Her gün mutlaka bir iyilik yaparım, bunları defterime kaydederim

29 Ocak 2010

Geçtiğimiz hafta Yeniköy’deki o çok meşhur Çiller yalısına gittim, Özer Çiller’le yeni kitabı Yazgı’yı konuşmak için. Bu dördüncü kitabı. Kendini sevmeyi, duaların ve hayallerin gücünü, tanrının parçacıklarını, vücut titreşimlerini, bunların tedavilerde nasıl kullanıldığını konuştuk uzun uzun. Özer Çiller beni bağışlarsa bir şey itiraf etmek istiyorum. Hep şöyle düşünmüştüm, o yalıya Tansu Hanım’la röportaj yapmak için gidiyorum. Özer Bey şunu anlattı, ne kadar fazla inanırsam gerçekleşmesi o kadar mümkünmüş bu hayalimin. Onu çok iyi anladım. Bunu deneyeceğim, bakalım olacak mı? -Daha bir sene bile olmadı “Sırrın Sırrı” kitabınız çıkalı. Şimdi de Doğan Kitap’tan yine “Yazgı, Değişken Kader” adlı kitabınız çıktı. Sırrın Sırrı için olgunluk kitabım demiştiniz, bu kitap ne anlatıyor?Şu an beşinci kitabı yazıyorum. Tanrısal parçacıklar üzerine. İşkoliğim, boş duramıyorum. Geriye bir şey bırakmak istiyorum. 1990’da yazdım ilk kitabımı, mutlu ve başarılı olma sanatı. Hani, hayatta kendimizi pazarlar dururuz ya. Önce annemize, babamıza, sonra öğretmenimize, patronumuza, eşimize. Yaşlandıkça da tanrıya pazarlıyor insan galiba kendini. Bir iyi insan olayım istiyorsun. -Ne anlatıyorsunuz bize bu kitapta?Yaşamımızın amacı kaderi yazgıya dönüştürmektir. Yazgıyla kader aynı anlamı taşımaz. Kaderimize inanmalıyız. Ama kaderimizi yönetebiliriz. Ama bize bunu söylemediler. Kaderimiz değişmezmiş gibi anlattılar. Kader tanrının geleceği bilmesidir. Yazgı kendi hür irademiz. Kaderimizi kendimiz yönetip değiştirdiğimizde yazgımız ortaya çıkar. Yazgı tanrının takdiri ile olacakların yenilenmesi, değiştirilmesidir yani. Kitabı Aydın Doğan’a da imzalayıp gönderdim, bana mektup yazmış, “Özer çok beğendim kitabını, inşallah bizim de kaderimiz yazgımız olur” demiş.Bendeki evrimleşme son dört senede çok hız kazandı artık kendime saygı duyuyorum, bambaşka bir insanım -Siz hep meraklı mıydınız bunlara? Nedense, beni bağışlayın ama anlattıklarınız değil ama siz inandırıcı gelmiyorsunuz sanki bize. Neden böyle hissediyoruz sizce?Çok fazla hakkımda negatif şey okudunuz. Tansu Hanım’dan dolayı hayatımız siyasetin içinde geçti. Başka türlü göründük belki. Ama ilk kitabım 1990 benim. Ben bunlara hep ilgiliydim. Ama ancak fırsatım oldu. Artık bambaşka bir insanım. Hayatımın en güzel dönemini yaşıyorum.-Yine de bana bunun için çaba sarf ediyormuşsunuz gibi geliyor. Hep kendime saygı duymak isteyen bir insandım... Her şeyi doğru yapayım. Dürüst olayım. Dürüstlük zor, çünkü hepimizin hayvani bir tarafı var. Hayat çok kısa, ânımı yaşamak istiyorum. Gençken insan bunu anlamıyor. Günümü uzatmaya çalışıyorum artık. Ezik olan insan daha dürüst olur. Bütünsel dürüstlük diyorum buna ben. 4 senedir bu uyanış, kendini gerçekleştirme savaşı veriyorum. Kendini sevmek en önemlisi. Artık kendime saygı duyuyorum. Bendeki evrimleşme son dört senede çok hız kazandı. Telaşlı, hep defansta, kırılgan bir tiptim. Dış dünyayla uğraşıyordum, şimdi iç dünyamla ilgiliyim.Tamamlayıcı tıbbı benden daha iyi bilen yok dedim kimse çıkıp da ”Sen kim oluyorsun“ demedi-Aynı zamanda siz tamamlayıcı tıpla da ilgileniyorsunuz...“Baba, her şeyi ben yaptım deme, belki başkaları daha önce yapmıştır” dedi küçük oğlum geçen gün. O yüzden artık vazgeçtim öyle demekten ama hâlâ inanıyorum benden daha iyi tamamlayıcı tıbbı bilen yok. Hiçbir doktor da çıkıp “Sen kim oluyorsun” demedi zaten.-Diğerlerinin bilmediği neyi biliyorsunuz?Bioenerji çok iyi biliyorum. “System information therapy” diyoruz buna. Kronik hastalıklarda enerji blokajları oluyor. Beş bedenimiz var bizim. Doktorlar sadece fiziksel bedenimizle ilgileniyor. Dört enerji bedenimiz daha var. Enerji titrer. Vücudumuzun da bir beden elektriği var. Bu titreşim. Titreşim tıbbı. Richard Gerber diye bir adam var, kitabını yazdı bunun, okuyun mutlaka. Titreşim bilgi veriyor. Vücudumuz saniyede 67 kere tirer. Sağlıklı vücut. Grip virüsü 57 titrer, ceryanda kaldınız bir titrersiniz mesela kontrolsüz, vücut ısısı düşer çünkü, 57 kere titrer, griple eşit titreşime sahip olursun ve yakalanırsın. O virüs rezone olur. Aynı ferekansta iki madde birbirini çektiği anda bum diye patlar. Sırrın Sırrı kitabımda var bunlar. Titreşimin bilgi taşıdığını öğrendim. Bilginin taşınması için alternatif akım olmalı. “Vega check” diye bir cihazımız var, 8 dakikada hakkınızda bütün bilgiyi veriyor. İnsanlar buna inanmıyor.Her şeyin düğmesini değiştiririm gömlekler de benim dizaynım-Siz nasıl yaşıyorsunuz?Sabah 07.30’da, 5 gazete ile bir saat saunaya girerim. Tıraşımı saunada olurum, köpüğe hiç gerek yoktur. Sonra jimnastik yaparım, ılık suyum gelir, dualarımı ederim, içerim. 72 yaşındayım 49’dan bile daha gencim. Her salı kan tahlili yaparım kaydederim, annem şeker hastasıydı olabilir diye. Her gün tartılır kaydederim. Haftalık kayıtlarım vardır. Her gün bir iyilik yaparım, yanlış bir şey yaptıysam kırmızıyla çizerim. Yıldız koyarım oraya dikkat edeyim, bir daha yapmayayım diye. Bakarım iyilik yapmamışım boş, ablamı ararım. İyilik yapmam lazım. Yazın günde 1.5 saat tenis oynarım. Mart ortasından eylüle kadar Kuşadası’nda çiftlikteyim, tekneyi yazın ev gibi kullanırım. Çok hobim var. Gömlekler benim dizaynım, düğme takıntım var. Her şeyin düğmesini değiştiririm. Bir kutum var, çeşit çeşit Amerika’dan aldığım düğmelerle dolu.-Oğullarınız ne iş yapıyor?Otelcilik... Pera’da üç otelimiz var. Şimdi lokantacılığa kayıyorlar. Kilyos taraflarında arsalarımız var, orada bir inşaat yapılacak.-Tansu Hanım ne diyor bu uğraşınıza?En büyük destekçim tabii. İlk ona okurum. Yazılı değil ama sözlü olarak ilk editörüm odur. Ondan geçmeden olmaz. Hani “sound barrier” derler ya (ses duvarı) öyle.-Ne zaman tanıştınız Tansu Çiller’le?Tanıştığımızda master yapıyordum. Mühendisim ben. Kendi odam falan vardı, öğretmenlik statüsündeydim. Önemliydi benim için bu, çünkü ben çok ezik bir çocuktum. Caddebostan’da babamın bakkalı vardı. Ben de çıraklık yapardım. Hatta belki dedenize servise bile gitmişimdir. Robert Kolej’de zengin çocuklarıyla okuyan fakir çocuk olmak zordu. Garsonluk yapardım. Kendi arkadaşlarıma servis yapardım okulda para kazanmak için, bu adamı ezmez mi? Kötü dikilmiş garson ceketini giyer...ABD’ye beş parasız gittik, havuzlu evimiz vardı dönerken-Evlenip Amerika’ya gittiniz...Önce Tansu Hanım gitti. New Hampshire’da kendine bir burs buldu. Paramız yok çünkü. 200 dolarla gitti. Iceland’i severmiş, bir gece orada kalmış. 150 doları kalmış, onunla Amerika’ya inmiş. Önce ev bulmuş. Aylık kirası 160 dolar. Mobilya bankası var. Evini boşaltan eski eşyalarını oraya satıyor, sen de gidip alıyorsun, oradan harika bir ev kurmuş. Green kartım yok, bana iş bulmuş. Eyalet kuruluşu olunca izinle çalışabiliyorsun. Mühendisim. Karayollarında bana iş buluyor. Ben öyle gittim. 1967’de cebimde 100 dolar var. 05.00’te kalkıyorum. 70-80 km gidiyorum. Hep yokluk. Haftalık market alışverişimiz 16 dolardı, 17 dolar olamıyordu. İnanılmaz yoksulluk. Hatta hiç unutmam Chevrolet Corvette almıştık, televizyon aldık. Arabaya koyduk eve götürüyoruz. Yolda kenara çekip ağlamıştım. Müthiş bir şeydi bizim için, o geldiğimiz nokta. Ama 7 yıl sonra Amerika’dan ayrılırken en büyük ev bizimdi. Yüzme havuzumuz falan. Tansu Hanım aklına koyduğunu yapar. İnanamazsınız.-Niye döndünüz Amerika’dan?Mehmet Emin Karamehmet’ten çok iyi bir teklif geldi. Robert Kolej’den abisiyim. İlk CEO’suyum. Hatta Türkiye’de ilk CEO’yum.Tansu ikide bir sorardı “Soyadını beğeniyor musun” diye-Hiç endişe etmediniz mi Tansu Hanım siyasete girdiğinde.Hiç. İçinde çok varmış. Hep istermiş. Bir de alışmıştık. Pazarları Ilıcakların yalısına giderdik. Kemal Ilıcak o zamanlar çok güçlüydü. İyi durumdaydı. Sabah 11.00’den akşam 19.00-20.00’ye kadar kalırdık, bütün gün politika konuşulurdu. Politikacılar gelirdi. Tercüman’ın çok güçlü olduğu dönemler. Nazlı Hanım Tansu’ya takılırdı, “Sen başbakan ol ben cumhurbaşkanı” diye. Biz hazırdık yani. Demirel’den teklif gelince, “İnsan hayata bir kere geliyor, eğer istiyorsan yap” dedim. Hiç endişe etmedim. Zaten eziktim. Biraz daha ezildim. Ben peşindeyim, oradan oraya, arkadan topluyorduk. Hep arka plandaydım. Ancak şimdi kendimi gösteriyorum. Soyadını almışım, siyasete girmesinin ne önemi var. -Babanızın soyadınızı sevmiyormuşsunuz, o yüzden mi değiştirdiniz, yoksa büyük aşktan mı?Vazgeçilmesi zor soyadı değil Uçuran. Tansu da ikide bir “Soyadı beğeniyor musun” falan diye sorardı. “Alırım soyadını, tamam” dedim. Uçuran da duruyor ama. Gençliğimizde her kavgada yüzüne vururdum bunu “Ben senin soyadını bile aldım” diye. Ama artık yapmam tabii.-Babanız ne dedi?Çiller soyadını sevgi ile karşılayarak onayladılar. Tansu Hanım’a hep kızları gibi davrandılar. Babam ölmeden aile kabristanina “Çiller” soyadının da eklenmesini istedi, biz de bu arzusunu yerine getirdik.Karamehmet ilk gemisini aldığında demirletmişti, seyrettik-Mehmet Emin Karamehmet’le nasıl ilişkiniz vardı?Mehmet Bey’i çok seviyorum. Çok başarılı. Kimseyi kovmaz. İşten çıkartmaz. Kovmaz. Çok akıllıdır. Hiç unutmam ilk gemiyi aldı Ülcaz, annesinin adı. Ulus 29’dan aşağıya doğru inerken durduk, gemiyi oraya demirletti, seyrettik. 3 bin 500 ton, küçük bir tekneydi. Ben de araba aldığım zaman falan gidip seyrederdim. Bir seferinde bir Mercedes almıştı. Meraklıydı oyuncaklara. İzmir’e gidiyoruz. Pepsi Cola dolum fabrikasını satın alacağız. “Ben de kullanayım, yorulma” dedim, “Yepyeni arabayı sana mı vereceğim canım” dedi. Ama sonra dönüşte verdi. Benden 7 yaş küçüktür Mehmet Emin Karamehmet.Tansu orduya büyük katkı yaptı, 28 Şubat’ta kalbi kırıldı-Tansu Hanım şimdi ne yapıyor, o neyle uğraşıyor?Ekonomiyle ilgileniyor. Kendi ekonometrik modeli var. Hatta küçülmeyi ilk bilen kişi. Zaman zaman da etrafa veriyor bunları.-Niye göz önünde değil. Üzerine gelirler diye mi çekiniyor? Tansu Hanım’a bir dönemin karakutusu diyebilir miyiz?Hayır bir korkusu yok. Ama insan duvardan düşünce, bir daha çıkmıyor. 28 Şubat hep Erbakan’a yapıldı gibi söylenir, aslında 28 Şubat Tansu’ya yapıldı, Erbakan’a değil. Tansu’yu Erbakan’la koalisyon yaptı diye hiç affetmediler. Suçladılar. Askerlere söylemiş ama “Bunu yaparsanız bunlar tek başlarına gelecek, göreceksiniz. Yapmayın bunu” demiş. Kalbi kırıldı orada tabii. Orduya büyük katkıda bulundu. 3 milyar dolar vardı Merkez Bankası’nda, şimdi 160 milyar dolar var. Siyaset “Dog it Dog”dur burada. Çok güçlü olmak lazım. Tabii ki hataları vardı, kimin yok ki...Askerin bir numara olduğu dönem bitti, artık herkes yerine çekilecek-Türkiye’deki son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?Aslında bu konulardan konuşmak istemiyorum. Çünkü her şeyi Tansu Hanım’a bağlayacaklar. Benim şahsi fikrim şu: Evrim olarak görüyorum. Olması gerekiyor. Bilgi çağındayız. Hiçbir şey gizli kalmıyor. “Demokratikleşme mi sivil diktatörlük mü olanlar?” diyorlar. Her kurumun içinde çürük elementler olabilir, bunları da onlar düşünmüş olabilir ama olan bütün her şeyi sağlıklı bir gelişme olarak görüyorum. Daha iyi demokratikleşeceğiz. Ülkenin hayrına ama hır gür olmaması lazım. Askerin bir numara olduğu dönem bitti artık, herkes kendi konumuna çekilmeli. Uzatmamak lazım. Suçu günahı olmadan geçirmemesi lazım bu dönemi. Ama benim ilgi alanım siyaset değil, Tansu’nun da değil. Gerçi kanına girmiş politik virüs belli olmaz, yeniden bir şey olsa ben serbest bırakırım. O istemez.Tanrıya çok inanıyorum. Hıristiyan ya da Musevi olsaydım da inanırdım... Kendini sevmeye inanıyorum. Muhteşem bir inanç... Bütünsel dürüstlüğe inanıyorum. Affedici hoşgörülü olmaya inanıyorum. Beş kademeyi geçmeden insan kendini gerçekleştiremiyor.Kendi soyadına dön deseniz artık “no way.” (imkansız)

Devamını Oku

Hisleri çok güçlüydü babamın, ölmeden önce suikastın rüyasını görmüştü

22 Ocak 2010

Bugün Uğur Mumcu’un 17’nci ölüm yıldönümü. 11 yaşındaydınız babanız öldürüldüğünde. 11 yaşında ölümü kavrayabiliyor mu insan? Siz nasıl yaşadınız o günü...Bir anda kavrayıp, bir anda büyüyorsun. Aslında ben de gidecektim annemlerle o gün... Eğer gitseydim, muhtemelen ben de ölecektim çünkü her zaman babamla arabaya binerdim, yanına otururdum hemen. Annemle ağabeyim gelene kadar babamla arabada vakit geçirirdik. Renault 12’den bahsediyoruz, ısıtmak gerekiyordu, bilirsiniz. O gün garip bir his geldi bana, gitmek istemedim babamlarla. “Gelmek istemiyorum” dedim. Hayatımda böyle bir duygu bir daha da yaşamadım zaten. Babam beni evde yalnız bırakmak istemediğinden annem babamı ikna etti ve evde kaldım. Babasının kızıydım. Babam önce çıktı evden, annem arkadaydı, kapı kapama sesiyle de bir patlama oldu zaten. Anahtarım yok diye dışarı çıkmadım. O sırada elektrikler kesildi. “Trafo patladı herhalde” diye düşündüm. Annemler de geri gelmedi, “Demek onlar çoktan gitti” dedim içimden. Ama bir süre sonra telefonlar çalmaya başladı. “Gerçek mi?” diye soruyorlardı. Sonra komşumuz Ayça geldi. Annem onu göndermiş. Piyano çalardım o dönem, beni öyle oyaladı. Ardından eniştem geldi. Bir saat içinde de ev çok kalabalık oldu zaten. Annem geldi sonra. Abim de 15 yaşındaydı. Bulutsuzluk Özlemi’nin konserine gitmişti o gün. -Anneniz size hemen söyledi sanırım değil mi babanızı kaybettiğinizi?Annem özellikle kendi söylemek istedi sanırım. Hayatın ilk 11’indeydim daha ama annem ve yanında kırmızı burunlu ağlamış insanlar hatırlıyorum, “Yiğit ol yavrum baban öldü” dedi. Şok geçirdim ve tam o sırada fotoğraf çekildi. İçerisi dolmuş bile, limon kolonyası döküyorlardı bana, hâlâ nefret ederim limon kolonyasından. O sırada Erdal ve Sevinç İnönü geldi. Böyle bir ortamdı.-Abiniz Özgür Mumcu, konserdeydi dediniz.Bulutsuzluk Özlemi konserine gitmişti. Nejat Yavaşoğulları’yla bunu sonradan konuştuk. Abimin konserde olduğu bilindiği için bir aile dostumuz gidip alıyor... Bulutsuzluk Özlemi’ne haber veriyorlar, anons falan ediyorlar, abimi buluyorlar. Arabaya binince de “Baban kaza geçirdi, GATA’ya götürüyorlar” diyorlar. Abim de zeki bir insandır “GATA ne alaka, babam askermi ki” diyor. Sokağa girince arabayı görünce anlamış. Tam o sırada arabayı çekici üzerinde götürüyorlarmış. Araba korkunç bir haldeydi zaten. Direksiyon yukardaydı. 11 yaşındaydım ama adım adım bir şeylerin geldiğini hissetmiştim -Hâlâ aynı evde misiniz? O sokakta?Zaten büyük bir travma yaşıyorduk, çıkarsak evden anıları da bırakırsak bu çok sert bir hâl alacaktı, belki de o nedenle ayrılmadık. Evi değiştirmek ya da anıtı her gün görmek o kadar etkilemiyor, çünkü olayın ardından bir bakkala girdiğimde babamın resmiyle karşılaşıyorum ya da gece otobüste uyuyakalmışsın gözünü bir açıyorsun herhangi bir şehirde Uğur Mumcu Bulvarı var, arkadaşlarınla buluşup belki biraz eğlenmek için yola çıkmışsın. Bunlar bir çocuk için çok zor şeyler. Ama bir şekilde alıştık.-Abiniz ve siz neler olduğunun farkında mıydınız yoksa yıllar içinde büyüdükçe mi babanıza ne yaptıklarının farkına vardınız?Adım adım bir şeylerin geldiğini hissediyordum ben. Teyzemlerdeydik, Bahriye Üçok’un öldürüldüğünü öğrenmiştik, hemen eve gelmiştik iyi hatırlıyorum günü... Muammer Aksoy, Çetin Emeç yakın aralıklarla öldürülmüştü. Bunlar evde çok yoğun konuşuluyordu, hapishanelerden babama el yapımı tespihler geliyordu. Niye geliyor bunlar, mektuplar. Son beş senedir, evde çalışıyordu. Yan daireyi de katmıştık. Hâlâ duruyor orası, 45 bin kitaplık kütüphanemiz var. Arşivlerin hepsine bakıldı zaten. Geceleri çalışırdı babam. Printer sesi gelirdi içerden. Bilirdim ne çalıştığını. Çalıştığı şey neyse karakterlerini yaşar gibi anlatırdı bize. İçine girince öyle bir özelliği vardı, tekrar canlandırarak anlatırdı. Hiçbir zaman bir haberi alt metinsiz okumazlardı annemler. Bütün gazeteler okunurdu. Babam son dönemlerde ne çalışıyordu biliyorduk. Çünkü evimizin içinde konuşulurdu, babam anlatan biriydi. 11 yaşındaydım. Pasif, alıngan, girişken olmayan, sessiz bir çocuktum. Olaylar beni bambaşka biri yaptı. Fotoğraf çekiyorum, şarkı söylüyorum, şubat ayında caz dersi almaya başlıyorum. Mehmet Ağar o meşhur tuğlanın altında kaldı, öyle gözüküyor -Peki, 17 yıl da geçti. Siz bir sonuca varabildiniz mi? Ve aileniz?Kendi adıma şunu çıkarttım yıllar içerisinde, babamın gerçeğe doğru ilerlediğini düşünüyorum. -En son çalıştığı konuyu, PKK ve MİT ilişkisini, Öcalan’ın MİT elemanı olduğunu söylüyorsunuz değil mi?Evet. Baki Tuğ’la 25 Ocak günü randevusu vardı ve muhtemelen Apo’nun MİT ajanı olduğuna dair bir belgenin izine ulaşmıştı. Bu belgeyi aradığını da biliyordum. Üzerine hiç gidilmedi. Baki Tuğ’la görüşüldü mü hiç bilmiyorum. Adım adım gittiğimiz, babamın araştırma teknikleriyle de gittiğimizde -çünkü amcam da halam da hukukçu- bir yere kadar gittik ve o meşhur duvar çıktı karşımıza. “Tuğlayı çekemem, çekersem duvar yıkılır demişti” Mehmet Ağar, annem de “Çekmezseniz siz de altında kalırsınız” demişti. O konuşma gerçek, şahitleri de var. Mehmet Ağar altında kaldı herhalde o duvarın, öyle gözüküyor. İ lk defa acıları olan biriyle röportaj yapmıyordum ama bu sefer benim için gerçekten çok zordu. O acının üzerinden 17 yıl geçmesine rağmen zordu. Çünkü babanın ne demek olduğunu bilirsen geçen yılların hiçbir önemi olmaz, o acı önünde eğilirsin ancak. “Babasının kızıydım” dedi. Gözleri doldu bunu söylerken. Elim ayağım titredi, çok korktum ağlayacak diye, çok korktum acısını gösterdiği için utanacak diye, ben Özge’nin acısından çok korktum. 28 yaşındaki Özge Mumcu babası Uğur Mumcu’yu alçak bir saldırıyla kaybettiğinde 11 yaşındaymış. Nasıl korkmam? Arabasını evin önünde patlattılar nasıl korkmam? Babamı çok severim nasıl korkmam? Türkiye’de yaşıyoruz nasıl korkmam? Özge anlattı ben dinledim, ayrılırken ona sıkı sıkı sarıldım. Ve korktuğumu ona hiç belli etmedim. Patlamada babamın bedeninin düştüğü bahçe şimdi park oldu İlk yıldan itibaren her yıl bugün anma töreni düzenliyoruz. Birkaç yıl içinde de 24-31 Ocak haftasını Adalet ve Demokrasi Haftası olarak düzenleme kararı alındı. İlk yılın kasım ayında insanlar bir şey bekliyordu aileden, iki ay içinde organize olarak bir kapalı spor salonunda 5 bin kişinin de katıldığı bir anma etkinliği yapıldı. Yıllar boyunca çok değerli tiyatrocular, müzisyenler maddiyatı düşünmeden anma etkinliklerinde katılımcı oldu. 2000’den itibaren ise bu haftalara isim koyduk, güncel siyaseti de yakalamak için, bu sene başlığımız “Hukuk Devleti, Hepimiz İçin.” Alt başlığı da 24 Ocak’ta Uğur Mumcu Sesleniyor “Güdümlü hukuk, peşin yargı, siyasal kin.” Bu yıl içlerinde demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların, meslek odalarının, gazetelerin ve siyasi partilerin de bulunduğu 42 kuruluş etkinliklere katılıyor. Paneller, konferanslar, dinletiler, tiyatro oyunları olacak. 24 Ocak’ta sokakta sinevizyon gösterisi yapacağız adı “Buradaydık.” Patlamanın olduğu yerde şimdi bir anıt var, su deposunun bahçesiydi orası park oldu. O şiddetli patlama olduğunda babamın bedeninin düştüğü karlar içinde olan o bahçe işte, resmi hatırlarsınız. Annem çok uğraştı ve orası park oldu. Hangi örgütün yaptığının önemi yok, taşeron firma gibi görüyorum bunları, emri veren kim? -Kızı olarak yapanı mı yoksa yaptıranı mı bulmak istiyorsunuz?Babamın ulaştığı gerçekleri de engellemek için, herhangi bir örgüt kullanılmış olabilir. Kürt kimlikli olur, siyasal İslam kimlikli olur ya da öldüren siyasi bir ideolojiye sahipmiş gibi gözükebilir. Ama bu cinayetin siyasi ideolojiye sahip olup olmamasından ziyade, gerçekten kim yapmış olabilirle ilgilenmek istiyorum. Emri veren kimdir? Çünkü Türkiye’de o sırada 90’dan başlayan suikastlar ideolojik kavgayı körükledi ve çoğu da siyasal İslam kökenli örgütlerin öldürdüğü söylenen cinayetlerdi. O konjonktürde bunu kullanmak işlerine gelirse bunu kullanırlar. Hrant Dink suikastında da Ermeni kimliği üzerinden bir şey kurmak isterlerse onu kullanırlar. Çünkü bunlar büyük infial yaratacak eylemlerdir ve toplumu parçalayacak eylemlerdir. Bu kimlerin işine yarar ona bakmak lazım.-Sizce Uğur Mumcu kurban mı seçildi, hedef miydi?Öldürülen kimse kurban değil bence. Siyasi cinayetlerde herkes hedeftir. Ve iç içe bu. Şunu söylemek istiyorum, konjonktürel olarak uygun olduğunda taşeron örgüte verirsin işi, o da öldürür. Kimin yaptığının bir önemi var ama kimin yaptırdığı daha önemli. Cenazede tabutu ellerde dolaştırma lafı geçmişti. Annem ’Sandığınızdan çok daha fazla kalabalık olacak, tabutun parçalanmasını istemiyorum’ demişti. Onun üzerine organizasyon yeniden yapıldı. Erbakan geliyor, annemi kızı zannediyor, halamı karısı zannediyor. Babam da gündelik hayatın mizahını çıkarma vardı, cenaze evinde de hayatta da buna devam ediyoruz. Toplumsal bir figür olmuş kaybettiğiniz babanızın ardında durmak güzel ama çok zor. Çok yorucu yanları var. Bireysel yaşama müdahale eden ve aslında onu da besleyen yanları var. 13-14 yaşındayken bütün yazılarını bilmem gerekti, öyle hissediyordum. Gazeteler kartondan maket evler veriyorlardı. ’Baba Cumhuriyet niye vermiyor?’ demiştim ’Kızım parası yok onların’ demişti... ’Ama verse Anıtkabir verir değil mi?’ demiştim, çok gülmüştü babam.Bilip söylemediği bir şey yoktu. ’Demirden korkan trene binmez’ derdi. Cesaretini açıklayan şey budur. Susurluk’u çözmüştü. Çatlı’nın adını ilk yazan kişidir Uğur Mumcu.Gitmedikleri davet yoktu. Çocuklu aktiviteler. Karı-koca gezerlerdi. Her cuma yakın aile dostarıyla yemek yenirdi. Pazar balık yenilirdi. Yürüyüşe çıkılırdı. Düzenli, iyi bir aile hayatımız vardı.Haksızlığa karşı bir öfke duyuyorum ki, hâlâ Uğur Mumcu Vakfı’nda çalışıyorum. Ve işlerin yürümesine çalışıyorum, yoksa bambaşka bir sürü iş yapabilirdim. Yeteneklerim bununla sınırla değil yani. Dolayısıyla bu benim hayat yolum ve haksızlığa karşı kurulmuş durumda.Mezara pek gitmem. Yıldan yıla gidiyorum. Bana “Sen büyüyeceksin ama ben senin yanında olamayacağım” derdi -Çok fazla senaryo var suikastın sebebiyle ilgili. Özel olarak inandığınız ya da kanıtların daha güçlü olduğu bir tanesi var mı?Çok iç içe geçmiş ilişkiler bunlar. Yumak yumak birbirine dolanmış. O yüzden neresinden çekersen, aklının yatacağı bir hikaye çıkıyor karşına.-Son zamanlara daha artan bir tedirginliği var mıydı? Ya da evde anlattığı özel bir durum?Silahı ve çelik yeleği vardı. Üç senedir falan bunlar vardı. O ay içinde şöyle ilginç bir olay var. Rüyasında, kendisini yukarından kendisine bakarken görmüş ve bacakları yokmuş. Patlamada bacakları kopmuştu babamın. Sezgileri çok güçlüydü. Hisleri çok kuvvetliydi. “Bilmem kim ne yapıyor acaba?” derdi, bir arardı, adam ölmüş mesela. O rüya onu etkilemişti. Şunu hatırlıyorum “Sen büyüyeceksin, araba kulanacaksın, evleneceksin, ama ben yanında olmayacağım” derdi. “Niye?” deyince de “Bastonlu olacağım o yüzden ama yanında olamayacağım” derdi. Hissediyordu nedense uzun ömrü olmayacağını. Annemi o günlerde ağlarken hiç görmedim, açıkçası biz de ağlamadık, acımızı göstermedik -Çözüleceğine inanıyor musunuz bu cinayetin?Çözülebileceğine inanmak isterim ama hiç inanmıyorum. Tecrübelerimiz bunu gösteriyor. Ama inanmak istediğimiz için de, aile olarak, bugüne kadar ne yapılması gerekiyorsa yaptık. Şurada 57 dosya var, hepsi Umut Operasyonu davası dosyaları. Bombayı koyan bulunmadı. Bulunsa dahi Kudüs Savaşçılarının yani eylemleri yapan örgütün, terörün taşeron firması gibi çalıştığını düşünüyorum. Arkasında kim var hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz, biliyorum. Savsaklanmış bir soruşturma süreci var tüm siyasi cinayetlerde. Muammer Aksoy’un oğlu suikast günü olay yerine gittiğinde “Oğluyum” deyip girmiş. Kimse kimlik mimlik sormamış. Bizimkinde de Demirel gelecek diye sokağı süpürdüler, tüm delilleri yok ettiler. “Akıllarına koymasın, Kennedy’i bile vurdular Uğur Mumcu’yu mu vurmayacaklar” dedi Demirel. Siyasiler böyle yaklaşırsa cinayetleri nasıl çözeceğiz ki? Toplumsal bir olayda bireysel kavgamızı veriyoruz.-Anneniz Güldal Mumcu, amcanız Ceyhan Mumcu, halanız suikastın çözülmesiyle ilgili 17 senedir uğruşıyor. Siz ve abiniz...Cinayet soruşturmalarına annem bizi dahil etmek istemiyordu. Ama konuşuyorduk. Abim de ben de hep içindeydik. Aile çevremiz birbirine çok bağlıdır. Amcalar, halalar, dedeler, kuzenler bizi pamuklara sardılar. Annem bizi korumak adına geride tutmak istedi. Mahkemelere gitmedik. Annemi o günlerde ağlarken hiç görmedim. Biz de ağlamadık açıkçası. Yani bizim ağladığımızı da kimseler görmedi. Gece yatağımda ağlardım. Evimiz yabancı doluydu çünkü. Vardır ya yabancıların içinde öyle ağlayıp zırlamak olmaz, dik durursun, böyle bir kültür vardır, çocuk da olsan bunu o an yapıyorsun. Uzun süre yalnız kalmadık. Ailemiz seferber oldu. Olay sürekli haberlerde, her yerde karşınızda ama siz evde bir taraftan da toparlanmaya devam ediyorsunuz. 15 gün sonra okuldaydım. Zaten sömestir tatilinin üçüncü günüydü. Okul açıldı okula gittim, metametik sınavı gelince ona girdim.

Devamını Oku

"Allah demekten korkmuyorum"

10 Ocak 2010

Beni tasavvufla buluşturan müziktir, müzik diye o işlere girdim ben... Ak Parti’yi desteklerim ama Ak Partili değilim, bunu başlık yapıp beni Cat Stevens durumuna sokma. Foto galeri için tıklayın Mazhar Alanson’un geçtiğimiz hafta kitabı çıktı, Mazharolmak. Başka hiçbir kitaba benzemeyen kitap. Sayfaları el yazısı, istemediği satırların üzerini karalamış, gençliğinden çocukluğundan fotoğraflar, meraklısına şarkılarının notaları, kendi yaptığı yağlıboya resimler, küçük sırlar. Eğer siz de bu hayatta mazhar oldum demek istiyorsanız Mazharolmak’ı büyük bir zevkle okuyacaksınız. Mazharolmak... Ne güzel lafmış... Şarkı sözlerinin olduğu, kendinizi ve şarkıları anlattığınız, başka hiçbir kitaba benzemeyen bir kitap yazdınız...Serdar Erener buldu Mazharolmak lafını... Ben de çok beğendim. Ben bunu bulamazdım. Serdar bastı kitabı, onun ajansı yani Alametifarika. Kapağını da yaptılar. Gitarımın üstünü yağlıboya resimlerden kolaj yaptım. Kapakta gitarın o renkli resmi vardı, orijinal halinde. Onlar bu hippilikten kurtardı. Çok zarif oldu. Çok emek verdiğim bir kitap. Dediğin gibi ben de bir başka benzeri olsun istemedim kitabın, o yüzden uğraştım. Üşenmedim. Bu yüzden de bastırma aşamasında kimseye güvenemedim. Serdar Erener’e emanet edebileceğimi düşündüm sadece. Hiç bozmadan, kıymetini bilerek basması gerekiyordu çünkü. Bunu anlayacak nadir adamlardan biridir Serdar. İlk gördüğünde çok güzel iltifat etti bana, “Çok kıskandım” dedi. Garanti Bankası büyük bir kısmını satın aldı. Ergun’a (Özer) çok teşekkür ediyorum. Ali Taran, “Bu kitap değil, bu bir şey” dedi, mutlu oldumBu ne kitabı?Bu şarkı sözü kitabı. Ama böyle deyince kitabı azaltmış oluyorum, bu kitap desem bu sefer utanıyorum, kitap yazmak bu değil. Bu kitap değil “bir şey” bu. Bunu da bana Ali Taran söyledi, çok beğenmiş, aradı “Bu kitap değil, bu bir şey” dedi. Çok hoşuma gitti. İçinde resimler, fotoğraflar var. Bütün resimler benim. Zaman içinde arasıra aklına geldikçe karıştırabilecek bir şey olsun istedim. Yıllar içindeki biriktirdiklerim. Samimi. Gerçek. Bu yüzden beğenildi sanırım. Bu samimiyete ihtiyaç var Türkiye’de. Çünkü sanatçılarda müthiş bir yapaylık var.Ne kadar zamanda hazırladınız kitabı?İki ay... Ama 10 yıl önce niyet etmiştim böyle bir şey yapmaya. Bir gün Bodrum’da bir arkadaşım bir ressamın küçük bir defterini gösterdi, içinde resimleri var. “Çok iyi fikir dedim.” Büyük bir defter aldım, yıllarca topladığım malzemeleri, derledim, iki ayda bitirdim. Biricik Hanım’ın müsaadeleriyle tabii, çünkü evi mahvettim. Kitaptaki bütün çizimler benim, müzik bilen renk bilirHep resim yapar mıydınız? Bu kitaptan sizinle ilgili o kadar fazla şey öğrendim ki...Yapardım. Ablamın kocasının resim galerisi vardı ben küçükken, zaten ilk suluboyayı da o almıştır bana. Resme yakındım. “Grafik olarak bize bir şey bırakmamışsın” dedi Serdar Erener. Kendim yaptım, kestim, yapıştırdım, boyadım. Bütün çizimler benim. Bazı resimlerin orijinali var. Bazılarını direkt o deftere yaptım, orijinal hali yani. Ama müzik bilen, beste yapan bir insan renkleri de yan yana koyabilir, buna inanırım.Kitabın içinde bir de CD var. 14 şarkınızı seçmişsiniz.Mikrofonun karşısına geçtim. Bir kerede baştan aşağı söyleyip çıktım. İçimden geldi bunları çaldım. Ertesi gün, başka şeyler çaldım. Baktım aynı havada değil, ilk yaptığıma döndüm. Hiç düzeltilmemiş haliyledir bu CD. Şaşırması, detonesi, heyecanı, duygusu hepsi içinde. Her şeyi mükemmel yapmaya tepki olarak yaptım, bu da özgüvenden kaynaklanır tabii ama... Yandım ve Sarı Laleler’de tek başıma bir şey yaptımYandım ve Sarı Laleler’in sanırım müzikal anlamda sizin için özel bir yeri var.Yandım ve Sarı Laleler’i tek başıma yaptım. 7’den 70’e herkes sevdi, o yüzden özeldir. Tek başıma derken, ben o, bu, şu yaptı diye ayırmam. Güllerin İçinden, Yağmur Var İstanbul’da, Bodrum, Hâlâ Umudum Var, Ah Bu Ben, Buselik Makamına bana aittir ama MFÖ şarkısıdır onlar. Birlikte söylediğimiz şarkıların sözü, bestesi kimin diye ayırmam. Ama Yandım ve Sarı Laleler hit ve tek başıma benim söylediğim parçalar. Ama geç yaşta bile olsa tek başıma bir şey yapmak hoşuma gitti. İlhami çok ziyaret eder beni ama böyle parçalar nadiren getirir. Başlangıçta Yandım’ın sadece melodisi vardı. Medine’de“Yandım yandım ah ki ne yandım” lafını buldum. Elimde bu satırımla Ali Taran’la çalışmaya başladık. Ben melodiyi tamamladım. Dayısının “Harbe dair” diye bir şiirinin üzerine oturtmaya çalışıyordum ki kavga çıktı. “Sözümü alıyorum” deyince, kızdım gittim. İnadına bu yeni sözleri yazdım. İyi ki de böyle oldu, eski sözler çok yadırgatıcı sözlerdi zaten. Yoksa kurtuluş harbine dair bir şarkı olacaktı. Şimdi aşk şarkısı oldu. Ali’yle adetimizdir küseriz, barışırız. MAZHAR OLMAK Sadece tasavvuf olmaz, ben tek kişilik değilim, kitapta bunu anlatıyorum aslındaŞarkı sözlerini, böyle kitapta olduğu gibi üstüste okuyunca çok etkileyi oluyor. Müthiş sözler... Ve tassavvuf hakim sözlerde değil mi?Sözlerim ağırdır. Söz müzikten öndedir benim ama seri yazamam. Sezen Aksu gibi. Uzun uzun yazarım. Bekletirim sözleri. Dokunur bırakırım, dokunur bırakırım. Çalışması çoktur bende... Mesela, en az üç dört tane versiyonunu bestelediler Mazeretim Var’ın, “Tamam” derlerdi, “Daha değil” derdim. Ben de ağır ağır olur bu işler. Yolum da tasavvuftur ama tasavvuf uygulamak o kadar kolay değildir, o yüzden ben müziğim açısından beslenmişimdir oradan ancak. Aldıklarım vardır. Benim Hâlâ Umudum var parçasında “Bıraksam kendimi şimdi oh ne rahat” diye bir cümle vardır. Ben kendimi hiç bırakamam. O şarkıdır. Tasavvufu yaşamak başkadır, etkilenmek başkadır. Tasavvufla uğraşılmaz, sonra tasavvuf seninle uğraşır görürsün. Ayrıca bir sanatçı arı gibidir. Çok çiçek dolaşmalısın. Sadece tasavvufla uğraşsam iyi olmaz. Ayrıca ben tek kişilik değilim, kitapta bunu biraz gösteriyorum aslında. Beni tasavvufla buluşturan sonuçta müziktir. Müzik diye o işlere girdim ben.Yalnızlık Ömür Boyu şarkısında, çok hoşuma giden bir şey yazmışsınız “O sıralar Osho okuyordum herhalde onun etkisinde kaldım. Yoksa insanların yalnız olduklarına inanmam.” Vay be büyük parça yakalamışsın ha. Bak, bunu kimse sormadı bugüne kadar. Güzel... Bu iki taraflı bir şeydir. İnsan bir yönüyle yalnızdır gerçekten. Yalnız doğar yalnız ölürsün. Fakat buna bir umut ışığı açmak için manevi yönümüzü katıp, Allah’a inandığın için yalnız değilsindir. Allah dostundur diye düşünürüm. O yüzden öyle yazdım. Bir de anan yaşıyorsa yalnız olmazsın. Tanrı da diyebilirsin ama ben tanrıyı başka anlamda kullanıyorum. Hollywood da tanrılarla dolu, Hindistan da... Ben Allah diyorum, Allah demekten de korkmuyorum. Batı’da özellikle Allah lafından korkuyorlar. Çocukluğumİki ablam var, benden 10 yaş büyükler. Aynur ve Ayla. Üç anneyle büyüdüm gibi oldu hep. Annem öğretmen. Teyzem operacı. Eniştem tiyatrocu. Teyzemin çocuğu olmadığı için benim üzerime çok düştüler. Babam senfoni orkestrasında baş trompetçi. Çok küçük yaşlarda onları seyretmenin tabii ki etkisi oldu üzerimde. Babamı ortaokul sonda kaybettim. Onu erken kaybetmek beni hep üzmüştür. Hindistan’a arayış için gitmedim, inanışım gitmeden belliydi. Ben Allah’a inanırımHindistan macerası var. Hindistan şarkısı var...Hindistan’a dünya görüşü araştırmaya gitmedim. Çok sıkıntılı bir dönemimdi benim, tur rehberi bir arkadaşım vardı ona takılıp gittim. Ashram’a gittim, iki meditasyon yaptım, geldim. Arayış için gitmedim, inanışım gitmeden belliydi benim. Allah’a inanırım. Osho’yu okumuşumdur, çok da inandığım bir şey değildir. Arayış için gitmedim ama bulduğum bazı şeyler oldu, beden dilini çok iyi biliyorlar. Arızalı yerin varsa hemen düzeltiyorlar. Şifacılığı çok iyi biliyorlar.Umre...Bana umre diye gelme sakın. Bak senin aracılığınla söylüyorum. Bana umreyi magazin gibi sorup durmayın. Altı kere gittim. Tamamdır artık. Kitapta da merakları giderici şekilde yazdım. Ama şunu söyleyeyim, ben de Amerikalı general olsam müslümanlardan korkarım. Nasıl, yüzbinler ip gibi düzgün sıraya girip namaz kılıyor, ezan sesiyle akın akın yerlerine geçiyor, inanılmaz büyüleyici, şaşırtıcı, etkileyici bir manzara söyleyeyim. Ayrıca “Tarikatçı, yok Ak Partili” diyorlar, ben sadece o değil bir sürü yerden geçmişim, onu anlattım kitapta. Ayrıca da Ak Parti’yi desteklerim ama Ak Partili değilim. Tayyip Bey’in de katılmadığım şeyi olsa söylerim. Buradan başlık yapıp beni Cat Stevens durumuna sokma.

Devamını Oku

Hasan Cemal VATAN"a konuştu

25 Aralık 2009

Eşiniz Ayşe Sözeri meslekte 40’ıncı yılınızı doldurduğunuz için sürpriz parti düzenledi size. Bekliyor muydunuz bunu?Beklemiyordum açıkçası.Parti istemeyen bir insan “Sakın bana parti yapma” der mi? Bu “Ben istemem ama sen yap” gibi... Ya da Ayşe Hanım gerçekten parti seven biri, o yüzden gerçekten önlem aldınız.Ayşe parti yapmayı çok sever. 60 yaşıma girdiğimde çok muhteşem bir parti yapmıştı. Ben ona yaparım tabii. 50 yaşına girdiğinde, evliliğimizin de 10’uncu yılıydı, çok güzel bir parti yaptım. Ayşe asıl çok sever ama bu işleri. Asaf Savaş Akad mesaj çekmiş bana “Hasan Cemal, Ayşe’den mesaj geldi sünnetinin bilmem kaçıncı yılıymış, geleceğiz partiye” diye dalga geçmiş. Ayşe o gece için Yakup’u kapatmış. Bütün gece mikrofon elden ele dolaştı. Herkes bir şeyler söyledi, küfürler etti. Eğlendik.Ne zaman “Parti yapma” dediniz Ayşe Hanım’a?Geçen Mayıs ayında, Kasım ayında 40 yıl dolacağı için, biliyorum düşünür çünkü “Aman bir şey yapma, hem mahcup oluyorum, hem sıkılıyorum, zorlanıyorum bu işlerden” dedim. Kendimi önemsiyormuşum gibi gözüken işler beni utandırır.40 yıl önemli ama geçen yıllar işte çok mühimsememek lazım Meslekte 40’ıncı yıl bence harika bir kutlama yapma nedeni. 40 yıl önemli bir şey tabii ama çok da önemsememek lazım. Geçen yıllar işte. Kıymetli ama. Kendi kendimi mühimsemiş gibi gözükürüm diye korkarım. Hayatımda kendimi hiç mühimsemedim çünkü. Herkes kendini sever tabii ama mühimsemek farklı bir şey. Neyse, Ayşe “Peki, peki” dedi bana. Ardından plan hemen başlamış tabii. Hiç hissetmedim. Tamamen sürpriz oldu gerçekten. Arada bir iki şüphelenecek şey oldu ama dikkate almadım. Bir gün bir CD geldi, üzerinde hiçbir şey yazmıyor. Koydum baktım, çocukluğumdan beri olan askerlik dönemi, gazetecilik dönemi bir sürü fotoğraf. Merak da ettim. Ayşe’ye sordum. “Bilmiyorum” dedi. Sonra anladık ki Bülent Erkmen’e yollanacak CD’ymiş o. Bülent’le ben Cumhuriyet’in eski halinden yeni haline geçişini beraber yapmıştık. 81-83 arasında Cumhuriyet’in tipodan ofsete geçişinin her şeyini o yaptı, tasarım ustasıdır.(Kırk yıllık Gazeteci Hasan Cemal kitabının röportajlarını yapan gazeteci Ezgi Başaran’a sordum, neredeyse yakalanacakları anı şöyle anlattı: Ayşe Cemal evdeki eski fotoğrafları gizlice toplayıp bir CD’ye kopyaladı. Fakat sonra o CD’yi Hasan Cemal’in masasının üzerinde unuttu. Hasan Abi’nin, niçin bütün fotoğrafların böyle bir CD’de toplandığına bir türlü anlam verememekle beraber içine bir kurt düştü. O kadar ki Okay Gönensin’i aradı. “Ya oğlum masamda böyle bir CD buldum, neyin nesidir sence?” diye sorunca Okay Abi içinden kıs kıs gülerek yangına körükle gitmekte hiç beis görmedi: “Lan Hasan Ergenekoncuların işi olmasın bu?!” Neyse Allah’tan Hasan Abi’nin kafasında bin türlü iş... Unuttu gitti. Biz de rahatladık.)İçeri girince mahcup oldum ilgi odağı olmak beni tedirgin ederSiz Eyüp Can’la baş başa yemek yiyeceğinizi mi zannediyordunuz o gece?Ayşe, Eyüp’ü beni marke etsin diye görevlendirmiş. Şöyle oldu, partiden 15 gün önce beni Ali Bayramoğlu aradı, partinin tarihini vererek “Benim doğum günüm var, not al, Yakup’a gideceğiz” dedi. “Tamam” dedim, notumu aldım. Partiden önceki çarşamba günü akşam sohbet ediyoruz Ayşe’yle, telefonum çaldı, Ahmet Davutoğlu’nun danışmanı, üç günlük geziye davet ediyor. Son bir-iki davete de katılamamıştım. Buna da hayır diyemem artık duygusuyla “Gelirim” dedim. “Hatta ben cuma akşamından gelirim Ankara’ya” dedim. Ben bunu der demez, Ayşe daha önce hiç görmediğim bir biçimde “Hayır gidemezsin, olamaz” diye fırladı. Hiç böyle şeyler yapmaz, özellikle mesleğimle ilgili. “Ali’nin doğum günü var” dedi. “Varsa var, Davutoğlu’yla gidiyorum derim ben ona” dedim. “Hayır” diye devam ederken ekledi, “Hem pazar Elif’in doğum günü.” Evet, büyük kızımın doğum günü, pazar günü öğle yemeği yiyecektik, onu unutmuşum. Ve gerçekten onu bırakıp gitmem. Telefon açtım hemen “Kızımın doğum günü var, gelemeyeceğim” dedim. Gerçekten mi? Babası yoğun bütün çocuklar, bu satırdan sonra uzun uzun boşluğa doğru bakacaklar sanırım. Ne harikasınız. Sonra ne oldu?Ayşe’ye “Bu kadar tepki göstermeni anlayamadım” dedim. Ertesi sabah Eyüp aradı, “Abi sohbet edelim” dedi. “Tamam ama Ali’nin doğum günü var, Yakup’a gideceğim” dedim. “Olsun abi öncesinde buluşalım” dedi. Taksim’de buluştuk. Sekiz buçuğa doğru “Ben gidiyorum” dedim. Eyüp “Ben de geleyim, oradan devam ederim” dedi. Yakup’un önüne gelince fotoğrafçıları, bir de kitabın kapağı kocaman afiş halinde asılı, onu gördüm. “Basıldık” dedim içimden. İçeri girince tuhaf bir duygusallık sardı tabii beni. Mahcup oldum. Utangacımdır, ilgi odağı olmak beni tedirgin eder, mahcup eder. Rahatsız oldum. Kızlar Elif, Defne, Ayşe, duygusal ortam. Defne (12), küçük kızım konuşma yaptı, en sonunda da “Babamla gurur duyuyorum” dedi. Çok fena oldum. Ayşe ağladı. Sonra Defne’ye sordular “Baban da ağladı mı” diye. “O tutar kendini” dedi. Onu her gördüğümde şaşırırım, yine gördüm yine şaşırdım. Kim inanır meslek hayatında 40 yıl geride bıraktığına, kim inanır 65 yaşında olduğuna. Hasan Cemal yakışıklı genç bir delikanlı gibi. İki hafta önce, eşi Ayşe Cemal Sözeri, gazetecilikte 40’ıncı yılını doldurduğu için, ona sürpriz bir parti düzenledi. 80 yakın arkadaşı o gece orada koca bir geçmiş andı. Demek ki bizi yaşlandıran geçmiş yıllar değil ,aklımızdan geçenler... 37 arkadaşım yazı yazmış, çoğunda sert eleştiri, kırgınlık var Bir de sürpriz bir kitap hazırlamış Ayşe Hanım. Herkesten yazılar alınmış, Ezgi röportajları yapmış, İsmet Berkan ve Kerem Çalışkan, Hasan Cemal kronolojisi yazmışlar. Fotoğraflar var. Bülent Erkmen tasarlamış. Kaç yazı var orada?37 tane. Birçok yazıyı severek okudum. İnsan egosu, kendine dönük her şeye bayılıyor. Ama baban diye söylemiyorum, yazısını da kitabın sonuna koymuşlar ama Ahmet Altan’ın yazısı çok önemli bir yazı. Çünkü beni çok iyi anlatıyor. Bendeki değişimi müthiş bir biçimde anlatmış. Duygu dünyamı. İşte bu yazarlık. Birçok yazıda çok ciddi eleştiriler var; Cengiz Çandar’da Sedat Ergin’de, Osman Ulagay’da, Umur Talu’da, Cengiz Turhan’da da var. Yakın çalıştığım birçok arkadaşımın eleştirisi var. En sert yazı Umur Talu’nun. Her yazıda aşağı yukarı sert eleştiri ve kırgınlık var. Ayşe iyi bir yöneticilik yapmış. Demiş ki “Yazıları olduğu gibi koyacağız yoksa Hasan Cemal çok kızar.” Gerçekten çok kızardım, eleştiriler yazılardan çıksaydı. 40 yıl içinde hatamız da var sevabımız da tabii. Bazı eleştiriler yerli yerinde. Ama bazıları abartılı. İsim önemli değil. Farklı algılar yüzünden böyle oluyor.(Kitabı hazırlayanlardan Ezgi Başaran anlatıyor: Kitapta 37 kişi Hasan Cemal nasıl bir gazetecidir, kendilerine göre anlatıyor. Teker teker aradım hepsini. “Hasan Cemal’e sürpriz bir kitap armağanı hazırlıyoruz, siz bana o nasıl biridir anlatın” dedim. Bir kısmı “Konuşmaktansa yazmayı tercih ederim, öyle daha iyi anlatırım” dedi. Geri kalan büyük bölümüne ise teybimi alıp gittim, uzun uzun konuştuk. Orhan Pamuk dışında yazıyı kitaba basılmadan önce görmek isteyen olmadı, ben de göndermedim. Ayşe Cemal röportajların tamamını, kitabı Bülent Erkmen’e teslim etmeden birkaç gün önce gördü. İsmet Berkan ve Kerem Çalışkan da öyle. Hiçbir yazının ya da röportajın noktasına dokunmadılar. Yazıların bazıları kısa bazıları uzun. Ne anlattılarsa o kadar işte. Kimseyi uzunluk konusunda sınırlamadım, ne konuşurken, ne yazarken. Benim aradığım hiç kimse bu kitaba konuşmam demedi. Ama İlhan Selçuk, Emine Uşaklıgil ve Ali Sirmen’i aramadığımı da söyleyeyim. En baştan konuşulacak kişiler listesini yaparken zaten onları dahil etmemiştik. Bu bir armağan kitabıydı. Belgesel ve objektif olması şartı yoktu. Kimsenin üzülmesine, kırılmasına, tansiyonunun çıkmasına lüzum yoktu. Bu söylediğim her iki taraf için de geçerli, sadece “Aman Hasan Cemal üzülmesin” hassasiyeti göstermiş değiliz. Hasan Cemal, Yakup’ta toplandığımız geceden önce kitaptan tamamen bihaberdi. Bu sürprizi muhafaza etmeyi, -hele de içinde 40’a yakın gazetecinin olduğu böyle bir sürprizi- nasıl başardık ben de bilmiyorum. Ama oldu. Dolayısıyla neyin kitaba konulacağı, kimin aranıp aranmayacağı konusunda Hasan Cemal hiçbir noktada söz sahibi olmadı. Kimlerle konuşulacağına Okay Gönensin, Ayşe Cemal, Kanat Atkaya ve ben karar verdik.) Bir ucu Ergenekon’a açılan bir Cumhuriyet benim Cumhuriyetim değildir“Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” kitabınızı çıkarılı 10 yıl oldu. Ama hâlâ bazı satırlarını hatırlıyorum. Çünkü insanın içini yakacak cesarette bir özeleştiri vardı. Deniz Gezmiş’lerin idamına gitmesinde payımız var demiştiniz... Bundan çok etkilenmiştim. Size hazırlanan kitapta Ahmet Altan “Sahip olduğu ne varsa kaybetmeyi göze aldı ve kendi kaderini bir daha yazdı” demiş. Bu sizi birçoğumuzdan ayırıyor. Bunu nasıl yaptınız?Mülkiye okuduğum dönemde sol radikal, kendine devrimci diyen bir genç adamdım. Bir yerde komünist, bir yerde solcu, bir yerde radikal. İlk girdiğim ray Doğan Avcıoğlu ve İlhan Selçuk’la beraber Devrim Dergisi’ydi. Amacımız devrimdi ama pratikte yapmak istediğimiz askeri kışkırtarak darbe yaptırıp, kendimize devrim yolunu açmaktı, buna inanıyorduk. Ciddi olarak inanıyorduk. Daha güzel bir dünyaya bu yoldan gidilebilirdi bize göre. Gençleri kışkırttık. Darbe oldu. Gençler çok kötü günler yaşadı. Asılanlar oldu. Bu benim içime işledi. “Deniz Gezmiş’lerin idama gitmesinde vicdani payımız var” diye yazdım. Bunun saklanacak bir tarafı yok. Deniz Gezmiş’in bana lafıdır, “Marksist cunta ne zaman geliyor”, bunun esprisini yapan insanlardı. Bir yıl sonra idam sehpasında gördük onları. Bu korkunç bir duygu. İstediğimiz dünya hedef olarak güzel bir dünyaydı, ama seçtiğimiz yol geriye dönüp baktığımda eleştirilmesi gereken bir yoldu. Elde silah, askeri darbeye davet ettik, sonunda da tam tersine tüm özgürlüklerin içine eden bir zemin oluşturmuş olduk. O dönem beğen beğenme Türkiye İşçi Partisi seçim yoluyla gelen çok partili dönemi savunmak lazım diyorlardı. Ecevit de ortanın solundan bunu söylüyordu. “Halkın oyundan ayrılmayalım, seçim sandığından” diyordu. Yerin dibine batırıyorduk Ecevit’i. Kimine göre bu döneklik oldu. Askeri darbeyi kışkırtan bir hareketten dönmek döneklikse döneğiz. Bu kavga Cumhuriyet’te olan kavga. Bugün Ergenekon’a gelen çizgi de aynı. Ben gittim İlhan Selçuklar geldi Cumhuriyet kavgasında yenilmedim ama kaybettim40 yıllık Bab-ı Âli macerasının 18’i Cumhuriyet gazetesi. Bu bölümü yazdınız, söylediniz, anlattınız. Sürekli bunu anlatan adam olarak gözükmenizi istemem ama yine soracağım izninizle. Siz Cumhuriyet kavgasını kazandınız mı, kaybetiniz mi sizce?Yenilmedim ama kaybettim o kavgayı tabii. Çünkü gitmek zorunda kaldım, İlhan Selçuklar geri geldi. Ama ben kendi görüşlerimle devam ettim, iç huzurumla yaşadım. Fikirlerim yenilmedi yani. Onlar geldi kendi kafalarına göre yaptılar gazeteyi ama Cumhuriyet gazetesinin o döneminden Ergenekon’a kadar bir çizgi çekebiliyorsun. Ben geldiğimde 80 darbesi olalı yedi-sekiz ay olmuştu. Ben gelince “Artık bu gazetenin anlayışı şudur, iyi darbe kötü darbe ayırımı yapılmayacak, hepsi kötüdür” dedim. Bu büyük kavga yarattı. Nadir Bey “Yapmayalım” dedi. Bu büyük tepkiye yol açtı. Ben ilk kez 27 Mayıs Darbesi diye yazınca iyice ortalık karıştı. Ama 83’e, Özal’a kadar demokrasi adına çok iyi bir duruş gösterdik. Tiraj arttı. Yüzünü değiştirdik gazetenin. 87’ye kadar da öyle böyle idare ettik. Her zaman kapalı kapılar adında bir çekişme vardı, demokrasinin özüyle ilgili bir çekişmeydi bu. Hem ekonomi hem siyasette liberal çizginin savunulması, çoğulcu demokrasinin savunulması İlhan Selçuk ve arkadaşlarının çok sevmediği işlerdi. Gazetede Karl Popper adının çıkmasından hoşlanmazlardı mesela. Ben Havel’i savunmaya başlayınca masada büyük kavga etmiştik. Berlin duvarının yıkılması falan İlhan Selçuk’ta büyük hayal kırıklığı yarattı. O duvar yıkılırken bizim gazetenin duvarları da sarsıldı o zaman. Aile kavgası Cumhuriyet’te hiç bitmedi. Nadir Nadi ve kardeşleri arasındaki kavga hiç bitmedi. Bizim dönemde de eski yeni kavgası patlayınca aile kavgası da tekrar su yüzüne çıktı. Ben bu kavgayı hiç yapmak istemedim. İlhan Abi de bunu bilir. “Biz aile kavgasını tetiklersek, dengeyi bozarsak parçalanırız” demiştim. Dinlemediler. Amacım kavga hiçbir zaman olmadı ama geri de çekilmedim, savaştım. Siz o döneminizi seviyorsunuz ama...Kendi dönemimi çok sevdim. Ben ayrıldıktan sonraki Cumhuriyet benim Cumhuriyetim değildir, İlhan Selçuk’un Cumhuriyetidir. Bir ucu Ergenekon’a açılan bir Cumhuriyet benim Cumhuriyetim değildir. Hayatımın en güzel yılları Cumhuriyet’te geçti. İlhan Selçuk’un sizin ailenizde de önemli bir yeri vardı. Benim hayatım için de çok önemliydi. Abim yoktu ama İlhan Selçuk benim abimdi. Her şeyi paylaştığım, özel hayatımı bile paylaştığım, elimden tutun biriydi. Ama şimdi küsüz, kırgınız birbirimize. İlhan Abi benden daha katı. O daha küs ve kırgın. İdeolojik farklılık yüzünden, ikimiz de birbirimizi bir türlü affedemiyoruz. İlhan Selçuk, 1990’lardan 2003 darbe tertiplerine kadarki süreçte rol oynadı“Benim Cumhuriyet’te İlhan Selçuk ve arkadaşlarıyla verdiğim kavganın ne anlama geldiği Balbay günlükleriyle ve Ergenekon’la ortaya çıktı” diye yazdınız.Basit, gazetecilerin iktidar kavgası değildi bu tabii ki, demokrasi kavgasıydı, 1992’den itibaren İlhan Selçuk’un yazılarını düzenli bir şekilde takip eder oradan bir çizgi çizerseniz 2003’teki Şener Eruygurların içinde bulundukları darbe tertiplerine bağlanır. Balbay’ın günlüklerini, darbe günlüklerini ve İlhan Selçuk’un yazılarını beraber okursanız, nasıl ki Aytaç Yalman’ı, Şener Eruygur’u emekli olur olmaz alıp, Cumhuriyet’in vakfının danışma kurulu üyesi yaptı, her şeyi yerli yerine oturuyor. Balbay’ın tutuklu kalmasına gerek yok, paşalar dışarıdayken üstelik, buna içim elvermiyor. Ergenekon sürecinde birçok hukuki aksama da bulabilirsiniz ancak askeri hukukun içine çekecek bir süreçtir bu, “Erdoğan tarafından icat edilmiştir, ona karşı olanlar tutuklanıyor” derseniz bu ahmakça ve işi saptırma çabasıdır. Benim vicdanımda gayet nettir durum, İlhan Selçuk 90’ların başından 2003 darbe tertiplerine kadar olan süreçte gayet önemli rol oynamıştır. Bu davalar beraatle bile sonuçlansa, görünen şeyler açıktır. Kim inanıyor ki yapmadık etmedik demelerine. Biz de aynısını yaşadık, 9 Martçılar mahkemeye çıktı, beraat etti, çünkü ucu hava kuvvetleri komutanı Muhsin Batur ve Genelkurmay Başkanı Faik Gürler’e dayanıyordu. Kitap bilgisiKitap 1000 adet basıldı. İçinde Altan Öymen, Atilla Aksoy, Okay Gönensin, Yalçın Doğan, Ali Acar, Yalçın Bayer, Meral Tamer, Refik Durbaş, Murat Belge, Osman Ulagay, Cengiz Çandar, Atilla Dorsay, Umur Talu, Ümit Kıvanç, Bülent Erkmen, Şahin Alpay, Kerem Çalışkan, Enis Berberoğlu, Hadi Uluengin, Yavuz Baydar, İsmet Berkan, Sedat Ergin, Şebnem Şenyener, Orhan Pamuk, Tuğrul Eryılmaz, Mehmet Ali Birand, Zafer Mutlu, Derya Sazak, Mehmet Yılmaz, Oral Çalışlar, Ali Bayramoğlu, Cengiz Turhan, Gürsel Göncü, Ergun Babahan, Doğan Hızlan, Yasemin Çongar, Ahmet Altan var. Fakat Cengiz Turhan’dan itibaren baskıya yetişme kriteri vardı, yani tasarımın yapısına göre araya sıkıştırılamıyordu, o yüzden mantık biraz kaydı. Futbolcu olmamak içimde kaldı Genel yayın yönetmeni olduğum dönemlerde futbol ve GS çok arkaya gitmişti, yıllarca kuzenim aidatlarımı ödedi de, üyeliğim böylece devam etti. Ama 90’lı yıllarda buna zaman ayıracak durumum oldu. GS çok atağa geçti Fatih Hoca’yla. İçine girerek ilgilendim ben de. Ayrıca futbol yazısı popüler yapıyor adamı. Ahmet Altan “Hasan Cemal adıyla ne yazdığını merak ediyorlar, gerçekten iyi futbol yazıyor musun, müstear bir isimle yaz da görelim” diye dalga geçiyor benimle. Benim ciddi futbolculuğum var. Devam etseydim Hıncal Uluç o günün Emre Belözoğlu olduğumu söyler. Solak mıydınız?Sağ ayaktım ben ama solum da tahta değildir. Orta saha defansif yönü ağır basan sağ iç oynardım. Hâlâ rüyalarımda kafaya çıkarım. O heyecanla. Golü atarım. Alkış, tribünler ayakta. Futbol benim içimde kalmış ender konulardandır. İçimde kaldı. Genç, başarılı futbolcuların Galatasaraylı olursa mutlaka ama başka takımda da attığı gollerde gözlerim dolar benim. Ağlarım bayağı. Milli takımın maçlarında. Zaten artık iyice duygusal oldum, özellikle kızlarıma karşı.Futbol milliyetçiliği dediğiniz kavram, değil mi?Buna da çok kızıyorlar. Murat Belge, Yıldırım Türker, Orhan Pamuk... Tüyleri diken diken oluyor, ben böyle söyleyince. Son Avrupa Şampiyonası’nda, her yazıda “finale finale Viyana’nın fethine” diye yazdım. Yıldırım çıldırdı, ağır eleştirdi. “Bu, futbol milliyetçiliği yahu” diye. 2010 Güney Afrika’ya gidemediğimize çok üzüldüm. Ama ben Ayşe’nin ve gazetenin tüm muhalefetine rağmen gideceğim. Gazetedekileri bazı taktiklerle etkisiz hale getirebiliyorum. “Siyaset de yazarım oradan” falan gibi.

Devamını Oku

Daha fazla seks yazmak istiyorum, engelliyorlar

14 Aralık 2009

Ben Ayşe’yle hep röportaj yapmak istemişimdir. Ama köşe yazan, yazılarında kendini anlatan, yaptığı “dikkat çekici” işlerle gündem olup röportajlar veren biriyle röportaj yapmak cazip değildir aslında. Zaten kendisi yazıyordur, anlatıyordur söylenmedik yeni ne söyleyebilir ki diye düşünürsünüz. Ama ben Ayşe’nin yazılarına, röportajlarına, çılgınlıklarına, sessizliklerine baktığımda, asıl Ayşe’yi anlatmadığını düşünürüm hep... Ve Ayşe’yle röportaj yapıp o Ayşe’yi konuşturmak isterim... Foto galeri için tıklayın Ben bunu isterim de, karşımda da Ayşe Arman var... Ayşe her seferinde bana “Çok sevinirim, bayılırım, harika olur ama çok korkarım ben. Bunu mail’le yapalım, daha cesur olurum öyle” der. Ben de “Olmaz öyle” derim ve röportajı yapamayız. Nedense göz göze olmayınca, gerçekliğini kaybedermiş gibi gelir bana o konuşma... Sevmem, beceremem...Kasım ayının başında Doğan Kitap’dan Özlem Hanım aradı “Ayşe Arman’ın Alya yazılarından derlediği kitabı çıkıyor, tek bir röportaj verecek, sizin olmanızı istedik, eğer siz de isterseniz, bunu yapalım” dedi. Uzun uzun kitabı, içeriğini anlattı, A4 sayfalarında basılmamış bir örnek gönderdi ve ben Özlem’i geri aradım “Ayşe’yle değil Ömer’le konuşmak istiyorum” dedim. Çünkü kitapta, adını sıkça duyduğumuz ama hiç tanımadığımız Ayşe’nin kocası Ömer Dormen’in bolca fotoğrafı vardı ve Alya’yla Ömer’e bayılmıştım. İyice merak ettim “sevgiliyi...” Ayşe’ye mesaj çektim hemen “Maille yapmayı kabul ederim ama Ömer de konuşursa.” Ayşe beni aradı “Keşke ikna edebilsen ve sadece onunla yapsan, bu kitap onun kitabı gerçekten ama çok zor, istemiyor” dedi. Ardından, fotoğraflar nasıl olacak işi başladı. Tahmin edebileceğiniz gibi Ayşe’ye kalsa, şu ana kadar fotoğraflarla gündem olan bütün röportajları unutturacak fikirleri vardı, kendisi ve benimle ilgili. Hâlâ da unutmuş değil “Bunu yapmalıyız Sanem” deyip duruyordu, fotoğraf çekimi boyunca.Ben, Leyla ve Alya’yla matrak şeyler çekelim istedim. Ayşe de bu fikri sevdi. Ama çocuklarla akıldan geçen her şeyi yapmak çok zordu. Biri duruyor biri koşuyor. Çok uğraştık. Hepsini beceremedik. Zeynel Abidin’e çok teşekkür ediyorum. Harika fotoğraflar çekti, kızlarla harika ilişki kurdu. Çok eğlendik çok zorlandık. Çok güldük...Sonunda fotoğrafları çektik, röportajı yaptık... Gitti mail, geldi mail... Karşı karşıyaymışız havasını yaratabildik. Ama yine de hâlâ aklımda bir Ayşe Arman röportajı yapmak var... Bu beni kesmedi...Kitap, hamileliğinin haberini verdiğin yazıyla başlıyor. Diyorsun ki, dört aylık hamileyim ve hayatımda ilk kez bir şeyi kendime sakladım. Gerçekten okuyucularına her şeyi anlatır mısın? Herkese her şeyi anlatırım. Ama tuhaf, herkes de bana anlatır. Uçaktan yanımdaki 16 C’nin bütün hayat hikâyesini bilerek inerim. Bilmiyorum sebebini, belki de “Bu beni yargılamaz!” diye düşünüyorlar. Bazen ben de şu lafı duyuyorum: “Hayatındaki her şey gerçekten bu kadar iyi mi? Hep günlük güneşlik mi?” Bunu mu soruyorsun?Evet, okuyucuların sendeki açıklığa bayılıyor ama buna inanmıyorlar sanki. Her şeyi kurgu zannediyorlar... Senin hayatın kurgu mu gerçekten? Dalga mı geçiyorsun! Neresi kurgu? O gazetedeki kadın ve yazdıklarım, basbayağı benim ve benim hayatım. Tabii ki hep günlük güneşlik değil hayatım. Ama benim kafam böyle çalışıyor, hayatın iyi taraflarını görüyorum. İflah olmaz bir iyimserim. Halimden de memnunum.Ama o açıklığa karşı müthiş kendine sakladığın bir hayat yaşıyorsun aslında. Ben birçok şeyi bilmiyorum mesela, onca yazıya rağmen... O müthiş çıplaklığa karşı, bu kadar saklanabilmek için bir yerlerde yalan ya da eksik söylüyor olman lazım? Yalan mı?! Mümkün değil. Yapamam. Beceremem. Elinde borazan, her şeyi herkese anlatan biri nasıl yalan söyleyebilir? Kendi kendimin casusuyum, her an kendimi ele veriyorum! Yemin ederim sakladığım bir hayatım yok, senden değil, kimseden sakladığım bir hayat yok. Yazmadığım bir-iki eski sevgilim vardır o kadar.Adana’da yaşasaydım ablamın gölgesinde kalır ve bir şey olamazdım Annen gazete yazılarını ciddiye alır mı? Yani yazıların temposundan mutlu olup olmadığını anlar mı? Mami sesimden anlar. Zaten her gün konuşuyoruz. Ama yazıları okuyup, “N’oldu bir şey mi var?” diye sorduğu da oluyor ya da yazımı okuyup “Şimdi anladım neyi kastettiğini” dediği. Babamla ilgili bazı duygularımı yazılardan öğrendi. Annem şahanedir, her şart altında bana destektir. Ömer’le aram bozulacak diye çok korkar, onun bana Tanrı’nın bir hediyesi olduğunu düşünüyor, damadını pek seviyor. Sen neyi yazmadığımı düşünüyorsun mesela?Ablan var, kitapta da fotoğrafları var -çok güzelmiş-, bazen yazılarında adı geçiyor. Ama ne çocukluğunu, ne ablanı, ne babanı başkalarının hayatlarını merak ettiğin gerçeklikte anlatmıyorsun. Ömer’in bir başka kızı var, eski eşi var. Ve bunlar birçok ailede sorun yaratan konular. Seks kadar bu sorunla ilgilenmiyorsun, yazılar yazmıyorsun.Ablamın benden güzel olduğu kesin. O hep ailenin güzel kızıydı, ben erkek Fatma. Çocukluğum onu kıskanmakla geçti. Daha popülerdi, duruma hakimdi, idareciydi, annemle arası daha iyiydi, yeşil gözlüydü, beyaz tenliydi, becerikliydi. Adana’da kalsam, onun gölgesinde kalırdım, bir şey olabilmem mümkün değildi. Ablam aşık olduğu ilk erkekle evlendi, eniştem Keko ile, yani genç evlendi, iş hayatı da hep sürdü, dünya tatlısı iki kızı var, benimse hayatım farklı ilerledi. Önceliklerim başkaydı, ona göre daha çok savruldum. O hep ne istediğini biliyordu ve gerçekleştirdi. Bense aradım, ararken belamı bulduğum da oldu, mevlamı da. Fakat şimdi ablamla çok güzel bir ilişkimiz var. Özellikle de Alya doğduktan sonra, birbirimizi çok daha iyi anlıyoruz. Bayramda onun evinde kaldık hepimiz, Alya’ya müthiş bir teyze, ben onun kızları Ela ve Lara’ya öyle olamadım, hep çalışıyordum, hep gazetedeydim, hep röportaj peşindeydim. Ömer mevzusundaysa, biz de şu anda böyle bir sorun yok. Tabii biraz zaman aldı. Asıl önemlisi Alya’nın ablasıyla ilişkisi müthiş. Sık sık Dubai’ye geliyor, daha büyük bir aile oluyoruz. Bir süre bizimle yaşa-mak istese, hiç itirazım olmaz, hatta bayılırım. Bana eski eşlerin bir araya gelmesi fikri de garip gelmiyor.Başlangıçta oldu ama değil mi, şimdi yok dediğine göre. Niye yazmadın?Başkalarının hayatını bağlayan şeyler bunlar. Tamam “borazanım” dedim ama o kadar da değil. Yasemin’le nasıl aran? Yaso büyüdüğü ve artık bir sorunumuz olmadığı için bahsedebiliriz. 13 yaşındaydı babası annesinden boşandığında, tam teenager dönemi, sonra Ömer benimle birlikte oldu. E bayılmamıştır bu duruma. Kim ister annesi-babası ayrılsın, baba gitsin bir başka kadınla birlikte olsun? Sonra yeniden baba olsun. Durduk yerde abla oldu. Bana dürüst haliyle, “Ben kardeş istedim. Ama senden değil!” dedi. Hep açıktık birbirimize. Şimdi 22 yaşında ve tabii köprünün altından çok sular aktı. Şimdi mis gibi her şey.Eski eşlerin bir araya gelme fikri sana acayip gelse bu çok acayip olurdu... Ama görüşmüyorsunuz sanırım... Eski eş sorunlarından da bahsetmezsin, bunlar zor işler. Ve senin hayatındaki kısmını bilmiyoruz.Bana her şeyi tartışmak, konuşmak normal geliyor, ama bu tür şeyler başkalarını da bağlıyor. Anlatabiliyor muyum? Geçen sene babanı kaybettin... Ben bu ölüm kavramına alışamadım, hâlâ yatakta akşamları babamı hatırlayıp birden bire ağlamaya başlıyorum. Ömer nasıl tatlıdır, nasıl güzel sarılır ve avutur beni.Nasıl bir ilişkin vardı babanla?Kapalı. Babama sarılamazsın, öyle bir adam, hoşlanmaz, kendini geri çeker. Sadece benim için kardeşlerim için de geçerli. Sevgisini normal bir şekilde belli edemez, birkaç kadeh şarap içmesi lazım. Ulaşamadığım, dokunamadığım, kafasından ne geçirdiğini tam olarak bilemediğim, mezarında “Kızıyım ama tanıyamadan gitti” dediğim, çok sevdiğim, ne zaman hatırlasam ağlamak istediğim biri. Hep onun tarafından onaylanmak istedim. Olmadı, olamadı. Yaptığım gazetecilik konusunda ne düşündüğünü bile bilmiyorum, hiçbir zaman yorum yapmadı. Daha fazla seks yazmak isterdim, engelliyorlarBir de yazamadıklarının listesi var, değil mi? Zaten yazmak zorunda da değilsin de her şeyi yazıyorum dediğin için soruyorum.Mutlaka vardır. Seksle ilgili daha çok yazmak istiyorum. Beni en çok seks konusunda engelliyorlar. Şikayetçiyim. Bana normal geldiği için anlatmak, yazmak istiyorum. “Hooooop!” diyorlar. Halbuki Ömer’le yaşadığımız bütün fantezileri sizinle paylaşabilirim. Bence sakıncası yok. Öğretici de olur. Ama izin de yok..!Öğretici olur diyorsun ya... “Hayatı herkesten daha cesur bir şekilde yaşıyorum, yazıyorum, anlatıyorum... Aslında bunları siz de yaşıyorsunuz ama söyleyemiyorsunuz” tavrının, seni yapay gösterebileceğinden endişe etmiyor musun?Ne yaşıyorsam, dürüstçe, samimi anlatıyorum, olduğu gibi. Bu niye yapaylık olsun? Ömer’in kızları ile ilişkisi şahane, onlar için ölür Kitabı Ömer’e ithaf etmişsin... Bu kitap, biraz da “Ömer kitabı” aslında, o yüzden de ona ithaf ettim. Geçen gün yatakta hissediyorum nasıl huzursuz, sabaha karşı 6. “N’oldu?” dedim, “24 saattir Yasemin’le konuşmadım” dedi. Büyük kızı Amerika’da Boston’da üniversite sonda okuyor, kayağa gittiği için olmamış, konuşamamışlar. Sonra anlaşıldı, bir sorun yokmuş, telefon çekmiyormuş. Annelerin merak etmesi normal, çocuklarıyla daha çok iletişim kurmaları da, ama ben ilk defa çocuklarıyla bu kadar yakın ilişki kuran bir baba görüyorum. Benim babam böyle değildi. Ben onunla her gün konuşmadım, devir başka bir devirdi, benim babam da beni seviyordu ama böyle bir ilişki değildi. Ömer çok ilgili, takip ediyor, Yasemin’in hayatından haberdar ama müdahale etmiyor, erkek arkadaşını biliyor, Yasemin olan biten her şeyi anlatıyor, babasından fikir alıyor. Alya ile ilişkisi de şahane. Kızları için ölür. E böyle bir adama tabii ki kitap ithaf edilir!KENDİME GÜVENİM OLDUĞU DOĞRU DEĞİL!Bunca yıldır sıkılmadım bu işten... Heyecan veriyor, yapıyorum. Bir gün vermezse başka bir denize doğru yelken açarım. Ama o yelkeni de en iyi şekilde açmaya çalışırım.Ben babamla her gün konuşmazdım. Ömer çok ilgili kızlarıyla, takip ediyor, onlar için ölür. Babam beni seviyordu ama ilişkimiz Ömer’in kızları ile kurduğu ilişki gibi değildi. Yine de ölüm kavramına alışamadım. Hâlâ yatakta akşamları babamı hatırlayıp birdenbire ağlamaya başlıyorum.Hadi biraz Ömer’i anlat. Seni beğenmediği, senin onda beğenmediğin noktalar, kavgalar, eksikler... Bize bu aşkın en kötü tarafını söyle... En iyileri biliyoruz...Ömer benim hayatta tanıdığım en cesur adam. Benimle birlikte olması da bunun kanıtı. Başına gelecekleri biliyordu. Her şeyi ortalıkta konuşan, sır saklayamayan, ne zaman ne yapacağı belli olmayan, pek dengeli olduğu da söylenemeyen, her şeyi yazıp çizen bir kadına aşık oldu. Birlikte yeniden bir hayat kurduk. Benim içimden başka bir kadını çıkardı. Beni, kendi gözümde daha değerli bir hale getirdi. O benim ailem oldu, o aileyi birlikte büyüttük. Ömer benim için şu dünyadaki herkesten değerli. Onu kaybetmekten çok korkarım, kaybetmemek için her şeyi göze alırım. Ona sonsuz güven duyuyorum, sonsuz bir teslim olmuşluk içindeyim. Onu eğlendiriyorum da, bana çok gülüyor. Allah’tan çok ciddiye almıyor, alsa çıldırabilir çünkü, ben bir anda fevri çıkışlar yapabilirim, kastetmediğim şeyleri söyleyebilirim.. Hep geç kalırım, bir türlü giyinemem, nereden ne giyeceğimi bilemem, gece kıyafetini gündüz giyebilirim, ya da onun bir iş yemeğine dapdar kırmızı bir kıyafetle gidebilirim. İnsanlara olur olmadık şeyler sorabilirim, onu utandırabilirim. “Hayır” diyemiyorum kimseye, o yüzden de bana kızdığı oluyor. Tatildeyken bile iş yapmama kızıyor. Sonra teknoloji özürlü olmam. Her işi ona yüklemememe, bazen “Fotoğrafları sen çeker misin?” diyorum, bilgisayarda kaybettiğim yazıları bulduruyorum. Müsrif olmama kızıyor. Bir de her şeyi “normal” karşılamam ona tuhaf geliyor. Ben onda neyi beğenmiyorum? Beğenmediğim hiçbir şeyi gelmiyor aklıma, ama beğendiğim bir sürü şey geliyor: Birlikte olduğum en güzel vücutlu erkek. Bunları söylediğimi duysa çok kızar. Her sevişmemizde bunu hatırlatıyorum, her seferinde sanki ilk kez onu görüyormuşum ve ilk kez söylüyormuşum gibi “Seviştiğim en güzel vücutlu erkeksin” diyorum, ama çıplakken gerçekten öyle “Sen cidden manyaksın!” diyor. Birbirimizin en çıplak, en yaralı hallerini biliyoruz, bu da aşktır!Herkesin merak ettiği soruyu soruyorum şu anda, Ömer çektirdiğin resimler için ne dedi?Ömer’den izin almadan tuvalete gitmem ben. Tabii ki ona sordum, fotoğrafları gördü, bir tek kareye itiraz etti, onu da kullanmadık.Neydi o kare?Diğerlerine göre daha az estetik bulduğu bir kare, yoksa Nihat’ın fotoğraflarını beğendi. Erkeklerin sevgililerinin bu tür fotoğraflar çektirmesine neden itiraz ettiklerini anlayamıyorum. Ne var ki? Geçekten ne var? Bütün kadınlar öyle güzel görünmek istemez miyiz? Eeee? Evde dursun bir yerde n’olur yani? Adı “çıplak fotoğraflar” kaldı, itirazım da yok ama çıplak değil. Canım istedi yaptım. Mesele bundan ibaret. Pişman da değilim. Aslında bu kitaptaki halim, bence daha çıplak. Yani daha ben. Bütün erkekler bunu merak ediyor gerçekten mi kızmıyor, bozulmuyor Ömer, yaptıklarına yazdıklarına? Kızmıyor. Sor ona, anlatır. İkna et onu röportaj versin. Gerçi ben de dikildim geçenlerde karşısına, “Ben bir röportajcıyım bana röportaj ver!” dedim. Oralı bile olmadı. Gerçekten rahatsız olmuyor. Galiba şu, tamamen ona ait olduğumu o kadar iyi biliyor ki, dert etmiyor. O yazıları yazan Ayşe’yi en iyi o tanıyor. Herkesin bir tahammül noktası vardır. Benim de o noktaya saygım vardır, “Yapma!” dediği şeyi yapmam. Alya ve ondan daha kıymetli bir şeyim yok hayatta. Birbirimizin en çıplak ve en yaralı hallerini biliyoruz. Zaten o yüzden “aşk” diyorum ya yaşadığımız şeye. Benim için aşk böyle bir şey. Ömer’in, benim hayatıma dair bilmediği hiçbir şey yok. Ve beni yeryüzünden en iyi tanıyan insan o. Bir taraftan da aslında müthiş bir ‘korku’ da var sanki içinde. O ne? Hem kendine çok güvenli hem çok korkak... Çok doğru hem korkağım hem de tahmin edemeyeceğin kadar cesurum. Neden korktuğumu ve hangi konuda cesur olduğumu ben de bilemiyorum, bir an geliyor korkuyorum, bir an geliyor beni tutabilene aşk olsun. Korkularımın üzerine gitmeyi de seviyorum. Fakat kendime güvenim olduğu doğru değil. Beni o güvensizliğim de ayakta tutuyor aslında. Çok doğru söylüyorsun...Ayşe Arman olmayı kimseye tavsiye etmemHer röportajcı kız Ayşe Arman olmak istiyor mu gerçekten? Ya da her gazete patronu bir Ayşe Arman yaratmak? İnsanların kafasından ne geçiyor bilmemem ama öyle olduğunu zannetmiyorum. Ama yine de kimseye Ayşe Arman olmayı tavsiye etmem... Patronlar bir Ayşe Arman yaratmak istiyorsa da, bu beni ancak gururlandırır ama yapılana haksızlık..Çok yorucu değil mi Ayşe Arman olmak?Çok yorucu Sanemcim. Elimde çanta bir röportajdan ötekine koşturuyorum, arada tuvaletlerde üzerime değiştiriyorum. Ama bütün bunlar bana “oyun” gibi geliyor. Beni canlı ve diri kılıyor. Bu yorucu faaliyet aynı zamanda benim mutluluğumun da anahtarı. Ayaklarımı uzatıp yayamam, içimdeki enerji buna engel. Ben bu kadın olabilmek için inanılmaz çok çalıştım. Bu piyasanın en çalışkanlarından biri olduğumu rahatlıkla iddia edebilirim. Bir de doğuştan enerjim yüksek, genetik midir nedir, Alman çamaşır makineleri gibiyim! Evet, bu kadın olmaya bayılıyorum. Ben her şeyden birazım. Evliyim ama birlikte olduğum adamla sevgili gibiyim. Ona bağlıyım ama özgürüm, en azından “Evliler de flört edebilmeli!” diye yazılar yazabiliyorum. O yazılardan sonra “Beni elaleme rezil ediyorsun!” diyen bir kocam yok, komplekssiz. Çok aşık olduğum bir adamla evliyim, ona çok sadığım ama pek de öyle değilmiş gibi görünüyorum. Hiç anne olamayacak türden bir kadınken, acayip bir anne çıktı içimden.Sence neyi daha iyi ya da farklı yapıyorsun? Tutkuyla yapıyorum. Ölerek. Uykuya dalmadan yapacağım işleri planlayarak, yeni bir fikir bulduğumda havalara sıçrayarak... Bir sırrım varsa bu: Kişilik özelliklerimle işimin çakışması. Kuralsız gazeteci, kuralsız aşığım. Heyecanlı bir tipim, tutkuluyum, kafayı taktım mı takarım, yapıştım mı bırakmam, samimiyim, soruları çocuk gibi sorarım, utanmam, korkmam, güven veririm, karşımdakinin bana güvenmesini sağlarım...Rahat, sıradan, özgür, başarılı, mutlu, güzel olmak yetmiyor gibi sana çok yoğun, farklı, aykırı, çok başarılı, çok mutlu, çok güzel olman gerekiyormuş gibi...İnsanlar beni konuşurlarsa, hoşuma gitmiyor mu? Tabii ki gidiyor, kimin gitmez. Yoksa ekstra gündem olacak diye bir çabam yok.Proje müdürü kim, Ertuğrul Özkök, Muhittin Sirer?..Ertuğrul Bey’in de Muhittin’in de (Sirer), Neyyire’nin de (Özkan), Ayşen’in de (Gür), sevgilim Ömer’in de üzerimde inanılmaz emekleri vardır. Tabii Ercan Arıklı’nın, Mehmet Yılmaz’ın... İnkâr edersem çarpılırım! Özkök gibi bir yayın yönetmeniyle çalıştığım için çok şanslıyım. Özkök bu medyanın, sırrını asla çözemeyeceği bir fenomen. Bugün karşı karşıya olduğumuz bir sürü şeyin arkasındaki zeka. Muhittin’e gelince, ben dünyanın kendine en güveni olmayan kadınıyken, bana kendim gibi yazmayı, kendim gibi olmayı, kendimden korkmamayı öğreten adamdır. Müthiş bir öğretmendir. Benim gurumdur, ustamdır. Hâlâ yaptığım işleri ona beğendirmeye çalışırım.

Devamını Oku

Annem babam hacı, Kuran’ı hatmettim, imam hatiplere değil, hukuksuzluğa karşıyım

4 Aralık 2009

Üniversiteye giriş sınavında imam hatiplilerle liseleri eşitleyen katsayı tartışmaları yeniden gündemde. Bu tartışmaya katılanlardan biri de İstanbul Barosu Başkanı Muammer Aydın... İstanbul Barosu, katsayı kararının iptali için Danıştay’a başvurarak dava açtı. Başkan Aydın konuyla ilgili yaptığı açıklamada “Eşitlik eşitler arasında olur” diyerek dikkatleri üzerine çekti... Kasım ayında Baro’nun öncülüğünde yapılan “Yargıya ve Ülkene Sahip Çık” yürüyüşünde atılan “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı gözleri yine Muammer Aydın’a çevirdi. Kimileri tarafından eleştirilen, kimilerince desteklenen Baro Başkanı Aydın ile buluştum ve merak edilenleri sordum.Eşitlik eşitler arasında olur” ne demek?O cümle öyle değil. Show TV’ye verdiğim bir demeç bu. Çok yoğun olduğum bir gün “Neredeyseniz geleceğiz” dediler, Kadıköy’de bir dostumun nikahına gittim, benden önce oradaydılar. Benim cümlem aynen şuydu “Statüleri farklı olanların eşit olması mümkün değil. Ayrı statüdekilerin ayrı ayrı kazınılmış farklı hakları var. Dolayısıyla aynı stütüde olmayanları eşitleyemezsiniz. Eşitlik eşit statüdeki insanlar arasında olur, eşit insanlar arasında olur” Bu lafı, benim statü diyerek neyi kasdettiğimi vermeden kestiler. Aradım muhabir arkadaşı bir hanımefendiydi, telefonumu yüzüme kapadı.Statü derken neyi vurguluyorsunuz?Genel liselerin kendi düzenlemeleri ve hakları var, meslek liselerinin farklı düzenlemeleri... Katsayı uygulaması farkı bu yüzden var zaten. Alan seçimleri mevcut, matematik fen, edebiyat... Öğrenci buna göre farklı bir soru kitapçığı alıyor imtihanda. Çünkü edebiyat okuyan, kimya belki bir saat okuyor, fen bölümüne gidenle aynı kitapçığı alamaz, haksızlık olur. Herkes sanki farklı katsayı olursa bir gruba haksızlık oluyor diye düşünüyor. Peki, alan seçimine göre çalışmış çocuk şimdi katsayı eşitlemesiyle ortak sorulardan bir imtihana girecek. Peki bu haksızlık değil mi?İsviçre’nin minare kararı için AHİM’e gidiyoruzKatsayı meselesinde bir karışıklık olduğu kesin, bunu Milli Eğitim Bakanı’yla röportaj yaparsam soracağım ama benim merak ettiğim şu, bu “haksızlık” Baro’yu neden bu kadar ilgilendiriyor? O zaman hayatın içindeki bütün haksızlıklar için uğraşmanız lazım, öyle değil mi?Hukuka ayrılık var burada. Hukuka aykırı olan bir şeyi Danıştay’a taşımamız kadar normal bir şey olamaz. Sonucu bilemem ama bu davada şansımız yüksek. Gerekçelerimiz çok kuvvetli. YÖK bu kararı alırken 1,5 milyon çocuğun hayatıyla ilgili bir karar aldığının hesabını yapmalıydı. Birilerinin buna karşı çıkacağını bilmiyor muydu YÖK? Ayrıca biz İstanbul Barosu olarak Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun kararlarının yargıya götürülemeyen kararlardan olduğunu biliyoruz ama bu doğru bir yöntem değil. Biz buna da itiraz ediyoruz. İsviçre’nin minare kararına da itiraz ediyoruz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dava açıyoruz şimdi. Ama Baro’nun Danıştay’a gitmesine Başbakan diyor ki “Bu ideolojik bir karar.” Bu çok ürkütücü bir laf. Bu yargıya mühahale oluyor çünkü. Hukuk güvencesi nerede kalır burada. Kafasında böyle düşünüyorsa bile bunu seslendirmemesi gerekir bir Başbakan’ın.Siyasi iktidar imam hatiplileri belli yerlere taşımak için düzenlemeler yapıyor Sizin imam hatip liselerine karşı bir ön yargınız var mı? Tam tersine bu düzenlemeyi yapanların arka plandaki düşüncesi buydu, belki. Benim imam hatiplere inanın bir ön yargım yok. Oradaki öğrencinin ne suçu olabilir? Belki ailesinin zoruyla gönderildi belki hayatı boyunca pilot olmak istemişti. Ben bu öğrencimin niye hayatını bilerek zorlaştırıyım. Ben hukuksuzluğa karşıyım sadece. Tabii ki istediği okula gider, imam hatipli de ama yasaya uyacak. Ayrıca, bu ülkenin ihtiyacı olmaksızın sayısız imam hatip lisesi açılıyor. İmam hatipleri daha farklı kullandıklarını düşünüyorum. Bir yığılma var. Siyasi iktidar da buradakileri belli yerlere taşımak için düzenlemeler yapıyor. Ama bunun yolu katsayı eşitliği değil. Birinin hakkını birine yedirmeden yapabilirsiniz bunu. Ayrıca, benim annem babam hacı. İlkokul döneminde her yaz beni Kuran kursuna gönderirlerdi. Kuran-ı Kerim’i hatmettim. Ama inancım insan ilişkilerimde özel bir yer tutmaz.Beni dinlediğinize eminim, 77 baro başkanından kaçını dinliyorsunuz? Uzun uzun anlattınız, muhtemelen hepsini röportajda kullanamam ama anladığım kadarıyla AK Parti hükümeti ile avukatlar arasında bir sorun var. Neden?Özgürlük olmadığını biliyorum. Ben de anlayamıyorum ama bütün bu AK Parti dönemindeki hukuksuzluklara baktığınız zaman burada yargı ile, avukatlarla, barolarla ilgili bir sorun olduğu açık. Aslında kimseyle dertleri olmaması gerekir. Türkiye çok hukuksuzluk gördü ama hiçbir dönemde yargının bu kadar baskı altında olduğu bir dönem olmadı. Bu kadar ulu orta eleştirildiği hiçbir dönem olmadı. Bu dönem sıkıntılı bir dönem. Gerçekten yargı bağımsızlığı için samimi bir şey yapsalar tarihe geçerler. Bugüne kadar hiçbir iktidar bunu tam yapamadı çünkü. Maksat; yandaş bir Anayasa Mahkemesi yaratmak değilse, taraf olan bir Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu yaratmak değilse, kendine bağlı Danıştay, Yargıtay yaratmak değilse hiç sorun yok. Sonuna kadar AK Parti’nin yanında oluruz tüm düzenlemeleri destekleriz. Ama her zaman yasaya uygun olan hukuka uygun olmaz. Dinlemelerde de aynı yöntemi yaptılar. Hakimin kararı olması onu yasal yapmıyor. Ben dinlendiğimden eminim. Peki, beni ne hakla dinliyorsunuz, hangi suç şüphesiyle dinliyorsunuz? Ben baro başkanıyım. 77 tane var Türkiye’de, kaçını dinliyorsunuz.“Ankara, İstanbul, İzmir baroları Biz hazırız” dedi, diyen bir ses kayıdı olduğu söyleniyor Şener Eruygur’un eşinin. Hiç görüşmedim o hanımefediyle. Ayrıca, bu ülkede ağzı olan konuşuyor. Ben 31 yıllık hukukçuyum. İyi bir hukukçuyum. Hukuk dışı bir şey yapmam mümkün değil. Bana Ergenekon davasından çok insan geldi, davalarını almam için, almadım. “Taraf gözükürüm” dedim. Üstelik iyi paralar kazanabilirdim. Bizimle aynı görüşte olmayan Vakit, Zaman, Taraf gazeteleri duruşumuzu taraf olarak algılayıp bizi Ergenekon yandaşı gibi gösteriyor. İstanbul Barosu ne Ergenekon’un tarafında olmuştur ne karşısındadır. Ama bir gerçek var, Silivridekiler hâlâ hangi şuçdan dolayı orada olduklarını bilmiyor. Bir örgüt varsa hâlâ ortaya çıkmadı. Bir örgüt üç tane beş tane silahla mı bu ülkede darbe yapacaktı. Delilleriyle ortaya koyacaklar, varsa. Şimdi üç paşayı nasıl davet ettiler. Sabih Kanadoğlu’nun evine baskın yapıldı, İlhan Selçuk sabaha karşı alındı. Keşke herkes onun kadar tarafsız olsa. İnsanlar Cumhuriyetçi oldukları için mi yapılıyor bunlar? Eğer AKP’nin Atatürk’le bir sorunu yoksa cumhuriyetle bir sorunu yoksa bizim de kimseyle sorunumuz yok.Ülke ikiye ayrıldı, AKP puan kaybedecek, CHP’nin oturup düşünmesi lazım Son soru, ne düşünüyorsanız açıkca söyleyebilirsiniz, ne derseniz aynen yayınlanacak, emin olun. Taraf gazetesinin yayınladığı belgeler ve haberler için ne düşünüyorsunuz?İnanmıyorum. Gazetenin çok yanlı olduğunu düşünüyorum. O belgeleri savcılığa gönderseler daha iyi değil mi, önce niye Taraf’a gönderiyorlar. Taraf mı yargılayacak insanları. Aslında Taraf, taraflı da olabilir bu ters bir şey değil ama objektif olmalı.3 bin sayfalık Özden Örnek’in yazdığı iddia edilen bir günlük var. Bu, Nokta dergisine gönderildi. Sizin mantığınızla, bunun niye Nokta dergisine gönderildiği merak etmemiz gerekiyor. Diyelim inanmıyorsunuz yazılanlara, o halde en azından hangi çılgının bu “sahte” 3 bin sayfayı yazdığını merak etmemiz gerekmez mi? Tümden yok dediğinizde, başkalarına yanlı derken sizin de yanlı gözükebileceğinizden çekinmez misiniz?İnsan algısı kadar objektif olabilir. Ben bu algılardan düşmanlık çıkmasın diyorum. Ülke ikiye ayrıldı. Ben Kürt açılımının, alınan bazı kararların 2011 seçiminde AKP’nin önüne geleceğini düşünüyorum. Puan kaybedecek. CHP’nin de oturup düşünmesi lazım.Solcular bu ülkede ezilirken dinciler ortada yoktuBu ülkede her zaman Alevilere, solculara, Kürtlere, kendilerinden olmadığını düşündükleri herkese haksızlıklar yapıldı. Bir hukuk adamı, niye sadece “cumhuriyete” karşı yapıldığını düşündüğünde buna ses çıkarır. Kendi meslektaşına yapıldığında çıkarmaz. Şemdinli savcısı Ferhat Sarıkaya meslekten ihraç edilirken İstanbul Barosu ne yaptı? Ya da Sacit Kayasu için?Bir kesim bize farklı bakıyor bir kesime biz farklı bakıyoruz. Siz bunu karşıya sordunuz mu? Solcular bu ülkede ezilirken dinciler ne yapıyormuş? Ortada yoklardı. Bugün de yoklar. Bir avukat arkadaşım “Ben sağ görüşlüyüm ama bu ülkede solcular olmasaydı özgürlükler bu kadar genişlemezdi. Sağcılar bu konuda hiç mücadele vermediler” dedi. Çok doğru bir tespit.“Karşıdakiler” diyorsunuz çok korkuyorum. Siz hukukçusunuz...Ben aslında “biz” diye konuşan biri değilim ama bu hale geldik. Açıkcası laiklik endişesi yaşıyorum. Bazı tasarruflar bunu düşündürüyor bana. YÖK, RTÜK taraflı, rektörler imam hatip kökenli. Türkiye’de bir Ferhat Sarıkaya, bir Sacit Kayasu üzerinden kıyametler kopmamalı bence. Ferhat Sarıkaya’nın düzenlediği iddianameyle bir masum insan cezaevinden intihar etti. Van Üniversitesi’nin genel sekreteri. Rektörü de beraat etti. Demek ki birtakım hukuksuzluklar görüldü ki meslekten men edildi. Sacit Kayasu’ya gelirsek, o da yanlış biliniyor. İstanbul Barosu’ndan o konuyla ilgili kabul kararı çıktı, Türkiye Barolar Birliği’ne gitti, Adalet Bakanlığı’na gitti, oradan geri geldi. Biz de karara uyduk. Sacit Kayasu tekrar itiraz etti. Daha dosyası bize gelmedi ama duyduğum kadarıyla bu sefer kabul edilmiş. Sacit Kayasu’ya ben “müracat et” dedim, bana kitabını imzaladı. Müracaat etti, bizden olumlu çıktı. Gidin sorun.

Devamını Oku

36 yaşında ilk defa mesleğimi yapıyorum

29 Kasım 2009

Yazar, müzisyen Tuna Kiremitçi şimdi de yönetmen koltuğunda. 4 Aralık’ta vizyona girecek olan “Adını Sen Koy” filminin hem yönetmeni hem senaristi... Avukat Ömer Durak’ın yapımcılığını üstlendiği film Tuna Kiremitçi’nin çocukluğunun geçtiği Eskişehir’de, 26 günde çekilmiş. Maliyeti ise 1 milyon dolar.Şunu itiraf etmeliyim, Tuna Kiremitçi’yle buluşmaya giderken, tarifleyemediğim bir endişe peşimi bırakmıyordu.Üç senedir, kısa karşılaşlamar, ayaküstü sohbetler dışında neredeyse hiç görmemiştim Tuna’yı.Tuna’yla eski arkadaşız biz. O yüzden, her zaman bir film çekmek istediğini biliyordum ve yaptığını duyduğumda da hiç şaşırmadım, sevindim, merak ettim... Ama bir taraftan da “Her şeyi yaparım; roman yazarım, şarkı söylerim, film çekerim, oynarım, resim yaparım bunlar yetmezse televizyon programı yaparım” konseptini seven insanlara da hep kuşkuyla bakarım, ne eksik acaba hayatlarında diye... Onca telaşın arkasına mutlaka bir şey saklanır çünkü... Tuna da Vatan gazetesinde köşe yazarı, romanları olan bir yazar, müzik albümü yapmış bir müziksever, şimdi de senaryosunu yazdığı bir fim çekti “Adını Sen Koy...” Yani, hayatı için “endişe” edebileceğim her şey vardı bu hikâyede.Kötü bir şeyle karşılaşmak istemiyordum.Bebek’te sıcak bir kış gününde buluştuk.Hemen konuşmaya başladık... Görüşülmemiş bir üç sene olmamış gibi. Röportaja başlamadan, eski arkadaşa küçük bir kıyak, “havasıyla” röportajda sormayı düşünmediğim bir soruyu önceden sordum: “Baba, sonunda yaptın istediğini ama niye yaptın?” “Sanem ben sinema mezunuyum ya. Mimar Sinan Sinema Televizyon bölümü.” “Aaaa, doğru ya! Bunu tamamen unutmuşum. Aman Allah’ım! Nasıl mutlu oldum, bir bilsen.” “Sanem hiçbir şey anlamadım dediklerinden. Ne oldu ki? Tipim göstermiyor değil mi? ’Salak şimdi de film çekmiş’ diye mi, geldin... Eee, tabii çok salaklığımı gördün sen.” Kahkalar içinde röportaja başladık...Ben Tuna’yı çok iyi gördüm, darısı filmi seyredenlerin başına...4 Aralık’ta ilk filmin vizyona giriyor. Korkuyor musun? Korkuyorum tabii. Çok heyecanlıyım. Çünkü bu alanda kalıcı olmak istiyorum. Yönetmen olarak devam etmek istiyorum. Bunu sağlayacak bir iş çıkarmış olmayı diliyorum. Benim gönlümden her zaman film yapmak geçiyordu ama ekonomik koşulları oluşturamayacağımı düşünüyordum. Benim esas mesleğim yönetmenlik ve senaristlik. Mimar Sinan mezunuyum, gerçek katı bir eğitimden geçtik. Bunu da filmi çekerken anladım zaten. Hakikaten öğretiyorlarmış. 36 yaşında ilk defa mesleğimi yapıyorum. Yapmamış olmanın hep mahçubiyetini de taşıyordum içimde, okula karşı açıkçası. Ama mezun olduğumuz dönemde sinema sektörü iş yapan bir sektör değildi. İş bulunamıyordu. Ben de metin yazarı olarak reklam şirketinde işe başladım. Yazı, hayatımda olduğu için de öyle devam etti. Film çekemeyince de roman yazdım.Ama yazı yazmayı sevmene rağmen büyük bir yazı tutkusu yok sende. Daha önce yaptığımız röportajda bunu konuşmuştuk. Hatta yanımda getirdim, demişsin ki “Yazmayı seviyorum ama yazmazsam yaşayamamcılardan değilim. Bir yazara göre fazla normalim ama yazı, çocukların ağaçtan evi gibi benim için. Saklandığım yer.” Film çekmek seni saklandığın yerden çıkarabildi mi?Bunu çok net söyleyebilirim ki benim hayatımın en güzel bir ayıydı. Yeniden doğduğumu hissettim. İlk defa kendimi yakaladığımı hissettim. Varlığımın anlamlı olduğunu hissettim. Demek ki herkes mesleğini yapmalıymış. Kendimle ilgili şunu öğrendim, baskı altındayken işimi yapabiliyormuşum. Ayrıca şimdiki zaman odaklı bir iş olduğu için sinema, beni geçmişin pişmanlıklarından gelecek kaygılarından kurtardı. Ruh sağlığıma çok iyi geldi bu. Çok zorlandığım zamanlar oldu geçmişte, karamsarlığa kapıldığım anlar oldu. Uzun zamandır hiç olmadığım kadar iyiyim. Her zaman istediğim hayatı şimdi yaşıyorum.Artık romancı olarak hayatıma devam etmek istemiyorumSevgilin var mı, bunu şundan soruyorum kadınlarla ilgili birçok hikâyesi olan bir adamın asıl istediği hayat kadınsızlık mı onu anlamak istiyorum?Zamanımı kendi istediğim gibi yaşıyorum. İstemediğim işi yapmıyorum, üretiyorum. Beni anlayan arkadaşlarım var. Şu anda her şey olması gerektiği gibi... Geçmişte bir dönem hiçbir şey olması gerektiği gibi değildi.Roman yazmayı bıraktığını yazdın geçenlerde, sinema yüzünden mi?Yazmayı istediğim her şeyi yazdım. Bitti. Sadece roman yazmak için roman yazamam. İstemiyorum. İstediğim romanları yazdım. Belki 15 yıl sonra aklıma süper bir fikir gelir, yine yazarım. Romancı olarak hayatıma devam etmek istemiyorum. Türk edebiyatına böyle katkıda bulunmak istiyorum... Filmden bahsetmem lazım ama öyle şeyler söyledin ki, bu konuyu da böyle bırakıp gidemem. Sen genelde, tamamen sana ait duyguları yazan bir yazarsın. Anlatmak istediğin acın mı bitti, yoksa yönetmen olmak o acıları mı tamir etti de yazacak bir şey kalmadı? Mesela baban ve annen...Ben kendimin dışında bir şeyleri anlatacak biri değilim. Onu yapamam sanırım. Freudyen bir açıyla bakacak olursak yazıyı neden bıraktığıma, her zaman babam beni yazıya itmişti, babamı kaybettikten sonra özellikle, onu devam ettirmek gibiydi yazı benim için. Ona doyamadığım için, hem erken öldü, hem kendi sorunları vardı, ölümünü kabul edemedim. Şu anda babamdan çok bağımsız bir şey yapıyorum kendi istediğim sinemaya geçtim, artık babamla vedalaşabilirim demek bu. 36 yaşında artık kendi istediğim hayatı yaşıyorum. Kendi istediklerimi yapıyorum. Geçmişle ilgili hiçbir sorunum yok artık. Onları çözemeyeceğimi kabullendim. Yazıyla ilgili ilişkimin değişmesiyle de oldu bu.Film şirketinden teklif gelince deli olduklarını düşündümFilm çekmeye nasıl karar verdin peki?Elizi filmden teklif geldi. Deli olduklarını düşündüm. İnanmakta zorlandım. Çok ilginç ve Avrupai bir teklifti çünkü. Elizi film..?Ömer Durak ve Özlem Durak kardeşlerin yeni kurdukları bir şirket.Avukat Ömer Durak... Beni bağışlasın ama şunu da soracağım “Ebru Gündeş- Ömer Durak.” Evet o. Yapımcımız. Özlem de proje tasarımcımız. Benim kısa fimlerimi mi seyretmişler internetten, romanları mı okumuşlar. Ve bana bir mail atmışlar. “Biz Melis Birkan için bir sinema filmi yapmayı düşünüyoruz, bunun seneryosunu yazar mısınız ve çeker misiniz? Bu konuyla ilgili görüşmek isteriz” diye. Çok şaşırdım. “Bunlar ne yaptıklarının farkında değil herhalde, deli bunlar” diye düşündüm. Senaryo tamam ama yönetmen için beni düşünmeleri... O yüzden ofislerine de gitmek ismedim. “Dışarıda buluşalım” dedim. Onlar benim havalı biri olduğumu düşünmüşler. Hatta gelirken kavga etmişler. “Nereden bulduk bu adamı, şimdi gideceğiz bize ters davranacak” falan diye. Eeeee? Başka hiçbir şey diyemeceğim çünkü...Buluştuk. Altı aydan beri buna hazırlanıyormuşum gibi “Çok iyi bir yardımcı yönetmen ve çok iyi bir görüntü yönetmeni bulursanız, çekeriz” dedim. Bu cevaptan çok hoşlandılar. İki dakika içinde prensip olarak anlaştık. Hissettik bunu yapacağımızı. Bu yılın başında oldu bunlar. Konsepti belirledik. Sonra ben yazmak için Eskişehir’e gittim. Ama şunu da söyledim “Senaryoyu yazıyoruz, filmi çekmeye üç gün kala yönetmen için fikrinizi değiştirirsiniz, başka birine çektirmek isterseniz ben bunu anlarım” dedim. Çok duygulandılar. Hiç geri adım atmadılar. Hiç tereddüte düşmediler. Benim de kendimden şüphem yoktu ama sinemaya yatırım yapmanın ne demek olduğunu biliyorum.Settekilerin çoğu okuldan arkadaşım, çalışırken bu yüzden kendimi genç hissettim Bunu merak ediyorum, sinemacılar, sinema sektörünün çalışanları, yeni birine nasıl davranıyor? Küçümsüyor mu, kızıyor mu, anlıyor mu?Sette hiç paniğe kapılmadım. Sadece bir kez paniğe kapıldım, Eskişehir’e ilk gittiğimiz gece, akşam yemeğe gittik hep beraber. Melis “Konuşma yapacak mısın Tuna?” diye sordu. Ben de “Yapacağım tabii” dedim. Özgüvenliyim ya. Genelde de kalabalık önünde konuşabilirim. Çıktım restoranın ortasına, bardağı vurdum ve sırtımdan aşağı ter boşandığını hissettim. 65 kişi susmuş bana bakıyor ve hiçbirinin ilk filmi değil. Şimdi hatırlamadığım bir şeyler saçmaladım. Yerime oturduğumda Ahmet Mümtaz Taylan sırtıma vurdu, “Bravo, gerektiği kadar sıkıcıydın” dedi. Ertesi gün sete çıktım o 65 kişi yine ordaydı ve harikalardı. Çok şanslıyım. Kendi ekibi tarafından sevilen bir film oldu bu. O yüzden çok iyi vakit geçirdik. 65 kişiydik toplam. Ayrılırken gerçekten üzüldük. Setteki çoğu arkadaşım okuldan arkadaşımdı zaten. Çalışırken kendimi gençleşmiş hissettim o yüzden. Sette çalışanları izlemeye bayıldım. Kamera grubunu izlemek müthiş bir şey. Çalışmaları çok şiirsel. Hiç bilmediğiniz bir dilde konuşuyorlar ve hiç anlamadığınız espriler yapıp, çok gülüyorlar.Sakin, sıkmayan duygulu bir film oldu seyrederken ben de duygulanıyorumKonsept neydi belirlediğiniz? Aşkın erkeklerin hayatını nasıl etkilediği ya da erkek gözüyle aşk mı?Ömer Durak bana “Erkek arkadaşlığı ve aşkın erkekler arasındaki dostluğa etkileri üzerine bir senaryo sahibi olmak istiyoruz biz” dedi.Filmin sözü “Sevmesini de gitmesini de bilenlere...” Özel bir anlamı var mı?Film bir aşk filmi. Ama gerçekci bir aşk hikayesi. O da şu, erkekler de yanar yani. Bir aşk ilişkisinin erkeklerin hayatında ne tahribatlar yaptığı pek konuşulmaz. Erkek dostluğu ise benim için çok önemli, çünkü ben yatılı okulda okudum. Bunun ne olduğunu biliyorum. İnişlerini çıkışlarını... Ve bu da bana çok dokunaklı geliyor. Kadın arkadaşlığından daha az duygular değil onlar. Erkekler ne acılarını, ne dostluklardaki incinmelerini ifade edebiliyor, yabaniler. Kendi içimizde yaşıyoruz, ifade etmeye çekiniyoruz. “Delikanlıyı bozar” diye düşünüyoruz galiba. Bu da çok dramatik bence. Buralara dokunan bir film oldu. Sakin ama sıkmayan filmleri severim. Bizimki de öyle galiba. Duygulu bir film oldu. Seyrederken çok duygulandığım sahneler var.Melis’in oynadığı karakterin içinde çok fazla Tuna varBenim filmde sevdiğim şey şu oldu, bir hikâye içinde üç farklı sevgi ilişkisi testten geçiyor. Aşk, kardeşlik, dostluk...Benim de hikâyede sevdiğim nokta o, dört karakter var başlarına bir mevzu geliyor, dördü de birbirini üzmeden bu işten çıkmaya çalışıyorlar, hatta çırpınıyorlar. Ben hiçbirini yargılamadım. Birini anlayınca yargılamazsın ya ben o karakterleri anladım. İnşallah anlatabilmişimdir de. Çünkü hiçbirimiz bıçak kemiğe dayanmadan ne yapacağımızı bilmeyiz. Öncesinde atar tutarız da başımıza gelirse nasıl davranacağımız, bize bile sürpriz olur. Zaten en büyük kahramanlar kahraman olacaklarını beş dakika önce bilmeyen insanlardır. Hikâyelerde bunları seviyorum. Becerebildiysem, filmden çıkan insanların “Hay Allah” demelerini istiyorum çünkü o zaman hikâyeyi anlatabilmişim demektir.Aybige (Melis Birkan) bıçak sırtı durumda, yargılanabilir seyirci tarafından öyle değil mi?O yüzden bu karakterin rejisi üzerine bayağı çalıştık. Benim asıl branşım oyuncu rejisi zaten ve şakası olmayan adamlar bizi eğitti. Ve iyi eğitmişler cidden. Ama Melis de her şeyi çok hızlı kavrayan bir oyuncu. Gelişmek isteyen, bunu çok isteyen bir oyuncu. O yüzden hiç zorlanmadım. Aybige karakteri benim kendime en yakın bulduğum karakter. O karakterin içinde çok fazla Tuna var. Hepsinde varım ama onda farklı bir şekilde varım.Filmi yitik çocukluğumun geçtiği Eskişehir’de çektim Cemal Toktaş’a çok şaşırdım. Onu Mahsun Kırmızıgül’ün Güneşi Gördüm filminde Karslı Kürt gay rölünde izlediğimde oyunculuğunu çok sevmiştim. O yüzden baştan korktum.O da bu yüzden bu rolü çok oynamak istiyordu. Çok ciddiye aldı. Hatta deneme çekimi yapılmasından hiç hoşlanmadı. Ona da yanlış bölüm gitmiş zaten. Bunlarla hiç uğraşmak istemiyordu, hemen filme girmek istiyordu. Senaryo gönderdik, görüşmeye geldi. “Senaryodan ne anladığımı anlatayım abi sana” dedi, başladı beş dakika hiç susmadan konuştu. Bittiğinde, benim söyleyecek hiçbir şeyim kalmamıştı o karakterli ilgili. Filmi yapan ekip dışında seneryoyu ilk defa bu kadar anlayan biri çıkmıştı karşıma. Beni çok heyecanlandırdı bu.Niye Eskişehir’de yazdın?Benim memleketim. Kendi içime dönmek için hep oraya giderim ben. Sonra filmi de orada çektik. Özlem Durak “Acaba şehir dışına mı taşısak seti” dedi. Ben de Eskişehir olsun o zaman dedim. Her sokağını biliyorum. Yitik çocukluğumun geçtiği yerde çektim filmi. Çocuğum olmasa gidip orada yaşarım ben. Zorlu bir dönem oldu. Üç ayda yazdım senaryoyu. Sancılı süreçti. Arkasında çok iyi bir masa çalışması yaptık. Yapımcı sözünü tuttu çok iyi bir yardımcı yönetmenle çalıştık, Mehmet Öztekin... Sete çıktığımızda neyi nasıl çekeceğimizi en ince detayına kadar biliyorduk. Görüntü yönetmenimiz de müthişti. Beraber çalıştığım ekibe minnettarım.Filmin şarkısı Melih Kibar’ın son bestesi: Sessiz Veda Filmin ana şarkısı Melih Kibar’ın bestesi, Demet (Sağıroğlu) seslendirdi. Sessiz Veda. Melih Kibar’ın son bestesi. Demet ona söz yazmış. Bir gece de kapısını çalmış, “Ben buna söz yazdım” demiş, hemen orada, stüdyoya girip kaydetmişler. O kopyayı kullandık. Melih Kibar çalıyor. Demet senaryoyu okuduktan sonra “Şu şarkıya baksana filme çok yakışmaz mı sence” dedi. Dinledim. Filmin şarkısı oydu gerçekten. Demet benim ebedi dostumdur. Bu hayatta tanımaktan en mutlu olduğum insanlardan biridir. Mükemmel biridir Demet, altın kalplidir. Çok önemlidir yeri ben de. Kadınlardan yana şanslıyım. Yasemin de senaryoyu ilk okuyan gruptaydı. Eleştirileri oldu, dikkate aldıklarım oldu ve ona uygun düzeltmeler yaptım.

Devamını Oku

Boşanmamız bence Ertuğrul Bey’i de rahatlattı, üzerinden damat yükü kalktı

11 Kasım 2009

Artık Ertuğrul Özkök’ün damadı değilsiniz. Bu ne kadar önemli sizin için?Hiç önemli değil. Bu başkalarının önemsediği bir durumdu. Biz bir aileyiz. Boşansak da boşanmasak da... Bunun dışında önemli ne olabilir ki. Boşanmanın en iyi tarafı ne biliyor musunuz, bana artık kimse damat diyemeyecek...n Geçen kasım ayında Ertuğrul Özkök’ün eşi Tansu Hanım’la röportaj yaptığımda “Herkes Ercan’ın bizim sayemizde çok şey elde ettiğini, bizim ona faydamız olduğunu zanneder ama aslında Ercan evliliği için çok şey kaybetmeyi göze aldı. Bizim yüzümüzden çok şey kaybetti, para kaybetti. Bizim ona zararımız oldu” demişti. Bana da söylemişti bunu. Müziği bıraktım ben Gülümsün için. Gece sahneye çıkıyorduk, beni bekliyordu ya da benimle beraber geliyordu ve hayatımız zor oluyordu öyle. Hiç düşünmeden bıraktım. Tabii çok iyi para kazanıyordum o dönem.Ertuğrul Bey’in ilk tepkisi “Hah aşık olsunlar da görün” olmuşn İlk görüşte aşktı değil mi Gülümsün’le yaşadığınız?Ortak bir arkadaşımız vardı Sunar. Tansu’nun da çok iyi arkadaşı, o bizi tanıştırdı. Çöpçatanlık yaptı, telefonda tanıştık Gülümsün’le. “Yemeğe çıkartacaksın” dedi, çıktık. 1 Eylül 1995’ti buluştuğumuz ilk gün, aşık oldum. O da aşık oldu. Ve benim kadınlardan nefret ettiğim, bir daha birini sevemeyeceğimi düşündüğüm bir dönemdi. Yemeğe çıktığımız akşam Ertuğrul Bey eve gelmiş “Nerede Gülümsün?” demiş. “Ercan’la yemeğe çıktı” demişler. “Hah, aşık olsunlar birbirlerine de görün” demiş. Kızmış. İki sene flört ettik. Sonra evlendik.n Siz aslında önce Tansu ve Ertuğrul Özkök’le arkadaşsınız, sonra Gülümsün’le tanışıyorsunuz...“Sayenizde” şarkısının olduğu dönem. Beraber çok vakit geçirmeye başlamıştık. Sunar tanıştırdı beni onlarla. Gezmeler, dışarıda eğlenceler. Ertuğrul Bey’i, Sedat Ergin’i alıp Yıldız Tilbe’ye götürüyordum, “Çok matrak yaa” diyorlardı. Farklı geliyordu, bayılıyorlardı. Çok eğleniyorduk. Bir kızları olduğunu ve Ertuğrul Bey’in bu kadar kudretli bir adam olduğunu bilmiyordum. Ben onu acayip iyi şaraptan anlayan, müzik bilen bir adam olarak tanıyordum. Çok iyi arkadaş olmuştuk ama evlenince “Baba” dedim hemen.nŞimdi ne diyorsunuz? Şimdi de “Ertuğrul Bey” diyorum. n Kaç yaşındaydınız o dönem? 25. Ben Bayburtlu’yum. Arkadaşımın kızıyla flört etmek, evlenmek bana çok ağır geliyor, çünkü ihanet gibi geliyordu. Bu duyguyla baş etmem zor oldu. Acısını yaşadım. Ertuğrul Bey’e karşı kendimi kötü hissediyordum.Ben İzel-Çelik-Ercan-dinlerdim gençliğimde... Severdim şarkılarını... Sonra, sevdiğim çoğu şarkıda hep Ercan Saatçi imzası çıktı karşıma... Konservatuvarlı iyi bir müzisyen olduğunu bildiğim için sanırım, Ertuğrul Özkök’ün damadı olmasına şaşırmayalardan biriydim ben. Biliyorum buna şaşırmayan yok gibiydi neredeyse... Aradan 12 yıl geçti, Gülümsün ve Ercan boşandı. Buna kimse şaşırmadı. Ama ben buna çok şaşırdım. Hatta çok üzüldüm. Umarım her şey onlar için çok daha iyi olur. İşte merak ettiğiniz Gülümsün Özkök-Ercan Saatçi ayrılığı...Arda’dan bugünkü maçtaki formasını istedim“Skoru bilmem ama Galatasaray’ın kadrosu Fenerbahçe’nin kadrosundan çok daha iyi. Ama maç Şükrü Saraçoğlu’nda, bu faktör önemli. O yüzden Galatasaray yener diyemem. Yüzde 70 Fenerbahçe, yüzde 30 Galatasaray yener derim. Rijkaard’a zaman verirseniz Galatasaray’ı Avrupa’nın ilk üç takımı arasına sokar. Ama burası Türkiye, kimse buna müsaade etmeyecek göreceksin. Bu zamanı vermeyecekler. Ben Arda hayranıyım. Çok isterim Fenerbahçe’ye gelmesini. Hagi’yi seyretmeye doyamamıştım. Arda’yla konuştum hafta içinde ve ondan bugünkü maçtaki formasını bir Fenerbahçeli olarak istedim, imzalı. Onu bana verecek. Ömrünün sonuna kadar saklarım onu.”Gülümsün’ün dedesi ideolojik açıdan evlenmemize karşı çıkıyordun Peki, evlenince o arkadaşlık devam etti mi yoksa araya bir mesafe mi girdi?Bir sene konuşmadık. Küslükten değil ama ilişkimiz koptu. Soğuktu. Gezmeler, sohbetler, içmeler tak diye kesildi. Bir anda kayınpeder oldu. Bir yıl sonra düzeldi. Beni sever Ertuğrul Bey. Kendisine çok benzetir. Ben de onu severim. İstemeye gittiğimizde “Benim bir kızım, bir de kedim var” dedi. “Kızımı istiyorsunuz” dedi. Aslında evlenmemizi istemiyordu Ertuğrul Bey. “Evlenmeyin” diyordu. Tansu’nun babası Hüdai Oral yüzünden evlendik. Çünkü CHP’li çok sert dede beni istemiyordu. Karşı çıkıyordu. İdeolojik açıdan karşı çıkıyordu. “Bizim damat bu olamaz” diyordu. “Erbakan’a da şarkı yapacakmış” diyor. Çünkü ANAP’a iki kez, DYP’ye bir kez seçim şarkısı yapmıştım, “Refah Partisi bile istese şarkı yapar mısınız” demişlerdi ben de “Yaparım, ben profesyonelim” demiştim. Bunu yazmışlardı. Onu okumuş ve beni silmiş dede. Tanışmaya gittiğimizde çok korkmuştum ben. Gülümsün onları razı edene kadar çok uğraştık. Ama tanışınca beni çok sevdi “Uzatmasınlar hemen evlensinler, evleneceklerse” demiş. Öyle evlendik. “Benim yüzümden çok dayak yiyeceksin” demişti Ertuğrul Bey bana, öyle de oldu... Gecelerce uyuyamadım, psikoloğa gittim, çok üstüme geldiler. Şimdi boşandım, artık damat değilim, bakalım ne diyecekler. 1997’den önce Ercan yoktu muamelesi yaptılar bana.Bende star kumaşı yok, mahalle çocuğuyumn O yıllarda çok meşhurdunuz değil mi? Sanem benim tam 600 bestem vardı, şu an 1000 tane. İzel-Çelik-Ercan müthiş bir patlama yapmış. Bizim tek albümümüz var aslında, ne garip değil mi? Ama etkisi çok büyüktü. Sahneye çıkıyorduk. Sezen Cumhur Önal “Sizden bir şey olmaz” demişti, biliyor musunuz? Aslında o albümden önce Vitamin var, Ufuk’la yaptığım. 1988 yılı. Türkiye’de gelmiş geçmiş en çok satan albüm. Kimin yaptığı albümde yazmaz. Öğrenciydik konservatuvarda ve yasaktı albüm yapmak. “Ben yaptım” demek istiyordum herkese ve diyemiyorum. Ama ben müziğin mutfağında olmak istedim hep. Ön tarafta olmak istemedim. Çünkü kendimi keşfetmiştim, bende star kumaşı yok. Çünkü ben mahalle çocuğuyum. Bunu seviyorum. Haydarpaşa Erkek Lisesi’nde okumuş, Zeynep Kamil’de top oynamış, sokağı bilen, fırlama bir tiptim. Sahiciydim. Benden star olmazdı. Poz yapamam. Bu benim bir prodüktör olmamı sağladı. Arkamda kimse olmadan geldim. Ne Sezen Aksu, ne biri. Gerçekten tırnaklarımla geldim.Evimizde Ecevit’in resmi duvarda asılıydı lisede Mahir Çayan’ın mezarını sulardımn Siz milliyetçi misiniz? CHP’li dede sizi bu yüzden mi istemiyordu?Annemle babamın evinde duvarda Ecevit’in resmi asılıydı. Karaoğlan çok önemliydi. Ben Haydarpaşa Erkek Lisesi’nde okudum, solcuların kalesiydi. Mahir Çayan’ın mezarına su dökmek karşılığında 25 kuruş vermişti annesi. Bir hafta yapmıştım. Karacaahmet mezarlığında. Böyle bir kültürden geliyorum. Ama vatanımı, bayrağımı çok severim. Kim Deniz Gezmiş’e de “Vatanını sevmiyor” diyebilir. MHP’nin milliyetçiliği değildir ki sadece milliyetçi olmak. Milliyetçi olmak hiçbir siyasal görüşün egemenliği altında olamaz bence. Ama asker görünce benim gözüm dolar mesela. Ben Silahlı Kuvvetler aşığı bir adamım. Ama askere Ertuğrul Bey yüzünden gittim. Ailemde de çok asker vardır. Babam pilot olmamı istiyordu, Kuleli Lisesi’nin imtihanlarına sokmuştu beni, bildiğim soruları bile yanıtlamadım, müzisyen olmak istediğimi biliyordum. Yaptığım şarkılar yüzünden milliyetçi kimliği üzerime yapıştı. Bundan rahatsız olmadım ama ülkücü de değilim. Ama MHP’nin şu son çıkışlarını çok beğeniyorum.n Bu dediğinizi hiç anlamadım ya neyse, nasıl Ertuğrul Bey yüzünden gittiniz askere?18 ay komando olarak yaptım Foça’da. Özel asker yetiştiren bir yerdir orası. Tim komutanıydım. Son sınıftan derslerim vardı, biraz da bilerek uzatıyordum, işlerimi yoluna koyayım diye. Hatta o dönem Gülümsün Zeynep’e hamileydi. Ertuğrul Bey beni çağırdı “Ercan bir an önce askere git gel” dedi. Çünkü Bahattin Şeker diye bir bakan vardı, asker kaçağıymış, Ertuğrul Bey bunun üzerine gidiyordu ve adamı askere gönderdiler hemen. Bu arada damadı daha askere gitmemiş durumda olmak istemedi sanırım Ertuğrul Bey. Hemen gittim.Müzikle yatıp kalkan bir adam olarak Ertuğrul Bey’den müzikle ilgili çok şey öğrendimn Gülümsün Özkök’le evlenerek sınıf atladığınızı söylerler, buna katılır mısınız? Bayburtluyuz. Namaz kılınan, muhafazakâr, ataerkil bir evde büyüdüm. Farklı kültürler. Benim annem babam daha yaşlı. Benim evimden farklı bir evdi Ertuğrul Bey’in evi ama benim için bir önemi yoktu. Çünkü benim için iyi aile, aile nosyonunun sağlam olmasıdır. Yoksa çok kitap olması bir evde, televizyonlarının büyük olması, şaraplar içilmesi o aileyi iyi aile yapmaz.n Ama sizi çarpmış olması gerekir, Tansu Özkök’ün iyiliği, zarafeti, Ertuğrul Özkök’ün gustosu, yaşam tutkusu öyle değil mi?Kesinlikle. Ertuğrul Özkök’e hayran olmuştum. “Nasıl bir salakmışım ki, ülkede böyle adamlar var ben hâlâ o bar senin bu bar senin dolaşıyorum, bu adamları tanımıyorum” diye düşünmüştüm. Ben müzikle yatan, müzikle kalkan adam olarak Ertuğrul Özkök’ten müzikle ilgili çok şey öğrendim. Onunla sohbet etmeyi çok seviyordum. Kendimi şanslı hissediyordum. Kendine münhasır bir adam. Aşırı demokrat bir adam. Herkesin mahremiyetine müthiş saygı gösterir. Sinirleri alınmıştır. Hiçbir kompleksi yoktur. Ne alınır ne kızar. Ben öfkelenirim. Özkök’ün bana kattığı çok şey var hayatla ilgili. Bir Çin atasözünü öğretmişti bana “Bir derenin kenarında yeterince sabırla beklersen düşmanlarının cesetlerinin o dereden akıp geçtiğini görürsün.” Tansu’yu kendi annemden ayırmam. Boşandık ama hâlâ annem derim. Kendi annemden daha yakındır bana. Dünyada gördüğüm en iyi kalpli ama çok çabuk sinirlenen insandır Tansu. Kritik özellikleri vardır.Evlerimizi ayıralı 6 ay oldu, şimdi boşandık ama çocuklarımın uzakta olmasına alışamadım* Tansu Hanım röportajda sizin için “Ercan benim oğlumdur, Allah korusun bir gün boşansalar da, benim oğlum olarak sonsuza kadar kalır. Burası daima onun evidir” demişti. Boşandınız...Bizi iyi karı koca olmayı beceremedik. Ama iyi bir anne ve iyi bir babayız. Ben artık bekar bir babayım. Zeynep 10, Sinan 4 yaşında. İçimde fırtınalar kopuyor onları düşündükçe. Evlerimizi ayıralı 6 ay oldu, şimdi boşandık ama hâlâ çocukların uzakta olmasına alışamadım. Bundan sonra tek dileğim Gülümsün’le çok iyi arkadaş olmak. Çünkü Gülümsün ayrılmak istedi, ben bu olmasın diye uğraştım, direndim ama başarılı olamadım. Çok üzüldüm. Ama şimdi iyiyim. Böyle olmasının benim için de daha iyi olduğunu düşünüyorum. Ama Gülümsün boşanma davası açmasaydı ben hayatım boyunca boşanmazdım. Kötü de ayrılmadık. O evi hâlâ kendi evim olarak görüyorum. Hakim “Boşandınız, artık bekarsınız” dediğinde içim bir tuhaf oldu. Şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşandık, bu çok tuhafıma gitti çünkü çok ters olmama rağmen hiç kavga etmem. Gülümsün’ün de şikayeti buydu hatta. Çıkınca,“Hadi görüşürüz Gülümsüncüm” dedim. Hayat devam etti. Bu boşanma Ertuğrul Bey’i de rahatlattı bence. Şimdi aramız çok daha iyi. Üzerinden damat yükü kalktı. O da yıpranıyordu. Ertuğrul Bey de Tansu da bana “Bu boşanma bizim ilişkilerimizi değiştirmez, bu Gülümsün’ün tercihi, bizim ilişkimiz ömür boyu devam eder” dediler. Tansu’yu kaybetsem çok üzülürdüm. Benim ailem için boşanmak dünyanın sonu. Benim annem babam mahvoldu. Bittiler.En büyük rakibim İbrahim Seten* Tüm bunlar olurken, aynı anda Hürriyet Gazetesi Spor Koordinatörü oldunuz.92-94 arası Ertuğrul Özkök’ü tanımazken de ben Fenerbahçe yazıları yazıyordum Hürriyet’e. Ben Fenerbahçe aşığıyım. Çok iyi Fenerbahçe bilgim var. Yani ben Ertuğrul Özkök’le bir şey olmadım. Ben bir şeydim arkadaş. Zaten üç senedir vardı bu teklif. Ertuğrul Bey bunu benden iki-üç yıldır rica ediyordu, orada spor müdürü olmamı. Ben istemiyordum. Sabahtan akşama kadar gazeteye kapanacak bir tip değilim çünkü. Tek iş yapamam. Bir sürü iş aynı anda yapmam lazım. Şimdi olması tamamen tesadüf. Artık Hürriyet spor sayfalarını ben ve Mehmet Aslan yapıyoruz. Benim tek hayalim Vatan gazetesi Spor Müdürü İbrahim Seten’le bir gün çalışmak. Ama şimdi ona çok ciddi bir rakibim. Onun kadar geçmişim yok ama bu işi çok iyi yaptığımı göreceksiniz.

Devamını Oku