36 yaşında ilk defa mesleğimi yapıyorum

Tuna Kiremitçi ilk filmi “Adını sen koy”u ve yönetmenlik serüvenini anlattı

Haberin Devamı

Yazar, müzisyen Tuna Kiremitçi şimdi de yönetmen koltuğunda. 4 Aralık’ta vizyona girecek olan “Adını Sen Koy” filminin hem yönetmeni hem senaristi... Avukat Ömer Durak’ın yapımcılığını üstlendiği film Tuna Kiremitçi’nin çocukluğunun geçtiği Eskişehir’de, 26 günde çekilmiş. Maliyeti ise 1 milyon dolar.

Şunu itiraf etmeliyim, Tuna Kiremitçi’yle buluşmaya giderken, tarifleyemediğim bir endişe peşimi bırakmıyordu.

Üç senedir, kısa karşılaşlamar, ayaküstü sohbetler dışında neredeyse hiç görmemiştim Tuna’yı.

Tuna’yla eski arkadaşız biz. O yüzden, her zaman bir film çekmek istediğini biliyordum ve yaptığını duyduğumda da hiç şaşırmadım, sevindim, merak ettim... Ama bir taraftan da “Her şeyi yaparım; roman yazarım, şarkı söylerim, film çekerim, oynarım, resim yaparım bunlar yetmezse televizyon programı yaparım” konseptini seven insanlara da hep kuşkuyla bakarım, ne eksik acaba hayatlarında diye...

Onca telaşın arkasına mutlaka bir şey saklanır çünkü... Tuna da Vatan gazetesinde köşe yazarı, romanları olan bir yazar, müzik albümü yapmış bir müziksever, şimdi de senaryosunu yazdığı bir fim çekti “Adını Sen Koy...”

Yani, hayatı için “endişe” edebileceğim her şey vardı bu hikâyede.

Kötü bir şeyle karşılaşmak istemiyordum.

Bebek’te sıcak bir kış gününde buluştuk.

Hemen konuşmaya başladık... Görüşülmemiş bir üç sene olmamış gibi. Röportaja başlamadan, eski arkadaşa küçük bir kıyak, “havasıyla” röportajda sormayı düşünmediğim bir soruyu önceden sordum:

“Baba, sonunda yaptın istediğini ama niye yaptın?”

“Sanem ben sinema mezunuyum ya. Mimar Sinan Sinema Televizyon bölümü.”

“Aaaa, doğru ya! Bunu tamamen unutmuşum. Aman Allah’ım! Nasıl mutlu oldum, bir bilsen.”

“Sanem hiçbir şey anlamadım dediklerinden. Ne oldu ki? Tipim göstermiyor değil mi? ’Salak şimdi de film çekmiş’ diye mi, geldin... Eee, tabii çok salaklığımı gördün sen.”

Kahkalar içinde röportaja başladık...

Ben Tuna’yı çok iyi gördüm, darısı filmi seyredenlerin başına...

4 Aralık’ta ilk filmin vizyona giriyor. Korkuyor musun?

Korkuyorum tabii. Çok heyecanlıyım. Çünkü bu alanda kalıcı olmak istiyorum. Yönetmen olarak devam etmek istiyorum. Bunu sağlayacak bir iş çıkarmış olmayı diliyorum. Benim gönlümden her zaman film yapmak geçiyordu ama ekonomik koşulları oluşturamayacağımı düşünüyordum. Benim esas mesleğim yönetmenlik ve senaristlik. Mimar Sinan mezunuyum, gerçek katı bir eğitimden geçtik. Bunu da filmi çekerken anladım zaten. Hakikaten öğretiyorlarmış. 36 yaşında ilk defa mesleğimi yapıyorum. Yapmamış olmanın hep mahçubiyetini de taşıyordum içimde, okula karşı açıkçası. Ama mezun olduğumuz dönemde sinema sektörü iş yapan bir sektör değildi. İş bulunamıyordu. Ben de metin yazarı olarak reklam şirketinde işe başladım. Yazı, hayatımda olduğu için de öyle devam etti. Film çekemeyince de roman yazdım.

Ama yazı yazmayı sevmene rağmen büyük bir yazı tutkusu yok sende. Daha önce yaptığımız röportajda bunu konuşmuştuk. Hatta yanımda getirdim, demişsin ki “Yazmayı seviyorum ama yazmazsam yaşayamamcılardan değilim. Bir yazara göre fazla normalim ama yazı, çocukların ağaçtan evi gibi benim için. Saklandığım yer.” Film çekmek seni saklandığın yerden çıkarabildi mi?

Bunu çok net söyleyebilirim ki benim hayatımın en güzel bir ayıydı. Yeniden doğduğumu hissettim. İlk defa kendimi yakaladığımı hissettim. Varlığımın anlamlı olduğunu hissettim. Demek ki herkes mesleğini yapmalıymış. Kendimle ilgili şunu öğrendim, baskı altındayken işimi yapabiliyormuşum.

Ayrıca şimdiki zaman odaklı bir iş olduğu için sinema, beni geçmişin pişmanlıklarından gelecek kaygılarından kurtardı. Ruh sağlığıma çok iyi geldi bu. Çok zorlandığım zamanlar oldu geçmişte, karamsarlığa kapıldığım anlar oldu. Uzun zamandır hiç olmadığım kadar iyiyim. Her zaman istediğim hayatı şimdi yaşıyorum.

Artık romancı olarak hayatıma devam etmek istemiyorum

Sevgilin var mı, bunu şundan soruyorum kadınlarla ilgili birçok hikâyesi olan bir adamın asıl istediği hayat kadınsızlık mı onu anlamak istiyorum?

Zamanımı kendi istediğim gibi yaşıyorum. İstemediğim işi yapmıyorum, üretiyorum. Beni anlayan arkadaşlarım var. Şu anda her şey olması gerektiği gibi... Geçmişte bir dönem hiçbir şey olması gerektiği gibi değildi.

Roman yazmayı bıraktığını yazdın geçenlerde, sinema yüzünden mi?

Yazmayı istediğim her şeyi yazdım. Bitti. Sadece roman yazmak için roman yazamam. İstemiyorum. İstediğim romanları yazdım. Belki 15 yıl sonra aklıma süper bir fikir gelir, yine yazarım. Romancı olarak hayatıma devam etmek istemiyorum. Türk edebiyatına böyle katkıda bulunmak istiyorum...

Filmden bahsetmem lazım ama öyle şeyler söyledin ki, bu konuyu da böyle bırakıp gidemem. Sen genelde, tamamen sana ait duyguları yazan bir yazarsın. Anlatmak istediğin acın mı bitti, yoksa yönetmen olmak o acıları mı tamir etti de yazacak bir şey kalmadı? Mesela baban ve annen...

Ben kendimin dışında bir şeyleri anlatacak biri değilim. Onu yapamam sanırım. Freudyen bir açıyla bakacak olursak yazıyı neden bıraktığıma, her zaman babam beni yazıya itmişti, babamı kaybettikten sonra özellikle, onu devam ettirmek gibiydi yazı benim için. Ona doyamadığım için, hem erken öldü, hem kendi sorunları vardı, ölümünü kabul edemedim. Şu anda babamdan çok bağımsız bir şey yapıyorum kendi istediğim sinemaya geçtim, artık babamla vedalaşabilirim demek bu. 36 yaşında artık kendi istediğim hayatı yaşıyorum. Kendi istediklerimi yapıyorum. Geçmişle ilgili hiçbir sorunum yok artık. Onları çözemeyeceğimi kabullendim. Yazıyla ilgili ilişkimin değişmesiyle de oldu bu.


Film şirketinden teklif gelince deli olduklarını düşündüm


Film çekmeye nasıl karar verdin peki?


Elizi filmden teklif geldi. Deli olduklarını düşündüm. İnanmakta zorlandım. Çok ilginç ve Avrupai bir teklifti çünkü.

Elizi film..?

Ömer Durak ve Özlem Durak kardeşlerin yeni kurdukları bir şirket.

Avukat Ömer Durak... Beni bağışlasın ama şunu da soracağım “Ebru Gündeş- Ömer Durak.”

Evet o. Yapımcımız. Özlem de proje tasarımcımız. Benim kısa fimlerimi mi seyretmişler internetten, romanları mı okumuşlar. Ve bana bir mail atmışlar. “Biz Melis Birkan için bir sinema filmi yapmayı düşünüyoruz, bunun seneryosunu yazar mısınız ve çeker misiniz? Bu konuyla ilgili görüşmek isteriz” diye. Çok şaşırdım. “Bunlar ne yaptıklarının farkında değil herhalde, deli bunlar” diye düşündüm. Senaryo tamam ama yönetmen için beni düşünmeleri... O yüzden ofislerine de gitmek ismedim. “Dışarıda buluşalım” dedim. Onlar benim havalı biri olduğumu düşünmüşler. Hatta gelirken kavga etmişler. “Nereden bulduk bu adamı, şimdi gideceğiz bize ters davranacak” falan diye.

Eeeee? Başka hiçbir şey diyemeceğim çünkü...

Buluştuk. Altı aydan beri buna hazırlanıyormuşum gibi “Çok iyi bir yardımcı yönetmen ve çok iyi bir görüntü yönetmeni bulursanız, çekeriz” dedim. Bu cevaptan çok hoşlandılar. İki dakika içinde prensip olarak anlaştık. Hissettik bunu yapacağımızı. Bu yılın başında oldu bunlar. Konsepti belirledik. Sonra ben yazmak için Eskişehir’e gittim. Ama şunu da söyledim “Senaryoyu yazıyoruz, filmi çekmeye üç gün kala yönetmen için fikrinizi değiştirirsiniz, başka birine çektirmek isterseniz ben bunu anlarım” dedim. Çok duygulandılar. Hiç geri adım atmadılar. Hiç tereddüte düşmediler. Benim de kendimden şüphem yoktu ama sinemaya yatırım yapmanın ne demek olduğunu biliyorum.

Settekilerin çoğu okuldan arkadaşım, çalışırken bu yüzden kendimi genç hissettim


Bunu merak ediyorum, sinemacılar, sinema sektörünün çalışanları, yeni birine nasıl davranıyor? Küçümsüyor mu, kızıyor mu, anlıyor mu?

Sette hiç paniğe kapılmadım. Sadece bir kez paniğe kapıldım, Eskişehir’e ilk gittiğimiz gece, akşam yemeğe gittik hep beraber. Melis “Konuşma yapacak mısın Tuna?” diye sordu. Ben de “Yapacağım tabii” dedim. Özgüvenliyim ya. Genelde de kalabalık önünde konuşabilirim. Çıktım restoranın ortasına, bardağı vurdum ve sırtımdan aşağı ter boşandığını hissettim. 65 kişi susmuş bana bakıyor ve hiçbirinin ilk filmi değil. Şimdi hatırlamadığım bir şeyler saçmaladım. Yerime oturduğumda Ahmet Mümtaz Taylan sırtıma vurdu, “Bravo, gerektiği kadar sıkıcıydın” dedi. Ertesi gün sete çıktım o 65 kişi yine ordaydı ve harikalardı. Çok şanslıyım. Kendi ekibi tarafından sevilen bir film oldu bu. O yüzden çok iyi vakit geçirdik. 65 kişiydik toplam.

Ayrılırken gerçekten üzüldük. Setteki çoğu arkadaşım okuldan arkadaşımdı zaten. Çalışırken kendimi gençleşmiş hissettim o yüzden. Sette çalışanları izlemeye bayıldım. Kamera grubunu izlemek müthiş bir şey. Çalışmaları çok şiirsel. Hiç bilmediğiniz bir dilde konuşuyorlar ve hiç anlamadığınız espriler yapıp, çok gülüyorlar.

Sakin, sıkmayan duygulu bir film oldu seyrederken ben de duygulanıyorum

Konsept neydi belirlediğiniz? Aşkın erkeklerin hayatını nasıl etkilediği ya da erkek gözüyle aşk mı?

Ömer Durak bana “Erkek arkadaşlığı ve aşkın

erkekler arasındaki dostluğa etkileri üzerine bir senaryo sahibi olmak istiyoruz biz” dedi.

Filmin sözü “Sevmesini de gitmesini de bilenlere...” Özel bir anlamı var mı?

Film bir aşk filmi. Ama gerçekci bir aşk hikayesi. O da şu, erkekler de yanar yani. Bir aşk ilişkisinin erkeklerin hayatında ne tahribatlar yaptığı pek konuşulmaz. Erkek dostluğu ise benim için çok önemli, çünkü ben yatılı okulda okudum. Bunun ne olduğunu biliyorum. İnişlerini çıkışlarını... Ve bu da bana çok dokunaklı geliyor. Kadın arkadaşlığından daha az duygular değil onlar. Erkekler ne acılarını, ne dostluklardaki incinmelerini ifade edebiliyor, yabaniler. Kendi içimizde yaşıyoruz, ifade etmeye çekiniyoruz. “Delikanlıyı bozar” diye düşünüyoruz galiba. Bu da çok dramatik bence. Buralara dokunan bir film oldu. Sakin ama sıkmayan filmleri severim. Bizimki de öyle galiba. Duygulu bir film oldu. Seyrederken çok duygulandığım sahneler var.

Melis’in oynadığı karakterin içinde çok fazla Tuna var

Benim filmde sevdiğim şey şu oldu, bir hikâye içinde üç farklı sevgi ilişkisi testten geçiyor. Aşk, kardeşlik, dostluk...

Benim de hikâyede sevdiğim nokta o, dört karakter var başlarına bir mevzu geliyor, dördü de birbirini üzmeden bu işten çıkmaya çalışıyorlar, hatta çırpınıyorlar. Ben hiçbirini yargılamadım. Birini anlayınca yargılamazsın ya ben o karakterleri anladım. İnşallah anlatabilmişimdir de. Çünkü hiçbirimiz bıçak kemiğe dayanmadan ne yapacağımızı bilmeyiz. Öncesinde atar tutarız da başımıza gelirse nasıl davranacağımız, bize bile sürpriz olur. Zaten en büyük kahramanlar kahraman olacaklarını beş dakika önce bilmeyen insanlardır. Hikâyelerde bunları seviyorum. Becerebildiysem, filmden çıkan insanların “Hay Allah” demelerini istiyorum çünkü o zaman hikâyeyi anlatabilmişim demektir.

Aybige (Melis Birkan) bıçak sırtı durumda, yargılanabilir seyirci tarafından öyle değil mi?

O yüzden bu karakterin rejisi üzerine bayağı çalıştık. Benim asıl branşım oyuncu rejisi zaten ve şakası olmayan adamlar bizi eğitti. Ve iyi eğitmişler cidden. Ama Melis de her şeyi çok hızlı kavrayan bir oyuncu. Gelişmek isteyen, bunu çok isteyen bir oyuncu. O yüzden hiç zorlanmadım. Aybige karakteri benim kendime en yakın bulduğum karakter. O karakterin içinde çok fazla Tuna var. Hepsinde varım ama onda farklı bir şekilde varım.

Filmi yitik çocukluğumun geçtiği Eskişehir’de çektim

Cemal Toktaş’a çok şaşırdım. Onu Mahsun Kırmızıgül’ün Güneşi Gördüm filminde Karslı Kürt gay rölünde izlediğimde oyunculuğunu çok sevmiştim. O yüzden baştan korktum.

O da bu yüzden bu rolü çok oynamak istiyordu. Çok ciddiye aldı. Hatta deneme çekimi yapılmasından hiç hoşlanmadı. Ona da yanlış bölüm gitmiş zaten. Bunlarla hiç uğraşmak istemiyordu, hemen filme girmek istiyordu. Senaryo gönderdik, görüşmeye geldi. “Senaryodan ne anladığımı anlatayım abi sana” dedi, başladı beş dakika hiç susmadan konuştu. Bittiğinde, benim söyleyecek hiçbir şeyim kalmamıştı o karakterli ilgili. Filmi yapan ekip dışında seneryoyu ilk defa bu kadar anlayan biri çıkmıştı karşıma. Beni çok heyecanlandırdı bu.

Niye Eskişehir’de yazdın?

Benim memleketim. Kendi içime dönmek için hep oraya giderim ben. Sonra filmi de orada çektik. Özlem Durak “Acaba şehir dışına mı taşısak seti” dedi. Ben de Eskişehir olsun o zaman dedim. Her sokağını biliyorum. Yitik çocukluğumun geçtiği yerde çektim filmi. Çocuğum olmasa gidip orada yaşarım ben. Zorlu bir dönem oldu. Üç ayda yazdım senaryoyu. Sancılı süreçti. Arkasında çok iyi bir masa çalışması yaptık. Yapımcı sözünü tuttu çok iyi bir yardımcı yönetmenle çalıştık, Mehmet Öztekin... Sete çıktığımızda neyi nasıl çekeceğimizi en ince detayına kadar biliyorduk. Görüntü yönetmenimiz de müthişti. Beraber çalıştığım ekibe minnettarım.

Filmin şarkısı Melih Kibar’ın son bestesi: Sessiz Veda

Filmin ana şarkısı Melih Kibar’ın bestesi, Demet (Sağıroğlu) seslendirdi. Sessiz Veda. Melih Kibar’ın son bestesi. Demet ona söz yazmış. Bir gece de kapısını çalmış, “Ben buna söz yazdım” demiş, hemen orada, stüdyoya girip kaydetmişler. O kopyayı kullandık. Melih Kibar çalıyor. Demet senaryoyu okuduktan sonra “Şu şarkıya baksana filme çok yakışmaz mı sence” dedi. Dinledim. Filmin şarkısı oydu gerçekten. Demet benim ebedi dostumdur. Bu hayatta tanımaktan en mutlu olduğum insanlardan biridir. Mükemmel biridir Demet, altın kalplidir. Çok önemlidir yeri ben de. Kadınlardan yana şanslıyım. Yasemin de senaryoyu ilk okuyan gruptaydı. Eleştirileri oldu, dikkate aldıklarım oldu ve ona uygun düzeltmeler yaptım.


DİĞER YENİ YAZILAR