra telafisi zor olabilecek tıbbi yanlışlarla karşılaşabilirdik...Ahmet’i de anlıyordum. Doktora güvenmişti ve kolundaki acı, hayatta o acıdan başka bir acı olabileceğine inanma ihtimalini yok etmişti. Başka ne olabilirdi ki...Dualara sığınarak Ahmet’in dediğini kabul edip, ameliyata girmesine izin verdiğimi gösteren resmi kağıdı imzaladım.Kapının önüne bir sigara içmeye çıktım.Hayatımızı, hayattan daha büyük gerçeklerle, evrenin sonsuzluğuyla, milyarlarca yıldan beri akıp giden zamanla kıyasladığımızda hissettiğimiz o tuhaf manasızlığı ve yetersizliği hissettim. Bu kaza bir kez daha yüzüme vuruyordu bunu. Her şey anlamsızdı. Bir kaza olabilirdi ve önemli sandığın her şey önemsizleşirdi. Sakat kalabilirdin, ölebilirdin. Olaylar karşısında çaresizleşirdin.Leyla’yı düşündüm. İstanbul’da küçük yatağında uyuyan küçük kızımı.Bir gün, bir gece yarısı bir hastanenin önünde, bir dostunu, bir arkadaşını, bir yakınını beklemek zorunda kalırsa diye üzüldüm. “Ahmet Bey’i ameliyata alıyorlar” sesiyle, gözlerimi silerek içeri girdim tekrar..Odadan çıkmak üzereydiler, elini tuttum.Ve yavaşça fısıldadım “Varsa bir hakkım helal olsun.”
DTP eş başkanı Ahmet Türk’le ne zamandır konuşmayı istiyordum. Farklı bir Kürt, farklı bir siyasetçi olduğunu düşünüyordum. Yanılmamışım. İnancı beni heyecanlandırdı. Yumuşak ve sakin anlatımı etkiledi. Dürüstlüğü çarptı. Ahmet Türk bu barışın en önemli isimlerinden biri.Geçen hafta, 32. Gün programında cesur ve etkileyici açıklamalar yaptınız. “Gerekirse Kandil’e giderim” bile dediniz. Ama beni etkileyen “Kardeşlik için 17 bin faili meçhulun katilini affetmeye hazırım” demeniz oldu. Bu söylenmesi kadar da kolay bir duygu değil. Çarpıcıydı gerçekten. Nasıl tepkiler geldi Türklerden ve Kürtlerden?Olumsuz bir tepki almadım. İnanın bana orada söylediklerimi hiçbir politik hesap yapmadan, sözcükleri seçmeden, inancımla, hissettiğim gibi söyledim. Yaşanan sürecin açık bir şekilde değerlendirmesini yaparak kamuoyuna sunmak istedim. Kendimi hiç frenlemedim. Olabildikçe açık oldum. Devletin bir kesiminde rahatsızlık yaratmış olabilir. Gerçeklerin gündeme gelmesini, iki yüzlü politikanın ortaya çıkmasını, yaşananların kamuoyuna anlatılmasını istemeyenler de olabilir. Kamuoyu yaşananları bilmiyor. Hiçbir zaman da bilmedi. Bunu bilinçli engellediler. Kamuoyu bilse, farklı bir bakış açısı olurdu, eminim. Kürt halkı her zaman Türk halkını kardeş halk olarak gördü. Yarın farklı şeyler olsa, ben bu ülkeyi bırakmam. Bu ülkede özgür ve eşit olmak isterim. Gitmem bir yere.Sizce Türkler Kürtlerin acılarını anlıyor mu? Ya da Kürtler Türklerin acılarını? Sizce acılar anlaşılmadan gerçekten barış olabilir mi?1991 Nevruzu’nda Şırnak’a gittiğimizde müthiş bir çatışma ortamı yaratılmıştı. 16 insan ölmüştü. Atatürk büstünün hemen orada duran bir otobüs santim santim kurşunlanmıştı, ama Atatürk heykeli sapasağlam duruyordu. İçinde iki çocuğun yanarak öldüğü ev 50 m mesafede... PKK geldi, çarşıyı dağıttı, evleri yaktı deniyor. Çarşı darmadağın ama bir tek gökyüzü gözüküyor. Yani nereden ateş ederseniz edin görünmez. Siviller konuşmaya korkuyor. Trabzonlu bir öğretmen geldi, evi taciz edilmiş. Feryat ediyor “Bugün burada olmasam kesin basına inanırdım, ama gözlerimle gördüm, Jitem’in korucuları yaptı” diyor. Susturmaya çalıştık. Başına bir şey gelmesin diye. Kürtlerin o bölgede ne yaşadığını, çektiği acıları Türkiye kamuoyu bilmiyor. Bu yüzden çözümsüzlük süreci hep devam etti. Acıları paylaşmadığımız zaman bu işi çözemeyiz, size katılıyorum. Kürtler bu süreçte duygusal yaklaşımdan çok uzak kaldı. İntikam ve nefret duygularıyla karşılaştılar hep. Acılarını kimse görmedi. Onlar da öldü. O aileler de yandı. Ona rağmen, inanarak söylüyorum, Kürtlerin gösterdiği duyarlılık ve Türk halkına her şeye rağmen öfke ve kin duymaması çok önemli. Bu sorun siyasete alet edilmeyecek kadar önemli bir sorun.PKK’nın geldiği nokta barışçıl bir sürecin önünü açıyorBir barış süreci başladı mı gerçekten? Kürt sorununun çözülmesine az mı kaldı? Nedir sizin inancınız? Bu sürece güveniyor musunuz gerçekten?Barış tabii ki kolay bir şey değil. Zaman lazım. Ama konuşmaların başlaması umut verici. Konjonktür olarak çok şeyin değiştiğini görüyoruz. PKK’nın geldiği nokta barışcıl bir sürecin önünü açıyor. Bağımsız Kürdistan yerine, sorunun Türkiye’nin bütünü içinde çözümü. Halkların kardeşliğini tesis ederek ve talep ederek çözme inancı. İsteklerinin çağdaş dünyada kabul edilebilir olması, barış için çok önemli.Çok uzun yıllardır dağda savaşarak yaşayan insanlar var. Barış olursa sizce bu insanlar savaşsız normal bir hayata adapte olabilecekler mi? Barış iyi bir şey ama arkasını planlamazsanız eksik kalmaz mı?Mağarada yaşayan insanlar değil ki onlar. İnternet başında Washington’da ne olmuş anında bilen, kimisi okulunu bırakmış gitmiş, kimisi ailesini. Döndüklerinde burada bir hayatları var. Siz dağda tam ne var zannediyorsunuz? “Psikolojik yardım” diyorlar. Bence böyle bir şeye ihtiyaç yok. Türk halkının düşmanı değil o insanlar. Özlemi, gelip insanca burada yaşamak. İnsanca kucaklayacak bir yaklaşım istiyorlar sadece. Bunu başarmak lazım işte. Çok içten inanıyorum ki benim dediklerimden farklı şeyler hissetmiyor onlar da.Kürtler de sorunun silahla çözülemeyeceğini anladıPerşembe günü Tayyip Erdoğan sert bir çıkış yaptı. Sizin silahları bırakalım talebinize karşı “Asker silah bırakamaz” dedi. Ve sizi suçladı.Biz tabii ki böyle bir şey demiyoruz. Hükümetin çok dar bir mantığı var. Dünyada hiçbir şey tek taraflı çözülmez. İki tarafın da bu niyeti ortaya koyması gerekiyor. Tek taraflı silahları susturduğunuzda bunun bir anlamı olmaz ki. Ama “Asker silah bıraksın” demiyoruz. Bunu böyle kullanıyor. Bu sürecin demokratik bir sürece evrilmesi için operasyonlarda da hassasiyet gösterilmesini istiyoruz. Operasyonlar da durmalı tabii ki. İnsanlarımız barış arzusu içinde. Devletin statükocu anlayışını aşan bir umuttur bu. Dünyanın da barış istediği bir konjonktürde, hükümet buna direniyor. Hem içte hem dışta sorunları artık diyalogla çözülme dönemi. Bu hükümet üzerinde bir baskı yaratıyor. Ana muhalefet direnemiyor. Asker de bunu görmek zorunda. Sonuçta asker ülkenin güvenliğiyle ilgi bir memur. Siyasi irade yerine geçemez, onlar yerine kararlar veremez. Kürtler de silahla çözülmeyeceğini anladı. Talepler ortak aslında. Devlet de silahla çözülmeyeceğini görmeli artık. Demokrasi güçlerinin bu sorunun silahlarla çözülmeyeceğini anlaması önemlidir. Hükümetin çözüm için çabası yok, projesi yok, bir niyet var gibi sadece. Ne kadar direnirlerse dirensinler bir gün bizim savunduğumuz noktaya herkes gelecek. Göreceksiniz...Siz tam ne istiyorsunuz?Biz işin nasıl çözülmesi gerektiğini biliyoruz ama net, şart gibi ifadeler kullanmamız sürecin önünü tıkar. Karşılıklı affetmemiz lazım en başta... Sonra, demokratik bir Anayasa, farklılıkları zenginlik gören bir mantık, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, kültürel, dinsel, kimliksel, demokratik özerklik ve ademi merkezcilik anlayışı taşıyan bir proje. Katı merkeziyetçi yapının devletleri hantallaştırdığı görüyoruz. Bunları sadece kendimiz için istemiyoruz. Bunu isteyen başkaları da varsa, o halkın da iradesinin yansıması lazım. Ama “Lazlar, Çerkezler” deniyor, bu doğru bir örnek değil. Kürtler yoğun bir nüfusa ve ortak bir coğrafyaya sahip. Böyle başka bir nüfus yok. Çerkez de hakkını istiyorsa almalı. Talepleri de yok. Ama Kürtlerin var. Birbirlerine örnek gösterilemezler. Halkı tatmin etmediğiniz zaman bugün PKK olur, yarın Kürtlerin Hamas’ı çıkar, başka gün başka bir şey... Ama çözüm olmaz. PKK susarsa çözüm olmuş mu olur. Hayır, teslim almış olursunuz sadece ama Kürt sorununu çözmüş olmazsınız. Hassas bir süreç. Nereye evrileceğini söylemek mümkün değil şimdiden.PKK Öcalan’la görüşülebilir diyor ben de isterim, keşke olsa Peki bunların olması için sizin projeniz ne? Tayyip Erdoğan’la görüşseniz ona ne diyeceksiniz? Ne isteyeceksiniz, ne önereceksiniz?PKK diyor ki “Öcalan’la görüşülebilir, katkı sunar, biz buna hazırız” diyor. Ben de isterim keşke birileri gidip görüşse. O olmasa biz varız. O olmazsa aklı selim insanlar kurulu bir meclis oluşturulabilir. Tek bir seçenek yok. Bir şart sunulmuyor yani, diyalog kurulması için biz her şeye hazırız. Ama amacımız Tayyip Erdoğan’ın elini sıkmak değil. Sıkmayız da yani gerekirse. Bunun meraklısı değiliz. Çözüm için diyaloğa ihtiyaç duyuyorsa görüşelim. Ben sorumluluk ve ihtiyaç duyuyorum buna. Öcalan çözüm için doğru anahtar, bunu inkâr edemeyizAk Parti milletvekili İhsan Arslan dedi ki “Başbakan görüşecekti ama tam o sırada mayın patladı, şehitler oldu, o yüzden ertelendi.” Bu lafları samimi bulmuyorum açıkçası. Burada kararlılık eksik. Dünyada hiçbir zaman çatışmaların olduğu yerlerde “Çatışma oldu” diye görüşmemezlik olmaz. Projeler askıya alınmaz. Yine olabilir, hiç istemememize rağmen. Kararlı olmamız lazım ama. Ayrıca çatışma olmadığı dönemleri de yaşadık, koca 5 sene hiçbir şey yapılmadı.Öcalan için özgürlük istiyor musunuz gerçekten?Bir anahtar varsa doğru kullanılması lazım, çözüm için. Öcalan çözüm için önemli bir anahtar. Bunu inkâr ederek bir yere varamayız. Bütünüyle çözebilmemiz için böyle görmemiz lazım zaten olayı. Bugün üç milyon insan imza toplayıp da Öcalan’ın affedilmesi için bir istek gösteriyorsa, toplum üzerinde büyük bir etkinliği var demektir. Ee, o zaman onu bu süreçten nasıl ayırabiliriz ki? “Bu etkin gücü devre dışı bırakıyorum” dersen, faydalanmazsan bunun sıkıntıları olur. Ama gerçekçi olmak lazım, bunu birinci şart gibi sunarsan çözümü tıkarsın. Bu zaman içinde olacak bir şey. Kürt cephesinin de bunu görmesi lazım. Öcalan’ın oradaki durumunu rahatlatacak birkaç çözüm yapılabilir ama tabii ki. Avukatları aracılığıyla sürekli bu kanın durmasını söylüyor. Kürtler üzerinde etkili bir isim.Hem tarafım, hem köprüyüm hem de siyasetçiyimMurat Karayılan’ın İskoçya modeli dediği modeli destekliyor musunuz?Birebir böyle olacak manasında demedi. Birçok başarılmış model var. Mesela İskoçya modeli. “Şu günlerde bunu okuyorum, ilgileniyorum” manasında diyor. Şart olarak değil. Örnek veriyor. Biz de ona söylüyoruz, hangi ülkeler, nasıl projeler koymuş oturup konuşmamız lazım. Kendimize uygun bir proje geliştirmemiz lazım.PKK ile yakın olduğunuz için ya da onları terörist ilan etmediğiniz için suçlanıyorsunuz çoğu zaman. Ne kadar yakınsınız siz PKK ile ya da DTP? Benim duygularım ne olurdu bilemem ama Kürt olmasaydım da aynı şeyi söyleme ihtiyacı duyardım. Kürt olduğum için söylemiyorum. Var olan bir sorunun, çözümünün Türkiye’nin yararına olması gerektiğine inandığım için böyle söylerdim. Talepler, çözüm formülleri bütünleşti. Bugün DTP de, PKK da, halk da aynı şeyi istiyor. Ortak mutabakat var. Ben de söylerim, halk da söyler, PKK da söyler. Beyinde ortaklık var. Bizden çok farklı Kürtlere gidin, konuşun aynı şöyleri söylerler. Çözümün nasıl olması gerektiği konusunda ortak bir akıl var. İnançlarıma göre hareket ediyorum. Benzer şeyleri söylüyoruz diye niye ayrışmamız gerekiyor ki?Ben hem tarafım, hem köprüyüm, hem siyasi sorumluluğum var. Kürt halkının coğrafyasından gelen insanlarız, onları tanıyan bilen insanlarız. Onların taleplerini yüreğimizde yaşayan insanlarız. Geçen gün iki gerilla öldü. Biri benim il genel meclis üyemin kardeşi, birisi ilçe başkanımız kardeşi. İç içeyiz. Bunu basite indirgemeyin. Toplumsal bir sorun bu.SİYASET ADAMI DEĞİLİM, KÜRSÜDE HÂLÂ BACAKLARIM TİTRERPeki, asker siyaseti etkiliyor. Bunu kıracak güçlü bir siyasi irade gerekiyor diyorsunuz. Sizin de PKK baskısı altında olduğunuza inananlar var. Öcalan’ın ya da PKK’nın sizin üzerinizde bir yaptırım gücü var mı?Bir siyasi partinin eş başkanıyım. Delegelerim var. Bize inanan insanlar var. Tabanım var. Onlarla beraber siyaset yapıyorum. Ahmet Türk olarak bir açıklama yapmıyorum, bir partinin ortak düşüncesi. Şu anda PKK, halk ve biz aynı şeyleri söylüyoruz çözüm için. Birbirimize aykırı da düşebiliriz. Bunu da o zaman söyleriz. Kendi aramızda tabii ki tartışıyoruz. Şahin ve güvercin diye de bir şey yok aslında. Ciddi bir sorun var, diyalog ortamının olması gerektiğine inanıyoruz. Buna katkı sağlamak istiyoruz. Gayri ciddi yaklaşım görürsek, bunu sulandırmaya çalışan yaklaşımlar görürsek cesurca bunları ifşa ederiz. Gerekirse barış için diyalog oluştururuz, ama bunu görmediğimiz zaman da, bu yaklaşım içinde olmayanları da teşhir etmeye hazırız. Bu kadar da açığım.Kimler bu barışı istemiyor? “Kürt sorunu çözülmeden demokratikleşme olmaz” diyorlar, aslında demokratikleşme olmadan Kürt sorunu çözülmez. Demokrat bir siyasi irade olmalı. Meclis iradesi her şeyin üstünde olmalı. Bu anlayış ve kararlılık olmalı. Siyasi irade olmadan olmaz. Bugüne kadar Tansu Çiller’inden Mesut Yılmaz’ına kadar herkes bir denedi ama olmadı. Siyasi irade hep geri adım atmak zorunda kalmış. Hadi biri tesadüfen söyledi, hepsi mi tesadüfen söyledi Kürt meselesiyle ilgili çözüm noktalarını.Onları korkutan bir şeyler mi oldu sizce?Tabii ki. Siyasi irade hakim olmadığı için. Vesayet altında burada siyasi irade. Eğer öyle değilse bu olayı çözme kabiliyeti göstermeli siyasi irade. Askeri suçlamak çok da önemli bir şey değil, siyasi iradenin bunu aşabilmesi önemli. Ben şu ana kadar açık bir irade göremedim Ak Parti’de. Bir tartışmalar başladı ama devletin elinde, hükümetin elinde bir proje görmedim. Tartışmalar başladı. Demokratik çözüm için talepler var. Kürtlerden var, aklı başında insanlardan var. Umudumuz, Orta Doğu’daki gelişmeleri, dünyadaki gelişmeleri çok dikkatle izleyerek, Türkiye’nin yarın daha kötü kaos ortamlarına sürüklenmemesi için, demokratik refleksi göstererek, Orta Doğu’nun de demokratikleşmesine katkıda bulunacak rol ve misyonu oynaması. Sadece Kürtler için siyasi proje üretmek bir siyasetçi olarak sizi rahatsız ediyor mu bazen? Bütün ülkede yaşayanlar için siyaset yapmak ister miydiniz?Bu sorunlar olmasa parti kurmak gibi bir düşüncemiz olmaz. Milletvekili olmak gibi bir arzumuz olmaz. Hayatıma bakarım. Siyaset yapmak gibi hiçbir arzum yok benim. Parti arkadaşlarım da öyle. Hiçbirinin kafasında siyaset yapmak gibi bir düşünce yok. “Bu sorunun çözümünde misyonumuz var, halkın beklentisi var” diye siyasetin içindeyiz. Yarın bu sorunlar çözülsün siyasetin içinde olmayız biz. Hâlâ bacaklarım titriyor kürsüde. Alışamadım. Ben siyaset adamı değilim.
Diyanet İşleri hadisleri elden geçirmek, kadını aşağılayan hadisleri ayıklamak için uzun süredir çalışıyor. Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi de ısrarla sert eleştiriler yapıyor projeyle ilgili. En son geçen hafta Eygi’ye Diyanet cevap verdi “Ahirette hesaplaşırız.” Bunun üzerine hemen Eygi’yi aradım, hem yeni açılan Şakirin Camii’yi gezdik birlikte, hem de Diyanet’in son çıkışnı değerlendirdi: “Büyük Orta Doğu Projesi yüzünden oluyor bunlar. Elimde delimlerim var.”İki hafta önce Türkiye’nin en modern camisi denilen, ilk kez bir kadının dekore ettiği Şakirin Camii Karacaahmet’te açıldı. İslam estetiğinin temsilcisi olarak biliniyorsunuz ve çok merak ediyorum camiyi beğendiniz mi? Şakirin Camii’nde her şey kaliteli ama bana göre cami tam olmamış. Bu başarılı bir uygulama, iyi niyetli bir çaba ama tam olarak olmuş diyemeyiz. Ama başlangıçtır, bütünüyle silip atamayız. Şakirin Camii’ni yaptıran sermaye Arap dünyası. Hayır, yaptığı için de saygıya ve övgüye layık bir aile. Kutluyorum. Allah hayırlarını kabul etsin. Ama Arap dünyasında biraz altına, yaldıza düşkünlük vardır, camide de bolca kullanmışlar. Kullanılan taşı beğenmedim. Altına harcanan taşa harcanabilirdi. Anadolu çeşit çeşit iyi taşlarla dolu. Tavan biraz daha süslü olsaydı. Avludaki havuz neden siyah anlamadım. Foto galeri için tıklayınDolaşırken aslında neleri beğenmediğinizi anladım, o yüzden önce beğendiğiniz şeyi sormak istiyorum. Beğendiğiniz bir şey var değil mi?Giriş fena değil. Hat sanatı on üzerinden on. Fevkalade olmuş. Hüseyin Kutlu hoca yapmış. Hat uzmanı. Onun hatları tüm camiyi kurtarıyor zaten.Caminin mimarı Hüsrev Tayla -gerçi proje bitmeden ayrıldı- “O camide huzur yok dedi.” Buna katılır mısınız? Eski klasik camilerimizde bile bugün huzur kalmadı. Çünkü, huzuru bozan en temel şey ışıktır. Bir ibadet yerinde ışıkların loş olması gerekir. Eski camilerde akşamları kandiller içinde zeytinyağı yanardı, kandillerin alevleri titreştiği için camide harika bir renk ve ışık senfonisi olurdu. İbadet ederken içlerine kapanabiliyordu insanlar. Şimdi bu mümkün değil. Mesela Şakirin Camii’nin etrafı tamamen cam. Cahil zihniyet haddinden fazla ışık getiriyor camiye. Diyanet, vakıflar hepsi kendi haline bırakmışlar camileri. Bu camide çok ışık var. İbadet psikolojisi dikkate alınmamış. Dış dünyadan kopmalıyız. İç dünyamıza dönmemiz için loş olması lazım.Mihrap ve minber, halılar, ilgi çekici yeniliklerle yapılmış. Diğer camilerde rastlamadığımız, hatta belki fazla modernize edilmiş bir yenilik, benim için bile. Siz ne düşünüyorsunuz?Buranın mihrabı kendine has dediğiniz gibi. Başlı başına bir deneme teşkil ediyor. Mihrap duvara gömme değil, bağımsız. Aynı espriyi kullanarak zafer takı gibi bir mihrap yapılabilirdi. Mermerden yepyeni bir deneme yapılabilirdi. İlhamını klasik çiniden alan bir harika meydana getirilebilirdi. Bence İznik çinileriyle bu harika olurdu. İçinde hüsnü hat, yani İslam kaligrafisi de olan bir mihrap daha fazla gönül açardı. Daha estetik ve sanatsal olurdu. Minberin şartı yoktur, mimari kıymeti önemlidir ama minberde asıl önemli olan oraya çıkacak, hutbe okuyacak hocanın kültürüdür. Arapça, Farsça, Osmanlıca, İngilizceyi mükemmel bilmeli o hoca. İngilizce kitap yazabilecek kültürde olmalı. Çağ kültürünü yakalayan. Klasik İslam düşüncesini çok iyi bilen biri olmalı. O minber öyle dolar. Halıyı da sevmediniz siz, niye?Kaliteli olduğu açık ama benim zevkime uymadı açıkcası. Türk kırmızısı, aşı boyası koyu kırmızı bir halı yapacaklardı, patlardı o zaman. Bu halı çok silik. Cami sanatında tavan ve taban renkleri vardır. Dikkat edilebilirdi. Mesela, mizahi açıdan salonuna kitap, kütüphane koymayan kadını boşamalı derim ben. Aynı şey halı için de geçerlidir, çok zengin birinin evine gidersiniz, bazen yerde bir tek el dokuması, kök boyalı bir halı göremezsiniz. Halı cenneti ülkemizde niye o halı?Siz hangi camiye severek gidiyorsunuz İstanbul’da?Ben şunu isterdim... Osmanlı mimarisiyle Hindistan’daki Tac Mahal’i birleştirip bir cami yapsalardı. Şimdiki ilgi dünya çapında olurdu. İstanbul’da da çok güzel camiler var. Üsküdar’da Şemsi Paşa Camii var, küçücük, İnanın güzellikte Süleymaniye’yle boy ölçüşebilir. Ümraniye’de nefis bir taklit var Alvarlı Efe Hazretleri Camii. 16. yüzyıl Osmanlı mimarisine uygun bir cami. Ayvansaray tepesinde İvaz Efendi Camii var. Tek minareli. Eyüp’te Akarçeşme Mahallesi’de Kral Mahmut Paşa Camii var. Fatih’te bir tane küçük camisi var, onun minaresi dillere destan bir minaredir. Caminin dışında küçücük bir minaredir. Bir de imamın ezanı nasıl okuduğu önemli. Son yıllarda hiç mi iyi cami yapılamıyor ve neden?Mimar Marcus Vitruvius bir binada üç özellik olmasını şart koşuyor: Sağlam olacak, fonksiyonel olacak, güzel olacak. Güzel olmasının ölçüsü de altın formül denilen orantıdır. Mimar Sinan’da bu oran çıkıyor. Fakat başarısız eserlerde bu oran çıkmıyor. Çirkin bir bina şiddet hareketidir. Son 50 sene içinde 50 bin yeni cami yapıldı, bunların 50 tanesi iyi oldu. Müslümanlar bunu yapamadı. İslami kesim varoş kültürüne saplandı kaldı. Varoş kültürünü aşağılıyorum ama o kültüre ait insanımı aşağılamıyorum.Artık Marksistlerle oturup çay içebilirim, radikal Müslüman değilimSiz bir şeylere kızmayı seviyorsunuz değil mi?28 Şubat’tan sonra Türkiye’deki dindar kesimi tehdit olarak ilan ettiler. Bütün ömrüm dışlanmakla geçti benim. Nasıl kızmayayım.Siz de size benzemeyeni hep dışladınız. Marksistler, Sebataycılar, Kemalister... Hoşgörü dinidir Müslümanlık ama tahammül edemediğiniz şeyler var. Bu çelişki sizi de rahatsız etmiyor mu?Kendimi ben hiçbir zaman olgun bir Müslüman olarak görmedim. Hatalarımla varım. Hatta baştan aşağı hatayım. Önemli olan bile bile kötülük yapmamak. Kişinin noksanını bilmek gibi irfanı olamaz. Gençken olduğumdan üslubum çok yumuşamıştır ama fikirlerim değişmemiştir. Ama eskiden empati denen şeyi bilmiyordum, şimdi empati sahibiyim. Dedenizle karşılaştık Zeyrekhane’de bir gün, ki kanlı bıçaklıydık gençken, el sıkıştık sarıldık. Artık bir Marksistle oturup, sohbet edip, çay içebilirim. Radikal bir Müslüman değilim artık. Yumuşadım. Ama hâlâ dindarları potansiyel düşman olarak gören zihniyetle barışamam. Rahmetli Türkan Saylan’la aramızda köprü kurulması mümkün değildir. Türkan Hanım çok hızlı, çok acımasız muhalefet yapan biriydi. Bunu da kabul etmemiz lazım.Hayrünnisa Gül ve Emine Erdoğan giyimleriyle hâlâ dünyaya mesaj veremiyorSiz daha önce birçok defa Türkiye’deki Müslüman kadının zevkli giyinmediğini hem yazdınız hem röportajlarınızda söylediniz... Giyimleri felaket. Zevksiz, rüküş. Yanlış da giyinen çok. Kot üzerine tişört giyiyor, başını kapıyor, olmaz bu. Üstelik örtünerek de çok şık ve güzel olabilirsiniz. Türkiye’de maalesef yok. İslam’da giyim sadece seksiliği kabul etmez. Kendini teşhir etmeyeceksin. Hayrünnisa Gül’ün ve Emine Erdoğan’ın da sanırım giyimlerini beğenmiyordunuz başlarda. Yedi senedir iktidardalar, size göre giyimlerinde ilerleme oldu mu?Yedi senede ilerleme oldu biraz. Modacıları var. Büyük bir rant bu tabii, onlar “En iyisi bu hanımefendi” diyor, onlar da inanıyor. Abdullah Gül’ün ve Tayyip Erdoğan’ın eşi dünyaya mesaj verebilir giyimleriyle ama verecek biçimde giyinmiyorlar hâlâ. Bir İslam hanımının başına Avrupai bir örtü örtmesinin hiçbir esprisi yoktur. Mesajı yoktur ve hiçbir değeri olmayan bir örtünme biçimidir.Sizce neyi yanlış yapıyorlar? Bugünkü tesettür tamamen eklektik tesettürdür. Avrupai bir tayyör giyiyor, başına bir şey sarıyor, tamam. Bir kere bunu değiştireceksin. Osmanlı’da saray giyimi Avrupa’dan çok üstündü. 18’inci asır kıyafetine bürünsünler demiyorum tabii ama, buradan renk, çizgi alarak, yüzde yüz bize mahsus bir giyim oluşturulabilir. Yemen’e gitmiştim, tesettür kıyafetlerini çok estetik buldum o hanımların. Moda ilham almaktır, bunu çağa uydurmaktır. Başını örten kadının, güzel kıyafetli olmak için avantajı vardır o baş örtüsü dolayısıyla. Çünkü saçını saklar, herkesin saçı güzel değildir. Üzerini örttüğü örtü kadını çok daha zarif ve güzel yapar aslında.Türk Müslümanları kadın giyiminde başarılı değil bocalıyorlarTürban bağlama biçimleri de çok çeşitlendi. Çok tartışıldı. Bunun doğrusu var mıdır? Size en zevkli gelen bağlama biçimi hangisi?Kışın yünlü, yazın ipekli el dokuması, tek renkli bir örtü örteceksin ve bağlamayacaksın. İçinde saçını tamamen içine alan bir örtün olacak, üstüne koyduğunu çenenden bağlamayacaksın. Omzundan sırtına doğru atacaksın, sallandıracaksın, diğer ucu da göğsünden aşağıya sarkacak. El tezgahında dokunan kök boyalı kaşmirden ısmarlayacaksın, paraları var bunların ama bu dediklerimi duymak bile istemezler nedense.Sokakta rastladığımız kadınların ya da Hayrünnisa Hanım’ın, Emine Hanım’ın bağlama biçimleri yanlış mı? O bağlamalar bir aşamaydı ama artık aşılması gerekir. Türk Müslümanlarının hepsi, kadın giyiminde başarılı değil. Bocalama evresindeler. Bir kuşak sonra daha mutlu kıyafetler olacaktır.Kırsal kesim kültürü İslamiyet’i temsil edemezYazılarınızda, başını kapatmış tesettürlü hanımları jiplerle dolaşıyorlar diye çok ağır eleştiriyorsunuz.Nefsine bu kadar yenilemezsin. İsraf, gösteriş merakı bu. Müslümanların erdemine, bilgeliğine yakıştırmam. Zengin bir Müslüman oğluna üniversite bitirme hediyesi Porsche almak isterse oğlu, “Babacığım Porshce lüks olur, fakir arkadaşlarım da var, onlar ezilmiş olur. Daha mütevazı bir araba bana yeter” demelidir. Müslümanlar bu kendi kendini kontrolü yapamıyor. Siz Müslümanlara kızan bir Müslümansınız. Gerçek Müslümanlık memleketimizde çok az kaldı. İstisnaidir o kimseler. Uygulamada buna en yaklaşmış Müslümanlık Osmanlı’nın yükseliş devrindeki Müslümanlıktır. Bilgeliğin eksik olduğu bir İslamiyet eksik İslamiyet’tir. Kırsal kesim kültürü İslamiyet’i temsil edemez. Bir şehir, bir medeniyet, bir metropol dini ve nizamıdır İslamiyet. Şimdi, varoş kültürü hakim olmuştur. Vasıflı ve medeni bir kültür değildir. Türkiye bu kültürü atmadıkça selamete çıkamaz. Bugün kendini aydın çağdaş zanneden adamlar varoşun varoşudur.İktidarı tutmam ama yiğidin hakkını da yemeyelimSizce Türkiye gelişmiş bir ülke midir? Sanırım cevabınız “Hayır.” Bunun nedeni Müslümanlık olabilir mi?Mutlak olarak Müslümanlık kesinlikle etken değildir. Kabahat İslam’da değil Müslümanlardadır. Müslümanlar zamana ayak uyduramamış bir kere. Müslümanlar İslam’ı ve çağı, moderniteyi yakalayamamış. İslamiyet’i hakkıyla anlayamamışız ki. İslamiyet bir kültürdür, sadece bir din değildir. Burada İslam’ın karikatürünü sergiliyorlar. AKP bu eksikleri giderebilir mi?Bugünkü iktidar dindar, Müslümandır. Müslümanlığın çeşitli uygulamaları vardır. Bugün Türkiye’de dünya seviyesinin üstünde bir Müslüman topluluğu göremiyorsunuz. Müslümanlar şu anda çok zenginleşti. İsteseler neler yapabilirler, ama yapmıyorlar. Bir şey yaptılar, bu iktidar zamanında düşünce suçu en aza inmiştir. DTP’nin bazı söylediği sözler yenilir yutulur gibi değil, ama onu bile sineye çekiyorlar. Ben iktidarı tutmam ama yiğidin hakkını vermek lazım.Polemiğe girmek istemiyorum ama iddialarım çok sağlamDiyanet İşleri Başkanlığı’nın hadisleri ayıklama isteklerine karşı çıkıyorsunuz. Sert eleştiriler getiriyorsunuz. Onlar da sizin yaptığınız eleştirilere karşılık ilk kez cevap verdi ve “Ahirette hesaplaşırız” dediler.Hadislerin yeniden düzenlenmesine karşıyım ve elimde bir delil var. BBC’de dini konularda yazı yazan bir zat, “Türkiye’de bütün İslam tarihi boyunca görülmemiş bir reform hareketi” diye bir yazı yayınladı. Ben o yazıya dayanarak karşı çıkıyorum. Diyaret İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez’le röportaj yapmış. Şimdi, Diyanet telaşa düştü, kamuoyunda itibarlarını kaybetmek işlerine gelmez. Diyanet’e siyasi bazı iç ve dış güçler baskı yapıyor, “Yeni bir Kuran tefsiri çıkartacaksınız”, “Yeni bir ilmihal yazacaksınız”, “Yeni bir hadis külliyatı yapacaksınız” diye... Ben telaşlı bir insan değilim. O yazıyı tercüme ettirdim. Diyanet’le polemik yapmak istemem, saygısız olmak istemem. Ama iddialarımda ve tezlerimde çok sağlam bilgilere sahibim. Fazlurrahmancı olduğunu bildiğim biri yapıyor bunu. Diyanet kabul etmese bile bu zihniyetteler, ben böyle düşünüyorum. O yüzden tenkit ediyorum. 1994 yılında Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Dairesi Yayınları’ndan Fazlurrahman cilti basılıp dağıtıldı. Önsözünü de Tayyip Erdoğan yazdı. Kitabı okuyanlar ne dediğimi anlar. Bu Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası. İşin içinde kimler yok ki.Kanlı Pazar’ı ben istemedimMevcut rejimden hiçbir zaman haz etmedim ve desteklemedim. Bir Müslüman olarak onun yerine marksist rejim gelmesini de hiç istemedim. O gün en ateşli cihat yazımı da basmıışlar doğru ama Kanlı Pazar’ı ben istemedim. İki kişi ölmüş, o gün ölmelerini isteyebilir miyim hiç? Mesele üzerime kaldı.
Nükhet İpekçi Abdi İpekçi’nin kızı. Nükhet İpekçi’yi tanımam. Daha doğrusu hiç karşılaşmamıştık bugüne kadar. Konuşmamıştık. Belki birbirimizi uzaktan uzağa adımıza rastladıkça takip etmiştik, o kadar.Nisan ayının başında Vatan gazetesinde Tülay’ın (Şubatlı) imzasını attığı başarılı işlerden biri daha olan “İpekçi cinayeti zanlısı Yalçın Özbey Türkiye’ye dönüyor” haberini okuduğumda Nükhet İpekçi’yi röportaj yapmak için aradım.Röportajı kabul etmedi, ama bir kahve içmek için buluştuk.Uzun uzun konuştuk.O sohbetten aklımda çok şey kaldı sonra. Gün içinde farklı zamanlarda o konuşmadan cümleler geçti kafamın içinden. Farklı bir algısı, farklı bir duygu dünyası ve farklı bir kızgınlığı vardı Nükhet İpekçi’nin.Sonra başka bir gün kitapçıda dolaşırken Belma Akçura’nın yeni kitabına rastladım. “Ağca’nın Derin İlişkileri...” Kitabı hemen aldım. Bir solukta okudum. Abdi İpekçi cinayeti aktörleriyle konuşmuş Belma Akçura. Saatler süren röportajlar yapmış. Cinayetin bütün iddialarını, bütün gerçeklerini, bütün yalanlarını alt alta yazmış...Nükhet İpekçi sohbetinin ardından bu kitaptan da canımı çok yakan cümleler kaldı aklımda.Bu iki farklı kadının aynı cinayeti anlattıkları cümlelerini aklımdan çıkaramadım uzun süre...Ve Belma Akçura’yı röportaj yapmak için aradım. Belma, derin devlet ilişkilerini yazan, araştıran tek kadın gazeteci neredeyse. Bugüne kadar üç kitap yazmış. Müthiş şeyler anlatıyor. Age Yayınları’ndan çıkan “Derin Devlet Oldu Devlet” ile “Ağca’nın Derin İlişkileri” kitaplarını sizin de büyük bir heyecanla okuyucağınızı tahmin ediyorum. Tabii eğer gerçekten bu ülkede ne olup bittiğini merak ediyorsanız...Nisan ayında yeni kitabınız çıktı “Ağcanın Derin ilişkileri.” Polonyalı bir grup televizyoncu Papa suikastı ile ilgili belgesel hazırlamak istiyordu ve sizin de onlarla çalışmasınızı istediler. Siz bu teklifi kabul ettiniz ve ortaya bu kitap çıktı. Polonyalılar sizi nasıl bulmuş? 2007 başlarında Polonya’dan bir grup televizyoncu “Derin Devlet Oldu Devlet” adlı kitabımla ilgili olarak beni aradı ve “Röportaj yapmak istiyoruz” dediler. Gittiğimde, önüme bir dosya çıkardılar. Dosyada isimler, fotoğraflar vardı. İpekçi ve Papa suikastlarıyla ilgili bilgilerin, tarihlerin bazıları yanlıştı. Örneğin Bekir Çelenk’in adının olduğu yerde Mehmet Eymür yazıyordu. Ya da Yalçın Özbey’in karşısına Almanya diye yazmışlardı. Hemen düzeltmeye başladım, “Brüksel’de yaşıyor, ayakkabıcılık yapıyor” dedim. Birçok gazeteciyle görüşmüşler ve bana gelene kadar da kimse düzeltmemiş bunları. Bu hatalar bilinçli yapılmış. Sonra anlattılar; Papa suikastının belgeselini çektiklerini ve belgeselin Türkiye ayağını beraber çalışacak birini aradıklarını... İş teklif ettiler. Çalıştıkları televizyona her şeyi rapor ediyorlardı. Buluşma saatlerini bile... Çok titiz bir çalışma yaptık. Onlarla çalışırken kendimi ilk kez, gerçekten gazeteci gibi hissettim diyebilirim.İpekçi ve Papa suikastı belgeseli için sizin ne yapmanızı istiyorlardı? Önce birkaç ay önce internet üzerinden yazıştık. Sonra 1.5 yıl beraber çalıştık. Benden profilleri çıkarmamı ve görüşmeler yapmamı istiyorlardı. İki tane koruma tutmak istediler bana. Çünkü onlar katillerden ve katillere yardım edenlerden çok korkuyorlar. Ben de güldüm, “Korumayla gidersem o adamlar da çok güler” dedim. Yine de üzerime, başıma bir şey gelmesi halinde müdahale edebilmek için sinyal veren bir alet takdılar. Beraber çalışırken birçok şeyin gizli çekiminin yapıldığını öğrendim sonradan. Kullanılmak üzere değil ama ben uyurken, yemek yerken her şeyi gizli çekmişler... Mehmet Şener’i ilk bulamadığım gün ağlamıştım. Onu bile çekmişler... Aklım gizli çekime takıldı... Güvenilir insanlar mı bu Polonyalılar? Bana bir tuhaf geldi, çünkü geçenlerde Ağca’nın avukatı da Ağca, Polonya vatandaşı olmak istiyor, oraya başvuracağız demiş miydi? Yanılıyor muyum? Ağca bu başvuruyu yapmış. Avukatı açıkladı. İlginçtir Ağca’nın avukatını uzun bir süre ailesi ve diğer avukatları açıklamaktan kaçındı. Sonra nedenini öğrendim. Yeni avukatı Hacı Ali Özhan. Vakit Gazetesi’nin de avukatlarından. Vakit’te yazıları da çıkıyor. Bu ilginç bir nokta. Ağca, bir cinayet üzerinden epey bir varlık gösterdi, hayatını sürdürdü. Şimdi artık cinayetin magazin yanı da bitti. Dava düştü. Seneye çıkmayı düşünüyor ve hâlâ bir cinayet üzerinden varlık göstermenin peşinde. Bu laflar o yüzden.30 senedir bizi sadece tetikçilerle oyaladılarAğca’yla niye konuşmadınız?Başvurduk ama izin vermediler. Konuşsa da ne diyecekti bilemiyorum. 128 defa ifade değiştiren bir adamdan bahsediyoruz. Türkiye’nin katillerine bakın inanılmaz benzerlikler taşıyor. Hepsinde bir şirretlik var, Ogün Samast, Alpaslan Arslan, Yasin Hayal. Onların her ifadesi dezenformasyon bilgiler çelişkili ifadelerle dolu. Bu ülkücülerin bilerek yaptıkları bir taktikmiş. Olayları düğümlüyorlar. Sadece işin magazin yönüyle ilgilinmemizi sağlıyorlar. Türkiye’nin ‘derin devlet’ olarak olayları içinden çıkılmaz hale getirme becerisi var. 30 senedir bizi sadece tetikçilerle oyaladılar. Niye Ağca peki? Neden bir başka siyasi cinayeti değil de İpekçi cinayetini yazdınız? Çünkü İpekçi cinayeti Türkiye’de işlenmiş bütün cinayetlerin toplamı gibi. O yüzden çok önemsiyorum. Bu cinayet büyük bir organizasyon. Bu cinayette neredeyse istihbarat, emniyet, siyasetçi, asker, herkes zan altında. Bu cinayette muamma olarak kalan en önemli konu Ağca’nın MİT ilişkisi. Bu cinayette MİT’ten çok adamın adı geçiyor. Ama MİT kendini sorgulayacağına bunu inkâr ediyor. Ve bunu kimse araştırmıyor. Bir yukarıya çıkılamıyor. Bunu sadece hücre tipi yapılanmalarda görebilirsiniz. Türkiye’nin bu alanda çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Bir cinayet nasıl çözülemez hale getirilir biliyorum artık. Türkiye’de işlenen cinayetlere kim düğüm atmışsa güzel atmış.Siz İpekçi suikastı aktörleriyle bir araya geldiniz, onlarla konuştunuz. Birbirine benzer adamları mı bunlar? En önemli özellikleri hiçbiri ikna edici ve samimi değildi. Doğan Yıldırım -Ağca’nın eski avukatı, hapishane arkadaşı, kaçmasına yardım eden kişi- bu olaylarda daha çok MHP’nin rolü üzerinde durdu. Türkeş’i bu olaylardan sorumlu tuttu, üstelik Öcalan’ın avukatı olmak için Kürtlerle bir araya geldiğini bile anlattı ama bir ayağı BBP’li ise diğer ayağı Ulusalcı. Kimlik bunalımı var.Abdullah Çatlı, ANAP’lı Pehlivan’ın katillerini aynı noktada öldürdüBugüne kadar söylenmemiş yeni bilgiler verenler oldu mu bu yeni röportajlarda?Aslında konuşmuyormuş gibi gözüküyorlar ama konuşuyorlar. Örneğin Doğan Yıldırım, Ağca’yı cezaevinde tanıdığını iddia ediyor; o tarihte Gümrükçü; MİT’e çalıştığı iddia ediliyor. Yani Ağca’yı hem içeride hem dışarıda ‘kontrol’ altında tutan önemli bir isim aslında. Ağca’nın avukatı da oldu sonra. Sanık olarak, Ağca kaçırıldığında mahkemede ifade verirken, “Ağca ziyaretçileriyle özel görüştürülürdü, ayırım yapılıyordu. Hatta üç gün alıp götürdüler, gardiyanlar var gibi gösterdi” dedi. Bu hiç tartışma konusu bile olmadı. O gün Ağca nereye götürüldü kim götürdü... İlk defa söylenen önemli bir bilgi var mı?Abdullah Çatlı ile ilgili bir iddia var. Hesap şu; ANAP milletvekili Alpaslan Pehlivan Adalet Bakanı olacak, Çatlı da böylece suçlandığı tüm davalardan aklanacak. Ancak bu hesabı yapanların planı suya düşüyor, çünkü Pehlivan öldürülüyor. Çatlı’nın Pehlivan’ı öldürenleri aynı noktada öldürdüğü iddia edildi. Doğan Yıldırım’a göre bu Anavatan’ın en başındaki adamda biliyor. Bu ciddi bir iddia. Araştırılması gerekiyor. Türkeş’le ilgili çok cümle var kitapta.Ağca Maltepe Cezaevi’nden kaçırıldığında Komutan Orgeneral Necdet Uruğ, Türkeş’in en yakın adamı. Türkeş’in adamları Çatlı falan Murat Bayrak’ın kamplarında yetişmiş. Murat Bayrak MHP’li eski bir milletvekili. Enver Altaylı bunları korumuş, bakıyorsun Türkeş’in kasası. Abuzer Uğurlu MİT’e çalışmış biri. Mehmet Eymür, İpekçi cinayetini çözmek için Abuzer Uğurlu’yu konuşturun diyor. Abuzer’in şu anki avukatı Doğan Yıldırım. Bekir Çelenk’le çok samimi Abuzer. Ve “İkisi çok şey biliyor” diyor Mehmet Eymür. Ayrıca da Eymür şunu da ekliyor “MİT’ten Nuri Gündeş ve Metin Günyol cinayetin çözülmesinde kilit isimlerdir.”Türkiye Ağca’ya benziyor... Ne dediğini, ne yaptığını bilmiyorSiz İpekçi suikastına ilişkin bazı önemli iddiaları alt alta yazmışsınız. Size hangi iddia daha yakın geldi.Hiçbiri ya da hepsi. Azmettiricilerin bu iddialar içerisinde telaffuz edilmediğini düşünüyorum. Ama anlatılanlar ve iddialar bizi kimse bu azmettiriciler onlara götürebilir. Ben artık bir gazeteci olarak bir davayı nereye kadar izlememe izin veriliyor biliyorum. Yani sınırlarımı biliyorum. Ertuğrul Özkök gazeteciliğin rol modellerini “Abdi İpekçi-Uğur Mumcu tekelinden kurtarmaya adaydım” diyor. Yönetici de olsa bir gazeteci, meslektaşları adına başarılı gazeteci olmanın kriterlerini kendi algılamalarına göre tayin edebilir mi bilmiyorum ama birinde olmayan bir zekayı ya da yeteneği var ederseniz ancak bununla övünebilirsiniz. Gazetecilik star yaratma işi değildir. Başarılı bir gazeteci olmakla tanınan bir gazeteci olmak çok farklı şeylerdir. Elbette İpekçi ve Mumcu tekelinden de gazeteciliği kurtarmak gerekir. Ama kurtulduğumuzu söylemek de zor; başarmış olsaydık bugün hâlâ Mumcu’nun yazdıklarıyla yetinen bir gazeteci ordusu ile karşı karşıya kalmazdık. İpekçi cinayetinde dönüp dolaşıp beş kişiyi yazmazdık. Hâlâ “Mumcu’nun açıklamasına göre Ağca 128 ifade değiştirdi” gibi ezberden de konuşmazdık. Türkiye Ağca’ya benziyor, ne dediğini bilmiyor, ne yaptığını bilmiyor. Bu cinayeti başına bir iş gelmeden çözeceğini bilsen nereden başlardın?Sizin demin sorduğunuz sorudan başlardım “MİT neden İpekçi’nin değil de İrfan Özaydınlı’nın öldürüleceğini düşündü...” Ama benim amacım çözmek değil, Türkiye’de bu işler nasıl çözülemez hale getirilir onu anlatmak oldu. Türkiye kimlik bunalımı yaşıyor. Ergenekon davası bunun kanıtı. İpekçi cinayetinin aktörleri de bugün kimlik sorunu yaşıyor. Ecevit siyasi iradesini kullanmadıPapa’nın vurulmasında Ağca’nın italyan yetkililere verdiği bir isim var: Musa Serdar Çelebi. O sırada Avrupa ülkücü Türk Federasyonu Genel Başkanı. Sizinle yaptığı röportajda “Bir gün namuslu bir istihbaratçı çıkar anlatır” diyor. 12 Eylül İhtilali’ni hazırlayanlar azmettirici diyor. Kimi kastediyor? Somut olarak birini kastettiğini sanmıyorum ama kurumları işaret etti. 12 Eylül sürecine bizi kimlerin hazırladığını, uluslararası istihbaratların 12 Eylül sürecinde nasıl rol oynadıklarını bilirseniz bunu da bilirsiniz demek istiyor. Kurumlara, askere, istihbarata, siyasetçilere yönelik genel iddiada bulundu. Hepsinin bu konuda rolü olduğunu söyledi. MHP’yi bir tarafa bırakırsak Ecevit iktidarda, Hasan Fehmi Güneş İçişleri Bakanı. Cinayetin tetikçilerine ulaşıldığı halde azmettiricilerine ulaşılamıyor... Şimdi biz bu konular üzerine düşünmeyi bir tarafa bırakın, soru sormaktan bile korktuğumuz bir ülkede yaşıyoruz. Ecevit, “Ağca’nın o dönemde askeri cezaevinden kaçırılışı düşündürücüdür” demiş. Düşünecek bir şey yok. Asıl düşündürücü olan o dönemde Hasan Fehmi Güneş, Ecevit’e bu davayı engellemek isteyen kurumları işaret ettiği halde neden siyasi irade gösterememiş olduğudur. Bence Ecevit bu konuda siyasi irade gösteremedi. Üzerine düşeni yapmadı. Soru bile sormadı.İpekçi öldürülmeden bir ay önce Ağca MİT’e ihbar edildiğinde MİT neden İpekçi’yi değil de İrfan Özaydınlı’nın öldürüleceğini düşünmüş. Bu nokta kilit nokta diyorsunuz...Çünkü biliyorsunuz Kahramanmaraş olaylarından 40 gün sonra İpekçi öldürüldü. O dönemde İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı bu olayları araştırıyor. Bir rapor hazırlıyor. Rapor neden basına yansımadı da saklandı diye de sormak lazım. Ecevit öldükten sonra Ecevit’in arşivinden çıkan rapor Kahramanmaraş olaylarının planlayıcılarının kimler olduğu üzerine. Bu raporu neden sakladığını da anlamak lazım. Türkeş’in dünürünün de olduğu iddia edilen raporu niye kamuoyuyla o dönemde yargıyla paylaşmamış bunu da anlamak lazım...
Mehmet Tıraş Petrol-İş emeklisi. Sendikalı. 24.5 yıllık işçi. Ortaokul 2’den terk. 8 yıllık eğitime göre ilkokul mezunu bile değil. Yazar. Bugüne kadar üç kitap yazmış. Bugüne kadar sendikalardaki çarkların işleyişyle ilgili sormadığı soru, dolayısıyla işitmediği hakaret ve tehdit kalmamış. Yani 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı geride bıraktığımız bu pazar için ağırlanılabilecek harika bir konuk...24 yıl altı ay işçiydiniz. İşe girdiğinizden beri sendikalısınız. Emekli oldunuz. Üç kitap yazıp, sistemi sorguladınız. Çok rastladığımız bir hayat biçimi değil bu.Gayet iyi anlıyorum sizi. İmam hatip 2’den terkim. Aslında okurdum ama imam hatibi sevmedim. Orta 2’de kaçtır ki yaşın, düşünmeden bıraktım. İngilizcem 9 Arapçam 3’tü. Hiç bütünleşemedim okulla. Köyde varlıklı ailelerdendik biz. Traktörümüz vardı yani. Çiftçilik yapmaya başladım. Ondan da sıkıldım. Yerinde duramayan, hisseden ama bunun ne olduğunu bilmeyen bir çocuktum. Babamla kavga ettim. Fabrikaya girdim. Giriş o giriş. Yazdığınız kitapları konuşabildiğiniz arkadaşlarınız var mı?İşte bu konuda çok yalnızlık çekiyorum. Ağzının tadıyla yemek yemek vardır ya, öyle bir sohbeti özlüyorum. KİT’lerde çalışanların yüzde 80-90’ı ilkokul mezunudur. Gerçi onlar beni anlar, saygı duyardı. Ama muhalefet rejim karşıtı olmak olarak bilindiği için anarşist görürlerdi beni. Kimisine göre çatlak, kimisine göre okuyan, kimisine göre de dürüsttüm. Günde 4 saat okurum. Ayda bir kitap bitiririm. Antropoloji, psikoloji ve futuroloji üzerine kitaplar okuyorum. Alfin Toffler ve Peter Drucker’den faydalanıyorum. Herkesle de konuşmuyorum. Ama yine de bazen bela çıkıyor. Öğretmen arkadaşlarım “Sen bizi küçümsüyor musun?” diyor. “Küçümsemiyorum ama şunu soruyorum” diyorum, ‘Sen mesleğin üzerine bir makale yazdın mı hiç hayatın boyu?’ “Hayır yazmadım.’’ “Eee, peki nasıl tanımlayacaksın kendini?’”Haksızlık mı yapıyorsunuz acaba arkadaşlarınıza? Karnını tam doyuramayan bir insandan, gelecek endişesi yaşayan bir insandan beyinsel bir faaliyet istememiz haksızlık olur...İşte bu büyük yanılgı işçilerle ilgili. Maddi imkansızlık çekmiyor işçi. “Benim ekonomik imkanım yok da o yüzden gazete alamıyorum, sinemaya gidemiyorum” laflarına lütfen inanmayın. 25 yıllık işçilik hayatımda şunu gördüm, her işçi bir ev bir araba mutlaka alır. Kendini buna formatlıyor. Hatta ikinci evi de alabiliyor. İnsanlar hangi konuya yoğunlaşırsa onu elde eder. Hedefin ne, o önemli? Bugün “Zincirlerinizden başka kaybedecek hiçbir şeyiniz yok” lafı geçerliliğini yitirmiştir.n Siz KİT’lerde çalıştınız değil mi? KİT işçiliği daha farklı mıdır? KİT’lerdeki çalışma sisteminden dolayı ekonomik avantajlarımız vardı. Daha az çalışıyorsunuz bir kere. Ben 8 saatlik bir iş gününde 137 dakika çalışıyordum mesela. 8 kişinin yapması gereken bir işi 16 kişi dönüşümlü yapıyorduk. Günde 137 dakikayla bir üniversite rektöründen 70 dolar daha fazla alıyordum. Hatta ilkokul diploması olmayan rektörden 150 dolar daha fazla alan işçiler de vardı. KİT’lerde mesai çok para tutar. KİT’ler özelleşti, şimdi değişti çoğu. Ama Kamu İktisadi Teşekkülleri devlet dinlenme tesisleri gibidir hâlâ. Hiç çalışmazsın çok para alırsın. Mesela siyasi iktidara yakın olanları, belediye meclisi üyelerini, parti delegeleri olan KİT işçilerini çalıştıramazsınız. İşe gelir çalışmaz. KİT’ler siyasal yerlerdir. Sendikalara gelince, KİT işçilerinin sendikası yoktur. KİT’lerde devletin sendikası vardır. Devlete rağmen sendikacılık yapamazsın. KİT’lerde derin devletin istediği sendika yetki alıyor. Ben KİT’te çalışıp da özelleştirmeyi savunan ilk işçiyim. Beni ihanetle suçladılar.İşçi sınıfı güçlü olsaydı sendikalar darbeleri destekleyemezdi Peki, Metal-İş sendikası başkanı Ergenekon Davası kapsamında şu an halen tutuklu. Bu sizi şaşırttı mı?Şaşırmadım açıkçası. Sendikaları 12 Eylül’den, 28 Şubat’tan biliyorum. DİSK devletle beraber iş tutuyor. Niye 28 Şubat’ta onu destekledi. Oysa ki 12 Eylül’de DİSK’i idamla yargılamıştı. Sivil toplum askerden arınmış, devlete rağmen oluşmuş toplumdur. Türkiye’de siyasete yön veren orduya karşı çıkmış sivil toplum örgütü yok. İtiraz edeceksin. Orduyu karşına alarak siyaset yapma izni yok kimsenin. Bunu yapmak timsahlarla dolu bir göle girmek gibi. Bunlar da gidip gidip askeri vakıflara para yardımı yapıyorlar. Böylece denetlenmenin önünü kesti. Sendikalar denetlenmeli. Avrupa’da hangi sendikacı Miami’de ev almış? Sendikalar kendi aralarında anlaşır mı?Anlaşırlardı ama Susurluk’tan sonra bozuldular. DİSK “Ergenekon davasına destek verdi. Soruşturmayı destekliyoruz dedi. Mustafa Özbek’e eleştirilerimiz var” dedi. Sendika içinde de sokakta gördüğümüz Ergenekon’u destekleyenler ve karşı olanlar var. Nokta Dergisi’nin yayınladığı günlüklerde adı çokça geçiyor Mustafa Özbek’in ön adıyla üstelik “Sendikalardan Mustafa ile görüşeceğim” gibi mesela. Zaten Genelkurmay resepsiyonlarında ağırlanıyorlardı, General güvencesinde algılıyorlardı kendilerini bence. Bütün işçiler farkında. O saltanatı fark etmez olurlar mı? Avrasya televizyonunda çalışan bir-iki kişi dışında niye işçiler ayaklanmadı peki? Sendikalar vergi mükellefi değil, hiçbiri kendini denetletmiyor. Hesap vermiyor. İşçiden topladıkları paralar ne oluyor, kimse söylemiyor. Ben sordum, devlet haini olmakla suçladılar. Şimdi 34 yıllık sendika başkanı Özbek için Ergenekon’un kasası diyorlar. Özbek sendika içinde de muhalif olanı ya terörist ya irticacı gösterip dışlamıştır zaten. Cumhuriyet gazetesinin hissedarı olduğu iddiası var. Metal iş sendika görünümünde bir şirkettir. Çok zengindir. Ama üyeleri yararlanamaz. Çok tuhaf değil mi? Sendikalar Avrupa Birliği’ni istemezler mesela. Karşıdırlar. İşçiler karşı değildir AB’ye. Ben emekli olduğumda KİT olmasına rağmen 40 milyar aldım. Sendikacı üç yılda o parayı ikramiye olarak alıyor. Sistemin değişmesini ister mi? Saltanatı var. Tabii ki darbeyi destekler. Ayrıca sadece Mustafa Özbek değil konuştuğumuz. Çoğu böyle. Bayram Meral, Salim Uslu büyük varlık elde ettiler sendikacılıktan. Türk- iş darbelere, muhtıralara, sıkıyönetimlere tereddütsüz destek vermiştir. İşçi sınıfı güçlü olsaydı sendikalar darbeyi destekleyemezdi. Demokrasiyi sahiplenen bir işçi sınıfı yok.Demokrasi yoksul toplum sistemi değil İşçiler 1 Mayıs’ta yürümek istiyorlar ama sendikalara karşı ayaklanmıyorlar niye? Hiçbir sendikalı bundan konuşmaz. Başıma bir iş gelir korkusunu geçirirseniz, işçilerden verim alırsınız. Bir sorunun çözümü için doğru dürüst bir tartışma ortamı olması lazım. Yasakları kaldırmalısınız bir kere. Elinde silah olan biriyle tartışabilir miyiz? Adam çekip vurur değil mi? Düşüncenin suç, düşünenin terörist olduğu bir memlekette bir işçiden ne bekleyebilirsin? Özgürlük yoksa insanları örgütleyemezsin. İşçileri özgür daha doğrusu insanı özgür bırakacaksın ki birey olduğunu fark edebilsin. Tutucudur işçi sınıfı. Bedel ödemeyi göze almaz bizim işçimiz. Çünkü onu göze alanları vatan haini ilan ettiklerini görüyor. İşçi sınıfının etkili olmamasının sebebi marksizmi kavrayamamasıdır. Ayrıca 12 Eylül’de sendikacılıkta işçiler sistem dışı kaldı. 5000 üyeydik, şube yönetimimizi kendimiz seçerdik. Delege sistemini getirdiler. 200 delegeyle her şeyi yapıyorlar. Demokrasi sahiplenen bir işçi sınıfı olduğunu söylemek çok zor. Demokrasi yoksul toplum sistemi değil.