Aslında sakin biri... Öyle konuşuyor öyle duruyor... Ama sinirlendiğinde sanki kontrolü de çabuk kaybedecekmiş gibi öfkesi hemen derisinin altında duruyor. En azından bana öyle geldi. Konuşmanın bütününde olmasa da bazı yerlerinde bana gerçekten kızdı. Bunu gözlerinde gördüm. Sesinin tonunda hissettim. Onu niye mi kızdırdım... Sorduğum bazı soruları sevmedi sanırım. Ya da ısrarla cevabını alamadığım soruları tekrar tekrar sormamı... Ama bu aramızda küslük yaratmadı. Ben sordum o kızdı, ben gülümsedim o gülümsedi, ben yeni soru sordum o anlattı... Ama benim aklım hâlâ anlatmadıklarında. “Renkli, farklı orijinal bir hayatım yok” dese de ben Ahmet Hakan’ın aslında anlatacağı çok şeyi olduğuna inandım...2008’de üzerinde konuşabileceğimiz çok şey oldu. Konu konu değerlendirelim istiyorum sizinle... Ergenekon’la başlayalım, çünkü Ergenekon’la ilgili iddiaların bir kısmının ciddiye alınması gerektiğini söylüyorsunuz. Gerisinin abartılı, masalsı ve destansı bir hale dönüştüğünü vurguluyorsunuz. Ve sizin ciddiye aldığınız kısmı aydınlanıyor. Danıştay Saldırısı ve Cumhuriyet gazetesinin bombalanması Ergenekon’la birleşiyor.En baştan bu çerçevede değerlendirilebilseydi zaten, büyük bir yankı uyandırırdı toplumda Ergenekon. Ümraniye’deki bombaların Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalarla aynı seri numarasını taşıması, Danıştay Saldırısı’nı düzenleyen Alparslan (Arslan) ile Veli Küçük arasındaki bağlantı, Cumhuriyet’i bombalayan iki kafadarın “Bize bombaları Veli Küçük verdi” demesi ve Eskişehir’de ele geçen bombalar çok önemlidir. Başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan karşısında olunacak bir durum yaratır bunlar. Geçen günkü Danıştay Davası dosyasının Ergenekon Davası’na eklenmesi yer yerinden oynatacak bir olay aslında ama baktım hiç kimseden ses yok. Tarihi bir olay. Danıştay’ı basan saldırganın dinci bir militan olmadığı, ulusalcı bir örgütlenme yapısıyla ilişkili olduğunu kanıtlayan bir emare. O gün yaratılan ruh halini hatırlayın, demek ki o ruh halini oluşturmak için bir tezgâhtı bu. Ama Ergenekon o kadar büyük bir çerçeve çizdi ki, bu önemli detay kayboldu gitti.Peki Ergenekon içindeki “abartılı, masalsı, destansı” dediğiniz iddialar neler? İlhan Selçuk ve Gürbüz Çapan’ın Ergenekoncu diye değerlendirilmesine karşısınız. Bunu onları sevdiğiniz için mi söylüyorsunuz, yoksa bildiğiniz bir şey olduğu için mi inanmıyorsunuz?Her faili meçhul cinayetin bu örgüt tarafından işlendiğinin söylenmesi, tarihi geçmiş atfedilmesi, İlhan Selçuk isminin tam işin göbeğinde olması, yakından tanığımız insanlara Ergenekoncu denmesi, bütün bunlar içindeki küçük doğru gerçekleri sulandırıyor. Ergenekon çok önemli bir olaydır, fakat savcının iddianamesi bu işi sulandırmıştır. Tabii ki sevdiğim biri de Ergenekoncu çıkabilir, ne yapalım yani! Ama Gürbüz Çapan’ı çok yakından tanırım, bu iddia doğru değil. Katil olur, hırsız olur ama Ergenekoncu olamazlar. Gürbüz bir örgütün içinde yer alamayacak kadar dikbaşlıdır. Yapısal ve kişilik olarak olmaz. Sizin tanıdığınız bir insan için bunu deseler, “Yok canım imkansız” demez misiniz?Açıkçası iş “Yok canım yapmaz” noktasına geliyorsa, sonunda hayal kırıklığına uğrama ihtimaliniz de çok yüksektir. Hayal kırıklığına uğrayacağımı sanmıyorum ama belki de uğrarım, bilemiyorum.Ergenekon kapsamında iki Paşa tutuklandı. Şener Eruygur sağlık nedenleriyle tahliye edildi Hurşit Tolon ise hâlâ tutuklu. Sanırım o da şu an hastanede. Üzerine gidilmemiş bir Darbe Günlüğü var. Bu konular hakkında ne düşünüyorsunuz?Paşalar niye tutuklu, henüz bilmiyoruz. Darbe günlükleri ise mutlaka aydınlatılmalı, değerlendirilmeli.Bu paşalardan Kandıra Cezaevi’nde oldukları dönemde mektup aldınız ve bunları yayınladınız. Niye size göndermişler, bunu söylediler mi? Sanırım Şener Eruygur’un avukatından aldınız mektupları, değil mi? “Fişlendim” yazınıza çok üzülmüşler, o yüzden size mektup yazmışlar gibi anladım yazınızdan, doğru mu bu?Uzaktan, yakından hiç tanımıyorum o iki Paşa’yı. Hiç temasım yok. Ama Ergenekon Davası bir cepheleşme yarattı. Bir taraf her şeyin saçma, yalan, iftira olduğunu söyledi. Diğer taraf “Ergenekon bizim her şeyi açıklama biçimimizdir” dedi. Ben ortada durdum ve sanırım bu yüzden bana gönderdiler. Eğriye eğri, doğruya doğru dememden, bu izlenimi bırakmamdan diye düşünüyorum. O mesajları benim aracılığımla göndermenin, mesajları daha inandırıcı kılacağını düşünmüş olabilirler. Eruygur’un gazetecileri fişlediğine dair bir haber yapılmıştı, “Ben kesin fişlenmişimdir” diye yazmıştım. Adam da bana “Bu haber yalan” diye bir mektup yazdı, diğer mesajları da eklemiş arkasına. Ben Ergenekon konusunda tavrı olan biriyim. Benim safım Ergenekon karşıtı insanların, Ergenekon’dan şikayeti olan insanların safı, sadece abartılmasına karşıyım. Ergenekon vahim bir örgütlenmedir.Askerin beni sevmesi hoşuma gidiyor ama askerden bir beklentim yokAskerle nasıl ilişkiniz vardı bugüne kadar gazeteci olarak?19 yıldır gazeteciyim, hiçbir askerle temasım olmadı. Ta ki son 30 Ağustos kutlamalarına kadar. Davetliydim.Fazla bir tesadüf değil mi, sizi birden bu kadar çok sevmeleri?Ben öyle düşünmüyorum. Normalleşme olmaya başladı bence. Sadece bana özgü bir ilişki geliştirilmedi. Yeni Şafak tarzı gazeteler akreditasyon geliştirilmesiyle içeri alındı. O halde ben niye gitmeyeyim, Yeni Şafak gidiyorsa? Bu, onların açılımı. Benden kaynaklanan bir şey değil.Sizi davet etmelerinden hoşlandınız mı? Bana sanki bunu sevmişsiniz gibi geldi. İlker Başbuğ ile ilgili yazdıklarınıza baktım, Golfçü Paşa’yla ilgili yazınız bile harareti olmayan bir yazıydı sanki. Kaleminizi sivri bir dille kullanırsınız ama askere karşı oldukça kibarsınız. Sizi sevmeleri hoşunuza gidiyor diye düşündüm.Haklısınız. Buna itiraz etmem, yorumlarınız doğru. Ama bunu sadece beni davet ettikleri, beni sevdikleri için yapmıyorum, bilerek yapıyorum. Bu diyalog meselesi. Askerlerden bir beklentim yok ki benim. Beni çağırsa ne olur, çağırmasa ne olur? Karar verdim “Ben artık yakınlıklar-uzaklıklar üzerine kurulu bir adam olmayacağım” dedim. Bunu uyguluyorum. Sadece amacım bu diyalog kapısının açılmasından istifade ederek “Acaba bu dille daha etkili olabilir miyim?” çabası. Paşalar yazımı okudukları zaman etkilenmeli, etkileyici olmalıyım. Mesela başı kapalı kadınların Anıtkabir’e alınmamasına feci derecede karşıyım. Bu dil, bu sorunların çözümünde bir etkiye yol açmalı. Ama diyalog kurulmasa böyle kaygı güder miydim? Güderdim ama bu kadar incelikli düşünmezdim, haklısınız.Askere karşı ölçülü dil kullanıyorum bu dille etkili olurum diye düşünüyorumDaha sert yazsanız etkili olmaz diye mi düşünüyorsunuz? Ama hükümete sert bir dil kullanıyorsunuz, bilerek mi daha az etkili olmak istiyorsunuz orada?Askerle aramda bir diyalog var, daha ölçülü bir dil kullanıyorum. Bu zemin ve bu dil üzerinden daha etkili olurum diye düşünüyorum. İlişki kurmasam, daha kaldırıp atan bir ilişki kurabilirdim. Hükümetle ise şu: İktidar partisi, Başbakan diyalog yollarını kapatıyor, bunu bir tercih haline dönüştürüyorsa, eleştirilerimizin ağırlaşmasına zemin hazırlıyorsa, ben de o ağırlıkta şeyler yazıyorum. Durup dururken yapmıyorum bunu. Ama hiç yazmamışsınız mesela Aktütün’ü, Dağlıca’yı, Golfçü Paşa’yı savunmalarını... Bence bunlar fena da sayılmaz, eleştirilerin ağırlaşmasına zemin hazırlamak da, öyle değil mi?Bir sürü yazmadığım şey var. Yazmadıklarımdan bir hüküm veremeyiz.Deniz Feneri’ni bilerek yazmadım içeriden özel bir bilgiye sahip değilimEvet yazmadığınız şeyler var, Deniz Feneri olayını da hiç yazmamışsınız. Niye yazmadınız?Bana bunları niye soruyorsunuz?Merak ediyorum. Herkesle her şeyle ilgili yazan, üstelik iyi yazan bir adamın bazı şeyleri niye yazmadığını ben merak ederim açıkçası. Bu, size karşı olan bir tavır değil. Bunu sizi rahatsız etmek için sormadım. Çok farklı konulardan yazıyorsunuz ama bazı şeyleri yazmıyorsunuz. Bunu gerçekten merak ediyorum?Deniz Fener’i konusunu gerçekten bilmiyorum. İçeriden özel bir bilgiye sahip değilim. Deniz Feneri tartışmalarında ortaya çıkan şirketlerin hiçbirinde ne yönetici, ne işçi, ne pay sahibi oldum. 2002 yılında ayrıldım Kanal 7’den. Tüm bu tartışmalar 2002 yılında başlar, yani ben ayrıldıktan sonra bu tartışmalı işlemler gerçekleşmiş. Bilmiyorum yani ben.Anlamadım ben bu cevabı. Oranın eski çalışanı olarak sormadım ki ben bunu size, gazetecisiniz. Özel şeyler bilmenize gerek mi var? Sadece çok iyi bildiklerinizi mi yazıyorsunuz ki? Zahid Akman’la tanışıyorsunuz, telefon edip sorabilirdiniz mesela?Tercih etmedim yazmayı. Özel ve farklı bir şey söyleyemeyecektim. Ama ısrarla soruyorsunuz. Anlatıyorum size: Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum. Zahid Akman’ı arayıp “Sen yolsuzluk yaptın mı?” diye mi soracaktım? Yakın bir tanışıklığım yok zaten.Vakit için şeriatçısınız dincisiniz dendi, söylenmesi gereken alçaksınız cahilsiniz lümpensiniz...28 Eylül’deki yazınızda “İnsaflı ve vicdanlı” diye yazmışsınız Zahid Akman için. Ekranda partnerinizdi. Tanırsınız zannettim. Sinirlendiniz, geçelim. Vakit Gazetesi’ni ve yazarlarını da bolca yazıyorsunuz bu arada... Sizi yine kızdırmak istemem ama Vakit Gazetesi’ni sizin hayatınızdan çekip alsak, kaç yazınız boş kalır düşündünüz mü hiç?Vakit Gazetesi tirajı, etkinliği bakımından ağırlığı olan bir gazete değil ama bir duyarlılığı temsil ediyor. Ben de o duyarlılıkla hesaplaşılması gerektiğini düşünüyorum. Bununla bugüne kadar hep yanlış hesaplaşıldı. Bunlara “Siz gerçekten dincisiniz, şeriatsınız, biz de bu yüzden size karşıyız” diye hitap edildi. Oysa denmesi gereken çok basit: “Cahilsiniz, alçaksınız, lümpensiniz...” Bu sözcükler üzerinden mücadele edeceksiniz. Gerçek dindarlarla bu gazete arasına mesafe konmalı. İktidar partisi bu mesafeyi koymalı mesela. Beni sinirlendiren Vakit Gazetesi değil, bu mesafenin konmamış olması. Zaman Gazetesi’nin bu gazete ile koyduğu hiçbir mesafe yok, niye yok? Her gün Ertuğrul Özkök yazıyorsun, bir tane de bunu yaz. Cemaatçi yapının orada daha fazla devam etmemesi için ısrarla ve inatla bunu yapıyorum. Ama başaramadım. “Vakit’i çekersek ne yazacaksın?” sorusunu size sordurtacak kadar ağırlıklı yazmama rağmen maalesef bir şey elde edemediğimi görüyorum. Bazen ölçüyü de kaçırmış olabilirim. Her şeyi de harika yazdım demiyorum.Melih Gökçek’le, İ.Melih diyerek mücadele edilmez ancak son raunddan Gökçek’in yenik çıktığı kesinBöyle bir yazınızı hatırlıyorum. 10 Kasım tarihli yazınız Melih Gökçek’le ilgili. Onu tehdit eden, hakkında bildiğiniz ama açıklamadığınız, sizi kızdırırsa açıklayacağınız bilgiler olduğunu ima eden satırlardı.Bu gerçekten yanlış anlaşıldı. Kendimi doğru ifade edememişim demek ki, çok okuyucudan mail geldi. Demek istediğim, hayatını Melih Gökçek’le mücadeleye vakfetmiş yazarlar, yani sizin deyiminizle Melih Gökçek’i çeksek geride hiçbir yazısı kalmayacak yazarlar şu yanlışı yapıyorlar: Melih Gökçek’e ideolojik bir partinin ideolojik bir unsuru gibi davranıyorlar. İ.Melih gibi hakaret ediyorlar. Bu yollarla mücadele edilemez onunla. Ben, Melih Gökçek’e “Sana dinci bir partinin ideolojik adamı gibi muamele etmem, çünkü sen ideolojik unsur değilsin, ideolojin yok. Seninle böyle konuşurum” diyorum. “Seni etkileyecek bir dil bulurum, senin kafandan geçen hesaplarını, kitaplarını bilirim” diyorum. “Elimde bilgi var” demiyorum. Zaten çarşamba geceki karşılaşmadan sonra da Melih Gökçek bitti. Kesin yenildi, çöktü. Kemal Kılıçdaroğlu da kazanmadı. Üslup olarak çok kötüydü Melih Gökçek, onu bitiren bu oldu. Dengir Mir Mehmet Fırat da eroin kaçakçısı gibi bir lafla burun buruna gelmişken çok fazla sakindi. Taktiksel hata yaptı. Gerçi, onlar farklı meseleler. Fırat’ı AKP’nin değişen Kürt politikası rahatsız etti ve bu yüzden bıraktı. Bırakmasının Kemal Kılıçdaroğlu’yla ilgisi yok.AKP yerel seçimlerde değişen bu politikası yüzünden Güneydoğu’daki seçmenleri kaybedeceğe benziyor, katılır mısınz buna?Kesinlikle. Bu keskin cepheleşme, DTP-AKP çekişmesi DTP’ye yarıyor. Gerçi, bu partiden beklentim bitti benim. Kürt sorunun çözümüne katkı sağlayacaklardı, terörle aralarına mesafe koyacaklardı, Öcalan goygoyculuğunu bırakacaklardı, oturup konuştuğunuz zaman çok akıllı, hatalarını kabul eden, şiddetle aralarına mesafe koymaları gerektiğini söyleyen bir haldeler. Ama halkın önüne çıkınca bunu hiçbir zaman söylemiyorlar. Kendi inisiyatifleriyle hareket eden siyasetçi değiller. İnisiyatifini başka odaklar belirliyor çünkü. O zaman ben seninle niye oturup konuşayım?Son 10 yıldır laikliğin çok önemli olduğunu düşünüyorumSiz hacısınız değil mi?Evet. Ama kitapta Hacı oldun diye farklı sorumluluk yüklenmek zorunda olduğun yazmaz. 15 senedir Nişantaşı’nda oturuyorum. Hayat tarzım değişmedi. Fikirlerimin bazıları değişti ama... Değişime açık bir insanım. Hesaplaşmasını da yapabiliyorum. Hesaplaşması yapılmamış değişimlere karşı çıkıyorum. Eskiden İslam’ın, dinin siyasi anlamda iktidar aracı olabileceği kanatini taşırdım. Son 10 senedir yaptığım düşünmeler, okumalar sonucunda, bunun olamayacağını laikliğin çok önemli olduğunu, bir İslam devleti kurulursa o ilahi emirler çerçevesinde olmayacağını, o devletin başında kim varsa onun dinden ne anlıyorsa onu dayatacağını, tek tip bir din devletinin egemen olacağını düşünmeye başladım. Geçirdiğim değişim bu.Erdoğanların hiçbir zaman “bizim oğlan”ı olmadım, bana kızdıklarını biliyorumHiçbir zaman Erdoğanlara yakın olmadım. Tayyip Erdoğan’la biraraya gelişim televizyon ekranındadır. Yüz yüze gelmişliğim hiç yok Emine Hanım’la. O zaman da yoktu, şimdi de bir görüşmem yok. Bana kızdıklarını biliyorum. Ben onları daha iyi tanıdığım için, daha iyi bildiğim için, genel yapıyı kastediyorum, eleştiriyorum. Alınıyorlarsa bu yüzden alınıyorlardır. Ama benim hiçbir zaman onların “Bizim oğlan” dedikleri gibi pozisyonum olmadı. Onlara yakın bir televizyon kanalında çalışıyordum, o kadar.Evet, üniversitede istemiyor partide rozet takıyor ama CHP’nin çarşaf açılımı önemliCHP’nin türban açılımına ne diyorsunuz? Deniz Baykal’la aranız çok iyi değil mi?İyi düşünüyorum, önemsiyorum bu açılımı. Rehabilite edeci bir özelliği var. Eksik-gedik, çelişkili, üniversitede istemiyor, gitmiş getirmiş partide rozet takıyor. Bunların hepsi doğru. Ama bu bile bence önemli adımdır. Toplumun düşman kamplara bölünmesine darbe vurur. Birbirimizi daha iyi anlamamıza yardımcı olur. CHP’lilerin büyük bir bölümünü olumlu etkileyecektir. Bir şey çıkar mı, çıkmaz ama rehabilite eder. Moral değerlerimizi yükseltiyor bence. Bir karikatür gördüm, iki türbanlı kadın otobüste oturuyor, çarşaflı kadınlar biniyor, türbanlılar “Aa, CHP’liler geldi” diyor. Artık çarşaf öcü kıyafet olmaktan çıktı. Ne güzel işte.Abdullah Gül’ü nasıl buluyorsunuz? İddia edildiği gibi Tayyip Erdoğan’la araları kötü, eşleri küs mü? “İyi anlaşıyoruz” diyorlar. Küçük bazı ipuçları var ama altını doldurabileceğimiz bir bilgi yok ortada. Ama karakter olarak birbirlerinden çok farklılar, derin farklar var, uçurumlar var hatta. Bu yüzden problemler oluyor. Ayrıca Gül, Cumhurbaşkanı olduğu için kendisine bir politik alan açmaya çalışıyor. Zaman zaman Başbakan’ın alanına tecavüz ediyor. Buradan arızalar çıkıyor. Ayrıca Gül, Tayyip Erdoğan’dan farklı bir siyasetçi olduğunu zaman zaman hissettirme gereği duyuyor. Bunun getirdiği arızalar oluyor. Tüm bunlar problemli bir yapının olduğunu işaret ediyor gibi gözüküyor.
“Kızını kendi elleriyle kucağıma attı” diyor benim için. Hangi anne-baba bunu yapar ki! Tut ki bir cahilliktir, yaptık. De ki, ben de kötü anneyim. Ya sen niye aldın çocuğu kucağına. İmanı yerinde bir insansın güya... Bizim dinimizde var mı bu? Kızımı benden alıp yetiştirme yurduna verdiler onun yüzünden. Poliste cop gösterip “Sen hiç polis dayağı yedin mi?” demişler. 14 yaşındaki kıza bunu yaparsan, bırakın o ifadeleri idam kararını bile imzalar. Emniyet’te beni de öyle bir noktaya getirdiler ki “Her şeyi ben yaptım. Çocuğumu alıkoyamazsınız, beni alın” dedim. Hüseyin Üzmez’in eşi Ayşe Hanım’ı tanımıyorum, ama olaylar sırasındaki davranışları karakterini gösterdi. Ben olsam, öyle bir adamla bir daha yan yana durmazdım. O ise “5 senedir evliyim bu adamla, 5 senedir bana erkeklik yapamayan biri başkasına bunu nasıl yapar?” dedi.Geçen Nisan ayında 78 yaşındaki Vakit yazarı Hüseyin Üzmez 14 yaşındaki B.Ç.’ye cinsel istismarda bulunduğu suçlamasıyla tutuklandı. Konuya ait çok az şey okudum o günlerde. İlgilenmedim olanlarla. Detaylarından bilerek ve isteyerek kaçtım. Leyla’nın doğumundan sonra artık çocuklara ait acılar “gücümü” kolay kaybettiriyor. Ama Kasım ayında bir gün, telefonum çaldı, açtım... “Merhaba, ben Erhan Çelik, Kanal 7’den. Hüseyin Üzmez’in taciz ettiği küçük kızın annesi ile röportaj yapmak ister misiniz?” dedi. “Tabii ki. Buna bayılırım. Müthiş olur, harika, olağanüstü, muhteşem” diyerek telefonu kapadım. Çünkü Hüseyin Üzmez’i değil ama anneyi gerçekten merak ediyordum. Öyle heyecanlandım ki, ancak saatler sonra aklıma geldi “Erhan’ı hiç tanımıyorum, bana bu mesleki hoşluğu niye yapıyor acaba?” diye sormak. Çünkü tahmin edersiniz ki, bu tip yardımlaşmalar bizim dünyamızda pek yoktur. Ya da çok az rastlanır... Ama gözümü bu röportaj bürümüştü ve o kadınla karşılaşana kadar başka hiçbir soru ve cevap beni ilgilendirmiyordu.Erhan Çelik, Kanal 7’de ana haber bülteni sunucusu ve İskele Sancak programının yapımcısı... Öğrendiğime göre de İslami kesimin kızları ona bayılıyormuş. Aslında bu da başlı başına bir röportaj konusu...Erhan’la beraber Ankara’ya gittik. Aile, İnegöl’den Ankara’ya taşınmış bu olan bitenden sonra. Küçük B.’yi Bursa’da bir yetiştirme yurduna koymuş devlet ve ailesiyle görüştürmüyor dava sonuçlana kadar. 7.5 aydır o küçük kız yurtta tek başına.Karşılaştığım kadının, Livaze Hanım’ın, beni şaşırtan çok özelliği vardı. Kocası Bekir ve iki küçük oğluyla beraber bizi karşıladı. Evde kız kardeşi Esma ve eniştesi Nail de vardı. Buluştuğum aile, çok aklı başında, ne anlatacağını bilen, yalan söylüyorsa da bunu akıllıca yapan bir aileydi. Cahil, ne yaşadığını ne söylediğini bilmeyen zavallı insanlar değillerdi.O evde yaşadıklarımın bayram boyunca etkisinde kaldım. Masum bir kadın ve acılı bir anne ile mi beraberdim yoksa iyi yalan söyleyen, kızını para için yaşlı bir adamla buluşturan bir anne ile mi, bilemiyordum. Hâlâ tam olarak neye inandığımı söyleyemem. Hikayedeki büyüklerin hepsi Hüseyin Üzmez, Livaze ve Bekir yalan söylüyor olabilirler kendilerini kurtarmak için ama küçük B. yalan söylüyorsa bile mutluluğu için söylüyordur. Ben onun mutluluğu için o yalana inanmayı tercih edenlerdenim. “Annem suçsuz” diyorsa, “Annemi özlüyorum onunla olmak istiyorum” diyorsa, yanlış da olsa ben ona inanmayı tercih ediyorum.Hüseyin Üzmez’in 5 yıl sekreterliğini yaptım26 Nisan 2008 Cumartesi gecesi siz ve kızınız, Vakit yazarı Hüseyin Üzmez’le beraber Mudanya’da yakalanıp gözaltına alındınız, sonra da kızınızı fuhuşa teşvik etmek suçundan tutuklanıp cezaevine kondunuz... Hikâyenin en başına dönmek istiyorum şimdi... Hüseyin Üzmez’le ne zamandır tanışıyorsunuz?Babamdan kalma bir tanışıklık. Çok sık görüştüğümüz biri değildi. Son zamanlarda kendisi biraz hastaydı, gidip geldik. Yardım etmek amacıyla. Babam otuz yaşlarında gelmiş Ankara’ya. Toplam tanışıklık neredeyse 50 senelik. Babam onun yanında bekçiydi. Hep onun yanındaydı babam. Biz de elinde büyüdük. Beş sene de ben yanında çalıştım.Kaç yaşındaydınız çalıştığınızda?14 yaşındaydım. Bürosunda sekreterdim. Sonra evlendim, bıraktım.Hüseyin Üzmez, sizin onun yanında çalıştığınız o yıllarla ilgili “Cinsel ilişkimiz vardı, evlenirken kızlık zarını ben diktirdim” dedi... Sizin hiç Hüseyin Üzmez’le bir ilişkiniz oldu mu?Olmadı. Televizyonda söylemiş bunu. Ben seyretmedim. Söylediler. Yaşı küçük değil ki cahilliğine vereyim. Bizim her şeyimiz yargıda. Beraat etmedik henüz. Ben hiç konuşmadım, ilk kez size konuşuyorum. O ise hep konuştu. Ne biçim insanmış, ne biçim büyükmüş anlamadım. Hüseyin Üzmez’e “Babamsın. Sen hasta olsan, düşsen ben bakarım” derdim. Ama çıkınca bunları iddia etmesi beni çok üzdü. Lanet olsun onu tanıdığım güne. Keşke tanımasaydım hiç. Kızımı kaybettim onun yüzünden. İyiliğimi suistimal etti. Ben ona karşı iyi şeyler düşünürken onun çıkıp bunca insanın önünde böyle konuşması büyük hataydı. Yalan şeyler onlar. Bunu nasıl söylüyor, hangi mantığa sığdırıyor, anlamadım. Çok kızdım. Yeğeni, eniştemi aramış “Dayımın bunları söyleyeceğinden haberim yoktu, onun adına ben özür diliyorum sizden” demiş. “Bir daha televizyon yok sana” demişler. Zaten bir daha çıkamadı.Dava açmayı düşündünüz mü hiç? Bizim davamız bitsin, kızımı geri alayım Hüseyin Üzmez’i dava edeceğim. Benim sessizliğim mahkemem var diye. Tabii ki Üzmez’e karşı sessiz kalmayacağım. Bu hakaretlerinin hesabını yargıda verecek. Nasıl verecek bilmiyorum ama verecek.n Sizce bunları niye söyledi?Bilmiyorum, inanın bilmiyorum. O yıllarda eşim askerdi zaten. Askere beraber gittik Hüseyin Üzmez’le, onları tanıştırdım, eşimi orada tanıdı ilk kez. Sonra davetiyemi götürdüm, düğüne bir saat kala geldi. Eşinizle görücü usulü mü evlendiniz, yoksa flört ettiniz mi?Tanışıyorduk ama ben onu sevmiyordum. Annemin dayısının oğlu Bekir. Köye gidiyorduk, orada beni sinir eden birisiydi. Beğenmek zorunda kaldım sonra.Eşimden habersiz telefon edip yardım istedimÜzmez’in evinde yakalandığınız gün tam olarak ne oldu?O gün Hüseyin Bey’in İnegöl’e geleceğini ve beraber Mudanya’ya geçeceğimizi biliyorduk. Geldi, buluştuk, Mudanya’ya gittik. Evinde beş-on dakika geçirdik. Eşim gelecekti çünkü, çıktık evden, meydana gittik. Oradan da alındık. Ne olduğunu anlayamadan... Saatler sonra ne olduğunu kavrayabildik.Siz İnegöllü’sünüz. Mudanya’da Hüseyin Üzmez’in evi var.İnegöl benim yerimdi, yurdumdu. Karnımı doyurduğum yer İnegöl’dü. Ama eşimin işleri iyice bozulmuştu. İş olanağı tamamen bitmişti. Bayağı zamandır yokluk çekiyorduk. Hastayım, astım bronşit, küçük oğlumda da var... Sinirsel. İlaçlarıma yetişemiyordum, çocuklarımın isteklerine yetişemiyordum. Hüseyin Üzmez’i arayıp yardım istedim. Kendim istedim. Eşimin haberi yoktu bile. Kendim aradım ondan habersiz. Alnımın teriyle yardım istedim. Maddi destek falan yok, maddi bir yardımı yoktu bize hiçbir zaman, o dendiği gibi yardımcı olmuş olsaydı böyle sürünür müydük? Arayıp ne dediniz Hüseyin Üzmez’e?Yetişemiyordum, çocuklarımı geçen kış delik ayakkabıyla okula gönderdim diye canıma tak etmişti. Ben dayanırdım ama çocuklarım için çaresiz kaldım. Sigortasız eşim. “Sigortası olur, çocuklarıma güvence olur” dedim ve aradım. Anlattım. İş istedim. Aramamın üzerinden bayağı bir zaman geçti, bir gün aradı. Mudanya Güzelyalı’da bir tanıdığı olduğunu, Ali Ersoy galiba ismi, onun aracılığıyla bizi bir yere kapıcı koyacağını söyledi. “Gelip sizi alacağım” dedi. O gün geldi aldı.Hüseyin Üzmez’e nasıl hitap ediyordunuz siz?Hüseyin Dayı...Eşinize ne zaman haber verdiniz Hüseyin Dayı’yı aradığınızı?Telefon ettiğim akşam söyledim. “Aradım, iş istedim çıkarsa bir şey bize haber verecek” dedim. “İstersen kendin ara, konuş” dedim. Bekir de aradı, ona da yapacağını söylemiş. Aradan 1.5 ay geçtikten sonra aradı, “İşiniz oldu. Gidip eve bakalım” dedi. Geldi bizi aldı. “Güvenlik görevlisi, kapıcı dairesi gibi bir iş var, gelin” dedi. Eşiniz niye gelmedi sizinle? O gün Mudanya’ya Hüseyin Üzmez’le siz ve kızınız gittiniz değil mi? İş kocanız içindi ama... Bir tuhaflık var burada...Terminaldeydik. Otobüse bindik hep beraber. Eşim telefon etmek için indi. Eşimi otobüste bekledik. Otobüs artık kalkıyordu. “Oturalım biz, o gelir” dedi. Eşim geldi ama araba hareket ettiği için “Kimseyi alamıyoruz. Arkadaki arabaya bineceksiniz” dedi şoför. Arkadaki otobüsle gelecekti eşim. Çocukları almaya gitti sonra.Karısı “5 yıldır bana erkeklik yapamıyor” deyip kocasını aklıyorHüseyin Üzmez’in eşi Ayşe Hanım’ı tanıyor musunuz?Tanışmıyorum. Karakterini bilmem ama olaylar sırasındaki davranışları karakterini gösterdi. Bu kadar olay yaşandı, ben olsam duramazdım o adamla. O ise “5 senedir evliyim bu adamla, 5 senedir bana erkeklik yapamayan bir insan başkasına nasıl yapar?” dedi.Eşiniz görüştü mü hiç onlarla? Tahliye olana kadar eşi Ayşe Üzmez arıyordu. Yeğenleri devamlı temastaydı bizlerle. Çocukları, geçimimizi soruyorlardı. Mahkeme oldu, dışarı çıktı, aramalar kesildi. Aramadılar bir daha hiç. Olan kızımıza oldu.Avukatınız var mı?Avukatım yok. Ama şu an Hüseyin Üzmez’in yıllardır avukatı olan biri var, o şimdi beni savunmak istiyor. Ona inanmıyor galiba.Ben erkek olsam ve bunlar başıma gelse karım dahil hiçbirini sağ bırakmazdımPeki eşiniz size ne dedi? En başından beri bir erkeğin kabullenmekte zorlanacağı iddialarla suçlanıyorsunuz?Çok şey söylendi. Ben eşime “Erkeksin, benden ayrılabilirsin. Benimle beraber olmak zorunda değilsin. Taşımak zorunda değilsin. Bırakabilirsin beni” dedim. O da “Ben sana inanırım, 16 yıllık eşimsin. Bir rüzgârda yıkılacak çınarsak hiç ayakta durmayalım, her şey çocuklarımız için” dedi. Ama ben erkek olsam, bunlar karımın başına gelse ben hiçbirini sağ bırakmazdım. Eşime de “Bekir bu yükü taşıma, başını öne eğme, ben senin başını öne eğmeni istemiyorum, hemen beni boşa ama şunu da bil ki ben sana ve kızıma yanlış bir şey yapmadım, kızın da yapmadı” dedim. Hüseyin Üzmez paçayı kurtardıktan sonra saldıracak yer aradı. Keşke 50 yıl öncesine gidebilsem ailemin Ankara’ya gelmesini ve o adamla karşılaşmasını engellerdim. Kızkardeşim hiç sevmez o adamı! İki oğlum da çok kötü etkilendi. Biri ortadan kaybolsa biraz, öteki hemen ağlıyor. Geçen gün küçük olan pencerenin önünde çırpındı, “Ağabeyim de gitti” diye. Bunlar çocukların yaşaması gereken şeyler değil. Ablaları gitti, gelmedi çünkü. İnşallah artık her şey düzelecek.Üzmez’den alacağım intikam beni yakar hapishaneye geri dönmeyi hiç istemem Kızınızın bedenen ve ruhen bu olaylardan etkilenmediğine dair bir rapor verildi ve bu rapor sonucunda Hüseyin Üzmez tahliye edildi. Kızınız nasıl şu an?Çok kötü tabii ki. Hüseyin Üzmez bir şey yapmamış olsa da bu olanlar kızı mahvetti. Polisler, doktorlar filan. Yurtta şu an. Bütün bu süreçte kızımın başına ne geldi, bilmiyoruz. Çocuğuma neler yaptılar, bilmiyorum. Kızım “İyiyim” diyor ama ağzı iyiyim diyor. Konuşamıyor tam zaten. Ne konuşacağını bilmiyor. Görüşmüyoruz, etmiyoruz, bilmez mi ne konuşacağını ama bilmiyor. Sohbet etmek için arıyor ama sesimi duyunca “Ne konuşacağımı bilmiyorum anne” diyor.Hüseyin Üzmez’den intikam almayı düşündünüz mü hiç?Eşimde olmadı ama bende oldu. Gözümün döndüğü anlar oldu. O dört duvar arasında bunu hissedip yapamamak çok zordu. Hüseyin Üzmez’den alacağım intikam beni yakar... Çocuklarım var. Hapishaneye geri dönmek istemem. Kolay değil.n Hüseyin Üzmez’le hiç konuştunuz mu daha sonra?Ne görüşmek, ne karşı karşıya gelmek istedim. Hâlâ da istemiyorum. Şu an yüz yüze gelsem, anlatamam size ne hissettiğimi. Bağlantı istemiyorum. Allahın’dan bulsun o. Kapattım kendimi içerden çıktığımdan beri. Kimseyle konuşmak istemiyorum. Madem “imanlıyım” diyorsun niye kucağına aldın?Kızınızın bedenen ve ruhen bu olaylardan etkilenmediğine dair bir rapor verildi ve bu rapor sonucunda Hüseyin Üzmez tahliye edildi. Kızınız nasıl şu an?Çok kötü tabii ki. Hüseyin Üzmez bir şey yapmamış olsa da bu olanlar kızı mahvetti. Polisler, doktorlar filan. Yurtta şu an. Bütün bu süreçte kızımın başına ne geldi, bilmiyoruz. Çocuğuma neler yaptılar, bilmiyorum. Kızım “İyiyim” diyor ama ağzı iyiyim diyor. Konuşamıyor tam zaten. Ne konuşacağını bilmiyor. Görüşmüyoruz, etmiyoruz, bilmez mi ne konuşacağını ama bilmiyor. Sohbet etmek için arıyor ama sesimi duyunca “Ne konuşacağımı bilmiyorum anne” diyor.Hüseyin Üzmez’den intikam almayı düşündünüz mü hiç?Eşimde olmadı ama bende oldu. Gözümün döndüğü anlar oldu. O dört duvar arasında bunu hissedip yapamamak çok zordu. Hüseyin Üzmez’den alacağım intikam beni yakar... Çocuklarım var. Hapishaneye geri dönmek istemem. Kolay değil.n Hüseyin Üzmez’le hiç konuştunuz mu daha sonra?Ne görüşmek, ne karşı karşıya gelmek istedim. Hâlâ da istemiyorum. Şu an yüz yüze gelsem, anlatamam size ne hissettiğimi. Bağlantı istemiyorum. Allahın’dan bulsun o. Kapattım kendimi içerden çıktığımdan beri. Kimseyle konuşmak istemiyorum. “14 yaşındaki çocuk cinsellikten ne anlar, onu değil beni alın” dedimPolisler sizi gözaltına aldıktan sonra ne oldu? Size ne söylediler?Üç-dört saat arabada bekledim. Kimse bana bir şey söylemedi. Susuzluk, ilaçlarım yok, çok kötü oldum. Sonra Ahlak Bürosu’na getirdiler beni. 2 saat de sandalyenin üzerinde oturdum. Ancak beş-altı saat sonra altı-yedi kişi başıma dikilip bana “Hüseyin Üzmez şunu söyledi, kızın bunu söyledi” dediler. Ama biri oradan bir şey söylüyor, biri şuradan konuşuyor. Dediklerini de tam anlatamam şimdi, açıkça söylemek istemiyorum polislerin dediklerini.Peki siz ne ifade verdiniz orada? Altı ay hapiste yattınız...Kızımın ve Hüseyin Bey’in dediklerini söylediklerinde “Böyle bir şey olamaz, yok böyle bir şey” dedim. Anlayamıyordum olanları. Beni öyle bir noktaya getirdiler ki, “Ben yaptım” dedim. “Benim çocuğumu suçlayamazsınız, benim çocuğumu alıkoyamazsınız, beni alın” dedim. 14 yaşında o. Cinsellikten ne anlar?Sonra ifadenizi değiştirdiniz...Aylar sonra, kafam yerine gelince oldu. Ben eşim olduğunu, çocuklarım olduğunu bile unutmuştum. Sonra sonra annemi, eşimi, çocuklarımı hatırladım ve “Ne yaptım ben?” dedim. Çocuğumu Yetiştirme Yurdu’na vermişler. Öteki çocuklarım perişan. Niye böyle bir şey yaptığımı ben bile anlamadım.Baba Bekir Ç: Çocuklarım ona “dede” diyorlar İnegöl’de Özdilek’te yemek yedik Mudanya’ya gidecektik. Saat üç sıralarıydı. Kayınvalidem evde olmayınca çocuklar kapıda kalmasın diye ben döndüm, onlar gitti. Gidiş o gidiş zaten. Duyduğum an beynimden vuruldum. Bursa’ya gidene kadar kaza oldu zannediyordum. Aklıma böyle bir şey hiç gelmedi. “İddia var. Olabilir mi böyle bir şey?” dediler. “Olamaz” dedim. İki-üç ayda bir görüşürüz. Çocuklarım “dede” diyor ona. Faydaları oldu. Sıkıştığım yerde onu arardım. Elektrik su kesilirdi, yardım yapardı. O anki psikolojiyle dava ettim.Evlendiğimizde karım bakireydiEşimle evlendiğimde gerdeğe ben girdim. Adımın Bekir olduğuna nasıl eminsem karımın da kız olduğuna o kadar eminim. 14 yaşındaki kızı 78 yaşındaki adama hangi anne baba atar? Olabilir mi böyle bir şey? Üzmez ne düşündü de bunları söyledi acaba? Ona güveniyordum. Eşimin dediği gibi hiç tanışmasaydık keşke. Onu öldürmeyi hiç düşünmedim. Akıl veren çok oldu. Kızıma sordum “Baba, öyle bir şey yok” diyor. Kız bu sorulardan bunalıma girdi. Bu adama kurulmuş bir tuzak ama işin içine bizi çektiler. Bizi inegöl’den takip etmişler denildiğine göre demek ki komplo var, biz de maşayız.
Bazen nedenini bilmediğim meraklar duyarım insanlara karşı. Bir neden yoktur ama ilgimi çekerler. Onları takip ederim, haklarında çıkan yazıları okurum, fotoğraflarına bakar, aslında o anda ne düşündüklerini anlamak isterim, onlarla ilgili kimselerin bilmediği arşivler saklarım kafamda. Ben onları bu denli tanıdığım için, onların da beni tanıdığı hissine kapıldığım gibi bazen buna inanırım bile, “Al Pacino beni yolda görse tanır” gibi gelir hatta.Bülent Eczacıbaşı ve ailesi de işte o merak ettiğim insanlardandı. Çünkü isimlerini hep duyduğumuz ama haklarında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz, üyelerinin hepsi iyi yetişmiş, zarif, rastlayabileceğimiz en görgülü aile. Ama ‘Belki de sıkılıyorlardır bundan’ diye düşünüyordum. Asalet zorlayıcıdır... Bazen de bunaltıcı. Bizim anladığımız anlamda bir çılgınlık yapıyorlar mı, açıkçası çok merak ediyordum.Bülent Eczacıbaşı, Borusan Filarmoni Orkestrası’nda konuk şef olunca hemen bir röportaj için başvurdum. Onlara şunu yazdım: “İşadamı, zengin, klasik müziksever gibi tanımlar, insanların arasına mesafe koyan, karşısındakiyle kendisi arasında büyük fark olduğunu zannettiren soğuk tanımlar. Oysa ki ben insanların aslında birbirine benzediğine, benzer yanlarımızın daha ilgi çekici olduğuna inanan biriyim ve işte tam da bu nedenden dolayı Bülent Eczacıbaşı’yla bir pazar röportajı yapmak istiyorum, belki de bizden biridir.” Kanyon’daki ofisinde buluştuk. Çok nazik, sıcak, hiçbir ürkütücülüğü olmayan, doğal biriydi. Kahvelerimizi söyledik, orkestra şefliğinden bahsederek röportaja başladık. Her şey iyi gidiyordu ama bir süre sonra aramızdaki sohbet şuna dönüştü: - Tüm samimiyetimle cevap veriyorum.- Lütfen kapamayın kendinizi, duygularınızı merak ediyorum, bu sorunun cevabı bu değil. - Gerçekten tüm samimiyetimle cevap veriyorum.Bir taraftan da hayranlıkla izliyordum onu, çünkü hem doğal olup hem kontrollü olmak çok zor bir işti. Doğrusu o da bunu iyi başarıyordu.Evet açıklıyorum, Bülent Eczacıbaşı bizlere benzeyen yönleriyle iyi biri ama bize o kadar da benzemiyor aslında. Daha doğduğunda bir asalet havuzunda yıkandığı ve duygusal tepkilerinin hepsini o havuzun sularında bıraktığı duygusu yaratıyor. Sanki kulağına adını ezanla okurken, “Heyecanlanma, sinirlenme, kızma, bağırma, koşma, terleme” demişler. Gerçi röportajın basım aşamasında aslında nasıl da göründüğü insana benzemediğini anladım. Telefonda çıkardığı sesi duymalıydınız...Ama röportaj sırasında sabırlıydı, ısrarcı tavrımdan sıkılmadı, belirlenen süreyi aşmama izin verdi, bir saatlik süre iki saati geçti. Gariptir ama eğlendiğim röportajlardan biri oldu. Hatta sürekli kahkaha attık. O sırada Bülent Eczacıbaşı eğlenceli, iyi yetişmiş, gülümseyen, başarılı ve konuşmayan biriydi. “İşkencede bile konuşmaz bu adam” duygusu uyandırdı bende ki bu iyi bir özelliktir ama bir röportajcıyı sevindirecek bir duygu da sayılmaz.Bakın bakalım “işkence” altında konuşuyor mu...Borusan Flarmoni Orkestrası’nın bu yılki konserinde konuk şef sizdiniz. Önce Borusan Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Kocabıyık, ardından Rahmi Koç ve şimdi de siz orkestra şefi oldunuz. Niye sizi seçtiklerini biliyor musunuz?Niye beni seçtiklerini söylemediler. Şirketimizin kültür ve sanata yakınlığı, İKSV’nin öncü sponsoru olmamız belki etkili olmuştur.Sizi heyecanlandırdı mı bu teklif?Ben bu projeye kabul cevabımı bildirdikten ve çevremdeki dostlarımla konuştuktan sonra anladım ki, birçok müzikseverin içinde yatan bir idealmiş bu. Pek çok kişi bana diyor ki “Hayattaki ideallerimden biri bir gün orkestra şefliği yapmaktır.” Ben müziği çok sevmeme rağmen doğrusu “Bir gün orkestra idare etsem” diye aklıma gelmemişti. Heyecanlandım tabii.Peki, neymiş bu insanların merak ettikleri, olmak istedikleri orkestra şefliği? İnsan hep şunu merak eder ya, notalar müzisyenlerin önünde, her şey detaylarıyla yazılı, şef olmasa çalamazlar mı yani bu profesyonel insanlar?Doğru söylüyorsunuz, hepimiz o orkestra şefi hakkında bunu düşünürüz. Gerçek anlamda orkestra şefliği çok zor iş. Çok zor yetişiyor ve çok uzun bir eğitimi var. Müzik bilgileri çok derin insanlar. Sakın “Bülent Eczacıbaşı kendisini orkestra şefi zannediyor” demesin okuyanlar, benim yaptığım ne olursa olsun sembolik bir şeflikti. Orkestra şefi, orkestranın eseri nasıl yorumlaması gerektiğini belirliyor. Müzisyenlerin önünde notalar var, ama onlar müzisyenlere “ne çalacaklarını” söylüyor. Orkestra şefi ise müzisyenlere “nasıl çalacaklarını” söylüyor. El hareketleri ile ve sopasını kullanarak vuruşları ve zamanlamayı, eserin hangi hızda çalınacağını, farklı bölümlerde enstrümanlar arasında dengelerin nasıl kurulması gerektiğini belirliyor. Ayrıca orkestra şefleri geniş müzik bilgisinin yanı sıra müzik tarihini de bilen insanlar oluyorlar.Bu nedenle bestecinin yaşadığı devri, vizyonunu, hangi mesajları ve duyguları vermek istediğini de biliyorlar ve parçayı ona göre yorumluyorlar. İyi bir orkestra şefi bir eserde yer alan tüm enstrümanların çalacağı tüm notaları biliyor aslında ve ezberinde binlerce notayla podyuma çıkıyor. Bakın size aynı parçayı çalan iki farklı orkestrayı dinleteyim. Çaykovski’nin Fındıkkıran Balesi’nden “Arap Dansı” bu dinlediğimiz. Bu çok yavaş çalan orkestra meşhur bir şefin yönetiminde çalıyor, Herbert von Karajan. Diğeri ise Gürer Aykal’ın yorumu. Biz bu kültürü çok iyi bildiğimiz için, bu yavaş tempoda Arap dansı falan olamayacağını hemen anlıyoruz. O nedenle kimse kusura bakmasın ama, ben Gürer Aykal’ın yorumunu benimsiyorum. Siz de Çaykovski’nin Fındıkkıran bale suitinden dört bölüm yönettiniz. Kim belirledi parçaları?Beraber belirledik. Gürel Aykal’la beraber.Niye bu eseri seçtiniz? Bir nedeni var mı?Her şeyden önce parçaların tabii kısa olması gerekiyordu. Ayrıca çok bilinen eserler olmasını istedik. Orkestra şefi için fazla zorluklar içermeyen parçalar olması da önemliydi.Uzun bir prova döneminiz olmadı sanırım... Nasıl hazırlandınız? Hazırlanma dönemimiz oldu ama orkestrayla üç prova yapabildik. Orkestra provalarının öncesinde ise notalardan ve müziği CD’lerden dinleyerek çalıştım ve Gürer Aykal’la çalışmalar yaptık.Her seferinde ısrarla hata yaptığınız bir yer oldu mu?Sembolik şefin minimum düzeyde bir işlevi var. Orkestra elemanlarının aynı anda çalmaya başlamalarını, uyum içinde devam etmelerini ve aynı anda bitirmelerini sağlıyor. Tempoyu, parçanın hangi hızda çalınacağını belirliyor. Bir de orkestra elemanlarının şeften aldıkları bir enerji var, bu da önemli bence. Ama hepsi bu. Ötesi “Orkestrayı değil, vaziyeti idare etmek.” Hızı belirleme konusu gerçekten kritik. Ve benim gibi acemi bir şef için hiç kolay değildi. Orkestranın karşısına geçtiğinizde içinizden sürekli sayıyorsunuz ve parçanın melodisini tekrarlıyorsunuz. Ama tecrübesiz olunca, zihninizdeki temponun el hareketlerine yansımasının pek de garantisi yok. Parçayı başlatıyorsunuz, iki-üç ölçü geçtikten sonra, “Eyvah, çok yavaş oldu” diyorsunuz ama iş işten geçmiş oluyor ve parça çok yavaş bir tempoda akıp gidiyor. Arkanız dönük olmasına rağmen dinleyenlerin gözlerini devirerek tavana baktıklarını ve iç geçirdiklerini hissediyorsunuz. Veya parçayı çok hızlı başlatıyorsunuz, ilk başta kulağa hoş gelebiliyor ama parça özelliğini kaybediyor ve bazı enstrümanlar bazı bölümlere uymakta zorlanabiliyor, garip sesler çıkıyor.Aldırmaz değilim, başarısızlıktan her insan kadar korkarımKorktunuz mu hata yapmaktan? Sembolik şeflik bile olsa başarısız gözükmek canınızı sıkar mıydı?İlk ve son defa yaptığım bir şey. Mümkün olduğunca iyi olmasını istiyor insan tabii. İyi olmasını arzu ettim, kötü olsa canım herhalde sıkılırdı tabii. Başarısızlığı kim ister.Şunu anlamak için soruyorum: Sizi başarısızlıklarda acılara karşı koruyacak iyi ve şanslı bir hayatınız var. Bu sizi, böyle sembolik işlerde, hatta belki daha ciddi işlerde bile başarısızlıklara aldırmaz hale dönüştürebilir. Hayatınız sizi aldırmaz yaptı mı, yoksa ufacık bir başarısızlığa bile tahammül edemez misiniz?Her insan kadar başarısızlıktan korkarım. Aldırmaz olduğumu söyleyemem. Ama bir denge meselesi. Çünkü “Beni korur” dediğiniz faktörlere güvenmek de başarısızlık yaratır. Onlara güvenmezseniz başarısızlıktan çok korkarsanız, bu sefer hareket edemez hale gelirsiniz. Özellikle bizler gibi ikinci kuşak iş adamlarında bu riskin fazla olduğunu düşünürüm. Çünkü kendilerine bir şey emanet edilmiştir ve kaybedilecek şey çok büyüktür. Eczacıbaşı 66 yıllık bir kuruluş. Yeni işe başlayacak birinin başarısızlık korkusu çok fazla olmayabilir. Ama bizde “Ben kaybedersem geçmişi olan bir kuruluşun büyük yara almasına sebep olurum” korkusu oluyor. Bu duygu mücadele edilmesi gereken bir duygu iş hayatında.Gürer Bey yanlış hareket yaparsam orkestranın çalmayacağını söyledi, bir anda dehşete düştümBabanızla ilgili merak ettiklerim var ama önce orkestra şefliğini tamamlayalım. İki kere bis yaptınız. Toplam kaç dakika yönetmiş oldunuz yani?4 parçaydı: Marş, Çin Dansı, Arap Dansı ve Rus Dansı; sonra bis yaptık. Toplam 20 dakika oldu sanırım. Beğenildi diye umuyorum. Ama korktum tabii, hatta Gürer Aykal’a “Orkestra bana hiç bakmasın, çalsın işte bildiği gibi” dedim. Şiddetle itiraz etti. “Katiyen olmaz, siz nasıl çaldıracaksanız onlar öyle çalacak” dedi. Hatta bir yerde beni çok korkuttu. Yanlış bir el hareketi yaptım. “Bakın Bülent Bey bunu yaparsanız tüm orkestra durur, çalmaz” dedi. İyice dehşete düştüm.Bir daha yapmak ister misiniz? Hoşunuza gitmiştir mutlaka...Tekrar yapmayı kesinlikle düşünmem. Bir daha orkestra yönetmeye kalkarsam, bakarsınız beni orkestra şefi zannetmeye başlarlar. Çok güzel bir şey ama ne yapalım ki ben orkestra şefi değilim, işadamıyım. Ara sıra kılık değiştirmek hoş oluyor ama tüm yaşamı tiyatroya çevirmenin alemi yok... Her ne kadar Shakespeare “Dünya bir sahnedir” demişse de...Bana sembolik şef olarak “geçer” not verenler, gerçek şef olmaya kalktığımı sanırlar, doğal olarak çok kötü not verirler. Çünkü benim iyi bir gerçek şef olmak için gerekli eğitime ömrüm yetmez. Ya da “Oooo, maaşallah, iyice heveslendi, havaya girdi” derler. O da iyi olmaz, çünkü ben işadamlığından başka bir mesleğe heveslenmiyorum, hele ki bu yaştan sonra.”Türkçe’desopa denirmiş”Şefin elindeki çubuğa baget mi deniyor, sopa mı?Ben de Gürer Bey’e bunu sordum. “Baton da denir, baget de denir. Ama Türkçe’de daha çok sopa denir” dedi. Ben de her yerde ilan ettim “Dikkat, artık elimde sopa var!” diye... Ama ne evde, ne işte buna aldıran olmadı. Dostum Ahmet Kocabıyık da bana çok nefis bir sopa hediye etti, gümüş bir orkestra şefi sopası.Bülent Bey bu sorunun üzerine çok güldüğüm, havaalanında başına gelen harika bir hikaye anlattı...Bilgisayarı öğrenmeye çalıştığımız yıllarda sürekli kendisine sorular sorduğum oğlum Emre bir gün bana, “Babacığım bak tam sana göre bir kitap” diyerek bir kitap uzattı. Kitabın adı “Windows for Dummies” - “Yeni Başlayanlar İçin Windows” veya aslında tam kelime anlamına bakarsanız “Anlayışı ve Bilgisi Kıt Olanlar İçin Windows”... Ben de yıllarca Emre’ye “Demek sen babana dummy diyorsun” diye şaka yaptım. Geçenlerde ise onunla gittiğimiz bir konser sonrasında klasik müziğe ilgi duyduğunu görünce ona hemen, “Classical Music for Dummies” kitabını hediye ederek intikamımı aldım. Ancak kitaba bakınca hem çok eğlenceli bir şekilde yazılmış olduğunu, hem de benim bilmediğim pek çok şeyi içerdiğini gördüm ve kitabı uçakta okumak üzere çantama koydum. Boston’dan Emre ile birlikte New York’a gitmek üzere uçağa binerken güvenlik, kontrol için çantamı açtı ve çalışma yapmak için yanımda taşıdığım şef bagetini buldu. Şüpheyle baktı ve bu sopanın ne işe yaradığını sordu. Ben de bunun bir orkestra şefi bageti olduğunu söyledim. Memur bana “Siz orkestra şefi misiniz?” diye sorunca da “Evet, orkestra yöneteceğim” gibi bir şeyler mırıldandım. Adam bageti yerine koydu, ancak bu sefer de “Classical Music for Dummies” kitabını görünce, “You must be a fast learner - Belli ki çok hızlı öğreniyorsunuz” diyerek beni güvenlikten geçirdi.Burada devreye girmeliyim sanırım. Bülent Bey yerinden kalktı, bilgisayarının başına geçti, bunu daha önce defalarca yapmış olduğunu hemen anlayabileceğim bir hızda tuşlara dokundu ve müzik çalmaya başladı. Daha önce dinlemediyseniz mutlaka Fındıkkıran Balesi’nden Arap Dansı’nı dinlemenizi öneririm. Klasik müzik uzmanı değilim, hatta dinleyicisi bile sayılmam ama sevdiğim eserler var. Arap Dansı da bunlardan biri. Sanki kendinizi daha fazla sevmenizi sağlıyor Çaykovski. Ne zaman dinlesem hep bunu hissediyorum. Ama, Bülent Bey anlatmadan önce orkestra şefinin bir eser üzerinde bu kadar etkin olduğunu hiç farketmemiştim. Dinlediğimiz aynı eser olmasına rağmen çok farklı iki yorumdu ve Bülent Bey’e katılıyorum, Gürer Aykal’ın yorumu gerçekten daha güzeldi.Başarısızlık babam için kabul edilecek bir şey değildiİnternette, çocukken önce itfaiyeci olmak istediğinizi sonra inci avcılığına merak sardığınızı, müzisyen olmak istediğinizi, Alman Lisesi’nde not ortalamasında yüzyılın rekorunu kırdığınızı okudum. Doğru mu bunlar?Doğru... İnsan çocukken okuduğu kitapların da etkisinde kalıp binbir şey hayâl ediyor tabii... Kaşif olmak, şampiyon sporcu olmak, inci avcısı olmak, daha neler neler. Müzisyen olmayı istediğimi pek hatırlamıyorum doğrusu. Okuldaki başarımla ilgili bilgiler de doğru ama müzik notum ortalamamı bozan notlardan birisi idi... Büyük maestronun içindeki yetenek daha ortaya çıkmamıştı yani o yıllarda.Nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Şunu merak ediyorum, babanız güçlü ve zengin biriydi. Bu iyi bir şey miydi çocukken, yoksa zor tarafları da var mıydı bunun?Maddi olanakları geniş olan ailelerin çocuklarını motive etmenin çok zor, fakat çok önemli bir sorun olduğunu düşünürüm hep. İnsan hayatında para önemli bir motivasyon aracı, bu açıdan rahatlık içinde olan insanların çalışma hırsı bazen eksik olabiliyor. Bence babam bu sorunu çok düşünmüş ve çözmek için kendi yöntemlerini geliştirmiş bir insandı.Ne yaptı?Çocuklarına karşı biraz mesafeli ve otoriter bir insandı ama “sertti” demek kendisine haksızlık olur. Örneğin kendisine kardeşim Faruk da, ben de “siz” diye hitap ederdik, günümüzde baba-oğul arasında pek rastlanmayan bir “mesafe” göstergesi... Ama bana sert bir söz söylemiş olduğunu hiç hatırlamam. Ancak çevresindeki insanlar için çıtaları çok yükseğe koyardı ve beklentisini belli ederdi. Bu beklentiyle insanları yönlendiren bir adamdı babam. Çocuklar için ise anne veya babalarını mutlu etmek çok önemli bir şey. Benim çalışkan bir öğrenci olmamda da bunun mutlaka rolü olmuştur. Yıl sonunda aldığım sonucu annemden öğrendiği zaman babam genellikle, “Aferin oğlum!” diye mutluluğunu belli eder, sonra da “Zaten senden başka ne beklenir ki?” diyerek standardın bu olduğunu hatırlatırdı! Başarısızlık kabul edilebilen bir şey değildi. Bu beklenti, aksi olamaz diye düşündürtüyordu bana. Tabii günümüzde her şey gibi baba-oğul ilişkilerinin biçimi de değişiyor. Benim çocuklarımla ilişkilerim çok daha yakın, babamın kendi babası ile ilişkisi ise bizimle olan ilişkisinden çok daha mesafeliydi. Emre’nin bana “siz” demesi gerçekten çok komik olurdu. BABAM BİLİM ADAMI OLURUM DİYE ÇOK ENDİŞELENDİÇıtanın hep yüksek olması çok zor bir şey... Ama çocuğu en iyisi haline dönüştüren bir şey de tabii...İnsanları motive etmekte böyle bir yöntemi vardı babamın. Zordu ama böyleydi.İşadamı olmamayı, babanızdan işi devralmamayı istediğiniz hiç oldu mu?Okul yıllarından beri başka plan yoktu. Babamın yaşamı, sosyal statüsü benim kendisini örnek almama neden oldu. Çok başarılı saygı sevgi gören bir adamdı. Çok insana iş olanağı sağlayan yatırımlar yapıyordu. Türkiye’nin ilk kuşak sanayicileri arasında seçkin bir yeri vardı. Bütün bunlar bana cazip geliyordu. Örnek olarak alıyordum ve benzeri bir hayatı da kendim için arzu ediyordum. İş hayatının dışında farklı meraklarım oldu ama onları kariyer yapacağım alanlar olarak düşünmedim hiç. Örneğin matematiğe ve fiziğe lise yıllarında çok artan merakım epeyce ileri gitmişti, hatta babam eminim “Bilim adamı olmaya karar verir ve işlere ilgisini kaybederse” diye biraz endişe etmişti... Ama gençleri belirli bir kariyere ve mesleğe zorlamanın nasıl ters sonuçlar vereceğini çok iyi bildiği için beni yönlendirmeye hiç çalışmadı. Ben de zaman zaman farklı konulara merak sarsam da günün birinde aile şirketimizde babamla birlikte çalışmak amacından ayrılmadım.ARKADAŞLARIMLA RAKI SEFASI YAPMAKTAN KEYİF ALIRIMİsyan etmez misiniz siz hiç? Ne olursa mesela dayanamazsınız, sıkılırsınız?Aşırı protokol davetlerinden sıkılırım. Mecburiyetten hoşlanmam. Yakın arkadaşlarımla olamadığım ortamlardan çok zevk duymam açıkçası. Arkadaşlarımla rakı sefalarını severim. Evde oturmayı tercih ederim. Eşim de öyle. Tahmin edilenin tam aksine çok az davete gideriz, çok az dışarı çıkarız akşamları. Eşimin müzedeki ağır çalışması nedeniyle de biraz bu böyle. Geç saatlere kadar çalışır. Haklı olarak da akşam eve gelmek, hazırlanmak ona ağır gelir. Yaşam tarzımız da böyle olduğu için zaten bunu tercih ediyoruz.Telefonunun zili bile maymun sesi olarak çalıyorHayatınıza uyumsuz bir zevkiniz, bir isteğinz yok mu sizin? Hep klasik müzik mi dinlersiniz mesela? Belki gizli gizli hip-hop dinliyorsunuzdur arabanızda. Olamaz mı bu? Sanat eserleri koleksiyonu yapıyorsunuz, yani mutlaka tablo mu biriktirmek zorundasınız? (Kahkahalarla gülüyor ve ben tamam şimdi anlatacak beklediği sırrı diye seviniyorum) Bir maymun koleksiyonum var! Ama bu bir oyuncak maymun koleksiyonu. Maymunlara özel bir sevgim var; bakın, telefonum bile orangutan yavrusu resmi ile açılıyor! Maymunlara olan özel sevgimi bilen arkadaşlarımın hediye ettiği oyuncak maymunları çok eski yıllardan beri biriktiririm. 20’li yaşlarımda bile raflarımda çok tuhaf duran bu maymunlar, şimdi ben 59 yaşıma gelince daha da çoğaldılar ve daha da tuhaf duruyorlar. Telefonumun sesini ise hiç dinletmeyeyim! (Merak ettiniz değil mi nasıl çaldığını, maymun sesi.)Kardeşinizle aranız nasıldır? Benzer misiniz birbirinize? Faruk’la birçok açıdan birbirimize benzemeyiz. Ama bunları doğal ve önemsiz buluyorum. İnsanlar kardeş bile olsalar, tabii ki çok farklı oluyorlar. Önemli olan benzer yönlerimiz... Bunlar, bir kuruluşun yönetimini paylaşan insanlar için son derecede önemli, temel değerlerle ilgili konular. Sorumluluğunu taşıdığımız kuruluşun yönetimiyle ilgili pek çok temel konuda benzer şeyleri düşünmemiz, aynı renkleri sevmekten ve aynı müziği dinlemekten çok daha önemli. Bizim aramızda bu açılardan tam bir uyum olduğu için bence çok şanslıyız.İkinci kuşak iş adamlarının daha korkak davrandığını söylediniz? Babanızdan devraldığınız bu şirketi yönetmek zor oldu mu?Galiba söylemek istediğimi yanlış ifade ettim. Evet, ikinci kuşak işadamlarının risk anlayışlarının, birinci kuşak işadamlarından farklı olduğunu düşünüyorum. İkinci kuşak işadamlarında iki farklı ve ters yönde etki gösteren eğilim vardır. Bir yandan kendi devralmış oldukları değerlerin kaybedilmesinden korkarlar, yani kaybedecek çok şeyleri vardır. Bu onları karar almada muhafazakârlığa doğru itebilir. Öte yandan içlerinde bir de, kuruluşa kendi damgalarını vurmak, şirketlerine atılımlar yaptırmak, babalarının çocuğu oldukları için bu işleri devralmamış olduklarını herkese kanıtlamak dürtüsü vardır. Bu da onları aşırı riskler almaya itebilir. Bu durumda olan işadamlarının bence yatırım kararları alırken, “Ben bu kararı niçin alıyorum, yatırımın stratejik değerine ve kârlılığına mı bakıyorum, yoksa başka faktörlerin etkisi altında mıyım?” diye düşünmelerinde yarar vardır.İLAÇ SANAYİİ BİZİM İÇİN HÂL ÖNEMLİ BİR YER TUTUYORBabanız hayatta olsaydı Eczacıbaşı farklı gelişir miydi?Farklı gelişeceğini sanmıyorum. Koşullar değiştiği için şirket farklı bir çizgide gelişimini sürdürdü, faaliyet alanlarımızın göreceli ağırlıkları değişti. Babam yaşasaydı da aynı kararları alırdık diye düşünüyorum. Babamla biz çok iyi anlaşırdık iş hayatında. Fikir ayrılıkları tabii ki olmuştur ama temel konular değildi bunlar. Birbirimizi ikna ederdik. Ama şirketinizin ana kolu olan ilaç sektöründen çıktınız, daha doğrusu hisselerinizin yüzde 75’ini sattınız. Eczacıbaşı ilaç sektöründen çekiliyor mu?İlaç sektöründe jenerik ilaçlardan çekildik, lisanslı ilaçlarla ilgili işimiz devam ediyor. Lisanslı veya orijinal ilaçların pazarlaması üretimden çok ithalata dayalı bir faaliyet kolu. Öte yandan serum üretimi çok önemli bir işimiz olmaya devam ediyor. Başka bir deyişle, ilaç sanayii hâlâ işlerimiz arasında önemli bir yer tutuyor. Ama son dönemde alınan kararlardan sonra Eczacıbaşı’nın ağırlıklı faaliyet alanı yapı ürünleri oldu. Daha önceki dönemde bu ürünler ilaçla hemen hemen eşit ağırlığa sahipti.TÜRKİYE’DE HÜKÜMETLERİ İŞADAMLARI YÖNETMİYOR... AKSİNE İŞADAMLARI HÜKÜMETE İLERİ DÜZEYDE BAĞIMLIİş adamı olarak hükümetlerle nasıl ilişkiler kurmak istersiniz? Hükümetler bizi, iş adamları da hükümetleri yönetir diye düşünürüm ben, buna katılır mısınız?Doğrusu Türkiye’de işadamlarının hükümetleri yönettiğini hiç düşünmüyorum. Hatta tam tersine, Türkiye’de işadamlarının hükümetlere olan bağımlılığının gelişmiş ülkelerde hiç görülmediği kadar ileri düzeyde olduğu görüşündeyim. Çünkü yıllarca devlet verdiği teşvikler, kotalar, koyduğu pazar korumaları, açtığı ihaleler ile işadamlarının kazancını yönlendirmiş, ipleri elinde tutmuş. Ayrıca, hoşlarına gitmeyen şeyler söyleyen veya yapan işadamlarının hükümetler ve siyasetçiler tarafından bir şekilde cezalandırıldığının da çok örneklerini yaşadık. “Nasıl ilişkiler kurmak istersiniz?” sorunuza yanıtım ise “Açık diyaloğa dayalı ilişkiler” şeklinde olacaktır. İş adamları her işin içinde olmak ister. Hiçbir işin dışında kalmak istemezler. Bize sorulsun isteriz. Sormazlarsa da muhakkak sesimiz çıkarırız. Siyasetçilerin işadamlarına kulak vermesi her açıdan olumlu bir şeydir. Sektör kuruluşları kendi sektörlerini ilgilendiren konularda mutlaka işin içinde olmak istiyorlar. İlaç sektöründe bunu çok yaşadık. Bizden bağımsız alınan kararlar vardı, bununla yıllarca uğraştık. Çünkü gereğinden önce ve gereğinden fazla Avrupa Birliği’ne ödün verildiğini düşündük. Hâlâ da öyle düşünüyor ilaç sektörü.BİZDE SİYASETÇİLER BAĞLAYICI OLUR, DANIŞMAK ZORUNDA KALIRIZ DİYE İŞADAMLARIYLA SIK SIK BULUŞMAYI İSTEMEZAKP ile iyi ilişkileriniz var mı? Evet, iyi ilişkiler olduğunu söyleyebilirim. Ekonomide ve siyasette sağlanan istikrar herkese yarar sağladı. Ekonomiyi ilgilendiren kamu birimleri genellikle iyi yöneticilere teslim edildi ve büyük hatalar yapılmadı. Sorunlarımızı götürdüğümüz bakanlardan hep yakın ilgi gördük. Son zamanlarda örneğin Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in, Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan’ın, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın özel kesim kuruluşları ile diyalog için gösterdikleri yoğun çaba, işadamları arasında büyük memnuniyet yarattı. Ben İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası Başkanı iken Sağlık Bakanımız Recep Akdağ ile de çok iyi ilişkiler içindeydik. Kendisi diyaloğa çok açıktı ama derdimizi iyi anlatamadık herhalde ki ilaç sanayinin sürekli yeni yaralar almasını önleyemedik. Tam olarak ne söylüyorsunuz?Tasarruf zorunluluğu, sağlık giderlerini kısma, IMF anlaşmasının koşulları gibi gerekçelerle ilaç sanayinin koşullarını güçleştiren ve yaşamını giderek tehlikeye atan kararlar alınmasının sonu gelmiyor. Küçük bir örnek verebilirsem, yürürlükteki ilaç fiyat kararnamesi, ilaç fiyatlarının döviz kurlarına göre ayarlanmasını öngörüyor. Oysa kurlar inerken fiyatları jet hızıyla indiren devlet, kurlar artarken “Kusura bakma, ben o kadar fiyat artışına razı olamam, ne yaparsan yap” diyor. Bunun sorumluluğu da çeşitli bakanlık ve kamu birimleri arasında kaybolup gidiyor. Ben bu tür davranışları devlet ciddiyeti ile bağdaştıramıyorum. Hükümetle işadamları sık sık buluşur mu?Açıkcası buluşulduğu zaman biz veya temsilcilerimiz her zaman hep iyi niyet ve iyi kabul gördük. Ama bence asıl önemli olan, düzenli bir diyalog platformunun olması. Yani kimlerden oluştuğu, ne zaman ve nasıl toplandığı, hangi konularda nasıl karar aldığı belli olan bir danışma mekanizması. Gelişmiş ülkelerde özel kesim-hükümet ilişkileri böyle işler. Bizde ise siyasetçiler bağlayıcı olur, danışmak zorunda kalırız diye genellikle bunu istemezler, onun yerine “Kapımız her zaman size açık, her zaman bekleriz” demeyi tercih ederler. Bunun ötesine geçen bir platformun bu dönemde de oluştuğunu görmedik.BANA GÖRE KRİZ AŞILMAYACAK GİBİ GÖRÜNMÜYOR Şu andaki Dünya’daki krizle ilgili hükümetin tavrı yeni bir IMF anlaşması mı olmalıdır?Aşılmayacak bir kriz var gibi bakmıyorum ben. Ama IMF’le anlaşmayı tazelemek de yarar olduğunu düşünüyorum. “Kamu finansmanı düzgündür, bu desteğe ihtiyaç yoktur” diyen olabilir, IMF’in getireceği aşırı kısıtlayıcı önlemlerin Türkiye’nin yararına değil zararına olduğu düşünülebilir. Ama böyle bir desteğin Türkiye’ye yarar getireceğine inanıyoruz biz.Arkadaşlarınıza baktığımda biri Alman Lisesi’nden okul arkadaşınız, Tayyip Erdoğan’ın eski danışmanı Cüneyd Zapsu, diğeri İstanbul Modern Art Müzesi kurucusu, eşiniz Oya Hanım’ın yardımcısı, Kanal 24’ün ve Star gazetesinin sahibi, en büyük ilaç dağıtım şirketinin sahibi Ethem Sancak... AKP ile ilişkilerinizde hayatınızı kolaylaştıran unsurlar oldu mu bu yakınlıklar? Mesela müzeyi kurmanızda, ilaç sektöründeki düzenlemelerde...Müzenin kuruluşunda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konunun önemini hemen kavrayarak yeşil ışık yakması etkili olmuştu. Müzenin bizimle beraber kurucusu olan Ethem Sancak çok önemli çalışmalar yaptı. İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’ın katkıları ve hizmetleri de son derecede kritik oldu. Büyükşehir Belediye Başkanımız da destek verdi ve müze kuruldu. Sonuç olarak bu insanlar şimdi dünya çapında tanınan, dünyanın her yerinden sanatseverlerin zevkle ziyaret ettiği, Türkiye’de benzeri olmayan bir sanat kurumunun ortaya çıkmasını sağladılar. İlaç alanında ise bu tür ilişkilerin yeri olmamıştır.
Dedemle çocukluğumdan beri uzun sohbetler ederim... Bu giriş çok doğru olmadı. Dedemi çocukluğumdan beri dinlemeyi çok severim... Bu daha doğru oldu.Unutmam hiçbir cümlesini. Cümleler de peşimi bırakmaz zaten, mutlaka günün birinde bir yerde, bir sohbetin, bir filmin, bir kitabın içinde beni yakalar “Dedem bana söylemişti” derim.Bu röportajı yaparken de sürekli dedemin cümleleri kafamın içinde dolaşıyordu.Politikacıları düşünüyordum. “En fazla elli yıl sonra, ABD, başkanını gazete ilanıyla arayacak” demişti bir konuşmamızda. “Artık biten meslekler gibi politikacı olmanın da rantı bitiyor”.Ben politikacılara kuşkuyla bakarım. Halklar fakir olsa da yönetenlerin kendilerine her türlü konforu ve zenginliği sağlamaları, iki yüz ülkede bunun hiç değişmemesi, sahip oldukları güce tapmaları içimi sıkar.Ama Damla Gürel, heyecanıyla, biraz çocuksu fedakârlığıyla, bana epeyce naif gözüken hizmet etme isteğiyle politikacılar hakkındaki düşüncelerimi etkiledi. Bu meslek hakkındaki kuşkularımı yok etmediyse de, aralarından bazılarının samimi ve sevecen olabileceğini düşündürdü. Belki de artık siyaset yapmıyor olmasında gizli bunun sebebi. Çünkü sekiz aydır Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Avrupa Birliği danışmanı o. Röportaj boyunca hissettiğim, Türkiyenin Avrupa Birliği’ne girmesine olan büyük inancına rağmen yine dedemin dedikleri geldi aklıma; “Göreceksiniz böyle giderse Rusya bizden önce Avrupa Birliği üyesi olacak.”Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Avrupa Birliği Danışmanısınız. Bu cümle bittiği anda insan sanki asık suratlı, aşırı ciddi, otoriter bir akadamisyenle karşılaşacakmış hissine kapılıyor. Oysa siz gülümseyen, genç ve zarif bir hanımsınız. Bu teklif size kimden geldi?Cumhurbaşkanı’ndan tabii. 2007 yılı seçimlerinde milletvekili seçilemeyince siyaset defterini kapatıp İstanbul’a dönmüştüm. Hayatımla ilgili başka planlarım vardı. Bir gün Köşk’ten aradılar, “Sayın Cumhurbaşkanımız sizinle görüşmek istiyor” dediler. Gittim. İki saate yakın samimi, içten bir konuşma yaptık, Türkiye’nin AB sürecini değerlendirdik. Benimle ilgili nasıl bir görev olabileceğini düşündüğünü anlattı, ben de “Onur duyarım” dedim.Böyle bir makam sizi çok heyecanlandırdı mı, yoksa eski bir CHP’li olarak aslında AKP kökenli bir Cumhurbaşkanı’yla çalışma fikri sizi irkiltti mi?Aksine çok mutlu oldum. Çok sevindim. Tercih edilmek çok önemli tabii. Sayın Cumhurbaşkanı’nı Dışişleri Bakanlığı sürecinde tanıdığım için, nasıl çalıştığını, nasıl düşündüğünü bildiğim için hiç tereddüt etmedim. O sıralar ben de milletvekiliydim. Ortak akıl ve ekip çalışmasına önem veren, yaptığı işi çok ciddiye alan biriyim. Siyasette bu yok. Köşk’te bunu yaşıyorum şimdi. Çok mutluyum. Partiler üstü bir nokta orası. Tarafsız. Kendimi iyi hissediyorum.Akademik kariyer yapmayı planlıyordum ki Köşk’ten aradılarSizin siyasi görüşünüz nedir?Kültürel, ekonomik, siyasal, sosyal olarak sosyal demokratım. Piyasaya çok inanıyorum ama mutlaka denetlenmesi gerektiğine inanıyorum. Devletin bir gücü ve kontrolü olmalı. Yaşanan küresel krizin nedeni de denetlenmemiş olması. Her şeyi piyasa bilirci değilim. İnsan odaklı siyaset yapılmalı. Birey esastır, sosyal demokratım.Sizin göreviniz tam olarak nedir? Çünkü Köşk’te Dışilişkiler başdanışmanı ve altında dışişlerinden gelen bir ekip de var...Ben diplomasi geçmişi olmadan siyasi geçmişi olan biriyim Köşk’te. Bütün Avrupa’dan gelen konukları Sayın Cumhurbaşkanı’yla beraber ağırlıyoruz, bütün yurtdışı seyahatlerine ben de gidiyorum, toplantılara katılıyorum, Cumhurbaşkanı’yla ya da temsilen. Kamu diplomasisi görevi yapıyorum daha doğrusu. Siz İngilizce öğretmenliği okudunuz değil mi?Evet, sonra master yaptım, tezimi bitirmedim ama. Uluslararası ilişkiler ya da siyaset alanında bir akademik kariyerim olmadığı için CHP’den ayrıldıktan sonraki boşlukta bunu yapmayı düşünüyordum. Fransızca öğrenmek istiyordum. Ona başlamıştım. Kendimi daha fazla yetiştirmek için hayaller kuruyordum ki Sayın Cumhurbaşkanı’ndan teklif aldım.Sizi neden tercih ettiğini söyledi mi size? İyi tanışıyor muydunuz?CHP milletvekiliğim sırasında kurduğumuz bir think-tank’le Avusturya Lisesi mezunları olarak Avusturya’nın dönem başkanlığı sırasında bir sergi açmayı planlamıştık Viyana’da. Birlikte mücadele verdiğimiz yıllardan, yarısı Osmanlı, yarısı Avusturya İmparatorluğu olan, o dönemin bayraklarından oluşan bir sergiydi bu. Abdullah Gül o sırada bize çok destek verdi. Bu projede tanışıklığımız arttı. Ama niye beni seçti inanın bilmiyorum, bu hiç konuşulmadı.Hayrünnisa Hanım’la profesyonel ilişkimize rağmen iyi dostluk kurdukNasıl biri Abdullah Gül?Çoğu özelliğiyle harika bir Cumhurbaşkanımız var. Çok çalışkan. Gece birlere kadar çalıştığını görebilirsiniz çoğu zaman. Herkesi dinler. Farklı fikirlere çok saygılıdır. Fikre değer verir. Kendisi konuyu çok iyi bilse bile sizi dinler. Hatta iki kişi peş peşe odaya girip aynı şeyi anlatsanız bile, ikinci anlatanı daha önce o konuyu hiç dinlememiş gibi dinler, bölmez. Gülümser. Makam itibariyle bir protokol var tabii ama son derece samimi ve insani özellikleri çok kuvvetli biri Sayın Abdullah Gül. Bütün ekibiyle çok yakın. Rahat konuşursunuz onunla. İçten, naturel bir hali vardır. Çok değerli özellikleri var. Siyasetten sonra bana müthiş geldi Köşk.Hayrünnisa Hanım’la nasıl bir ilişkiniz var?Birlikte seyahetlerimiz oldu. Son derece medeni, profesyonel bir ilişkimiz olmasına rağmen iyi dostluk kurduk. Çok dostane konuşuyoruz. Hem Cumhurbaşkanı’ndan, hem eşinden hep dostluk gördüm. Köşk’te yaşamıyor, çok harap, elden geçmesi gerek çok şeyin. Hâlâ dişişleri konutundalar, değiştirmediler. Tadilat lazım. Kısım kısım yapılıyor. Çalıştığımız odaları görseniz, havalandırma çalışmıyor.Deniz Baykal’la fikir ayrılığına düştük ve uzaklaştıkCHP milletvekili iken AB ile ilgili düşünceleriniz neydi?O zaman da dış politikayla ilgili konularda görev alıyordum. Türkiye’nin AB sürecini yakından izleme fırsatım oldu. AB hedefinin, Türkiye’nin geleceği açısından Atatürk’ün gösterdiği hedeflerle birebir örtüşen bir hedef olduğuna hep inandım. O yüzden bunun hepimizin meselesi, muhalefeti ve iktidarı olmaz diye düşündüm hep. O beş yıl da hep bu duyguyla çalıştım. Fakat böyle olunca Deniz Baykal’la fikir ayrılığına düştük. Siyasette inanmadığınız bir şeyi yapamazsınız. Benim çok inandığım bir hedef AB. Başlangıçta çok yakın çalıştık Deniz Baykal’la, 2,5 sene... Sonra da kopmadık ama uzaklaştık, çünkü ben CHP’nin Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle ilgili politikasıyla ilgili söylemlerini ve müzakere zürecine başladığımız süreçteki tavrını benimseyemiyordum. Bir makale yazmıştım bununla ilgili ve bu sıkıntı oldu aramızda. Bu sürece Türkiye’nin meselesi diye bakmamız gerekirdi diye inanıyorum. Partinizin nasıl bir Türkiye yaratmak isteğiyle örtüşemezseniz, mutsuz oluyorsunuz.Siyasete girmeyi hiç düşünmemiştim ama toplumsal liderlik istiyordumSiyasete girmeyi hep istiyor muydunuz? Okul bittikten sonra 10 sene profesyonel iş hayatım oldu. 10 sene sonra kendi aile işimizde yönetici olarak çalıştım. 90’lı yıllarda sivil toplum hareketlenmesi başlamıştı. 94 yılında Arı hareketine girdim. Gençler siyasete girsin amacıyla, her şeyi Türkiye’den aldık. Türkiye’ye geri ödeme zamanı gibi bir düşünceyle iyi niyetli, saf bir şekilde yola çıkmıştık. Siyasete girmek istiyorduk. Çünkü genç nüfusa rağmen gençler hiçbir şey yapmıyor diye düşünüyorduk. Gençler projesi yapmıştık “Katıl ve geleceğini yarat” ve ben onu yönetiyordum. Ama açıkçası o ekibin içinde siyasete girmeyi neredeyse hiç düşünmeyen bendim ama girdim. Toplumsal bir liderlik istiyorduk hepimiz tabii ama bu illa ki siyaset olacak diye bir şey yoktu. O dönemde Kemal Derviş’le tanıştım ve o süreç beni CHP’ye ve milletvekilliğine taşıdı. Kemal Derviş’in motive etmesiyle, iknasıyla oldu bu iş. 2002’de beraber başladık.Boş zamanlarımda Çocuk Esirgeme’ye gider bale dersi verirdim Mutlaka her insan büyürken kendi vatanından bir şey alır. Ama biz öyle bir ülkede yaşıyoruz ki bu ülkede devlet bazen gençlere verdiğinden daha fazlasını alıyor onlardan. Bu nedenle kendini borçlu hissetmek kadar alacaklı hissetmek de mümkün bu ülkede. Siz neden dolayı kendinizi borçlu hissettiniz mesela?Madem bu ülkede yetişiyoruz, bize bir şeyler veriliyor, bir vefa hissediyorum. Her insanda da olmalı. Çocukluktan beri toplumsal duyarlılığı yüksek bir çocuktum. Kardeşlerim patron olmak, para kazanmak isterlerdi ben Çocuk Esirgeme kurumlarına giderdim. Boş zamanlarımda onlara bale dersi verirdim. Düşkünler yurduna giderdim. İçimde vardı sanırım. 2007’ye kadar CHP milletvekilliği yaptınız ama 2007 seçimlerinde Deniz Baykal sizi seçilemeyeceğiniz bir sıraya koydu ve tekrar milletvekili olamadınız. Ne oldu aranızda?Listelere hiç koyulmam diye bekliyordum hatta ben. Tekrar seçilme fırsatının bana sunulma imkanının az olduğunu tahmin ediyordum ama yine de başvurumu yapmıştım.Ne oldu aranızda, kırıldınız mı Deniz Baykal’a?Deniz Baykal’la aramızda kişisel birşey olmadı, o yüzden ona kırılmadım. Dünya görüşlerimiz ve yönetim anlayışımız arasında fark var. Fakat seçilemeyeceğimi bilmeme rağmen, seçilemeyince kırıldım. Hiç kırılmam zannediyordum. Hayal kırıklığına uğradım. Ama çabuk toparlanan biriyim, hemen toparlanır kendi işime geri dönerim diyordum. Fakat kamu hizmeti yaptıktan sonra özel sektör az geliyor insana.Üstelik o dönemde Türkiye’nin üyeleğini destekleyenler Avrupa’daki sosyal demokratlardı öyle değil mi?Müzakerelerin başlaması içinde sosyal demokratlar muhafazakârlara oranla daha fazla destek oldular. Bu çok önemli bir durumdu. Kurulacak ilişki son derece önemliydi. Oralarda CHP çok daha fazlasını yapmalıydı. Şimdi Brüksel’de büro açıldı, memnuniyet duyuyorum bundan.28 Ekim’de Köşk’te toplantı yaptı Abdullah Gül? O toplantı niçin yapıldı?AB uyum komisyonu gelip ziyaret etti. Fonksiyonlarının kadrosunun güçlendirilmesi, ne yapıyoruz, nasıl gidiyor konuşmaları oldu. Yasama ve yürütmeyi bir araya getirdi Avrupa konusunda. Hızlandırılması tavsiyesinde bulundu. Çok iyi bir Cumhurbaşkanımız var.Sanırım Avrupa Birliği de böyle düşünüyor. Son İlerleme Raporu’nda Cumhurbaşkanı’nı öven bir paragraf var, oysa ki Hükümet’i kibarca da olsa eleştiriyorlar...Hükümet’i yerdiler, Cumhurbaşkanı’nı övdüler değerlendirmesine katılmıyorum. Durum tespiti yapılmış. Bölgesel barış için, Kafkaslar’daki iktisadi işbirliği, Ermenistan, Azerbeycan gezileri çok katma değer yarattı. Eski Cumhurbaşkanları’nda bu tecrübe olmayabilir. Daha erkeklere ait bir dünyada olmaktan bazen sıkılır mısınız bazen?Hayır, çünkü kadın olmaktan hiç vazgeçmem. Buna özen gösteririm. Saçım başıma, giyimime dikkat ederim. Küpemi mutlaka takarım. Ailemden vazgeçemem. Mutlaka evle bağım vardır.Dışişleri Bakanı ve baş müzakerecinin ayrılması faydalıBaş müzakerecimiz Dışişleri bakanı Ali Babacan. Belki yeni bir isim belirlenecek gibi bir gündem var, siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?Bu konuyla ilgili bir kural yok. Her ülkenin kendine göre benimsediği yöntemler var. Çok çeşitli yöntemler var. Biz dışişleri bakanını kullanıyoruz. Üç temel şey lazım; iletişim kabiliyetiniz olacak, teknik olarak çok donanımlı olanaksınız ve siyasi bir ağırlığınız olacak. Hükümetin içinde mutlaka bir ağırlığınızın olması gerekir.Ali Babacan doğru isim o halde...Kesinlikle evet. Çalışkan ve konularına çok vakıf, ama iki temel sıkıntı var: Türkiye AB ilişkileri bir dış politika konusu olmaktan çıkmalı. Artık bu bizim hedefimiz. İkincisi de Türkiye’nin dış politika gündemi çok yoğun bir gündem. Çok geniş bir gündem. İkisini beraber yürütmek zor, yorucu. O yüzden Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci’nin ayrılmasında fayda görürüm aslında.Sizce İlerme Raporu’na göre karnemiz nasıl geldi?Reform sürecinde yavaşlamayı vurguluyor. Kendi iç siyasetimizle uğruşıyoruz... Fazla iç problemlerimize döndük. Avrupa’dan da kaynaklanan bir sıkıntı oluyor. Müzakerelere başladığımız andan itibaren Avrupa da kendi sıkıntılı dönemini yaşıyordu. 27 ülkeye çıktılar. Yönetim sıkıntısı yaşadılar. Anayasayı onaylatamadılar. Onaylanmayınca Lizbon Antlaşması’na geri döndüler ama onu da tam onaylatamadılar. Bizimle ilgilenemediler, o sırada cesaretimiz kırıldı ve yavaşladık biz de. Motivasyona ihtiyacımız var, tıpkı insan hayatı gibi.Niye AB’nin bizden istediklerini yapmamız bu kadar zor? Kopenhag kriterleri dediğimiz şey dört satır bir şey...Bazı başlıklar, bazı sorunlardan dolayı açılamıyor. Müktesebatla uyumlu haline gelmeniz lazım. Ticaret yasası bekliyor, sendikalar yasası bekliyor. Bu yasalar geçmeden o başlıkları açamıyorsunuz. O yasaları da hemen geçiremiyorsunuz, çünkü bu yasaların değişimi halinde etkilenebilecek kişilerin de uzlaşısını alarak gitmek gerekiyor. Toplumla beraber yapmak gerekiyor. Yol haritası belli. 27 sevk edilmiş veya edilmesi gereken yasa var. 15 tanesi mecliste 12 tanesi sevkedilecek.İhale yasası var son günlerde konuşulan, Cumhurbaşkanı veto edecek mi? Eder mi? AKP ile Avrupa arasında sıkışmış hisseder mi kendini?İçerik belli. Uyumlaştıracağımız yasa belli. Hükümet de geçirmez bunu, bilemiyorum, açıkçası zannetmiyorum.Yerel seçimler geliyor, sanırım Mart’tan önce bir gelişme olmaz değil mi? Seçim zamanları bu iş yavaşlıyor...Çok üzücü ama öyle. Çok fazla bir şey icra edilemeyecek çünkü yerel seçimler var. Bununla vakit kaybetmemiz gerekiyor. Yerel seçimi ilgilendirmeyecek konuları meclisten geçirebiliriz mesela. Çıkmaması için ne sebep olabilir ki.Ne kadar uzayabilir bu konu, çok uzun yıllar sürebilir mi sizce AB üyesi olmamız?Hiçbir şey yapılmazsa yıllarca sürebilir. Bu soruyu ben de soruyorum “Niye yapmıyoruz” diye. Demokrasinin güzel tarafı belki de tartışarak halletmemiz fakat biz bazen çok tartışıyoruz her şeyi. Değişikliklerin maliyeti de var. Ama ulusal programın hazırlanmasıyla, iç siyasetin dinginleşmesiyle atak yapabiliriz. Hızlı yasa çıkarma da çok iyiyiz ama istersek. Sert kararlar verelim. İç siyasete konsantre olduk. Demokratik, laik, Müslüman ve sosyal devletiz... Kolay bir ülke değil. Yaşanan zorlukları anlıyorum kabul ediyor muyum, hayır... İrademizi ve isteğimizi ortaya koyalım. Artık masadayız, her şeyi yapabiliriz. Çok fazla alınganlık olmasın. AB’nin ne dediğine bakmayalım. Biz reformları istiyor muyuz, önemli olan bu.
Türk siyasi tarine geçecek buluşmanın konukları G.Doğu ile ilgili sert çıkışlarından sonra Başbakan’dan uzaklaşan aydınlardı. Gecenin organizatörü ise Erdoğan ve Gül ailesine yakınlığıyla tanınan AKP Milletvekili Nursuna Memecan idi. Ev sahibesi Memecan, Yeni Hayat Apartmanı’ndaki o geceyi ve devletin zirvesindekilerle ilgili çarpıcı detayları anlattı:Bazı röportajlar her zaman olduğundan daha fazla heyecanlandırır beni. Daha fazla merak ederim. Ne zaman daha fazla merak etsem daha fazla korkarım. Buluşana kadar endişem dinmez. Nursuna Memecan röportajı da beni bu denli heyecanlandırdı işte. Onu ve verdiği akşam yemeğini tüm detaylarıyla merak ediyor, en ince ayrıntılarına kadar öğrenmek istiyordum.Tam 14.30’da zili çaldım, kapıyı 20 yaşındaki kızı Zeynep açtı. Eve girdiğimde az eşyalı, yüksek tavanlı, tek rengin kullanıldığı, abartıdan oldukça uzak bir salonla karşılaştım. Zeynep ne içeceğimi sordu hemen. “Kahve” dedim. Mutfağa gitti, suyla geri geldi. “Kahve makinesini çalıştırmayı beceremedim, onu anneme bıraktım, şimdilik su getirdim” dedi. 20 yaşında bir genç kız olmasına rağmen, sevimli bir kız çocuğu gibiydi. New York’ta Colombia Üniversitesi’nde politika okuyor, 2 senedir Arapça öğreniyor, İspanyolca ve İngilizce biliyor. Bu sene de Fransızca’sını geliştirmek için Paris’te dil okuluna gidiyordu. Anlattığı hayatı çok sevdim. Ve tekrar genç olmak istedim doğrusu.Nursuna Hanım geldi o sırada kahvelerle “Hülya Avşar röportajınızı okumuştum, kızıyla vakit geçirmişsiniz o gelene kadar. Demek kural bu dedim ve Zeynep’i gönderdim size” dedi gülerek.Tüm röportaj boyunca çok güldük. Kabına sığmayan bir hanımla 2 saat geçirdim. Eğlenceli anlatıyor, sonra bir an çekiniyor, “Orayı yazmayın isterseniz” diyordu. Temkinli ama sıcaktı. Çok şey anlattı. Daha da anlatacak çok şeyi var. Belli ki önümüzdeki günlerde Nursuna Memecan ismiyle daha sık karşılaşacağız. Şimdilik bir akşam yemeğiyle çıktı karşımıza.Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Hanım da o akşam yemeğinin konuklarındandı. AK Parti hükümetinin düşüşe geçtiği kanaatinin ortaklaşa kabul gördüğü şu günlerde, AKP Milletvekili Memecan sanki Tayyip Erdoğan’ı sıkışıp kaldığı o dar çevreden bir nebze de olsa kurtarmış, başka “türden” insanlarla karşılaşabileceği bir gece düzenlemişti. Yeni Hayat Apartmanı’nın 9 numaralı dairesinde Tayyip Erdoğan’a “yeni bir hayat” olabileceğini göstermişti belki de... Gazeteye dönerken “Heyecanlandığıma değdi doğrusu” diye düşünerek gülümsüyordum. Mehmet Ali Birand geçen perşembe günü “Abdullah Gül gitti, Tayyip Erdoğan’ın freni fena boşaldı” diye bir yazı yazdı. Aynı gün Ahmet Taşgetiren’in “Gül ve Erdoğan arasındaki nüanslar” diye bir yazısı vardı. İki yorum da Abdullah Gül’ün sakin, Tayyip Erdoğan’ın ise fevri olduğunu ve ayrı düşmelerinin iyi olmadığını vurgulayan yazılardı. Açıkçası çok da akla yatkın tespitlerdi bunlar. İkisini de yakından biri olarak, siz ne düşünüyorsunuz? İkisinin de ayrı gündemi var, şu an tabii ki çok yakın değiller. Tayyip Bey Karadenizli... Salih (Memecan) gibi duygu ve düşüncelerini daha coşkulu anlatıyor. Daha heyecanlıdır. Abdullah Bey daha sakindir. Ama insan olarak hep yakınlar. Tayyip Bey için sertleşti diyorlar, yakından tanıyan biri olarak bunu anlamıyorum. Çünkü kendi aramızda böyle bir durum yok. Günlük hayatında sert biri değil. Dışarıya yansıyan şeyi abartıyorlar. Haksızlığa tahammül edemiyor, bazen oralarda kızıyor, gerçi ben kendi adıma her şeyin diyalogla, konuşarak halledileceğine inanıyorum. Peki, aklınıza yatmayan bir şey olursa siz bunu Tayyip Erdoğan’a söyleyebilir misiniz?Çok rahatlıkla. Şahsen daha güleryüzlü bir ifade tarzını, kucaklayıcı olmasını daha iyi buluyorum. O üslupla söylediği için yanlış anlaşılıyor. Başka tonla ya da başka kelimelerle olsa... Zaten bir tek ben değil, herkes söyleyebilir. Kimsenin söylemediğini, hatta danışmanlarını bile uzaklaştırdığını söylüyorlar... Herkesi dinliyor inanın bana. Yeter ki suçlamayla değil, çözümle konuşun. Şu olmuyor diyorsanız, şöyle çözülebilir demenizi de istiyor. Alternatif fikir istiyor. Akıllıca bir yöntem yani. Danışmanlarını nasıl buluyorsunuz?Bu konuda hiç konuşmayayım. Emine Hanım ve Hayrünnisa Hanım için de araları bozuk deniyor.Bozuk değil. Bu kadınlar çok akıllı ve fedakâr kadınlar. Kendi hayatları yok, memleket için yaşıyorlar. Hem adamları destekliyorlar, hem memlekete faydalı olmak istiyorlar. O yüzden aralarında bir soğukluk olamaz. Anlık kızarlar belki ama öyle küslük yok. Benim hoşuma giden, onların arasında olma nedenim bu iyi niyet ve vatan-millet sevgisi. Gerçekten iyi niyetliler. Fedakârlıklarını tahmin bile edemezsiniz. Benim tanığım hiç kimse bu kadar fedakârlık yapmıyor. Herkesin bir özel hayatı var. Bunların özel hayat anlayışı “Başkası için ne yapabilirim.” Zaten tanıyana kadar. Tanıyınca hiçbir önyargı kalmıyor.Mehmet Barlas’lar davet işinde çok iyidir onların yemeklerinden çok şey öğrendim Bu hafta neredeyse sadece siz konuşuldunuz. Başbakan Tayyip Erdoğan ve eşinin de katıldığı, gazetecilerin, öğretim üyelerinin, iş adamlarının ve dostlarınızın olduğu bir yemek daveti verdiniz evinizde? Öncelikle siz bu daveti niçin verdiniz?Bunlardan daha çok vereceğim. Hayatım boyunca da çok verdim. Bayılırım yemek daveti vermeye. Fikirlerin paylaşıldığı en rahat ortamlardır bunlar. Mehmet Barlas’lar bu işte çok iyidir. Onların verdiği yemeklerden hep çok fazla şey öğrenerek çıkmışımdır. Zaten de meraklıyım ağırlamaya. Devamlı birilerini ağırlarım ben. Bir dahakine sizi de çağıracağım. Beraber olalım, konuşalım, yiyelim isteyen biriyim ben. Başbakan’a da sordum “Böyle bir yemek yapsam, teşrif eder misiniz?” diye... O da “Çok memnun olurum, iyi fikir” dedi. Böyle oldu işte. Konuşalım, sohbet edelim diye yapıldı. Kimleri çağıracağınıza nasıl karar verdiniz? Misafirlerinizin seçimi bize tam olarak ne anlatmalı?Zaten hayatımda olan insanlar bunlar. Görüştüğüm insanlar. Sevdiğimiz arkadaşlarımız. Salih de çok sever gelinsin, içilsin, yenilsin. Başbakan’ın programı çok yoğun. Onun İstanbul’a geldiği tarihe ayarladım. Daha çok sevdiğimiz arkadaşımız var, bu sefer böyle bir liste oldu. Başbakan da çok memnun kaldı. Bunlardan daha çok yapacağız. O zaman da başka bir liste olur. Bir tek tip grup sevmiyorum. Her gruptan insan olmalı. O farklılık hoşuma gidiyor.Erdoğan çiftinden kızları Sümeyye’nin gelmesini özellikle rica ettim Eşli bir davetti sanırım, değil mi?Evet, herkes eşiyle geldi. Bir tek Cem Kozlu’nun eşi Amerika’daydı, o gelemedi. Tayyip Erdoğan ve Emine Hanım’ın kızları Sümeyye de geldi. Özellikle rica ettim gelsin diye. Epeydir de görmemiştim. Umarım sıkılmamıştır, çünkü ondan yaşça büyük insanlar vardı tabii. Ama o da konuşulan konularla ilgili, çok iyi eğitim almış bir kız. Böyle bir entelektüel ortamdan hoşlanmıştır sanırım. Çağırdığınız halde, katılamayan, gelemeyen oldu mu?Olmadı. Çağırdığım herkes geldi.n Çağırdıklarınızın hepsine direkt telefon edecek kadar yakın mısınız? AK Parti milletvekili Ömer Çelik, Ali Koç, Faruk Eczacıbaşı, TESEV Başkanı Can Paker, THY eski genel müdürü Cem Kozlu, Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Ülke Arıboğan, Sabancı Üniversitesi Rektörü Tosun Terzioğlu, Mehmet Altan, Eser Karakaş, Nur Vergin, Emre Aköz, Nur Çintay, Mudo’nun sahibi Mustafa Taviloğlu...Tabii. Hepsine yakınım. Daha az tanıdıklarım da var, özel yakınlığım olanlar da... Ülke Arıboğan’la çok samimi değilim. Ali Koç’un karısı Nevbahar, akrabam. Nevbahar’ın dedesi ile benim dedem kardeş. Son 10 yılınızı Amerika’da geçirmenize rağmen çok geniş ve farklı bir arkadaş grubunuz var, hepsiyle de samimisiniz.Bugün buralara geldiysem, demek ki bir gayret göstermişim. Amerika’da mutfak masasında oturan bir kadını kimse alayım da, bir şey yapayım demez. Çok sosyal biriyim. Duramama özelliğim var. Annemden gelme bu huy. Artık saflık mı, cahilllik mi ne derseniz deyin, hiç kimseyi tanımadığım yerlerde bile hemen arkadaş olurum. Hiç çekinmem, yanlarına giderim başlarım sohbete. Çekingenliğim yoktur tanışmakta. Çok geniş bir çevrem var.Mönüde Erdoğanlar’ın seveceği gibi palamut şiş, zeytinyağlı, panna cotta vardı Mönüyü nasıl belirlediniz? Tayyip Erdoğan’a ne yersiniz diye daha önceden sordunuz mu? Sormadım, çünkü biliyorum neyi seveceklerini. Daha sağlıklı ve sebze ağırlıklı yemekleri tercih ediyorlar. Bana da çok uygun bu. Palamut şiş yapıldı, sebze ağırlıklı zeytinyağlılar vardı, tatlı olarak da panna cotta ve nar peltesi. Catering firması mı hazırladı yemekleri? Arkadaşlarım restoran sahibi, onlar hazırladı tüm mönüyü. Burada pişirdiler, taze taze şişe dizdiler bizim mutfakta. Olağanüstüydü ama. Palamutun şişi olmaz çünkü. Marine edilmiş harika bir şeydi. Tava sağlıklı değil diye. Bunu tercih ettim. Daha önce yemiştim zaten, harika olduğunu biliyordum.“Şu arkadaşları çağıracağım” diye Başbakan’a davetlileri saydım Konuklarınızın kim olduğunu sordu mu Tayyip Erdoğan?Tabii ben söyledim zaten. Beraber konuştuk “Şu arkadaşlarımı çağıracağım” diye. “Çok memnun olurum” dedi. Anladığım kadarıyla Başbakan ve eşiyle çok yakınsınız? Ya niye Başbakan arkadaşınız olmasın? Bu insanların arkadaşı yok mu yani? Başka birçok arkadaşları var. Cumhurbaşkanı’nın veya Başbakan’ın arkadaşı olunca, bunu anlayamıyor insanlar. Çıkar ilişkisi sanıyorlar. Benim daha önceki arkadaş çevremden değiller tabii ki ama ben onları çok merak ediyordum. Hayrünnisa Hanım’la belki yolum hiç kesişmeyecekti ama diyorum ya sosyal ve girişken bir insanım, kendim tanışmak istedim, ben gittim evine. Bakayım kimmiş, neymiş, görmek istedim. Sonra da bayıldım.İKİ KIZKARDEŞİM VE ANNEM AKP’YE GİRMEME ŞAŞIRDI Nasıl bir aileden geliyorsunuz?Annemin babası Nuri Demirağ. Annesi çok küçükken ölmüş. Babamın 20-25 kişilik davetlerini hazırladığında 15 yaşındaymış. Annemden geliyor hayata böyle pozitif bakmak. O, zorluklarla yaşamak için pembe gözlükler takmış ve bir daha çıkarmamış. Babamın babası ise bakkal. Annem babamla evlenince zenginliğini bırakıp babamın dünyasına geçmiş. Bir dedem Nuri Demirağ ama öteki dedemin bakkalında çok vakit geçirdim. İki tarafta da çok mutluydum. İkisi de çok güzeldi. İki kız kardeşim var. Onlar ve annem AKP’ye girmeme fazlaca şaşırdılar. Hâlâ da mana veremiyorlar. Arkadaş çevremden de tepkiler aldım. Ama ben onları tanımak için uğraştım.Günlük hayatI, temposu Nasıl bir hayatınız var?Son 10 günlük tempomu anlatayım. İtalya’dan bir delegasyon vardı. Onları ağırladım. İtalya Çalışma Grubu Başkanı’yım. Onlarla İstanbul’a akşam yemeğine geldim. Sabah Başbakan’ın uçağıyla Hakkari’ye gittik. Onun ertesi günü Paris’e, onun ertesi günü Roma’ya gittim. Oradan geldim, akşam yemeğini (meşhur yemek) verdim. Sabah 04.00’te bulaşıklar bitti, Ankara üzerinden Erzurum’a gittim. Akşam geldim, sabah Brüksel’e geçtim. Oradan Ankara’ya döndüm. Şu an burdayım. Yarın Paris’e gideceğim. Salı döneceğim. Karikatürist Salih Memecan eşiniz. O bu işe ne diyor? Kaç yıllık evlisiniz?26 yıllık. Ayrı yaşamaya çok alışkınız, ayrıca iki ayrı birey olarak farklı hayatlarımız var. Çok iyi arkadaşız. Ona anlatmazsam ölürüm bazı şeyleri. O da öyle. Bazen havaalanında buluşuyoruz. Hiperaktifim. Salih’i sürekli sürüklerim. Herkesle tanışır, sonra Salih’i tanıştırırım. George Shultz’la tanıştım bir karikatürcüler toplantısında. Salih’in kitabını verdim. Karısıyla çok yakın olduk. Daha böyle neler var.Gül’e New York’ta şehir turu yaptırdık. Times Meydanı’nda inip halkın arasına karıştı Bu hikayeleri merak ediyorum gerçekten. “Abdullah Gül’e sokakta rastladım” diye söylemişsiniz bir röportajınızda tanışıklığınızın başlangıcını anlatırken. Bunu tam anlamadım, nasıl sokakta rastladınız, nasıl evine gittiniz? Ben de onları çok merak ediyorum ama sokakta hiç rastlamadım açıkçası. Kaç yılında oluyor bunlar?2002... Abdullah Gül Başbakan üstelik...Daha önceden tanışıklığımız vardı. Bir yerlerde sosyal ortamlarda karşılaşma gibi ama yakınlık manasında değil. Lokman Ayva sayesinde tanımaya başladım onları zaten. Bir gün biz Amerikada’yız, Abdullah Gül Amerika’ya gelmiş. Salih’i aramış. “Ben Abdullah Gül, New York’tayım, nasılsınız demek istedim, o yüzden aradım” demiş. Salih de “İyiyiz” demiş, kapatmış. Ben de yoktum, geldim eve, Salih “Abdullah Gül aradı, nasılsınız demek istemiş, selam söyledi” dedi. “Ya adam senin halini hatırını niye sorsun kardeşim, ‘Ben burdayım, müsaitseniz görüşelim’ demek istemiş” dedim. Salih de “Aaa, öyle mi demek istemiş!” dedi. Numarasını bulduk hemen bir yerden. Aradık. “Ne yapıyorsunuz akşam?” dedik “Hiiççç” karşılığını aldık. “Akşam müsaitseniz yemek yiyelim” dedik. Biz şehir dışındayız. Gittik, Abdullah Gül’ü aldık. Şehir turu yaptırdık. Her gelene yaptırırım. Abdullah Gül’le de şehri bir dolaştık, en hoşlandığım hareketi Times Square’e geldik, dedi ki “Ya burası çok enteresan bir yer, inip bir içine karışayım, yakından bakayım.” Bu benim unutmadığım ve çok hoşlandığım birşey oldu. Yapmayabilirdi de... Geçer giderdik. Hissetmek istedi. Yemek yedik sonra. Yemekte çok anlaştık. Arkadaş olacak kadar iyi vakit geçirdik. Dönüşte Salih’le “Ne hoş ne samimi biri” diye konuştuk hatta.Gül’e “Karınız evdeyse gideyim” dedim, ilk gidişte 4 saat oturdum Hayrünnisa Hanım yok muydu?Yoktu. Sonra Ankara’da Lokman’ı Meclis’e getirdim bir gün, yolda Abdullah Gül’e rastladım. İşte o rastlama. “Aaa burda mısın, gel ofisime” dedi. Gittim ama Başbakan tabii, gelen, giden, telefon falan. Tam kalkacağım “Dur, kalkma otur” diyor. “Daha ne kadar oturacağım, sizin evde bir karınız varsa, ben oraya gideyim” dedim. “Gerçekten gider misin?” dedi. Açtı telefonu “Hayrünnisa sana bir misafir geliyor” dedi. Yarım saatliğine gittim. Dört saat oturdum. Çıkarken Hayrünnisa “Allah aşkına otur” diyordu. Ben “Sen bana gel” diyordum. Çok sıcaktı, çok yakındı, çok anlaştık. Çok akıllı bir kadın. Çok çalışkan. Pozitif, güleryüzlü. Sonra Amerika’ya geldiler. Ve devam etti öyle. Tayyip Erdoğan ve Emine Hanım’ı daha sonradan tanıdım. Yeni tanıştım sayılır hatta. Arkadaşlık gibi bir şey, yeni kuruluyor.O gece Cumhurbaşkanı’nı çağırmak aklıma gelmedi zaten yoğundur eminim Nasıl hitap ediyorsunuz onlara?Emine Hanım, Hayrünnisa Hanım, Tayyip Bey, Abdullah Bey... Ali Babacan ve eşi Zeynep’le de çok yakınım. Zeynep derim ona. Zeynep’e bayılırım. Onlar size?Nursuna... Hanım denmesini sevmem... n Abdullah Gül ve eşi niye yoktu bu yemek davetinde...Cumhurbaşkanı? Arkadaşınız...Hiç aklıma gelmedi valla. Zaten yoğundurlar eminim. Başka sefer öyle bir şey de yapabiliriz. Bu buluşmalarda bir art niyet yok. Resmi buluşmalar dışında bir şey olsun istedim. Yakınlaşma olsun. Ama Başbakan Başbakan tabii, bir mesafe mutlaka var ama her şey daha samimi. İzleyen, gözleyen yok.Hem Hayrünnisa’nın hem Zeynep’in ablası sayılırım Hanım hanıma toplandığınızda başlarını açarlar mı mesela? Samimiyet derecenizi anlamak istediğim için soruyorum. Arkadaşlarınız olabilirler sizin ama bizin için devlet erkanı... Bunu söylemeyeyim ama hanım hanımayken isterlerse açarlar tabii. Yakın insanlarız. Birbirimizi her şey için ararız. Oğlu benim oğlum gibi. Zaten hem Zeynep, hem Hayrünnisa benden küçük, ablaları gibiyim. Hayrünnisa’yı ne zaman arasam hemen karşımdadır, Abdullah Gül de meşgulse sonra arar. Cumartesi gecesi kaçta bitti?Başbakan ve eşi 21.00 civarında geldiler. Yaklaşık 4 saat kaldılar. 01.00’e doğru Tayyip Erdoğan kalktı. En son galiba Emre (Aköz) ve Nur (Çintay) vardı. 03.00 gibi gittiler galiba. Aslında hatırlamıyorum. Grup grup kalkıldı çünkü.Başbakan çikolata getirdi Ali Koç orkide göndermiş Gelirken ne hediye getirdi misafirler?Emine Hanım çikolata getirdi. Genelde çikolata geldi. Ali Koç çiçek göndermiş. (İnanamayacağınız büyüklükte bir orkide. Daha doğrusu koca bir saksıda yedi-sekiz orkide ağacı diyebilirim) Arkalarından dedikodu yaptınız mı Salih Memecan’la?Tabii ki. Geceyi konuştuk. O ne dedi, bu ne dedi. Çok iyi geçtiğine karar verdik. İstediğimden daha iyi oldu hatta. En sevdiğim kısım yemeğin arkasından ev toplamaktır, geceyi konuşmaktır.Beni Başbakan’a kötü göstermek için bu yalanı yazdırdılar Başmüzakereci olmak istiyor musunuz? Yazılanların doğruluk payı var mı yoksa?Çok çalışkan ve tanıdığım en zeki insanlardan biri Ali Babacan. O bizim başmüzakerecimiz. O ve ailesiyle çok samimiyim. Çok düzgün bir adam. Bir kere ,hiç duymadım yeni bir müzakereciye ihtiyaç olduğunu. Hiç böyle bir telaş olduğunu da zannetmiyorum. Belki de vardır ama inanın haberim yok. AB ile ilişkileri ilerletmek için müzakereci olmaya da gerek yok ayrıca. Faydalıysanız her şekilde faydalı olursunuz. Avrupa Konseyi’nde parlamenterim. Üstelik liberal ve demokrat bir gruptan. Başka vekil arkadaşlar daha muhafazakâr çizgiden üye. Yılda 4 kere seçim oluyor, komisyon toplantıları oluyor. Ben o kulislere yakın biriyim. Bunların hepsi bir katkıdır. Dönüp Türkiye’de de AB’yi anlatabilirim. Yani illa başmüzakereci olmam gerekmiyor. Bu tamamen kasıtlı yazılmış bir yazı. Yazandan (Ahmet Hakan, Hürriyet) çok, kimin yazdırdığı tabii önemli. Bunu da biliyorum, o yüzden çok önemsediğim bir yalan değil bu. Şahsi, kasıtlı, özellikle yazılmış yazı bu. Bana gıcık olan arkadaşları var, “Söyleyelim Ahmet’e, yazsın” dediler herhalde. Kendi kafalarına göre beni Başbakan’a karşı kötü göstermek ya da başmüzakereci olma ihtimali varsa bunu tümden yok etmek gibi hedefleri var herhalde. Yemekten sonra ortaya çıktı bu.Fatih Altaylı, Salih’in kendisini SABAH’tan attırdığını sanıyor İktidara yakın olmak kıskançlık yaratıyor mu? Bunu hissediyor musunuz çevrenizde? Kıskanmasınlar ne yapayım. Umrumda değil açıkçası, kıskanan da varsa kendi derdine yansın. Ama vekillerle aram iyidir. Peki, başmüzakereci olmak için siyasi bir güce sahip olmak, bir tek Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne değil Avrupa Birliği’ni Türkiye’ye anlatmak, bazen 10 günde hızlı kanunlar çıkartabilmek, Başbakan’a bu yol için ihtiyaç duyulan yenilikleri kabul ettirmek, Meclisi çalıştırabilmek gerekiyor. Çok doğru. Teknik açı kadar sosyal ilişkiler açısından iyi olmak, hem içeride hem dışarıda insanlarla iyi arkadaş olmak,tarafına almak lazım. Bütün iş böyle yürüyor. Mesai harcamak gerekiyor. Gideceksin geleceksin, hiç üşenmeyeceksen. Bazen öğlen başka bir ülkede, akşam başka bir ülkede yiyeceksin yemeğini. Robert Kolej ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde endüstri tasarımı okudum. Amerika’da MBA (İşletme masterı) yaptım. 10 yıl Amerika’da yaşadım. 20 yaşındaki kızım “Bana yarım yamalak İngilizce biliyorsun” der belki ama burada oturup kalmış biri bana bunu diyemez herhalde. Türkiye tuhaf bir ülke. Fatih Altaylı “Akçeli işlere girdi” diyor Salih (eşi, Salih Memecan) için. Mahkemeye verdim, kazandım. Kendisi tekzibi yayınlamak zorunda kaldı. Ne Meclis’le ne Milli Eğitim Bakanlığı’yla akçeli bir işi olmadı Salih’in. Yine yazmış. Yine mahkemeye vereceğim. Tazminat davası açacağım. Onun derdi şu, Sabah’ın Genel Yayın Yönetmeni olmak onun için çok önemliydi sanırım. Atılınca, bunu Salih yaptırdı zannediyor. Oysa ki hiç alâkası yok.
2009 yerel seçimlerine baba-oğul aday olan Gökçekler ilk kez konuştu...n Baba-oğul, 2009 yerel seçimlerinde Belediye Başkanlığı’na adaysınız. Biriniz Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne biriniz de Çankaya ilçesine... Ve henüz ikinizin de adaylığı kesin değil. Öncelikle Başbakanın açıklaması gerekiyor. Nasıl bir beklenti içindesiniz? “Baba-oğul” olarak aday olmak avantaj mı dezavantaj mı olacak sizce?Melih Gökçek: Benim kanaatimce adaylık belirlenmesi sürecinde dezavantaj bu. Sayın Başbakan “baba-oğul meselesi” yüzünden karar vermekte zorlanabilir. Denge olması gerekir gibi düşünebilir. Sayın Başbakan, her yönden düşünmek zorundadır. Haklıdır da... Ama aday olursak, büyük avantaj bu durum. Osman’ın kazanacağına yüzde yüz inanıyorum. Azmine, projelerine... Üstelik ben de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olursam tekrar, aynı partiden kavgasız savaşsız Ankara’ya hizmet vermeye devam edeceğiz. Ayrıca ikimiz de olabilirsek Osman’ın bir belediye başkanı olarak hata payı çok azalır.Osman Gökçek: Bu büyük avantaj tabii. Çankaya’da açılmayan sokaklardan dolayı Ankara Büyükşehir kanalizasyon götüremiyor. Çankaya, Ankara Büyükşehir’in yapacağı tüm faaliyetlere durdurma kararı getirdi. Bu manasız inatlaşma bizimle beraber biter. Çankaya Belediyesi, Büyükşehir’in yaptığı her şeye muhalefet ediyor. Bu biter, hizmet için bu gerekli zaten. Büyükşehir’le Çankaya’yı birbirinden ayırmamak gerekiyor. Bir de liderlerin oğullarında tavandan tabana siyaset söz konusudur. Oğul babanın sahip olduğu kitleye güvenir. Ve kaybeder bu yüzden. Bense tabandan tavana siyaset yapıyorum. Üç yıldır Çankaya’da çalışmalar yapıyoruz. Her gün 100-150 esnaf gezerim. Günde 8 ev toplantısı yaparım. Mahalle mahalle biliyorum ben Çankaya’yı. Ama tabii ki ne babam ne ben emin olamayız, sayın Başbakan bunu açıklamadan hiç kimsenin adaylığı kesin değildir.CHP dağılma sürecine girdin Tuhaf bir seçim süreci başladı bu yıl. Seçimler Mart’ta olmasına rağmen -en erken Ocak sonu Şubat gibi adaylar açıklanması gerekirken, üstelik Türkiye’nin hiçbir yerinde de adaylar belli değilken- Ankara’da yarış çoktan başladı... M. G: Bu tuhaflığı Murat Karayalçın başlattı. Baykal, bu seçimlerde varolma veya yokolma mücadelesi veriyor. Eğer bu seçimlerde başarısız olursa artık yerinde kalamaz. Baykal’ı sevmeyenler DSP’de toplanıyor. DSP bu toparlanmayı iyi becerirse CHP’ye kızan herkes onlara verir oylarını. Bunu hisseden Baykal yüzde 1’e tekabül eden oy oranı olan Murat Karayalçın’ı yanına alarak durumunu biraz olsun kurtarmaya çalışıyor. Ayrıca CHP belediyecilik vasfına sahip aday bulamıyor. Yerel yönetimler konusunda CHP çok şanssız. Bu yüzden Murat Karayalçın’la bir rüzgar yaratmaya çalıştıkları için erken açıklama yaptılar. Ama bu seçim için diyorum ki CHP, DSP’nin çok ciddi darbesine maruz kalacak. CHP dağılma sürecine girdi. Sonun başlangıcında.O.G: Türkiye’de hiçbir aday açıklanmadı daha. 12 Aralık’ta AK Parti aday adayları başvurusu olacak daha. Şu an AK Parti içinde benden başka aday adayı yok Çankaya için. Benim erken çıkmamım sebebi de şu: Çankaya, 116 mahalleden oluşuyor. Erken başlamanın faydası büyük. Zaman yetmez yoksa.n Çankaya’da 20 yıldır CHP belediye başkan adayları seçiliyor. Bu sizi korkutmuyor mu?O. G: Aksine bu benim avantajım. 20 yılda yapmadıkları o kadar çok şey var ki. Yapmadıkları her şeyi yapabilirim ben. Çünkü bilerek yapmadılar bunca yıl. Zor ya da imkansız olduğu için değil. Ayrıca biraz önce konuştuğumuz adayların geç açıklanması yüzünden, adaylar değil partiler yarışı gibi oluyor, hop CHP kazanıyor. Başka adayları tanıma imkanı bulamıyorlar çünkü.n Aslında Keçiören’e aday olacakmışsın gibi hatırlıyorum ben seni?O.G: Öyle bir söylenti vardı. Ama böyle bir girişimim hiç olmadı.M. G: Biliyorsunuz Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok ile benim sürtüşmelerimiz oldu. Hâlâ da olur zaman zaman. Aklını bana takmış biridir o. Neyse, bu sürtüşmeden dolayı Osman oradan aday olursa AK Parti çok fazla yıpranacaktı. Aynı partideniz sonuçta. İyi olmayacaktı ve bu beni düşündürüyordu. Osman bu durumu kendi farketti ve “Çankaya neden olmasın baba?” dedi. Düşündüm, aklıma yattı. Bunu konuştuğumuz gün gazeteci bir arkadaşımız olayı duydu ve manşet yaptı. Öyle başladı iş. O.G: Bu ayrıca bir de gençlik mücadelesi. 26 yaşındayım. 15 yaşından beri parti gençlik kollarında çalışıyorum. Bana herkes “Çankaya’yla hiç uğraşma, sosyal demokratlar mutlaka CHP’ye verir” dediler. Dört pilot mahalle seçip gece gündüz bir çalışma yaptım, baktım dedikleri gibi değil. Çankaya’yla ilgili ümit var. Olabileceğine çok inandım.n Tam ne problem var aranızda Turgut Altınok’la? Gazetelerde Tayyip Erdoğan’ın Ankara Büyükşehir Belediyesi için onu aday göstereceği yönünde haberler okuyorum. Siz de Keçiören Belediye Başkanlığı’ndan geliyorsunuz. M. G: Yok böyle bir şey. AKP içinde beni sevmeyenlerin “bunu nasıl deli ederiz” diye düşünüp uydurdukları bir şey. Üstelik açıkça buradan söylüyorum ki Keçiören’e de aday olamayacak değil Ankara Büyükşehir. n Geçen Ağustos ayında su sorunu yaşandı Ankara’da, hatta borularınız patladı ve hatta verilen Kızılırmak suyunun kalitesinin kötü olduğu ortaya çıktı. Şimdi su sorunun 20 yıl için çözdünüz ama bu konuda bir özeleştiri yapmanız gerektiğini düşündünüz mü hiç? 15 yıl belediye başkanlığı yapıp su sorunun önceden çözmemek bana tuhaf geliyor açıkçası...M. G: Medya da çok yükleniyor bana. Su sorununda da o kadar yüklendiler ki... Yüzde 63’e çıkan oylarım yüzde 55’lere düştü. Allah’ın izniyle şimdi tekrar düzeldi.n Gerçekten bu oy kaybı medya yüzünden olmuş olabilir mi? Suyu olmayan insan medyaya bakar mı? Zaten kızgın...M. G: Su sorunun yaklaştığını tabii ki 4-5 yıl öncesinden gördük. DSİ’den izinle baraj yaptık. 90 metreküplük. Ama yağış beklediğin düzeyde değil, dolmuyor barajlar. Son noktada 2007 yılının Şubat ayında Başbakan’a çıktık, ben yetki istedim, verdi, 134 km’den su getirdik. Devlet Su İşleri bunu 10 senede yapmadı. Bir senede yaptık. Kızılırmak’tan su getirdik.n Peki, borunun patladığı gün ne hissettiniz? Borularınız sağlam değilmiş ama insanlara “Su akıllıca nasıl kullanılır”, onun aklını veriyordunuz... Size nasıl kızmasınlar düşünsenize...M. G: Olduğum yere yığıldım. Hayatımda iki sefer çok ciddi sıkıntılı an yaşamışımdır, biri buydu. Çok kötü oldum. Biri ölecek diye aklım çıktı. Ne yapardım? Eşim de söylüyor, “Seni hiç o halde görmemiştim” diyor.Karayalçın’ın rakibim olmasını ben istedimn Karayalçın sizin için güçlü bir rakip mi? Samimi cevabınızı merak ediyorum...M. G: Aday olursam karşımda Karayalçın olması çok iyi. Tartışmasız onunla yarışmak isterim. Bir kere ben kendi rakibimi kendim yaratırım. Ben CHP uzmanıyım. Bugüne kadar söylediğim ne varsa çıktı. Üç dört ay önceden söyledim ben Karayalçın aday olmalı diye. Ortada fol yok yumurta yoktu. Genç, temiz, başarılı bir aday olsa karşımda, ben ona ne diyebilirim ki... Hırsızsın, kirlisin diyebilir miyim? Murat Karayalçın senelerce aday olmuş, mağlup olmuş, Baykal’ın geçen seçimde “Listeleri İmralı’dan alan Karayalçın” diye hakaret ettiği, horladığı biri... Baykal’ın bunu aday yapması da kendi çaresizliği... Ankara’ya getirelim şunu koyalım diye bir aday bulamadılar. Çelişkilerle dolular. Murat Karayalçın da Baykal’ın sözüne karşılık “Bunu unutmam ve unutturmam” demişti. Ama şimdi anladığım kadarıyla yeter ki aday olsun. Bu güçlü bir rakip olabilir mi sizce? “Yeter ki CHP’den aday olmak isteyen biri...” n Karayalçın’ın da sizinle ilgili iddiaları var? Trafik sorunu çözme biçiminizden, Botaş’a olan borca...M. G: Bir kere borcumuz 400 değil, 200 milyon dolar. 15 yılda bu borç oldu. Kanun çıkarttırdık, doğalgaz özelleşecek, alınan parayla borç ödenecek. Doğalgazı özelleştirdik, sattık son 45 günü var, para ödenecek. Karayalçın, 5 yıl içinde 2 milyar borç yaptı, hâlâ o ödeniyor. Onun döneminde halka yüzde 117’yle doğalgazı sattılar. Bizim Botaş borcumuz yüzünden doğalgaza zam geldiğini söylemek deli saçması bir şey.Annem “Bu eve bir siyasetçi yeter” demedi, bize destek oldun Suyun kalitesi ne kadar düştü? 21 gün o suyu verdiğinizi açıklamadınız... Ve arsenikli tartışmaları başladı...M. G: Sudaki sülfat arttı. Tuzun bir tür türevi. Demirdeki pası söker. Suyun tadını bozar ama sağlığa zarar vermez. Tabii ki kalitesi düştü. Çamlıdere suyuyla bir değil. Ama Çamlıdere’de su kalmadı. Çamaşır-bulaşık yıkanıyor. Her sabah içiyorum, “sırf bunu bunu diyebilmek için” içiyorum. Ben, iki üç ay daha söylemeyecektim. Ankara çevresi illerde ishal başgösterdi, nefesle geçen bir mikrop. Dedim ki gelen vatandaştan birinden buradakilere bulaşsa hayat boyu anlatamam derdimi bizden değil diye. O yüzden bu hastalığı duyar duymaz suyu 21 gündür verdiğimi, kimseye bir şey olmadığını, rahat olmalarını açıkladım. ODTÜ’nün kendi sitesinde yayınladığı temiz raporunu gösterdik, Kimye Mühendisleri odasının raporuydu, çıktılar biz vermedik öyle rapor dediler. Yahu vermedin de sitende duruyordu, su temiz diyor, oradan aldım diyorum, dinlemiyorlar. n “20 yıldır Çankaya’da yapılamayan işleri yapacağım” diyorsun Osman, nasıl yapacaksın bunları?O.G: Sayın Deniz Baykal’ın bu bölge içersinde bir korkusu yok. Rehavet içindeler. Nasılsa oylarımız hazır diye bir hizmet de getirmiyorlar. Ama her şey sorun bu bölgede. En büyük kanıtı da şu: Her seçimde adayını değiştirmiş sosyal demokratlar. Memnun değil vatandaş. Sadece onların yapmadıklarını yapsam, özel bir proje geliştirmeme gerek kalmaz Çankaya için. Bu çok açık ve net. Gençken ele avuca sığmazdım Osman beni 10’a katladın Çankaya, Anıtkabir’in olduğu, Atatürk’ün mahallesi denilen, Sosyal Demokratlar’ın yaşadığı bölge. 20 yılda üç belediye başkanı görmüş. Siz de üç dönemdir Ankara’nın belediye başkanısınız. Bunlarla ilgi sizin yapabileceğiniz bir şey yok muydu hiç Melih Bey? O.G: Ben yanıtlayayım bunu baba. Sosyal Demokratlar arasında Çankaya’yı olağanüstü bir ilçe haline getirebilecek çok başarılı insanlar var, yüzde bir milyon var ama bu başarılı insan burada aday olamaz. Deniz Baykal kendine parti içinde rakip olabilecek başarılı insanları aday yapmaz. İşini dört dörtlük yapacak bir sosyal demokrat Deniz Baykal’ı ne duruma sokar parti içinde düşünsenize. Bugün karşısına en güçlü aday olarak Mustafa Sarıgül çıktı. Şişli Belediye Başkanı. Ayrıca CHP’nin sosyal demokrat bir parti olduğuna da inanmıyorum. O ideolojiyi sömürüyorlar sadece. Deniz Baykal’ın varsa cesareti şu andaki belediye başkanını tekrar koysun aday olarak. Çankaya bugün artık hizmetsizliğin kalesi haline geldi. Bunlar bana çok büyük ümit veriyor. 4 dönemde yapılmayanı bir dönemde yaparım. Tamamen kendi seçimleri, Çankaya’da hizmet vermemek.n Peki, ya parti içinde senden başka aday adayı çıkarsa ne olacak bugüne kadar yaptıkların. Tayyip Erdoğan’la hiç görüştün mü?O.G: Görüşmedim henüz. Ama çok yakında görüşeceğim sanırım ve projemi sunacağım. Aday olup olmayacağıma emin değilim. Başka bir aday olursa tatlı bir yarıştır bu. Ama şunu biliyorum, kim olursa olsun AKP’nin yapacağı anketlerde birinci çıkarım. En yakın rakibime yüzde 50 fark atarım. Ve eminim Sayın Başbakanımız anketleri ciddiye alacaktır, aday yapsa da yapmasa da.n Olmazsa çok üzülür müsün?O.G: Aday olamazsam üç yıllık çalışmamı aday olacak kişiyle paylaşmaya hazırım. Şahsi üzüntülerin yeri değil bu iş. Ben kaybettikçe hırslanırım, daha çok çalışırım. Gittiğim ev toplantılarında bana karşı olanları görünce 15 tane daha fazla toplantı yapıyorum.M. G: Üzülür tabii, üzülmez mi. Ama Osman kararlıdır, yılmaz. Ayrıca aday olursa kaybedeceğine hiç inanmıyorum. Bu Osman ne haylazdı çocukken, bir bilseniz. Muzip, yaramaz ama kararlı. 23, 24 senedir babası siyasetin içinde. Zaten 26 yaşında. Bu hayatın içine doğdu.O.G: Siyaset kanıma işlemiş artık vazgeçmem mümkün değil. Bizim her sohbetimizde Ankara var. Siyasetçi bir aileyiz sonuçta. Ben siyaseti bu işi çok ama çok sevdiğim için yapıyorum. Yükselebildiğim yere kadar da yükselmek istiyorum. Bunun için uğraşırım.n 26 yaşında Osman. Anlatımlarına baktığımda genç olmaktan vazgeçmiş gibi görüyorum onu. Siz bunu destekliyor musunuz? 26 yaşında bir gencin yaşaması gereken bir hayatı olmalı...M. G: Gençliğini yaşamak illa eğlenmek gülüp oynamak değildir. Osman böyle çok mutlu. Ben “dur” desem de durmaz. Kendi çok istiyor, seviyor. Ben gençken ele avuca sığmazdım. Osman beni ona katladı.O.G: Dediğiniz şeyin muhasebesini çok yaptım ben. İstediğim şeyin bedelini ödemek zorundayım. Tabii ki arkadaşlarım arasında böyle değilim. Eğlenirim, gülerim. Hep böyle olmamız mümkün mü? İstediğim eğlence yerine de giderim, genç bir insanım... Tabii ki kimse bunu engelleyemez. Sinemaya gitmeyi çok severim. Müziği çok severim. Futbolu sevmem. Abimle babam çok sever. Maç varken, annemle oturup sohbet ederim ben. Anneme çok düşkünümdür. Çok önemlidir benim için, hatta aşırı düşkünümdür. Evleneceğim insan da bunu bilecektir benim hayatımda. Eşim başımın tacıdır ama annemden bir tane var. Tabii evlenmeyi şu an hiç düşünmüyorum.n Annen destekledi mi bu seçimlere girmeni? O.G: Annem de babam da çok destek oldular. Çok saygı duydular. Annem “Bu eve bir siyasetçi yeter” demedi ki annem bir siyasetçi hanımı, babamın yoğun bir hayatı var, bu yüke rağmen beni destekledi.M. G: “Yükseldiğim yere kadar yükseliceğim” diyor ya, aklıma geldi annesi anlattı... Bir gün televizyonda Cumhurbaşkanını izliyor Osman... Daha küçük... Kızıyor da biraz, “Bir gün oraya oturacağım” diyor. İnanıyorum, bunu yapabilir Osman. Hiçbir gün Osman’a “Şunu yap, bunu yap” demedim, içinde var Osman’ın. Yetenekleri de buna uygun.Ahmet çok değişti, Emin’i özlüyorum!n Yeni Emin Çölaşan’ınız var mı medyada? Ahmet Hakan olabilir mi?Ahmet eski arkadaşım. Kanal 7’den tanışırız. Hürriyet’e geçtikten ve kendini kalemşör ilan ettikten sonra değişti Ahmet. Yeni birtakım özelliklere sahip oldu. Eski Ahmet’ten değişti. Emin ise emekli gazeteci oldu, özlüyorum onu bazen. Onun parasıyla çok iş yaptık biz.
Daha önce resmini bile görmemiştim. Hakkında hiçbir şey bilmiyordum Tansu Özkök’ün...Ne nasıl gözüktüğünü, ne nasıl bir insan olduğunu. Sadece onu merak ediyordum. Hiçbir hazırlık yapmadım bu sefer. Onunla ilgili hiçbir bilgim, hiçbir kararım, hiçbir önyargım olmasın istiyordum. Bir boşlukta karşılaşalım ve o karşılaşmada ben onu sesinden, duruşundan, konuşmasından, anlatımından tanıyayım. Gerçekten karşımdaki kadını tanımaya gidiyordum çünkü. Neyi anlatmayı tercih edeceği bile benim için önemliydi. Nereden başlarsa, konuşma oradan akacaktı... Öyle de oldu...Ben otomobili park ederken evin kapısını açtı, park etmemi, arabadan çıkıp ona doğru yürümemi gülümseyerek izledi. “Merhaba” dediğimde röportaj başlamıştı. Anlatmaya başladı, “Sizi aramayı düşündüm, bugün bizim evlilik yıldönümümüz. 38 yıl bitti, 2 yıl da flört 40 yıl oldu ama sonra röportajı ertelemek istemedim, vazgeçtim sizi aramaktan” dedi. “Keşke arasaydınız” dedim. “Zaten Ertuğrul Ankara’da bugün. Harika bir çiçek ve bir mektup göndermiş” dedi. Alt kattaki salona yürüyorduk bu sırada. Gözüm hemen siyah-beyaz resimlere takıldı. Resimlere baktığımı görünce “İsmet İnönü nişan yüzüklerimizi takmıştı” diye ekledi.Büyük bir doğallık ve içtenlikle anlatıyor, çok dostça gülümsüyordu.Röportajı bitirip ayrılırken, eşinin ona yazdığı mektubu uzattı okumam için. Tansu Hanım’ın o kadar özel bir şeyi paylaşma zarafetine zarar vermemek için göz ucuyla okudum. “Tansum” diye başladığını, “Seni seviyorum” diye bittiğini hiç unutmayacağım ama...38 yıldır evlisiniz Ertuğrul Özkök’le... Hikayenin en başını merak ediyorum, nasıl tanıştınız? 15 yaşındaydım tanıştığımızda, ortaokulu bitirdiğim seneydi. O da 21 yaşındaydı. Babam Hüdai Oral, milletvekili olunca Ankara’ya yerleştik. Koyu sosyal demokrat bir aileydik biz. Aslında Denizlili’yiz. Yan apartmana taşınmıştı... Basın Yayın’da okuyordu o sırada. Çok yakışıklıydı. Üç arkadaştılar, bekâr eviydi. Bakışıyorduk mahallede geçip giderken. Bana bayağı bayağı bakıyordu. Hatta sonra bana “Sen hiç 15 yaşında gibi gözükmüyordun, çok daha büyük gözüküyordun” dedi. Bir gün bakkalın önündeydi o arkadaşlarıyla, ben de oradan geçerken el salladım. Ben başlattım yani. O da bana el salladı, çok şaşırdı ama. Tanıştıktan sonra çok girip çıkardım o eve. Hatta mahallede taksi şoförleri vardı, beni anneme şikayet etmişlerdi “Bekâr oğlanların evine giriyor” diye. Babanız ilk Enerji Bakanı’ydı yanılmıyorsam. “İsmet İnönü’nün çok değer verdiği bir gençti” diye yazılar okuduğumu hatırlıyorum vefatında...Üç sene önce kaybettik babamı. İsmet İnönü’nün başbakanlığında ilk Enerji Bakanı’ydı. Aslında avukat. İsmet İnönü ile özel bir yakınlığı vardı. İsmet Paşa’nın elinde ve evinde büyüdük sayılır. Ertuğrul’la nişan yüzüklerimizi o takmıştı. Sanmıyorum İnönü’nün başka kimseyle böyle yakınlığı olduğunu, nişanında nikâhında şahitlik yaptığını. Denizli’de toprakları vardı babamın ailesinin. Pamuk ekilirdi. Dedem çok katı bir insandı. İstiklal Mahkemeleri’nde hakimdi. Batılı bir aileydiler. Babam akordeon çalardı, halam piyano, amcam keman... Sorbonne mezunu zaten. Babaannem çok şıktı, ilk kadın öğretmenlerden. Anneannemse yumuşacık bir insandı, tam anneanneydi. Daha Anadolu insanıdır anne tarafım. Annenizle ilişkileriniz nasıldır?Çok iyi. Denizli’de yaşıyor hâlâ. Erkek kardeşim Teoman da orada. Her gün konuşuruz. Babamın o ağır katı siyaset hayatına rağmen dimdik durabilmiş bir kadındır. Katı siyaset yapılan bir dönemdi o dönem, annem çok şeye katlandı, çok güçlüdür. Ben öyle değilim. Ben katıydım sanırım zayıf olduğum için. Ona çok benzemek isterdim. Bir çocuğunu da kaybetti üstelik. Ağabeyim de vardı benim 15 yaşında, boğuldu. Ben 13’tüm o sırada. İnsan bu yaşa gelince anca çözüyor bunları. Belki ben de evdeki o baskıdan kaçmak istedim. Ben 17, Ertuğrul 23’tü evlendiğimizde. Bu acı tüm hayatınızı değiştirdi sanırım...Tabii ki değiştirdi. Ama aile hayatımızı soruyorsanız değiştirmedi, çünkü bize hiç hissettirmediler acılarını annemler. Annem bana, erkek kardeşime yasaklamıştı ileride oğlumuz olursa ağabeyimin adını koymayı. Hatırlıyorum, ağabeyimin albümüne bakıyordum bir gün, yarıda kesilmiş bir albüm tabii. Anneme sordum neden böyle diye. “O kadar yaşadığı için, buraya kadardı hayatı” dedi. Bu cevap çok canımı acımıştı bu soruyu sorduğum için. Nedense, böyle şeyler yapıyordum. Ölüme tepkiydi sanırım. Allah’a inancım sonsuz. Her akşam kendi stilimde dua ederim. Sosyalist terbiye, inançla olan ilişkimi çok etkiledi. Ama şimdi din çok siyasi oldu. Artık dinlere inanmıyorum açıkçası. İstismar ediyorlar, insanları sömürüyorlar. Dünyanın her yerinde bu böyle. O zaman diyorsunuz ki “Allah’la aramda hiçbir şey olmazsa daha iyi.” Dini amaçla ne camiye gittim ne oruç tuttum ama birçok inançlı insandan daha inançlıyım, biliyorum.‘Ya şimdi evleniriz ya da hiç’ deyince liseyi bırakıp evlendimAnneniz babanız bu kadar erken evlenmenize ne dedi? İtiraz etmediler mi?Annemler yaşadıkları acı yüzünden beni çok fazla üzmek istemedi. Ağabeyimi kaybettikleri için. Ama önce çok itiraz ettiler tabii. “Sözlen bari sadece” dediler. Kabul etmedim. Çok inatçıyım. Baş kaldırdım. Tehditler ettim. Nişanlandık önce. İki sene flört ettik. Sonra sınava girdi Ertuğrul, kazandı. Doktora için Fransa’ya gidecekti “Ya şimdi evleniriz, ya da hiç evlenemeyiz” dedi.Niye?Bilmiyorum, öyle dedi. Evlendiğime hiç pişman olmadım bu zamana kadar ama şimdi okulu bitirseydim de evlenirdik, ona inanıyorum. Ama o yaşta, o dönemde Ertuğrul’a inandım. Sanki bir daha evlenemeyiz gibi geldi. Üniversiteye geçmiş miydiniz?Lisede okurken okulu bırakıp Ertuğrul’la evlenip Fransa’ya gittim. Lise ikideydim, bıraktım. Yani şu an ortaokul mezunuyum ben. Anneme de söz vermiştim, “Fransa’da üniversiteye gideceğim” diye, olmadı. Büyük bir kumar oynadım Ertuğrul’la ilgili ama tuttu. Tutmayabilirdi de. Çok yanlış bir karar olabilirdi. Evlenip Fransa’ya gittik ve 1970-76 yılları arasında hayatımın en güzel dönemini yaşadım. Gülümsün doğdu 1972’de.Babanız ne dedi bu evliliğe? Babanız CHP’li. ‘Koyu bir sosyal demokrattı’ diyorsunuz. Ertuğrul Bey ise CHP’nin daha solunda bir gençti. Bu farklılık sorun oldu mu?Tanıyana kadar oldu. Ama tanıdıktan sonra fikri değişti. Kayınpederim harika bir insandı. Matbaası vardı. Babam onları tanıyınca çok sevdi. Ama flört ederken bu ilişkiye karşıydı.Babam “Komüniste kız vermem” dedi cart curt yırttı odamdaki posterleri...Ne derdi?Ertuğrul bana kitaplar verirdi. İmtihan yapardı sonra. Okumazdım tümünü... “Bitirdim” derdim kitabı. Sorular sorardı, bilemezdim sonra da... 15 yaşındaydım ama. İlk odasına girdiğimde duvarında kocaman Karl Marks posteri, yanında da Che Guevera vardı. Bilmiyordum kim olduğunu Marks’ın. “Bu kim, biliyor musun?” dedi. “Biliyorum” dedim. “Kim?” dedi. Kıpkırmızı olduğumu hatırlıyorum. Ve eğitimim böyle başladı. Ondan İşçi Partisi’ni öğreniyordum, sosyalizmi öğreniyordum. Blucinler giymeye başladım, makyajı o zaman da sevmezdim. Posterleri de aldım, kendi odamın duvarına astım. Babam odama girdi bir gün. “Bu ne?” dedi. “Ben komüniste kız vermem” dedi ve cart diye yırttı posterleri... Türkiye’ye ilk döndüğümde İşçi Partisi’ne oy vermiştim ama sonra hep CHP’ye oy verdim.Özdemir İnce’nin eşi Ülker benim hayattaki rol modelimdirEvlenip Paris’e gittiniz. Hayâl ettiğiniz gibi mi oldu her şey?Tek odalı bir evde yaşadık. Öğrenci birliğindeydik. Hiç ağır gelmedi bunlar. Çok keyifliydi. Çok saf, çok sahici, çok güzeldi. Yalan yoktu. Yardımlaşma vardı. Çok gerçekti. Üniversite yemekhanelerinde yemek yiyorduk. Şartlar zordu ama çok mutluydum. Hemen hamile kaldım zaten. Doğum için Türkiye’ye geldim. 19 yaşındaydım. Doğurdum, geri gittim. Gülümsün 7-8 aylıkken tekrar Türkiye’ye geldim, zorlandım çünkü. Anneme bırakıp ben Ertuğrul’un yanına döndüm. Çocuğum tabii, Ertuğrul’suz olamıyordum. Anaokulu yaşında tekrar Fransa’ya aldık Gülümsün’ü. Sonra da döndük zaten. Ankara’ya mı döndünüz?Ankara’ya döndük. İzmir de olabilirdi. Bana sordu Ertuğrul, ben de “Sen bilirsin, çünkü bu senin yolun olacak, ben bu sorumluluğu alamam” dedim. Ankara’yı seçti. Hacettepe’de öğretim üyesi oldu. O yıllar da çok güzeldi. Ankara’da edebiyat dünyasıyla tanışmalar başladı. Zaten hâlâ Ankara grubumuzla görüşürüz. Küçük bir grubumuz var burada da. Aydın, Canan Uğur, Figen ve oğlu Sarp, Özdemir ve Ülker İnce... Ülker benim rol modelimdir. Her şeyiyle mükemmel biridir. Olağanüstü bir insan. Filiz ve Şahin Yenişehirlioğlu...Yazı dergisini, benim takılarımı ve çocukların altınlarını satıp çıkardılar Yazı dergisinin çıktığı yıllar değil mi? O dergi efsanedir. Evet, o yıllar çok güzeldi. Para yok, pul yoktu. Figen’le (Batur) benim takılarımız, çocuklarımızın altınları satılarak çıkarıldı o dergi. Annem konken oynardı, hâlâ da oynar. Onun arkadaşlarını dergiye abone etmiştik. Para kazanmak için. Enis ve Figen’le Paris’ten arkadaştık. Ben THY’de işe girmiştim. Enis de orada çalışıyordu o yıllar. Sonra bıraktım işi yapamadım. Ertuğrul’a, “Her şeyden fedakârlık yapabilirim. (Çünkü para kazanmak için çalışıyordum) ama evde olmak istiyorum” dedim.12 Eylül darbesi olmasa Ertuğrul siyasete atılacaktıAnkara’ya geldiniz Hacettepe’de öğretim görevlisi oldu, Yazı dergisi çıkarıldı. Sonra ne oldu?Ecevit’in danışmanlığını yapmaya başladı. Arayış’ta yazıyordu. Siyasetle ilgileniyordu aslında. Esas plan buydu. Ertuğrul siyaset yapmak istiyordu. Fakat 12 Eylül’le beraber planlar, hayâller suya düştü. Orhan Birgit devreye girdi, Erol Simavi’ye değerlendirmeler yazmaya başladı. İki yıl her hafta tüm gazeteleri okuyup rapor hazırladı. Hatta ben kesip yapıştırıyordum, o yazıyordu. Sonra gazetecilik başladı. Annemlerden para yardımı kabul etmiyordu Ertuğrul. Annelerimiz birleşip bize 90 metrekare ev aldılar Ankara’da. İstanbul’a ne zaman geldiniz?İstanbul’a hiç gelmek istemedim. Gülümsün’ün okulu diye direttim önce. O geldi ve otelde kaldı. İstanbul bana Ankara’dan sonra çok kötü geldi. Her şeyiyle. Ankara’da çok entelektüel bir ortamdaydık. İstanbul’da ben neye uğradığımı şaşırdım. Sonra Ankara temsilcisi oldu tekrar döndük, çok mutlu olduk sonra da genel yayın yönetmeni oldu. Tekrar İstanbul’a gelindi ama ancak Gülümsün üniversiteye başlayınca 89’da falan tam olarak geldim ben. Hâlâ çok sevmem İstanbul’u. İzmir’e, Aydın’a, Denizli’ye gideyim, evimin bahçesinde hissederim kendimi, Ege’yi de çok severim.Kızınca Ertuğrul’a kömür ütüsü fırlattım, kafasına gelse ölürdüÇok kavga eder misiniz?40 yıllık beraberliğimizde çok kavgalarımız oldu, çok fırtınalar esti, çok fırtınalar koptu ama bana bir kez ağır bir şey söylediğini hatırlamıyorum. Bir kere “Tansu, terbiyesizlik yapma” demişti, o kadar. Çok şaşırmıştım. Başka bir şey hatırlamıyorum. Peki ya siz?Ben kendimi kaybederim. Felaket... Ben neler yaptım, Yarabbim. Hatta bir kere çok şiddetli bir kavgada yerde kömür ütüsü vardı, onu alıp fırlattım. Kafasına gelse ölürdü. Yer parçalandı, ütü düşünce. Beton delindi. Böyle kontrolsüz bir şiddet olabilir mi? Çok utanç verici tabii. Birbirinizden çok farklısınız değil mi? Ertuğrul modern sever her konuda. Ben klasikçiyim, hem de her konuda. Bizim neslimizin ötesine geçemedim hiçbir konuda. Kıyafetlerine hiç karışmam, kendi giyinir. Pop giyinir. Mutfakta İtalyan, füzyon sever. Hiç anlamam o nedir. Türk mutfağı, Ege mutfağı severim. Tipik Türk erkeği durumu vardır Ertuğrul’da. Gözünün önündeki şeyi falan da “Nerede?” diye sorar. Ben aileyi, kalabalığı çok severim. Bu bayramda çok zorladım Ertuğrul’u, koca bir aile İtalya’da köyde ev tuttuk. Müthiş güzeldi. Bir hafta. Siena’ya yakın bir yerde. Torunlar, görümcelerim. İçki içemem, vücudum tolere edemiyor. Ercan ve Ertuğrul iyi içer. Çok eğlendik. 13 kişiydik. Bunu çok seviyorum. Keşke burada da yapabilsek bunu.Sakal bıraktı “Fazla güzel, Jean Reno’ya benzedin, kes” dedimKıskanç mısınız?Çok kıskancım. Çookkkk... Gençken çok kıskançtım. Hep çok beğendim, hep çok yakışıklıydı Ertuğrul. Sakalı çok beğenirim. Hep sakallıydı sonra kesti, şimdi yine sakallı. “Nasıl oldu?” dedi, “Bence fazla güzel, Jean Reno’ya benzedin, kes” dedim.Hâlâ kıskanıyor musunuz? Şimdi daha rahat bakabiliyorum. Çok güzel şeyler öğrendim Ertuğrul’dan, hayatın çok farklı bir tarafını öğrendim. Eskiden çok katıydım. Grilerim yoktu. Toleranslı olmayı, esnek olabilmeyi öğrendim. Kendime güven duymayı öğrendim. Bizim ailede çocuklar hep bir adım gerideydik.“Sen benim için vazgeçilmezsin hayatımdan çıkarsan ölürüm”O sizi nasıl anlatır? Hiç konuşur mu bunları?“Çok şanslıyım seninle birlikte olduğum için” diyor. Bir keresinde “Ben senin için ne ifade ediyorum?” dedim. “Vazgeçilmezsin. Hayatımdan çıkarsan ölürüm” dedi. Kavgalardan sonra “Boşanacağım, gidiyorum” falan dediğimde “Gidemezsin ki bırakmam, kolaysa boşan” karşılığını verirdi.Siz olmasaydınız buralara gelebilir miydi Ertuğrul Bey?Her başarılı erkeğin arkasında mutlaka bir kadın vardır fikrine inanmam, başarısız olsa benim yüzümden mi ki? O adamın kendi başarısıdır. Ama tabii hiç karışmadım, destekledim, gölge olmadım hiç. Ertuğrul çok hırslıdır. Kendi hırsı bu yani. Benim başarım değil.2 sene önceki Como tatilinde aldığım heykel bizi anlatıyorBirbirinize zaman ayırır mısınız? İlk ve tek başbaşa tatilimizi Ertuğrul 60 yaşına girdiği sene yaptık, yani iki sene önce. Üç gün Como Gölü’ne gittik. İtalya’ya ilk gidişimdi. Bayıldım. “Sakın bana sürpriz parti falan yapma” dedi. O bahaneyle Como çıktı. O görmüştü daha önce. “Seni mutlaka götürmek istiyorum” dedi. Gittik. Hediye ne alacağımı bilemedim. “Ertuğrul bir şey bulamadım, bir gün rastlarsam alacağım” dedim. İtalya’da bir galeride rastladım. Bir heykel, erkek önde kadın tam arkasında, sırtına bedenini yaslamış, iki dimdik, yarım vücut... Bizi anlattığını düşündüm. Çok hoşuma gitti. Çok beğendi o da.Beni beğensin diye şuursuzca diyet yaptım sağlığımı bozdumPişmanlıklarınız var mı? Ertuğrul’un hoşuna gideceğim diye, Twiggy modası vardı ya, 48 kiloda kalacağım diye, yaptığım diyetlerle sağlığımı mahvetmişim. Şuursuz ve dengesizce yaptığım diyetler. Ertuğrul beni çok beğensin diye. İki pişmanlığım var, bu diyetler ve bugüne kadar içtiğim sigara. Bıraktım şimdi. Pişmanlığım yok diyenlere hiç inanmam. Olmaz olur mu? Benim itiraf edebileceğim pişmanlıklarım bunlar.Beni o halimle görsün istemedim yatak odalarını bile ayırdımKendimizi çok yalnız, kimselerin sevmediği, hayat oyununda kaybetmiş biri gibi hissederiz bazen. Böyle hissettiğiniz anlar olur mu sizin de?Olmaz olur mu...Nasıl üstesinden gelirsiniz?Spor yapıyorum. Ama bazen bu yeterli olmuyor tabii. Çok ciddi bir sağlık problemi geçirdim. Beş altı sene önce. Ondan sonra bambaşka düşünmeye başladım zaten. Ucundan dönünce hayata farklı bakıyorsunuz. Kolit. Yanlış tedavi kurbanı oldum. Normalde 20 günlük bir tedavilik bir şey, dört sene sürdü. O zaman işte bayağı dibe vurdum. Çok acı çekiyordum. O zaman Ertuğrul’la odalarımızı ayırdım, değil yatağı, odayı ayırdım. Beni öyle görmesini istemiyordum. Bir gece “Allahım bu gece yatayım, yarın sabah kalkmayayım” diye dua ettim. Ölmeyi istedim. Sonradan tekrar hayata dönünce psikolog bir arkadaşım yardım etmek istedi. İstemedim, “Ben kendim hallederim” havalarına girdim. Sonra beceremedim tabii, ilaç almaya kadar gitti bu durum. Geçen sene ilaç tedavisine başladım. Çok hassasım, bana hayat bazen çok ağır geliyor. O kadar ilaca rağmen hâlâ tansiyonum falan yükseliyor. Psikoloğum “Bu ne böyle ya, bu kadar ilaca bu ne hassasiyet, sen çık köprüye, atla, kurtul bence” diye dalga geçiyor benimle.Ertuğrul “Seçimle gelelim”ciydi ben “yıkalım gelelim”ciAKP hakkında ne düşünüyorsunuz? Hürriyet’in manşetleri sizin de düşüncelerinizi yansıtıyor mu?Manşetler beni hiç ilgilendirmiyor. O yazı işlerinin düşünceleri. Hepsine de asla katılmıyorum. Ama karışmam. Ertuğrul’un yazıları için kavga ederiz. Birbirimize girdiğimiz çok olur. Ona sinirimden eve kocaman bayrak astım. Gelince şoke oldu. Gençliğimizde de o “Seçimlerle gelelim” derdi. Ben ise “Hayır, yıkalım geçelim, yeniden kuralım” derdim. Hâlâ da kurtuluşun sosyalist rejim olduğunu düşünüyorum. O bildiğimiz hakiki sosyalist yapının özlemini çok çekiyorum. Geçen gün Ertuğrul’la “Hani ne oldu serbest piyasa ekonomisi?” diye dalga geçtim. Böyle bir vahşet, böyle bir sömürü nereye kadar gider? O zamanlar İşçi Partisi’nin son derece masum istekleri yerine gelseydi, bugün ülke bu durumda olmayacaktı.Bu büyük hayatı kendisi istiyor Bir gün zengin olma hayali kurar mıydınız? Bugünleri istemiş miydiniz?İnanın parasızlık bana hiç acı vermedi. Ertuğrul hep daha fazla sıkıldı bundan. Ona hep söylüyorum zaten “Ben küçülebilirim.” 125 metrekare falan bir ev istiyorum, kendi başıma başa çıkabileceğim bir ev. Burası 600 metrekare. Küçülemeyen o. Problem onda. Ben çok daha küçük bir hayat istedim hep. Başından beri böyleydim. Ertuğrul’un şu sağladığı hayat, bu ev, şu gördükleriniz bana hiçbir şey ifade etmiyor. Ben bunlarla mutlu olan biri değilim. Daha küçük bir hayatı istedim hep. Ertuğrul’u sevmesem dayanamazdım, çoktan giderdim. Bu benim gerçeğim değil. Bu onun gerçeği. Bazen “Çok yoruldum bu işlerden” der. “Yalan söyleme Ertuğrul, bu senin tercihin. Yorgun olan benim çünkü bu benim tercihim değildi” derim. Ben böyle bir adamla evlenmedim. Sizin tercihiniz neydi? Yaşadığım insanla bu hayatı paylaşmak isterdim. Ertuğrul’la yaşamak isterdim birçok şeyi. Doğayla içiçe bir hayat olurdu benimki. Yorgunum. Bu röportajı niye kabul ettiniz?Arkadaşlarım o kadar şaşırdılar ki “Olamaz, niye?” diye. Hazır değildim daha önce. 15 sene önce gençtim ve hiçbir şeyim yerine oturmamış, bocalıyordum. Yapılan röportajlara bakınca, insanların zekâ gösterisi yapmak için küstahlaştığını gördüm. En kolayı bir insanı aşağılamak. O yüzden konuşmak istemedim bunca yıl. Bazı şeyler bazı yaşları bekliyor işte. Şimdi hazırım.‘Gazeteciliği bırak roman yaz’ diyorum, ‘İleride’ diyorGazetecilikle beraber hayatınız değişmeye başladı ve muhtemelen Ertuğrul Bey de değişti. Ama bu değişim sizi pek değiştirmemiş gibi. Memnun kaldınız mı hayatınızdaki tüm bu olup bitenden?O gazetecilik mesleğinden çok memnun. Ama değişim benim canımı çok acıttı tabii ki. Ertuğrul “Ailemin gözünde hâlâ aynı Ertuğrul’sam sorun yok, size sorumluyum bir tek, gerisi önemli değil” diyor. Ben bazen ona “Ertuğrul ben yoruldum bu hayattan, emekli olmak istiyorum, sen nasıl hâlâ duruyorsun?” diyorum.İstediği kadar işini taşımasın eve, hep beraber yaşıyorsunuz sıkıntıları sonuçta. Belki iyi analizler yapıyor olabilir ama o kadar... Ertuğrul genel yayın yönetmeni ve köşe yazarı sonuçta. Burada esas güç Aydın Doğan ve ailesi. Çünkü Aydın Doğan “Tamam Ertuğrul, gel sen yönetim kuruluna” dediği zaman o güç zaten bitiyor. Güç Hürriyet. Daha önce de Simavi ailesiydi. Siz o gücün altında bir şeyler yaratmaya çalışıyorsunuz.Ertuğrul Özkök bana tuhaf gelen bir imaj. Ertuğrul’dan öteye geçmedi o imaj çünkü benim için. Çok şaşırıyorum “Ertuğrul’un gücü” falan dediklerinde. Böyle bir şey yok. Hiç inanmıyorum bu güce ben. Öğretim üyesi olsaydı, gene aynı yerde olurdu, bir şey kaybetmezdi diye düşünüyorum. Kitap yazmasını, yurtdışında bir üniversite kürsüsünde hoca olmasını çok daha fazla isterdim. Kalıcılık budur. İnsanı mutlu eden şeyler kalıcıdır. Gazetecilik suya yazı yazmak. Analizler falan. Ortaya konan bir şey yok. Hâlâ söylüyorum “Ne olur roman yaz.” Yazdığı şeyleri seviyorum ben. Bunu yaparsa çok mutlu olacak. “İleride” diyor. Bunun ilerisi ne, merak ediyorum. Yok ki ilerisi. 62 yaşında. Aydın Doğan’la iyi midir ilişkileriniz?Aydın Doğan ve ailesiyle çok iyi bir ilişkimiz var. Bize çok yardımları ve katkıları oldu. Sema Hanım olağanüstü bir insandır, bana göre Doğan ailesini birbirine bağlayan kişi odur. Biz de beraber oluruz sık sık. Yıllardan beri beraberiz. Patronumuz oldukları için değil, Aydın Bey, Sema Hanım, diğer fertler gerçekten çok hoş insanlar. Patron gibi değiller. Çok iyiler. Belma Simavi’yle de çok yakınız. Ertuğrul’u hâlâ arar, sorar.Hamileyken kürtaj için doktor doktor gezdimGülümsün’den başka çocuğunuz yok...Çok istedim ben, Ertuğrul istemedi. Ben birinciyi aldırmak istemiştim. Türkiye’ye aldırmak için gelmiştim. “Çok büyümüş bu bebek” dediler, almadılar. Dört-beş doktor gezdim. Halbuki 2 aylık falandı. Meğerse babam doktorları tek tek arar “Böyle söyleyeceksiniz, sakın almayacaksınız” dermiş. Gülümsün öyle doğdu. 30 kilo aldım. Hamile olmayı çok sevdim. Babadan dolayı tabii. Babaya aşıksınız. Çok aşık oldum Ertuğrul’a. Hâlâ da aşığım. Tabii ki artık çok farklı bir aşk ama aşk. Kürtajlarım oldu. Şimdi çok pişmanım. Gülümsün’ün kardeşi olsun isterdim. O yüzden Gülümsün ikinciyi yaptı. Bıraksak üç-dört gidecek. Büyük aile seviyor.Kızıma karşı çok katıydım Ertuğrul ise yumuşacıktırGülümsün’e “gülüm” mü diyorsunuz?Gülüm derim. Kızdığımda Gülümsün derim. Çok da kızmam gerçi ama. Kızmak deyince aklıma hep ona kızdığım anlar geliyor “Nasıl yaptım Yarabbim” diye içim sızlıyor şimdi. Çünkü ben, ne bana yapılanı unuturum ne de kendi yaptığım hatayı. Gülümsün’e karşı katıydım ben. Düşündükçe içim acıyor. Ama Ertuğrul yumuşacıktır Gülüm’e karşı her zaman. Hiç yüksek sesle konuşmadı. Bazen ‘Yazı işleri toplantısında falan küfür ediyor’ diyorlar inanamıyorum. Mümkün değil çünkü. Hiç sesini yükseltmez. Bir kavgamızdan sonra annemi aramıştım şikayet etmek için “Sen yapmışsındır, cadısındır” demişti. Çok sever Ertuğrul’u. Baştan beri böyle.Ercan’a (Saatçi) faydamız değil, zararımız olduGülümsün’ün evlenme hikâyesini de merak ediyorum. Nasıl oldu?“Sayenizde” albümü çıktığında bir arkadaşım tanıştırdı bizi Ercan’la. Bir gün Gülümsün bizdeyken uğradı. Kapıyı Gülümsün açmıştı. Sonra yemeğe çıktılar. Yemekten döndü ”Aşık oldum“ dedi. Yerlerde sürünüyordu. “Ne zaman aşık oldun ya!“ dedim hatta. 2 yıl flört edip 97’de evlendiler. Ercan sahneyi bıraktı Gülümsün için. Onu üzmemek için. Hep bizim bir katkımız oldu gibi söylenir Ercan’a, oysa ki zararımız oldu, büyük para kazanıyordu. Alkışı bırakmak zordur üstelik. Hakkını yedik resmen. Çok seviyorum Ercan’ı. Allah korusun ayrılsalar da hep oğlum olarak kalacak.Size nasıl hitap ediyor?“Annem“ der. Ertuğrul’a da “Babam.”