Bir 'Evet'çi ile bir 'Hayır'cı

21 Ağustos 2010

Birbirimizi, farklı yanlarımızdan ötürü mü severiz yoksa benzeyen yanlarımızın çokluğundan mı, karar veremem çoğu zaman.Hangisi bir aşkı aşk, bir ilişkiyi ilişki, bir evliliği evlilik yapar, bilemem.Bazen öyle olur, bazen böyle çünkü.Bazen benzemeyi seversiniz, bazen benzememeyi.Çok benzemek sıkıcıdır, tekdüzedir ama güven verir. Aynı koltukta yan yana yaşlanabilirsiniz rahatlıkla.Çok benzememek heyecanlıdır, bilinmezdir, aşkı aşk yapan her şey vardır onda ama insanın içini de acıtır. Çünkü bilirsiniz, en baştan bilirsiniz; farklılığınızla büyüttüğünüzü sanırken, aslında bir kuytuda usul usul küçülen bir ilişki beslediğinizi. Ve siz ne kadar direnseniz de, ilişkiniz, o ilk gün benzemediğinizi bildiğiniz ama benzememeyi sevdiğiniz yerinden çökecektir. Ben çok benzemeyi sevmediğim gibi çok benzememekten de korkarım açıkçası.İlişkideki o ‘görünmez’ orana inanırım, ateşi harlayan yerin, tarifini yapamadığımız o kural olduğunu sezerim.Biraz benze biraz benzeme...Ama bazı durumlar vardır ki, benzemek iyidir bana sorarsanız. Bu ülkede neler olup bittiğiyle ilgili algı, bir ilişkiyi paylaşanların arasında “benzer” olmalı bence.İçinden geçtiğimiz dönem, ne yaşadığımızı anlayabileceğimiz kadar berrak.“Sana göre”si, “bana göre”si pek yok. Gazetelerde, referandumda Gülben Ergen’in ‘hayır’, eşi Mustafa Erdoğan’ın ‘evet’ diyeceğini okudukça bunu düşünüyorum.Bu farklılıktan mutlu bir ilişki çıkar mı? Bence, bir ‘evet’çiyle bir ‘hayır’cıdan “Sevgi anlaşmak değildir” diyerek bir masal yazamazsınız. Referandumda, ‘evet’ demekle ‘hayır’ demek arasında, bir hayatı hayat yapacak birçok fark var.Referandumda verecekleri kararla birbirlerine benzemeyen çiftlerin, temelde birbirlerinden sıkılmalarına neden olacak kadar benzemediklerine inanıyorum.‘Evet’le ‘hayır’ arasına sıkışmış bir ilişki, benzer olmamanın çekiciliğini taşımaz.Aynı “düzeyde” olan insanların benzemezliği çekicidir çünkü, farklı düzeylerin benzemezliği bunaltıcıdır.Tam bu sırada Ezgi Başaran’ın Hürriyet Gazetesi’nde Hintli yazar Kiran Desai ile yaptığı konuşma gözüme takılıyor. Kiran Desai, “Orhan Pamuk’u beğeniyor musunuz?” sorusuna “Yazılarını ve tavrını sevmediğiniz birini nasıl sevebilirsin ki!” demiş.Siz ne dersiniz, bir ‘evet’çi ile bir ‘hayır’cıdan mutlu bir ilişki çıkar mı?*****MESUT İLE ARDADünya Kupası’nda büyük bir heyecanla seyretmiştim Mesut Özil’i.Gerçekten de yetenek ve özgüvenden kaynaklanan inanılmaz bir çekiciliği vardı Mesut’un sahada.Bu kadar yetenekli bir Türk’ün neden Almanya Milli Takımı’nda oynadığını merak etmiştim. Böyle parlak bir yıldız niye kaçmış olabilirdi Türkiye’den?Herkes birşeyler anlatmıştı Alman Milli Takımı’nı seçmesiyle ilgili..Gerçek cevap geçen gün geldi.Büyük Çekmece Belediye Başkanı Hasan Akgün açıkladı:“Mesut Özil’i 5 yıl önce G.Saray’a getirdim. Onu gören yöneticiler ‘Bu çocuk çok cılız. Solucan gibi. Bundan futbolcu olmaz’ deyip deneme idmanına bile almadılar. Beşiktaş da aynısını yaptı. Mesut da Almanya’ya geri döndü.”Bizi, futbola bakış açımızı ne kadar çarpıcı bir biçimde ortaya koyan bir hikâye, değil mi?Her sezon asgari 40 milyon Euro’yu kullanmadığı futbolcuların transferine harcayan G.Saray Kulübü’nün denemeye bile layık görmediği Mesut şimdi, “futbolun son dehası” Mourinho’nun özel çabalarıyla Cristiano Ronaldo’lu Real Madrid’e transfer oldu.Hem de Brezilyalı Kaka’nın yerine.İnsan düşünmeden edemiyor:“G.Saray ya Mesut’u beğenseydi, Mesut şu an nerede olurdu acaba?”Hemen hepsi akranı olan ve G.Saray’da yetişen Özgürcan Özcan, Oğuz Sabankay, Zafer Şakar, Mülayim Erdem’in başına gelenler ne ise onu yaşayacaktı belki de... Kaybolacaktı.O yetenek fışkıran jenerasyondan bir tek Arda Turan çıkabildi.Arda Turan’ın durumu da ortada. Kimi maçlarda kendi seyircisi tarafından bile yuhalanıyor.21 yaşındaki Mesut, Alman Milli Takımı’nı seçti.. Hemen ardından da Real Madrid’e 5 yıllığına 30 milyon Euro’luk bir mukaveleye imza attı.22 yaşındaki Arda ise Türk Milli Takımı’nda. Yılda 2.1 milyon Euro alıyor G.Saray’dan. Okuduğum kadarıyla geçen yılki parasının çoğunu alamamış. Arda Turan’ın Mesut Özil kadar yetenekli olduğu tartışılmaz ama bırakın Real Madrid’i, Atletico Madrid’e bile gitme imkanı sınırlı.Şu tabloya bakınca insan Almanya’yı seçen Mesut’a kızabilir mi gerçekten? Veya Türkiye’de kalan Arda’ya üzülmeden durabilir mi?Yıldızlar her yerde var, görmek için karanlığı beklemeyenlere.Siz karar verin, Türk futbolu yıldızdan anlıyor mu anlamıyor mu?*****Müzisyen imamGeçtiğimiz haziran ayında, müzisyen bir arkadaşımın evinde Dolmabahçe Camii İmamı Halil Necipoğlu ile tanıştım.Ben de sizin gibi şaşırmıştım, arkadaşım “Birazdan Dolmabahçe imamı uğrayacak” dediğinde.Hatta kızmıştım bile.Güzel yaz akşamında bir imamla oturmak istemiyordum.Saygıdan...Omuzları açık bir bluz vardı üzerimde ve şarap içmeyi planlıyordum.Şimdi örtünmem, şarap içmeyi ertelemem ve hocayı misafir olduğu evde tedirgin etmeyecek kadar görünmez olmam gerekecekti.Karşısındakinin inançlarına ve kurallarına aldırmayan ucuz başkaldırılardan hoşlanmam.Masaya bir imam oturacaksa masada içki olmaması gerekir, ona bu saygıyı göstermek zorundasın... Göstermeyeceksen aynı masaya oturmazsın.Arkadaşım “İçkiyi sonraya bırakalım ama omuzlarını örtmene, ortadan kaybolmana da gerek yok. Halil Necipoğlu müzisyen, gerçek bir notist, neyzen, albümleri var, konserler veriyor, olağanüstü bir ses, sohbete geliyor” dedi...Halil Necipoğlu geldi...Sohbet ilerledikçe öğrendiklerimle şaşkınlığım daha da arttı.Arkadaşımla beraber uzun zamandır çalışıyorlarmış zaten.Beraber yaptıkları ‘denemeleri’ dinledim, chill-out müziğin üzerine okunmuş ilahileri, neyin o insanın içine işleyen sesini. Bir imamın hayatına saklanan bu yetenekten çok etkilendim.Anlattıkları da çok ilginçti.Tophane Kılıç Ali Paşa Camii imamıyken, cami içinde ney üflediği için Küçükçekmece Camii’ne sürülmüş... İki sene önce de cezası bitmiş, Dolmabahçe Camii’ne gelmiş.Neyzen Kudsi Ergüner ile turnelere gidiyormuş.Beşir Esad geldiğinde onuruna verilen yemekte sahne almış.Kendisine ayrılan 25 dakikalık sürenin bitiminde devam etmesini rica etmişler. Çok mutlu olmuş.Tayyip Erdoğan not göndertmiş sahneye “Başbakanımız ‘Ada sahillerinde’yi dinlemek istiyor” diye.Hem Türkçe hem Arapça söylemiş şarkıyı...Geçen gece sahur vakti, televizyonlarda “Bu saatte ne var acaba?” diye merak ederek televizyonu açtım.Sıkılarak bir kanaldan bir kanala geçerken TRT 1’de Halil Necipoğluna rastladım.“Sahur Bereketi” programında her gün 02.55’te Sultanahmet’ten canlı yayın yapıyorlar.Tasavvuf musikisi ve sohbet...Müzisyen imam...Dinleyin, seveceksiniz.*****YalanlarımızHer gün epeyce yalan duyuyoruz. Bunlara alıştık. O kadar alıştık ki, doğruyu söyleyen birine rastlayınca ‘yalancı’ olduğundan kuşkulanır hale geldik. Yalanların melun olanları, sevimli olanları, vahşi olanları, korkakça olanları, çıkarcı olanları var.Gazete manşetlerinden ev konuşmalarına kadar her yerde rastladığımız yalanlardan bir potpori, siz hangi yalanı kimin uydurduğunu bulursunuz..İşte yalanlarımız:* Ben tarafsızım* Ben evetçiyim* Ben hayırcıyım* AKP’ye oy vermedim* Konuyla yakından ilgileniyorum ve inceletiyorum* Ben de barış istiyorum* O kızı tanımıyorum* Çok aşığız * Behlül gelse sana değişmem* Ben hiçbir gizli kamera çekimini izlemedim* Bu menfur saldırının failleri hemen bulunacaktır

Devamını Oku

Kahramanım ol..

20 Ağustos 2010

Bazen büyük sorunları olan bir toplum olduğumuza seviniyorum, çünkü aklını ve vicdanını kullanan herkesin kahraman olabilme şansı var.Düşünsenize; ya her şeyi yerli yerinde, tıkır tıkır işleyen bir devlet olsaydık, hangimiz neyi düzeltip kahraman olabilecektik ki!Tabii bütün bunları kahraman olmayı çok seven bir toplum olduğumuz için söylüyorum.Her an her konuda sonsuz fırsat var ülkemizde kahraman olmak için.Hangi konu ilginizi çekiyorsa... Sorun konusunda o kadar bereketli bir toplumuz. Ama aynı zamanda “sahte kahramanlar” cennetiyiz de...Bir sorunu çözüyormuş gibi yapıp da çözmeyen kahramanlar ülkesiyiz.Eskiden tahta maşaların ucuna kartondan yapılmış resimleri yapıştırırlar, o resimlerin arkasında da bir mum yakarlar, önüne de perde koyarlardı. Küçücük resimler o perdeye kocaman yansırdı.Yıllarca biz bu tür bir gölge oyunu seyrettik Türkiye’de.Küçücük figürler bize hep kocaman gözüktü.Dünya standartlarına göre sıradan “okur yazarlar” çok meşhur gazeteci, orta halli bir esnaf sayılabilecek insanlar büyük zengin, dünya ölçülerine göre düpedüz cahil olanlar allame-i cihan, uluslararası bir toplantıda seyirciliği zor kıvıracak siyasetçiler önemli devlet adamı olarak göründü gözümüze.Mumlar ve perdeler yüzünden, önemsiz olayları çok önemli olaylar, neredeyse gülünç olan inançlarımızı çok kutsal fikirler sandık.Gerçek sorunlar ise hep perdenin ardında saklı kaldı.Ama şimdi Türkiye’de güçlü bir değişim rüzgârı esiyor. Ve gölge oyununun perdesini uçuruyor.Tahta sopaların ucundaki küçücük resimler tüm çıplaklığıyla göründü. Son iki senede ortaya çıkan gerçeklerin yanında, iç politikadaki itiş-kakış sıkıcı bir horoz dövüşüne döndü.Şimdi yeni bir dönem.İnançların yerini düşünce, kavgaların yerini tartışma, uydurmanın yerini yaratmanın aldığı bir dönem.Sahneye sahici insanların çıkma vakti geldi.Hadi o fırsatı yakalayın, çözün şu sorunları, getirin artık barışı bu ülkeye.Gerçek kahramanımız olun..*****Edinler’in yazlık evi...* HARUN’S PARADISE:Hafta sonu hem İstanbul’a yakın olayım, hem de gerçekten eğlenip dinleneyim derseniz, Tuzla’da Harun’s Paradise’ı görün derim. Uzun yıllar Edin Ailesi’nin (Kemer Golf ve Country Club’ın kurucuları) yazlık evi olarak kullanılmış burası. Kendine ait özel plajı var. Gün boyu kahvaltı var. 6 odalı bir oteli var. Sanat atölyeleri var. Odalar, bahçe içinde ayrı binalarda. Hepsi farklı ve özel odalar. Cam tavanlı oda, ahşap ev, muhteşem teraslı taş ev, terasından güneşin batışını izleyebileceğiniz deniz manzaralı oda. Bu hafta sonu giderseniz sadece taş ev, far pavillion ve murat ev boş. Fiyatları günlük 80 ile 150 euro. Yelken yapmayı seviyorsanız hem kursları hem tekne yapımı var. Yelkeni eski ama en iyi yelkencilerin hâlâ tercih ettiği, kullanımı kolay, klasik bir teknede öğrenmek isterseniz burayı görün. (www.harunsparadise.com) * SEMA AYİNİ:22 Ağustos Pazar günü saat 14.00’te Yenikapı Mevlevihanesi’nde Sema Ayini Şerif-i var. Giriş 10 TL.* SANTRALPARK:Çocuklar için Santral İstanbul’da müthiş bir oyun alanı var. Pazartesi hariç her gün 10.00-18.00 arası giriş ücreti 30 lira. Anne babalara ücretsiz. Bütün gün kalınabiliyor. 3-12 yaş arası için ideal.*****Çizgi RomanÇizgi romanlara meraklı mısınızdır?Ben çok severim.Liseye gidiyordum, 1989 yılıydı sanırım, Hürriyet yazarı Hadi Uluengin, o zaman Cumhuriyet gazetesinde çok çarpıcı bir dizi yayınlamıştı:“Avrupa çizgi romanında Türk imajı”Uluengin, çeşitli çizgi romanları inceleyip Avrupalılar’ın Türkler’i nasıl gördüğünü anlatmıştı.Avrupalı bizi, çirkin, askeri zekâdan yoksun, tahakkümü zorbalık ve talan politikası üzerine kurulu, barbar görüyordu bu araştırmaya göre.“Bizi görüyor” olmaları ilgimi çekmişti ve çizgi roman dünyasını merak etmeye başlamıştım.O günden beri de çok olmasa bile göz ucuyla hep takip ederim o dünyayı.O dünya şu an İstanbul’da. Fransız Kültür Merkezi’nde “Yüzde yüz” adlı bir çizgi roman sergisi var.13 Eylül’e kadar devam edecek ama sergi pazar günleri kapalı.Geçen ocak ayında, her yıl dünyanın farklı ülkelerinden çizerleri bir araya getiren Uluslararası Angoulême Çizgi Roman Festivali’nde yeni kurulan Çizgi Roman Müzesi, bu sergiyle açılışını yapmıştı.İşte bu sergi şimdi burada. Müzenin koleksiyonunda olan orijinal çizimler ve bu çizimlere farklı ülkelerin çizerleri tarafından getirilen yorumlar sergileniyor. Türk çizerler de var bu sergide ve çizimleri müzenin koleksiyonunda kalıcı yerini alacak. Çizgi roman tutkunları, bence hâlâ görmediyseniz bu sergiyi kaçırmayın..

Devamını Oku

Başbakan’ın yüzü

18 Ağustos 2010

Pazartesi akşamı Tayyip Erdoğan’ı izledim Habertürk’te. Rahat, gergin olmayan, hatta gülümseyen bir yüzü vardı.“Bu rahatlıkla anlatılan her şeyi dinlerim” diye düşündüm. Ramazan ayının yorgunluğunu bile görmedim yüzünde.Ama ilk 10 dakikadan sonra Tayyip Erdoğan’ın gülümsemesi beni endişelendirmeye başladı.Çünkü karşısındaki gazeteci, Tayyip Erdoğan’a sorular sormuyordu. Bir bakan ya da bakan adayı hayranlığıyla başbakanını onaylayarak gözüne girmeye calışıyordu sanki.Eğer karşısına geçtiği gazetecinin soru sormamasıysa Başbakan’ın yüzünü aydınlatan, bu gazeteciden çok Başbakan’a zarar verir bence. Anlattığı birçok iyi şey, o programda gazetecilik yapılmadığı için gölgede kaldı. İnandırıcılığını yitirdi.Eğer, seçim barajını niye indirmediğini, YÖK’e niye dokunmadığını, Hrant Dink için Türk devletinin nasıl öyle bir savunma yazdığını, ordunun içindeki savunma skandalları konusunda neden hiçbir açıklama yapmadığı sorulsaydı ve bunlara gülümseyerek, ikna edici cevaplar verebilseydi Başbakan, sanırım o gülümseme daha gerçek olurdu.Üstelik dinleyenler de gülümserdi.Şimdi ise “Başbakan böyle bir programa niye çıktı?” diye düşünüyor insan...New York’ta 5 minareAmerikalılar son zamanlarda bir “cami” tartışmasına kaptırdılar kendilerini.Radikal İslamcılar’ın yıktığı İkiz Kuleler’in iki blok uzağına, sıfır noktası dedikleri yerin hemen yanına, bir cami yapılıp yapılmamasını konuşuyorlar hararetle.Bu bir dini özgürlük müdür, yoksa tarihlerindeki trajik bir ana saygı duyma meselesi mi, onu tartışıyorlar.Obama bile karıştı tartışmaya.Önce “Müslümanlar’ın da ibadet hakkı var” dedi... Sonra “Cami yapılır ama illa da oraya yapılması şart değil ” gibi bir manevrayla hafifçe çark etti.Oraya cami yapılır mı yapılmaz mı, bilemiyorum.Benim asıl ilgimi çeken de o değil zaten.Ben Amerikalılar’ın bu konuyu tartışma biçimleriyle ilgiliyim.Politikacılar birbirlerini “ihanetle”, “El Kaide’nin adamı olmakla” falan suçlamadan tartışıyorlar.En fazla Cumhuriyetçi Sarah Palin twitter’da, “Gereksiz bir provokasyon, yüreğimize hançer saplanıyor. Oraya cami yapmak Srebrenica’ya Sırp Kilisesi yapmakla eş değer” diye yazdı. “E, ne var bunda, tabii ki böyle tartışacaklar?” derseniz size bir soru sormak isterim.Eğer Mavi Marmara gemisinin yola çıktığı İskenderun’a Yahudiler bir “sinagog” yapmayı önerseydi, biz bunu nasıl tartışırdık?Ya da şöyle sorayım.Biz böyle bir şeyi tartışabilir miydik?Bunu “dostça bir jest” olarak mı görürdük yoksa bir “meydan okuma” olarak mı?Bunları, kendimizi Amerikalılar’la kıyaslamak, Amerikalılar’ı beğenip kendimizi kınamak için söylemiyorum.Biliyorum ki, din hassas bir konu.Ben, “hassas” konuları tartışmaktan korkanların “sertleştiğini” ve karşılarındakini suçladığını düşünüyorum.Bizdeki sertlik, bu “korkudan” kaynaklanıyor gibi geliyor bana.Merak ettiğim de şu:Niye hassas konuları konuşmaktan korkuyoruz biz?Üstelik bizim hassas konularımız sadece dinle de sınırlı değil, her alanda “hassasiyetimiz” fazla.Bu kadar çok hassas konusu olan bir toplum, bu konuları tartışmaktan korkarsa, sorunlar nasıl tartışılır?Ordunun ve yüksek yargının yapısını yeniden belirleyecek olan anayasa referandumu yerine “havuzlu villayı” tartışarak mı?Onun için mi Recep Bey’in “villasını”, Kemal Bey’in “boyunu” tartışıyoruz?Asıl tartışmamız gereken konuları tartışmaktan korktuğumuz için mi?*****100 milyon dolarlık proje* Projenin adı Park 51 adresinden dolayı. “Sıfır noktası camii” de deniyor. * Şu an orada olan 6 katlı 2 bina yıkılacak. New York Anıtlar Koruma Kurulu “152 yıllık palazzo stili bu binaların tarihi değeri yok ve yıkılabilir dedi.* 13 katlı bir İslami Kültür merkezi yapılacak. İçinde cami, konferans salonları, yüzme havuzu,sergi ve spor alanları olan bu projenin başında İmam Faysal Abdul Rauf, eşi Daisy Khan ve Manhattanlı müteahhit Sharif El-Gamal var. Rauf’un bu projedeki en yakın yardımcısı ise bir Türk. 2 yaşında Amerika ’ya gitmiş Bursalı Aylin Karamehmetoğlu.* Gamal bu binaları 2 yıl önce 5 milyon dolara almış. Şu an yapılacak merkez ise 100 milyon dolara mal olacak..3 İmam Faysal, New York ’un 30 yıllık imamı, Tribeca bölgesinde. Türkler ’in de vaazlarını ve hutbelerini çok sevdiği biri. Daha ilginç olan Colombia Üniversitesi ’nde fizik okumuş∫ olması.* Ama New Yorklular’ın %60’a yakını projeye karşı. Enkaza bitişik Müslümanlar’ı istemiyorlar, çünkü camiyi radikal İslamcılar ’ın yarattığı enkazın yanına inşa etmeyi küstahlık ve ikiyüzlülük buluyorlar.* New York Belediye Başkanı Michael Bloomberg, New Yorklular ’ın karşı olmasına rağmen “Müslümanlar’a farklı davranırsak kendi değerlerimize ihanet ederiz” diyerek projeyi destekliyor..* Karşı çıkanların bir inancı da, İmam Rauf ’un köktendinci İslamcı gruplarla ilişkilerinin olduğu. Çünkü Rauf yurtdışındaki Amerikan politikalarının 11 Eylül ’e kısmen ilham verdiğini söylemiş ve bir radyo söyleşisinde de Hamas ’ı terörist grup olarak görüp görmediğini söylemeyi reddetmiş...* Newsweek Dergisi ’nin editörü, Washington Post Yazarı ve CNN’nin başarılı yapımcısı, Amerika’nın saygıdeğer dış politika uzmanı (laik müslüman) gazeteci Fareed Zakaria, Amerika ’nın en güçlü Yahudi örgütü olan ADL ’den 2005 yılında aldığı özgürlük ödülünü ve 10 bin doları ‘ vicdanıma sığmıyor,bu tavır varoluş amacınıza aykırı ’ diyerek geri verdi. ADL New York’ta yapılması planlanan camiye karşı.. *****Yeni bir kültürİstanbul uzun bir zamandır farklının birbiriyle harmanlandığı bir şehir haline geldi. Hatta her gün biraz daha incelirken, her gün biraz daha ‘kalınlaştı.’Zevkler, renkler, diller iç içe dolandı...Artık bunları birbirinden ayırmaya imkan yok. Değişik kültürler bir arada çoğalıyor. Bu tuhaf karışımdan da yeni bir İstanbul kültürü ortaya çıkıyor doğrusu.Ama insan böyle şeyler yaşandığını fark etmiyor bazen, ta ki görene kadar.Yazın başında Boğaz’ın kenarında yürürken, güzel bir teknenin üzerinde ilgimi çeken bir yazı gördüm.Balık Ekmek Caz... Önce yadırgadım, sonra gülümsedim, sonra fikri çok sevdim.Ama en çok şunu merak ettim, bu kültür kendine yepyeni bir “müşteri” yaratıyor mu gerçekten?İnsanlar böyle bir tekneye biniyorlar mı?Sonra, yaz boyunca devam etmesi gereken bu organizasyonun bittiğiniduydum..“Cazseverler mi kızmıştı acaba yoksa balık ekmekçiler mi?” diye düşünürken, bütün bu eğlenceli organizasyonların yaratıcısı Hakan Akdoğan’la konuşmaya karar verdim. Beraber bir kahve içtik.“Tekrar başlayacak Balık Ekmek Caz. Tekneciye kızdım, şimdilik bitirdim. İki senedir Ramazan’da Caz projesine hazırlanıyorum. Bütün paramı buraya yatırdım. Bankadan kredi aldım. Çok yoğun çalışıyoruz, bölünmeyelim de istedim bir taraftan” dedi...Ramazan’da Caz 14 Ağustos’ta başladı. 31 Ağustos’a dek Topkapı Sarayı’nın 1. Avlusu’nda ve Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde düzenlenecek 6 konser daha var.Festival, dünyaca ünlü Müslüman caz sanatçıları Ahmad Jamal, Anouar Brahem, Abdullah Ibrahim ve Dhafer Youssef’i ağırlıyor.. Etkinlikte Türkiye’den de sevilen cazcılar İlhan Erşahin ve Aydın Esen var. Festival kapsamında cazın yanı sıra klasik Türk musikisi için Munip Utandı’dan Dede Efendi Ensemble ve son konserde de Kudsi Erguner ve topluluğu sahneye çıkacak.Konserlerde ücretli iftar da var.İftarını hurma ve piyanoyla açacak İstanbul’un şanslı dindarları.Dine de, dindara da, İstanbul’a da yaraşıyor bu zarafet...

Devamını Oku

Erman ile Ahmet Rıdvan'a karşı...

15 Ağustos 2010

Naklen yayın ve tüm görüntüler her zamanki gibi Lig TVde.. Sansal Büyüka ve Mustafa Denizli Maraton'da..45 milyon dolara özet yayın hakkını alan TRT maç bittikten 45 dakika sonra görüntü kullanabiliyor.. Onların Stadyum'daki ikilisi ise Hakan Şükür ve Feyyaz Uçar.. Bu sezon Lig TV ile TRT dışında hiçbir kanalda görüntü yok..Hatta özet görüntüler, haftanın son maçı bittikten 12 saat sonra dağıtılacak. Pazartesi akşamı maç varsa, 9 maçın görüntüleri diğer kanallara en erken salı 12.00'de ulaşabilecek..Bu yüzden, bütün spor programları konuşmaya dayalı.. Görüntüsü olmayanlar arasındaki bu yarışı ilgiyle izleyeceğim. Merak ettiğim, Rıdvan Dilmen'li NTV ile Erman Toroğlu-Ahmet Çakar'lı Kanaltürk arasındaki rekabet..NTV, Rıdvan'a 1 sezon için 2 milyon $ ödüyor.. Bu rakam, TV'nin en astronomik ücreti..Kanaltürk ise yıllık olarak Ahmet Çakara 150, Erman To-roğlu'na 200 bin $ veriyor.. Yani ikisinin fiyatı Rıdvan'ın 6'da l'i.. Bakalım Erman-Ah-met'in stand-up becerisi mi, Rıdvan'ın futbol bilgisi mi galip gelecek?Hayatınız Sizin Elinizde...12 Eylül'de yapılacak olan Anayasa değişikliği referandumu beni heyecanlandırıyor. Aslında evet-hayır arasına sıkışmış bütün karar anları beni heyecanlandırır. Bir hayatın, küçücük bir an içinde, dudaktan çıkacak 4 ya da 5 harfle değişecek olması, insanı dehşete düşürecek kadar ürpertici gelir bana. O harflerle geleceğinizi belirlersiniz... Bazen kendi tarihinizi doğru bir yönde değiştirirsiniz, bazense o harfleri doğru yerde kullanamadığınıza kızarsınız kendinize... Doğru yerde "evet" ya da doğru yerde "hayır" deseydik şimdiyekadar, şu kurduğumuz hayatlarımıza saklanmış kaç tane daha farklı hayat olabilirdi, kim bilir? Herşey bambaşka olabilirdi, hâlâ da olabilir...Hiç düşündünüz mü geleceğiniz için bu referandumda "evet" derseniz ne olur, "hayır" derseniz ne olur? Aslında bu referandumla ilgili en güzel sözü geçen gün bir arkadaşım söyledi: "Evet-hayır aşk kelimeleridir, bir referandumda zayi edilmesi ne kötü..."Ne diyeceksiniz referandumda, çok güçlü bu "iki kelimeden" hangisini seçeceksiniz? Söyleyeceğiniz sözle toplumun ve siyasetin kaderini belirlediğinizi düşünürken aslında kendikaderinizi belirleyeceğinizi biliyorsunuz, değil mi? Hangi kelimenin arkasında arayacaksınız geleceğinizi peki?Doğru kelimeyi seçerseniz, doğru geleceği de seçeceksiniz. Hayatı belirleyecek iki küçük kelime. Kelimelerin küçüklüğü ile sonucun büyüklüğü arasındaki ilişki ürpertiyor beni... Bunlara hiç aldırmadan, evet diyenlerle hayır diyenler kavga ediyor şimdi... Birbirlerine karşılar, birbirlerinin dediklerine aldırmadan... Siz kelime lerin gücüne inanın, kavga edenlerin değil...Gerçekten Türk müsünüz?Geçtiğimiz ay Çeşme'de mesaj kutuma beni gülümseten bir mesaj düştü: "Çeşme'deyim.."Bu iyi haberdi, çünkü Uğur'u (Yücel) severim ve genellikle huysuz bir anı değilse de ondan çok eğleneceğim şeyler öğrenirim.Ben National Geographic temalarının tutkulu bir okuyucusu ya da izleyicisi olmadım hiçbir zaman. O yüzden ne zaman bir arkadaşım oralarla ilgili bir şeyler anlatsa büyük bir ilgiyle dinler, hayatla ilgili yepyeni şeyler öğrenmenin tadını sonuna kadar çıkarırım.Uğur huysuz olmadığı zamanlar eğlenceli şeyler anlatır demiştim ya, buna bayılacaksınız..."Kime Türk denir?" denir diye sohbet ederken. Uğur kendi genetik köklerinin Afrika'dan çıkıp Van Gölü kıyısında bittiğini, bir kısmının Kırgızistan-Ukrayna-Erme-nistan tarafına doğru gittiğini, diğer kolunun Orta Asya'dan geçtiğini anlattı..National Geografic web sitesinde dolanırken bir gün, The Genografic Project diyeküçük bir kutu görmüş..2005'te IBM sponsorluğunda başlayan bir proje bu. İnsanlık göç tarihinin ner-den başladığını araştıran, dünya üzerinde genetik antropoloji haritası çıkarmak için uğraşan bir proje..Genetik soy-ağacınızı söylüyor size...99 dolara bir kit satın alıyorsunuz. Siz gönderilen aletle yanağınızdan aldığınız tükürüğü o kite koyuyorsunuz, onlara geri gönderiyorsunuz. Size tüm gen ağacı- nızı, atalarınızı çıkarıyorlar... Nerelerde akrabalarınız var, buluşmak isterseniz ne yapabilirsiniz, söylüyorlar. İsterseniz sizi onlarla buluşturuyor da.. 2010 nisanına kadar 350 binden fazla kişi bu kiti satın almış.. İki çeşit kit var, anne soyunuzu ya da baba soyunuzu bulabiliyorsunuz.Genellikle 8 hafta içinde size sonucu gönderiyorlar.. Amerika'da hâlâ tartışılan bir konu bu..Bu projeye karşı çıkanlar da var... Açıkçası ben kendiminkini merak ettim.. Ve hemen bir kit satın aldım..Sonuçlar, 8 hafta sonra..Şefin TavsiyesiHıncal Uluç ve Haşmet Babaoğlu anlaşılan çok kızmışlar birbirlerine..Bunu başka konular üzerinden tartışarak yazı konusu haline getirseler de bana kalırsa düpedüz kavga ediyorlar, neden lerinin de yazdıklarından çok başka olduğu açık.. Onlara tavsiyem bir odaya kapanıp bu sorunu konuşarak bir an önce çözmeleri... Birbirine gerçekten yakın insanlar böyle yapmaz mı zaten? Yoksa...*******Tunus'un eski adı, Kartaca'ydı... Çok güçlü bir ordusu vardı. Roma İmparatorluğu ile sık sık savaşırlardı.Bir gün Kartaca Elçisi, Roma İmparato-ru'yla görüşmeye gitti. Elçi ile imparator şöminenin önüne yerleştirilmiş karşılıklı koltuklara oturup konuşmaya başladılar.. Roma İmparatoru bazı isteklerinin elçi tarafından kabul etmesini istiyordu, elçi de reddediyordu.. Sinirlenen imparator, elçiyi tehdit etti..- Biz adama gerektiğinde işkence etmesini de biliriz...Elçi imparatorun yüzüne hiçbir şey söylemeden baktı, sonra elini uzatıp, yanan ateşin içine soktu. Ve eli ateşin içindeyken imparatora sordu:- Tam anlamadım haşmet-meap, ne demiştiniz?Tarihe geçen bu olay sık sık tekrarlanacak bir olay değil kuşkusuz. Ama şöyle bir düşündümde bizim liderlerimiz olsaydı imparatora ne derdi? Referandum gündeminin gayet tehditkâr olduğunu düşünürsek:-» Tayyip Erdoğan: "İşkenceni de al git, biz ne imparatorlar gördük Roma Efendi!"-* Kemal Kıhçdaroğlu: "Teamüllere uygunsa olur."-» Devlet Bahçeli: "İşkence için ip lazımsa bende var."-* Numan Kurtulmuş: "Buna şimdilik evet diyorum, sonra tamamen size karşıyım. Hatta söyleyeyim, ben Roma İmparatoru olacağım."-> Deniz Baykal: "Ben işkencecilerin avukatıyım, bana bunu yapmayın."-* Selahattin Demirtaş: "Konunun muhatabı biz değiliz."-» İlker Başbuğ: "İşkencenin ıslak imzası yoksa sayılmaz."

Devamını Oku

Bu kitapta içimi döktüm

25 Haziran 2010

Dedem... Çetin Altan... 83 yaşını bitiriyor gelecek Salı...Bugün büyük bir aile yemeği yiyeceğiz beraber, 83 yaşın şerefine...Güzel bir güne denk geldi Solmaz’la (Kamuran) konuşmamız...Bunu planmadık üstelik...Açıkçası onunla röportaj yapmayı düşünmemiştim, kitabı okumaya başlayana dek...Mayıs başında yeni kitabı çıktı Solmaz Kamuran’ın, Macar...Kitabın arkasında şöyle yazıyor “Altıncı romanı Macar’la Solmaz Kamuran, okuyucularını gerçekle hayalin dans ettiği bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Macar, İbrahim Müteferrika ekseninde içsel bir yolculuğun iz bırakacak anlatımı...”İlk dört sayfayı bitirdiğimde, ‘kandırılmadığımı’ anladım...Beni büyük bir hızla içine çeken bu hikâyenin yazarıyla konuşmak istediğimi fark ettim...Çünkü kitabın sonunu, İbrahim Müteferrika’yı, Onella’nın aşkını ama belki de en fazla Solmaz’ı merak ettim... Önceki kitaplarını da okuduğum bir yazar Solmaz Kamuran...Büyük bir yazarla, Çetin Altan’la, dedemle hayat paylaşan biri Solmaz Kamuran...Hem tanıdığım hem hiç bilmediğim biri Solmaz Kamuran...Büyük bir heyecanla telefon ettim hemen... Güzel bir gün geçirdik beraber... Röportajın ardından yemeğe götürdü dedem bizi...Yine kocaman oldu dünya, onun yanında...83’üncü yaşını bitiriyor gelecek Salı...Bugün beraber yeni yaşını kutlayacağız...“Bu kitapla kendime yaklaştım, bu kitapla kendi karanlıklarıma daldım, bu kitapla kendimle yüzleştim” dedi Solmaz...Büyüsü üzerine sinmiş kitaplardan Macar...Macar, sizin onu sevmenizi beklemeden, onun sizi sevdiği bir hikâye..Hikâye sizi sevdi mi de işte, ya yazıyorsunuz ya onu yazanı yazıyorsunuz.... Macar’ı nasıl yazdım?Kiraze’yi yazarken çok etkilendim İbrahim Müteferrika’dan...Araştırmaya başladım, hiçbir şey bulamadım. Daha fazla merak etmeye başladım. Ve on yıl sürdü, kafamdaki bu yolculuk. Düşünceyi yazmak çok zor. Sıkıştığım anlar çok oldu. Masonlukla ilgili meselede mesela. Böyle bir iddia var. Mason locasını Müteferrika kurdu diye. Bunu bir sayfa yazmak bile çok büyük özen istiyordu. Bu romanda kurgu çok zamanımı aldı, zor buldum nasıl yapacağımı. Normalde çok daha hızlı yaparım kurguyu. Önce hikâyeyi bulurum, sonra kafamda bitiririm. Başını sonunu bilirim. Kurguyu yaparım. Kartonlarım vardır büyük. Onlara notlar alırım. Masanın üzerine hepsini yayarım. Bildiğim ne varsa şematik olarak yıl yıl hepsini yazarım. Üç dört karton yaparım böyle. Tarihi romanlarda bunu yaparım. O yıl neler olmuş, orada ve dünyada. Sonra başlarım. Başladığım zaman deli gibi yazarım, başladım mı bitecek. Gece gündüz durmadan yazarım. Kendi kendimin katibi olamıyorum ama. Mutlaka baştaki hikâye değişir. Birileri çıkar, ısrarla kendini yazdırır, küçük karakter diye düşünmüşsündür başta, o zorla girmek ister. Yazarken bunlar hep olur. Bir buçuk ayda falan yazdım. Çok özendim bu kitaba. İlk defa başaramama korkusu vardı. Tamamen içimi döktüğümü düşünüyorum bu kitapta. Bu bir roman. Ama Müteferrika’nın tam da yazdığım gibi bir adam olduğuna inanıyorum. İçgüdülerimle yaşamam ama içgüdülerime güvenirim. Etkilenirim onlardan. Yazarken ibrahim Müteferrika ile ilgili sezgilerime çok güvendim. Onu özgürce yazmak istediğim için de iki iç içe hikâye şeklinde yazmayı tercih ettim. O defter bana o özgürlüğü verdi ve bir takım ukalaların da “Hayır o öyle olmadı” demesini baştan yok ettim. Oyuncaklı oldu sevdim de. Bölümlerin başındaki o dörtlükleri ben yazdım. Resimleri ben yaptım. Altına yazmadım ki artık yemek de yaparım yazı da yazarım gibi olmasın insanları iyice öfkelendirmeyeyim dedim. Bitirdiğimde tedirginlik vardı içimde, acaba kuru mu oldu diye. İbrahim Müteferrika çok yoğun bir bölüm çünkü ama sonra içim rahat etti. Genelde roman bitince çok üzülürüm. Büyük oyuncağı roman yazmak. Annen oyunun en güzel yerinde eve çağırır ya, oyun biter öyle işte, bitince üff yine mi gerçek hayat diye üzülürüm... Ama bu sefer böyle olmadı... Bitirebilmek beni çok mutlu etti. Sıkıcı olmadan yazdıysam ne mutlu bana. Çıtayı yükseltiğimi düşünüyorum kendim için. Veyahut da limboda çıtayı aşağı indirdim. Bundan sonra tam ne yapacağım bilmiyorum. İyi bir şey yapmalıyım gibi geliyor ama.Doğada tüm sanatlar var, olmayan şey yazı Benim için dönüm noktası olacak bu kitap ama ne olacak bilmiyorum. Hayatın mucizelerine inanırım. Eskiden ateistim diye üfürür dolaşır dururdum, üfürdüğümü de içten bilirdim. O gençlik her şeye karşıyım meselesi var ya...Toprakla uğraşmak beni çok terbiye etti. Doğadaki mucizeye bizzat şahit olmak çok etkileyici. Ayrıca yazının mistik bir tarafı kesin var. Doğada tüm sanatlar var, olmayan tek şey yazı. İnsana mahsus, insan kaybolursa o da kaybolacak. Dedenin o sözü çok doğru, bir yazar yaşarken, yazar yazılmaz... Öldükten aradan 200 sene geçtikten sonra da varsan yazarsındır. Yazar oldum dersen Cervantes’e ne dersin.Dişçi olmasaydım yazar da olamazdımKendimi yazarak daha iyi ifade etmişimdir hep çocukken de gençken de. Babam ressam olmamı istiyordu. Ama dişçiliği seçtiğime çok memnunum çünkü sonradan bırakmama rağmen gerçek bir meslek olduğu için hayatımda karşılaştığım tüm zorluklara karşı beni hep korudu. Hangi meslek olsa bir dönem sonra bırakacaktım, çok belli. Yazar olmak istiyordum. Annem mesleğimi bırakmamı istemedi ben de o öldükten sonra bıraktım. Hakkımı helal etmem demişti. O yaşarken onu üzmek istemedim. Otuzlarımın başında yeni bir hayat kurdum. Işıl’ın babasından ayrıldım. Kendi muayenehanemi açtım. Şimdi düşünüyorum çok radikal kararlar almışım. Ama mesleğimin olması bana zorlukların üstesinden gelmemde çok yardım etti. Mesleksiz bir kadın olsaydım kocamı bırakamaz, istemediğim bir hayatı seçemezdim, ne yazar olabilirdim ne bir şey... Herhalde bugün çok mutsuz bir kadın olurdum. Mücadeleci biriyimdir kolay pes etmem ama zor olurdu. Dedenin de payı çok büyük tabii. Ayrıca böyle bir ortam tabii ki güzel bir kışkırtma yaratıyor insanda eğer içinde yazma arzusu varsa.Kitapta anlattığım kişiler akrabalarım çıktı Büyük dedem Konya Mevlana Müzesi’nin kurucusu... Mevlevi... Tarih Vakfı’nın kurucusu... Onu araştırırken, 2 hafta önce onun sunduğu bir tebliğ buldum. 1948’de Merzifon’a gitmiş. Orada şöyle yazıyor “Kendi de Merzifonlu olan Kara Mustafa Paşa soyundan gelen Yusuf Akyurt, Merzifonlu Vakfı’na ait 113 belge sundu.” Nereden akrabası diye baktım, inanılmaz bir secere çıktı. Kitapta anlattığım adamlar orada kafası kesilenler benim soyumdan geldiğim insanlarmış meğerse. Yazarken bilmiyordum. Merzifonlu’nun torunu 3. Ahmet’in kızıyla evlenmiş oğlu da 2. Mustafa’nın kızıyla evlenmiş. Kitaptaki sultanlar bunlar. Bilmeden yazdım. Yazarken kendimle ilgili çok şey öğrendim. Bir adamın kendinle yüzleşmesini yazarken, kendini görüyorsun. Çetin’e yazdıklarımı okurum, sevdiği karakterlerin öldüğü bölümleri dinlemez 1980 yılında tanıştık ama 96’da beraber olduk. Benim çalıştığım dişçiye gelirdi Çetin. Sen de gelmiştin, küçücüktün hatırlamazsın belki. 26 yaşındaydım o sırada.Çok hayranlık duyuyordum, çok sohbet ederdik. Dedenin iddiasına göre, beni o zamandan beğenirmiş. Gözüne kestirmiş beni. Deden o zaman benim aklıma bile getiremeyeceğim biriydi. Ayrıca yaş farkı o zaman çok fazla gibi gözüküyordu bana. Bize de gelirdi. Dostluk yapardık. Ben evliydim daha o sırada. Sonra ben kendi muayenehanemi açtım. Oraya geliyordu. Telefonda sohbet ederdik. Yazılarımı okurdum ona. Sonra bir ara görmedim hiç. Ama telefonlarımız devam ederdi. Tekrar buluştuğumuzda 41 yaşındayım yine böyle şeyler olacağını düşünmemiştim ama oldu, çok da iyi oldu. Yazı yazmanın enstrümanı olarak hiç düşünmedim Çetin’i, ben kararımı vermiştim yapacaktım zaten. Çok destekledi Çetin beni. Belki eskiden tanıştığımız için, belki o yokken de ne istediğimi bildiği için. 41 yaşında tanışıp yazar olmaya karar verseydim belki desteklemezdi. 26 yaşında da yazar olmak istediğimi biliyordu, samimi olduğumu biliyor. Dedene karşı yazar olarak çok büyük sevgim vardı lise öğrencisiyken bile, sonra siyasi fikirlerimin şekillenmesinde çok önemi var. Onu ilk kez hapishaneden cezaevi aracı ile göz doktoruna getirmişlerdi, koşarak gitmiştim, orada gördüm. Araca binerken görmüştüm ve çok üzülmüştüm. Bu büyük yazarı cezaevi aracında gördüm diye. Ona olan sevgim yazıdan geliyor benim. Çetin yazıya ihanet etmez. Beğenmediği bir şeye “Beğendim” demez asla. Çetin’in hayatındaki en önemli şey yazı ben değilim. Teşvik eder belki ama iyi yazı demez. Çetin’e mutlaka okurum. Bir saatlik okumalar yaparız. Kitap bittiğinde tamamını okumuş olurum. Hoşuna gider. Çok beğenir yazdıklarımı. Bu kitapta uzun okumalar yaptık. Kiraze’de Ester’in annesi vardı, Çetin onu çok sevmişti, Rachel... Ölüm zamanı geliyordu Çetin bana “Rachel’in ölümünü okuma” dedi. Orayı atladım ona okumadım. Okurken benim gözüm doluyor, ağlıyorum. Kızım gülüyordu bize, kendim yazıp kendim ağlıyorum Çetin de dinleyemiyor bile. Bu paylaşım harikulade bir şey. Evin dışında kim ne demişten koruyor beni bizi. Önemleri kalmıyor. Araştırma yaparken küçük küçük notlar aldığım kağıtlar, peçeteler, ıvır zıvırlar bir sürü şey var, kitap bitince atmak istedim deden atma dedi. Onella ismini Çetin koydu. Ben Macar isimleri buldum, arasından o seçti.

Devamını Oku

Celal Bayar'la son röportaj

25 Mayıs 2010

Tarih Profesörü Mehmet Saray, 24 yıl sonra Celal Bayar ile yaptığı ve hiçbir yerde yayınlanmayan röportajını Sanem Altan"a verdi.Yeditepe Üniversitesi Yakın Dönem Tarih Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Mehmet Saray: Bayar’la Son Mülakat kitabım 6 ay içinde kitapçılarda olacak. Röportaj yapıldıktan 24 sene sonra basılıyor. Bunun tabii ki çeşitli nedenleri var. Size anlatacağım. İlk kez sizin aracılığınızla Vatan Gazetesi’nde çıkıyor bu. Çok heyecanlı ve mutluyum. 1981 yılında Atatürk’ün 100. doğum yılı dolayısıyla “Atatürk’ün Sovyet Politikası” kitabını hazırlamıştım ve bunu meslektaşım Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali’ye takdim etmiştim. O da okuduktan sonra, “Büyükbabam bundan çok hoşlanır” diyerek kitabı rahmetli Bayar’a vermiş. 98 yaşında o sıralar. Bir gecede okumuş ve beni çağırarak “Oğlum Atatürk’ün Sovyetlere karşı takip ettiği siyaseti çok iyi tespit etmişsin, lütfen bu sahada çalışmaya devam edin” demişti. Bu şekilde başlayan dostluk 3.5 yılı aşkın bir süre devam etti. 4 ana konuda mülakatlar yaptım. Milli Mücadele yılları ve İsmet Paşa ile ilgili olan bölümler için “Oğlum bu bölümleri ileride neşredersin. Bundan hoşlanmayan kimseler çıkacaktır” demişti. O yüzden beklettim. Genç bir doçenttim o yıllarda. 8 kaset doldurmuştuk. Celal Bayar’ın vefatından sonra o kasetlere uzun bir süre ulaşamadım zaten. Emine Hanım 2004 yılında onları bulmuş ve bana getirdi. Ve o günden itibaren bu kitabı hazırlamaya başladım. Son mülakat dememin bir sebebi de bir akademisyen olarak onunla mülakat yapan son kişi olmamdır. Atatürk ile ilgili konuşmaya başladığında o koca çınarın gözleri parlardı. İnanılmaz bir hafızası vardı, meslektaşlarım inanmazdı. Onları davet ettim bir keresinde inanamadılar. Atatürk için “O benim muallimim her şeyi ondan öğrendim” derdi. Menderes iktidarı zamanında büyük ölçüde iyi işler yaptı ama başkanımız da çıkışlarıyla onu andırıyor bazen, halktan geldiği için bazen yanlış işler yapıyor. Menderes’i de laiklik konusunda çok törpülemiştir Sayın Bayar. Her şeyden konuştuk. Her konuştuğumuzu yazmadım tabii. Mili Mücadele yılları ilk defa yayına girecek son derece orijinal. “Benim küçük profesörüm derdi” bana. Ahmet Bey ve Nilüfer Hanım’la da çok iyidir aram, Celal Bayar üniversite rektörü olmamı istemişlerdi. Kısmet olmadı. RÖPORTAJDAN ÇARPICI BÖLÜMLER... * Aradan 35 sene geçti, 27 Mayıs’a dönüp baktığınızda bu hareket neydi?27 Mayıs Hareketi, bence Halk Partisi’nin, İsmet Paşa ve etrafındaki mutaassıp ve müfrit (aşırı) beş on kişinin hareketinden başlamış bir fiildir. Onların da maksatları fikir muhalefetinden çok şahsi ihtiras tasarısıdır. Buna da kaniyim. Bunun ifade edilmesi lazım, İsmet Paşa son zamanlarda adeta çılgın bir hale gelmişti. 27 Mayıs’ı desteklemekle doğru yapmadı. Atatürk onların anti-demokratik tutumlarından şikayet etmişti. Bayar, “En çok mükedder (üzüldüğüm) olduğum mesele şudur, en yakınlarım beni anlamamıştır, ne olduğumu, ne yapmak istediğimi” dedi. Ona bunu söyleten İsmet Paşa ve Recep Peker’in tavırları idi. Üçlü idare sistemi Atatürk’ü üzmüştür. Atatürk’ten özür dilemesini, helalleşmesini isterdim. Uğraştım olmadı. 27 Mayıs yalnız hukuku çiğnemekle kalmadı milli birliğimizin bozulmasına, halkın kutuplara ayrılmasına ve DP mensubu pek çok kişinin ızdırap çekmesine sebep oldu. Atatürk, Türk Ordusu’nun politikaya müdahalesini özellikle darbe yapmasını hiçbir zaman istememiştir. Bunu İttihat Terakki döneminden beri bilirim. Buna rağmen ordunun içinden bir kısım darbeci subayın 27 Mayıs’ı yapmaları beni çok üzmüştür. Bu olay esnasında benim şahsıma, aileme, arkadaşlarıma çok kötü davranılmıştır. İncinmişimdir. Demokrasi istiyorsak halkın reyi ile seçilen hükümetlere itibar etmemiz lazım. En kötü sivil idare, en iyi darbe idaresinden ehvendir.* Atatürk’ün çok partili demokratik sisteme zamanında girilmediği için ifade ettiği üzüntü sizlere Demokrat Parti’yi mi kurdurdu?Mutlaka Atatürk’ün sözleri tesir etti. Ayrıca çok partili demokrasi hayatına geçmezsek sağlıklı bir kalkınmanın olmayacağına inanmıştım. Bir de Halk Partisi içinde bulanan bir grubun içinde bana karşı takındığı tavırlar rol oynadı. Atatürk’ün vefatından sonra ben Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve diğer komutanlarla istişare ettim. Bakanlar Kurulu’nda da konuştuk. İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanı olmasına karar verildi. Ben bu konuda müstenkif (çekimser) kaldım. İsmet Paşa Reisicumhur olduktan sonra bana “Başvekaleti bırakmayınız birlikte çalışalım” dedi. Kabul ettim. Ama çok geçmeden bazı müfrit Halk Partisi ileri gelenleri aleyhimde tavır almaya başladı. İsmet Paşa’nın da bu grubun tesiri altında kaldığını görünce istifa ettim. Demokrat Parti’yi kurduk. Ben aslında ayrılmak niyetinde değildim. İyi yönetilmiyor diye bazı arkadaşlarım istifa etti. İstifaya kızan Halk Partililer de onları kovdu. Bu doğru değil dediğim için de beni de kovdular. Hem de mebusluğumu düşürdüler. İsmet Paşa korkuyordu çünkü Milli Şeflik rejiminden demokrasiye doğru gidiliyordu. Toplandılar benim istifamı kabul ettiler. Ben de arkadaşlarımla “Dörtlü Takrir”i vererek DP’yi kurduk.* İsmet Paşa’nın tepkisi ne oldu?Bize düşman oldu. DP kuruluşunu kendi şahsına karşı yapılmış bir hareket olarak görüyordu. O vakit kendini Milli Şef olarak ilan etmişti. Bizim partiyi Milli Şefliği’ne karşı çıkma gibi gördü. Bu arada harbe girme girmeme tartışılıyordu. Ben ülkenin savaşa girmesini istemiyordum. Ayrıca İsmet Paşa ve Halk Partisi bizim bütün vatan sathında teşkilatlanmamızı istemiyordu. Bana demişti ki “Şark vilayetlerinde teşkilat yapmayalım. Bu bölge insanları sorun çıkartıcı tipler.” Şaşırıp kalmıştım. “Paşam o insanlara sahip çıkmazsak bölgeyi nasıl kalkındırız” dedim. Bize engel çıkardılar. 63 ilin 49’unda seçime girdik biz ama. Halkın bize büyük teveccühü vardı. Seçimi kazanacağımızı biliyordum. Ama sonuçlar açıklanınca parti teşkilatı büyük infial gösterdi. 66 milletvekili çıkarmıştık. Seçimde hile yapılmıştı. Aldığımız oyların çoğunu yok etmişlerdi. Ama bu aksaklığa rağmen çok partili sistem başlamıştı.* İsmet Paşa iktidarı size nasıl teslim etti?Teslim etmeye mecbur kaldı. İktidara gelince beni Çankaya’ya davet etti, “Sen kur bunu bence münasibi budur” dedi. İsmet Paşa iktidarı kaybetmesine rağmen hâlâ olayları yönlendirmek istiyordu. Şaşırdım doğrusu. Bir gün Meclis’te bağırmıştı. Hükümete karşı çok sıkı tenkitler yapardı. Bizi devireceğine çok güveniyordu. Meclis’te haykırmıştı, “Sizi ben bile kurtaramam.” Meclis’te yaptığı bu konuşmalarla 27 Mayıs için gerekli zemini hazırladıklarını düşünüyoruz. Bu müfrit grup ve onların destekçisi bazı basın mensupları 27 Mayıs öncesi bizlere çok haksız hücumlarda bulundular. Bu kampanyalar 27 Mayıs’ı yapmak isteyenlere çok cesaret verdi. İsmet Paşa öncesinde de sonrasında da 27 Mayıs’ı desteklemiştir. Darbecilerle devamlı fikir birliği içerisinde olmuştur. İhtilalci subaylardan Suphi Karaman yazdığı hatıralarında “27 Mayıs ortamının oluşmasında İnönü’nün büyük katkısı vardır” demiştir. Ama şunu da belirtmek isterim ki hatasını bilahare anlamış, demokratların affı hususunda gayret göstermiştir. Tarihi bir vebal altında kalmaktan korkmuştur.Emine Gürsoy - Celal Bayar’ın torunu: Şener Eruygur, Hurşit Tolon Çetin Doğan 27 Mayıs darbesinde iyi eğitim aldı Büyükbabam az konuşan biriydi. Atatürk’ü çok takdir eder, çok beğenirdi. Şöyle düşünüyorum, Atatürk’ün sürekli arkasında olup onu destekleyen, toparlayan biriydi ve Atatürk’ü hep kollamıştır. sevmeyenlerine karşı. 27 Mayıs darbesi yapıldığında ben 10 yaşındaydım. Çankaya Köşkü’ndeydik, tank uğultusuyla uyandım. Normal olmayan bir durum olduğunu tabii anladım ama -belki çocuk olduğum için- korkmadım. Büyükbabamı almaya gelmişlerdi. Büyükbabamın direndiğini, “Millet iradesi ile geldim, millet iradesi ile giderim, siz kim oluyorsunuz” dediğini, silah çektiğini, gelenleri vurmak istediğini, sonra silahı kendisine çevirdiğini, bu silahın elinden alındığını ve Harbiye’ye götürüldüğünü biliyorum. Yassıada mahkemesinin silahlı ortamında bile soğukkanlılıkla askerin siyasete karışmasına karşı olduğunu, askerin siyasete karışmaması için elden gelenin yapılması gerektiğini söylemiştir. Darbeden çok kısa bir süre önce 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencileri Ankara’da bir yürüyüş yapmıştı. Bu yürüyüş elbette ki komutanlarının teşvik ve himayesinde yapılmıştı. Büyükbabam bu subayların disipline sevk edilmesini ve cezalandırılmasını istemişti. Bu konular Yassıada’da dava konusu oldu. Cumhurbaşkanı bu işlere karışmamalıydı, dendi. Bayar da “Elbette ki karışmalıydım, memleketin güvenliğini temin etmek en birinci telakki ettiğim görevdi” demişti. Bayar, “Harp Okulu’nu imha edecekti” dendi. Akla hayale sığmayacak şeyler. Yine bu aynı öğrenciler, darbe günü DP’lileri tutuklamakla görevlendirildiler. Yine o dönemin genç subayları -seçilmiş genç subayları- Yassıada’da görev yaptılar. Silahlı olarak mahkeme salonunda nöbet tuttular vs. (Yaklaşık 3000 ordu personeline bu görevleri dolayısıyla MBK ek maaş bağladı). Bu insanlar o yıllarda tabii genç insanlar, bu işlerin içinde yetiştiler, yetiştirildiler. Tutuklamaları yapan, Yassıada’da nöbet tutan, darbe muhafızlığını gören o subaylar ileriki yıllarda hep terfi ettiler ve hep karşımıza çıktılar: Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Çetin Doğan, Çevik Bir, Tuncer Kılınç, Altay Tokat, Kemal Yılmaz, Edip Başer, Tamer Akbaş, Yaşar Büyükanıt, Fevzi Türkeri, Akay Şakman, Teoman Koman, İlhami Erdil, Namık Kemal Ersun, Necip Torumtay, İsmail Hakkı Karadayı, Kemal Yamak, İlhan Oral, İrfan Tınaz, Doğu Aktulga... Hiçbiri Harbiye yürüyüşünü ve Yassıada‘yı ağızlarına almadı. Hiçbiri 27 Mayıs darbesinden ve yapılanlardan dolayı pişmanlık duyduklarını söylemedi. Harbiye’de ve Yassıada’da ne yaptıklarını anlatmadılar. Ama 60 darbesinde bu isimler iyi eğitim aldı. İnönü ve CHP, darbenİn azmettİrİcİsİ olmuŞturBüyükbabam Yassıada mahkemelerinde tüm hayatında olduğu gibi cesur ve dik durdu. Arkadaşlarına sahip çıkmıştır. “Vatanperver insanlardır, hepsine kefilim” demiş ve mesuliyeti kendi üzerine almıştır. 27 Mayıs’ta büyükbabam 78 yaşındaydı. Cumhurbaşkanı olduğu için ancak “vatana ihanet” suçundan yargılanabilirdi ve idam edilebilirdi. Bu sebeple Yassıada’da görülen Anayasa davası “vatana ihanet” suçlamasıyla açıldı. Darbeden hemen sonra İnönü’nün damadı Metin Toker’in çıkardığı Akis dergisinin kapağında bir darağacı, darağacından sallanan bir idam ipi ve önünde de büyükbabamın bir fotoğrafı vardı. Altında ise “cürüm ve ceza” denilmekteydi. İnönü ve CHP, darbenin azmettiricisi olmuştur. TCK’na göre 65 yaşın üzerindekiler idam edilemiyordu. Büyükbabam için bu kanunu da değiştirdiler, yaş haddini kaldırdılar. Ama idam etmemeleri kesinlikle yaşla ilgili değil bence cesaret edemediler, korktular sonuçta Cumhuriyeti Atatürk’le beraber kuran kişi Celal Bayar.ASILDIKLARINI ANLAYINCA HIÇKIRA HIÇKIRA AĞLAMIŞ15 Eylül 1961’de Yassıada mahkeme kararları tebliğ edildi, 15 idam kararı vardı, büyükbabam 1 numaralı sanık, onun kararı ilk açıklandı. Kararı duyunca kulaklığını çıkarıp atıyor, eliyle de “Hadi oradan, siz de önemsenecek insanlar mısınız?” anlamında bir hareket yapıyor. Kararlar tebliğ edilir edilmez idama mahkum edilen sanıklardan 14’ü mahkeme salonundan doğruca İmralı’ya sevk ediliyor. İmralı’da elleri arkalarından bağlı olarak büyükbabam ve diğerleri hücrelere alınıyorlar ve bekleme başlıyor. İdam kararının müebbete çevrildiği tebliğ edildiğinde, liste okunuyor, işte o zaman büyükbabamın gözlerinden yaşlar süzülmeye ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. Çünkü o listede üç arkadaşının isminin olmadığını anlıyor. “Menderes İmralı’ya getirildiğinde yürüyecek halde değildi. İki kolunda iki askerle yürüyebilmiştir. İmralı’ya inişini ve darağacına yürüyüşünü görüntüleyen film ve fotoğraflar göstermelik ve bir iki saniyenin görüntüleridir. Yoksa iki kolunda askerle yürütülmüştür. Menderes’in boynuna geçirilen ip uygun şekilde yerleştirilmediği için Menderes çok can çekişerek hayatını teslim etmiştir. Vücudunun titremesinden ayakkabıları ayağından fırlamıştır. Menderes asıldıktan sonra -oradaki subaylar sırf onu darağacında sallanır vaziyette görmek istedikleri için- cansız bedenini yeniden ipe çekmişlerdir. İnsan böyle bir kin nereden beslenir” diyor...

Devamını Oku

Türk futbolunu Aziz yönetiyor

23 Nisan 2010

Erman Toroğlu, onu her gördüğümdeki gibi neşeli, aldırmaz, eğlenceli, lafını esirgemeyen, hayatın tadını çıkarmasını bilen ama bunlar için telaş etmeyen sakin, muzip ve gerçekten mutlu bir şekilde karşıladı beni. “Ne kadar iyi görünüyorsunuz” dedim. “Saçlarımı Bodrum’da kadın kuaförüne kestirdim bu sefer” dedi. Bunu söylerken yaşadığı hayattan aldığı zevki gözlerinde gördüm. Ve şunu düşündüm, Erman Toroğlu’ndan başka hiç kimse işinden atıldıktan sonra onun kadar güçlü ve mutlu olmayı beceremez... Ferrari’sini satan bilge değilse tabii...“Beni Aziz Yıldırım attırdı” söylentilerine itibar etmiyorum, aramız sadece askerlik meselesinden kötü* Digitürk sizinle çalışmak istemezken, kaliteli yorum, düzeyli yayıncılık istiyoruz, hakem ve negatif görüntüler üzerine yorum yapılmasını istemiyoruz demişlerdi. Ama bugün ligin 31. haftasındayız, hakemlerden başka bir şey konuşulmuyor...Digitürk bir karar aldı, bana da bir mektup gönderdi ve işime son verdi. Bu onları ilgilendiriyor bundan sonra. 10 sene çalıştım o kurumda. Hakemler hakkında da çok konuşmuyorduk ama konuştuğumuzda satış yapan tezgahın içindekilerden bahsediyorduk, onlar da rahatsız oluyordu. Düzgün hakemler benden rahatsız olmuyordu. Yan işlere girenler rahatsız oluyordu, yöneticisi, futbolcusu.* Size mektupla mı bildirdiler?İhaleden sonra pazar günü senin röportajını okudum Vatan Gazetesi’nde. O sözler bana sürpriz gelmedi nedense ama şunu düşündürdü, sanki esas olay ben değilim gibi geldi. Çünkü olayı tam anlamadım. Senin röportajda Ertan Özertem “Lig TV’yi düzelteceğiz” diyordu. Maraton kanaldaki bir program sadece. Lig TV derse Şansal’ı düzeltecek o zaman. Ama sonra öğrendim ki Şansal’ı arayıp “Ben öyle şeyler demedim” demiş. Röportajın ertesi günü, pazartesi şirkete gittim. Tesadüf tam ben oradayken telefon geldi, Şansal’ı Ertan Bey çağırdı. Ben de Şansal’a “Mal aşağıda oturuyor” dersin dedim. Şansal çıktı, geldi “Seninle çalışmak istemiyorlar Erman” dedi. “Tamam” dedim. Yine aynı röportajda federasyon için paranın miktarıyla ilgili şikayeti vardı, Lütfi Arıboğan’ın Hürriyet’teki açıklamasıyla ilgili. Ayrıca kulüpler birliğiyle ilgili Aziz Yıldırım’la ilgili bir şey söylemişti Ertan Özerdem, sonra üçüne de telefon açmış “ben demedim” demiş. * Ben de duydum bunu. Üzüldüm. Ertan Bey de üzüldüğümü duymuş. Dördüncü telefonu da bana açtı. “Çok özür dilerim” dedi, barıştık. Lig TV CEO’sunun röportaj yayınlandıktan sonra arayıp Aziz Yıldırım’ı, “Federasyonu demedim” demesi beni şaşırtmıştı, itiraf etmeliyim. Neyse, sizi Aziz Yıldırım mı gönderdi sahiden?Yok, ben bu söylentiye itibar etmiyorum. Tek bir nedenle bizim aramız kötüdür Aziz Yıldırım’la, o da askerlik meselesi. Aziz Yıldırım askerliğini aldığı kalça çıkığı raporuyla yapmamıştır. Ben 20 ay yaptım. Aziz Yıldırım’ın bu raporunun sahte olduğuna dair bin tane şey var. Ben bunu Hürriyet’te yazdım. Yazarken de Uğur Dündar’la beraberdik bu işte.* Hatta o raporun hâlâ Uğur Dündar’da olduğu söylenir...Uğur Dündar’ın Milli Savunma Bakanı’yla konuştuğunu biliyorum. O zamanki Milli Savunma Bakanı, bu dediğimizi onayladı. * Şansal Büyüka da sizden sonra Maraton’a çıkmadı.Şansal çıksa hata yapardı. Maraton olduğu için, çıksa hata yapardı. Yoksa 100 metre diye program yapar çıkar, o ayrı. Maraton’un formatı başka çünkü. Maraton bensiz olmazdı tabii, formatımız bunun üzerineydi. Şansal devam etseydi de normal bulurdum ama Şansal zarar görürdü bu işten. Şansal başka program yapar, akıllı adamdır Şansal.Seneye mutlaka açık bir kanaldayım* Siz ekranda olmayı özlediniz mi?Hayır. Dışarıda kalınca, kendime geldim. Yorulmuşum, hiç fark etmemiştim bunu. 1991’den beri TV’deyim. Dinleniyorum şu an. “Gel, maçın ardından yorum yap” diyor kanallar, onu bile istemiyorum. Ama gelecek sezon bir açık kanalda mutlaka çalışacağım. O belli oldu. Hepsiyle konuşuyorum, daha bir karar vermedim ama olacağım kesin. Eskiden şifreli kanaldaydım şimdi açık kanalda olacağım. O zaman bir şeyler daha farklı olacak tabii.* Digitürk’ün size böyle davranması 10 yıl çalıştıktan sonra canınızı acıttı mı?Bu tip olaylarla ilk defa karşılaşmıyorum ki hayatımda. 17 puan farkla şampiyon oldu çıktı Ankaragücü. Ben yönetim kararıyla Ankargücü’nden ayrıldım. Öyle koymuştu ki o bana, sarılık olmuştum. O sene Ankaragücü düştü. Trabzonspor Zonguldakspor’la berabere kaldı, biz düştük. Şenol Güneş, takım kaptanıydı o zaman. O Zonguldak maçının ne olduğunu anlatsınlar. Futbolculuğumdan beri bu işleri görüp yaşıyorum, ne travması, ne acısı.Rıdvan için üzülüyorum, hiç girmemeliydi ateş olmayan yerden duman çıkmaz.* Rıdvan son zamanlarda epey tatsız işlerle anılmaya başlandı. Ne düşünüyorsunuz? Rıdvan nerede hata yapmış sizce?Rıdvan’ın futbol hayatı çok kısa sürdü, çok kabiliyetliydi ama hiçbir gün istenileni veremedi, teknik adamlığı da çok başarılı oldu denemez ama yorumculukta çok başarılı. Ama Rıdvan’ın kumar olayı bildiğim kadarıyla var. Bu mesele zor bir mesele ama duyduğuma göre Aziz Yıldırım, Rıdvan’ı kurtarmak için seferberliğe başlamış. Öncelikle dinleme işinde benim aklıma yatmayan şey şu, kadını dinlettirmezsin. Ben olsam, karım bile olsa dinlemem. Zaten o kadar şüpheleniyorsan Allah yolunu açık etsin. Sevgilinmiş, ne işin var dinleyeceksin. Güle güle dersin, arkasından da bakarsın sırtı mırtı güzel mi diye. Ben üzülüyorum Rıdvan’a. Spor aleminden birinin bu tip işlerin içinde olmaması lazım. Başka biri olabilir. Ama biz olmamalıyız. Gazlayıp gitmelisin. Rıdvan’ın şunu iyi bilmesi gerekir, biraz sallanırsa yarın kimseyi bulamaz yanında. Rıdvan ne yaptığını iyi biliyordur. Artısını eksisi iyi biliyordur. İşin sonunun nereye gideceğini de iyi biliyordur. Bir şey yapıyorsan bedeli vardır. Ne yaparsan yap, fatura mutlaka var hayatta. Eğer Rıdvan bir şey yaptıysa faturasını öder, o da bunu biliyordur zaten. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Önce dinleme, ardından öteki iş, Rıdvan için kötü. Keşke aksi olsaydı. Üzüldüm ben.“Bursa’yı şampiyon yapmazlar”, bu rezil sistemin varlığını onaylayan bir cümle* Bursaspor şampiyon olabilir mi? Eğer olursa bu Türk futbolu için söylendiği gibi gerçekten bir devrim mi olur? “Bursa’yı yapmazlar” diyenler var... Olabilir mi bu?Bursa’yı istiyorum çünkü üç büyük takımın babalarından kalan mirası ne kadar kolay harcadıklarının tokadı olsun istiyorum. Bu işlerin böyle olmadığı ortaya çıksın istiyorum. Üç takım döndüre döndüre oldular bugüne kadar. Yıllardır organize suç işleniyor. Çok açık söylüyorum. Ertuğrul Sağlam maça alt yapıdan gelen 7 ya da 8 oyuncuyla çıkıyor. Bu önemli bir olay. Adam top oynuyor, görüyorum bunu ben. Bursa’nın şampiyon olmasını istiyorum ben. 8’inci hafta falandı Ertuğrul Sağlam “Şampiyon olmamız için çok önemli 3 oyuncu olması lazım” diyordu. O takım şimdi geliyor, bunları yapıyor. Üstelik en önemli futbolcuları denilen Sercan, 15 maçtır yok. Şampiyonlukta payı yüzde beş. Bursa diğerlerine göre daha aktif bir futbol oynuyor. “Bursa’yı yapmazlar” diyorlar, seviniyorum çünkü bu rezil sistemin varlığını onaylayan bir cümle. “Acemiler” ya da “Kötü top oynuyorlar” denmiyor, “Yapmazlar” deniyor.Bobo dava açmış bana, açsın bir şey tutturamaz o yazıdan, kendi panik yaptıysa başka...* Hürriyet Gazetesi’nde çarşamba yayınlanan yazınızda Bobo ile Alex arasındaki dostluğa dikkat çekip Bobo’nun F.Bahçe karşılaşmasında penaltıyı bilerek kaçırdığı söylediniz. Bu ağır ve enteresan bir suçlama. Bobo da size dava açmış. Tam olarak ne söylüyorsunuz? Dava açmış, bilmiyorum, ben de senin gibi okudum. Ama o yazıdan bir şey çıkmaz. Yazıyı iyi okusun, ne dediğimi anlar. Ama panik telaş yapıyorsa, bilmem. Orada psikolojik bir şey var. Mustafa Denizli de attırıp attırmamakta tereddütte kalmış. Mustafa maç sonrası konuşmasında “Bobo hafta boyunca penaltı çalıştı” demiş. Futbolcuları serbest bırakmış.Aziz Yıldırım, Selçuk Dereli’ye “Senin kokartını sökerim, ....ne sokarım” diyor* Geçen haftaki Fenerbahçe-Beşiktaş derbisinde hakem çok tartışıldı. Sizce hakem kötü niyetli miydi, yeteneksiz miydi?Beşiktaş-Trabzon maçındaki pozisyon net penaltıydı. Mustafa’nın (Denizli) tepkisi çok normaldi orada. Fenerbahçe maçında Lugano’nun eliyle sürüklemesi net penaltı ve sarı kart. Bilica’nın ilk pozisyonu sarı kart. Ardından toprağı kazma kırmızı. Emre’nin iki tane sarı kartlık hareketi var. Bilica da tamamlayamazdı maçı. Ama Bilica gibi “çok ahlaklı”, çünkü “ahlaksız” dersem dava açar, çok ahlaklı bir futbolcu sarıyla, Emre kartsız bitirdi maçı. Bu hakemin ayıbıdır. Soruyorum, Emre Kasımpaşa’da ya da Bursa’da oynasa kaç maç oynardı acaba? Hakemler Anadolu takımlarına aslan, ötekilerin kuzu. Biri de çıksın bana “Emre oynar” desin, nah oynar! Hakemler bazı futbolcuların şamar oğlanı olmuş durumdalar. Ben bunları söylerken yalnız hakem olarak söylemiyorum, görüyorum sahada ne oluyor, futbolcuydum ben de. Futbolcu hakemlerden çok daha iyi süzer pozisyonu, oyunu çok daha iyi bilir. Hakeme yükleniyorlar hakemler de dağılıyor. Dağılmasalar daha iyi olur. Türkiye’deki hakemler iyi çocuklar, temiz çocuklar, dürüstbaşladılar. Korkuttular. Kokartı çıkartıp popona sokarsa korkarsın! Allah’tan FIFA’yı sokuyor, yerli kokart çok daha büyük. Televizyonda böyle konuşamıyorum işte. Aziz Yıldırım, Selçuk Dereli’ye “Senin kokartını sökerim ....ne sokarım” diyor. Bu ne biliyor musunuz, artık hakemlere ulaşamıyorlar, sistem onların istediği gibi işlemiyor, onun Aziz Yıldırım’daki stresi.* Şunu mu anlamalıyım bu anlattıklarınızdan, hakemler masum ama futbolu bilmiyorlar ve büyük kulüplerden korkuyorlar.Hakemler daha iyiler, eski düzen kapıları zorluyor. Düzgünlük istemiyor bazıları. Yöneticiler öyle cambazlıklar yaptı ki geçmişte, tabii ki o düzeni geri istiyorlar. Disiplin, tahkim onlara göre karar versin istiyorlar. Bütün bu kaosu yaratan yöneticiler.* MHK Başkanı Oğuz Sarvan’ı başarılı buluyor musunuz? Sarvan’ın yerine sizce kim MHK başkanı olmalı.Oğuz Sarvan düzgün çocuktur. Federasyon da düzgün hareket ediyor. MHK dürüst çalışıyor, namuslu. Ama acemilikler yapıyorlar. Yanlış atama yapıyorlar. Kurullar da düzgün ama zorluyorlar. Öyle bir adam getirmelisin ki, yönetici koldan ısırdığı zaman o boyundan ısıracak. MHK başkanı bir yere girdiği zaman kulüp başkanları ve federasyon başkanı ayağa kalkmadığı sürece bu işler çözülmez. Türkiye’de futbol bu olduğu zaman çözülebilir.* Futbol Federasyonu’nun çalışmalarını nasıl buluyorsunuz? Mahmut Özgener’in MHK ve diğer kurulların işine karışmaması doğru mu? Özgener de daha önce Haluk Ulusoy’un yaptığı gibi hakem atamalarını önceden bilmeli mi?Federasyon düz duruyor ama nereye kadar duruyor acaba. Bastırıyor Aziz Yıldırım. MHK namuslu ama hakemi yanlış tayin ediyorlar, hakemler dürüst ama onlar da korkak. Bazı maçları hakemler değil futbolcular idare ediyor. Hakem açıklandığı zaman o hakemin bulutu maçın üzerine çökmeli. Hakemler çok iyi, çok kibar çocuklar ama futbolu bilmiyorlar ve sevmiyorlar. Dürüstler ama futbolcuların oyuncağı olmuş durumda bazıları. Kurullar değişecek diyorlar. Federasyon değiştirecekmiş. Aziz orayı da korkutmuş. Federasyon başkanı MHK başkanını tayin ediyorsa atamaları da bilmeli. Her şeyden haberi olacak tabii. * Yazılı ya da görsel medyada görev yapan 9 eski hakem var. Bunlardan birisi de sizsiniz. Bu hakem yorumcuları içinde 3 eski MHK başkanı, 3 de atamalardan sorumlu üye bulunuyor. Hakem yorumcuları pozisyonları defalarca durdurup tekrar izlemelerine karşın çoğunlukla tartışmalı pozisyonlarda farklı düşünüyorlar. Bu çelişkiyi nasıl açıklarsınız?Hakemlerin hepsi “Bu MHK giderse, ben gelirsem Aziz ile Adnan ile Yıldırım ile ters düşmeyeyim” yorumu yapıyorlar. Bu yalama yorumu yapanlar yarın nasıl MHK olacaklar? Diyet mi ödeyecekler? Ben getirsem ödeyecekler diye bakar kulüp başkanı. Yıllardır yardımcıları kullandılar.* Takımların bazı hakemleri afaroz etmelerine ve o hakemleri maçlarına istememelerine nasıl bakıyorsunuz? Beşiktaş’ın “Biz bu hakemi istemiyoruz” açıklaması yapmasına karşın MHK’nin Hüseyin Göçek’i derbiye atamasını nasıl karşıladınız?Hüseyin Göçek, Bilica’nın yaptığının yüzde birini yapmadı onca hataya rağmen. Kriterlerime uyuyorsa Beşiktaş ister istemez, ben atarım.Bursa, G.Saray’ı yenerse şampiyon olur G.Saray’ın da şampiyonlar ligi iddiası var* Bugün önce Kasımpaşa-F.Bahçe maçı, arkasından G.Saray-Bursa maçı var. Ne olur sizce bu haftaki karşılaşmalar? Kasaba gidince görürsünüz her koyunu bacağından asıp kıçına da grapon kağıdı sokarlar. Herkes o durumda, kimsenin kimseye bakacak durumu yok. Kendini düşünüyor herkes bu hafta. Bu haftanın özelliği bu. Kasımpaşa ya da Fener yendi, akşamki Galatasaray-Bursa maçına kesinlikle tesir etmez. Çünkü Bursa şampiyonluk maçına çıkıyor. Galatasaray’ı yenerse, Bursa şampiyon. Herkes Fener’i pompalıyor ama Fener de bunu biliyor ki bu haftanın maçı Galatasaray-Bursa. Galatasaray’ın da şampiyonlar ligi iddiası var. Bu Bursa maçına bağlı. İkinci olma şansı var. Şampiyonluk zor, ona yedirmezler artık. * Yılmaz Vural, Daum’u yenebilir mi? Her takım, her takımı yenebilir ama şu an. Daum maum değil, Aziz Yıldırım takımı korkutarak bir yere getirdi. Hakemleri, takımı, Daum’u hepsini korkuttu. Ayrıca Yılmaz Vural iyi teknik direktördür. Kasımpaşa iyi top oynuyor. Yenebilir de tabii.* Aziz Yıldırım devreye girene kadar Fenerbahçe’nin şampiyonlukla ilgisi yoktu. Aziz Yıldırım akıllı bir adam. Ne yapacağını bilir. Türkiye’de futbolu o idare ediyor. Ben beğeniyorum. Bir cümleyle herkesi duman ediyor. Bunu yapabiliyorsa vallahi az yapıyor. Daha fazla yapması lazım. (kahkaha atıyor)Bobo penaltı çalışmış. Koca bir sene penaltı çalıştı mı acaba? Neyse Mustafa yanına gitmiş “Hayırdır?” demiş. Bobo “Çalışıyorum hocam” demiş. Mustafa da “Ters tepmez mi?” demiş. Sonra dışardan duydum, Mustafa’nın bunu konuşması lazım tabii, penaltı olduğunda “Tayfur’a fırla, Tello atsın” demek istemiş ama takımın penaltıcısının Bobo olduğunu, eğer kaçarsa Tello’yu, Bobo’yu, maçı kaybederiz diye düşünmüş. Düşünmüş oğlu düşünmüş yani. Hakemlere “Yürekli olun” diyor. Sen de yürekli ol, attırma o penaltıyı Bobo’ya. Ya da birinci golden sonra Holosko’yu 84’de alma yani. Ben olsam Bobo’ya attırmam, Bobo’nun yerinde olsaydım da atmazdım. Hakeme “Önce bir sahayı düzeltin, öyle atayım” derdim. Topçu oynayacağı hikâyeyi bilmiyor. Topu çukura koydu Bobo. Ben televizyon seyrederken “Kaçırma şansı çok yüksek” dedim. Beşiktaşlılar bunu yapmadı çünkü maçta değiller. Fenerbahçe kulüp olarak hep maçta. Psikolojik gerilim var hep Fener stadında. Aziz Yıldırım televizyonlara telefon açıp “Bilica’nın görüntüsünü niye bu kadar gösteriyorsunuz” diye konuşuyor.

Devamını Oku

Reklam filmi için çeteye katıldım

16 Nisan 2010

Her yıl yeni ürününe dünya çapında biriyle reklam çeken Magnum, bu sene film tadındaki reklamının tanıtımı için gazetecilerin de rol aldığı özel bir çekim organize etti. Bu harika fikir sayesinde ben de Benicio Del Toro ve Caroline de Souza ile aynı reklam filminde oynadım!Telefon çaldı..“Merhaba Sanem, ben Excel İletisim Danışmanlığı’ndan Ebru Key, Barselona’da harika bir üç güne ne dersin?” dedi... Ve beni şaşırtmaya devam ederek ekledi, “Benicio Del Toro ile dünyanın her yerinden gelen gazetecilerle birlikte konusu şu anda gizli olan bir senaryoda oynayacaksın.” Tahmin ettiğiniz gibi, konuyla yakından ilgilendim...Magnum dondurmaları her sene, çıkardıkları yeni ürününe dünya çapında ünlü biriyle reklam çekiyor. Bu sene Magnum Gold çıktı ve reklamlarında Benicio Del Toro ile Caroline de Souza oynuyor. Film tadında reklam çekmişler. Yönetmeni, The Usual Suspects’i çeken Bryan Singer. Dondurma dondurmadır diyenler, bunları hiç anlamayacak belki ama dünyada dondurmaya verilen önemi ben Magnumcularla tanışınca anladım... Ve bunu tahmin etmeniz mümkün değil...Harika bir fikir bulmuşlarİşte bu yeni Magnum’u dünyaya tanıtmak için olağanüstü bir fikir bulmuşlar; Dünyanın her yerinden gazeteciler gelsin, alışılageldiği gibi beşer dakikalık röportajlar yapmasın, onun yerine onları da çok eğlendirecek, hayatları boyu unutmayacakları bir çekim yapalım. Bir senaryo belirleyelim, rolleri dağıtalım ve gazeteciler Benicio ve Caroline’le karşılıklı oynasın...İnanın bu duyduğum en yaratıcı fikir, bir basın tanıtımı için... Ve kabul ettim...Sabahın altısında Barselona’ya gitmek üzere ekiple buluştum. Beş gazeteciydik. Habertürk’ten Elif Key, Hürriyet’ten Cengiz Semercioğlu, Milliyet’ten İlke Gürsoy ve Sabah’tan İdil Demirel...Gerçekten Ebru Key vadettiği o üç günü yaşattı bize. Çok müthiş bir ekiple ağırladılar bizi. Her şey tahmin ettiğimden çok daha fazla profesyoneldi. Çekim günü, ekipte en fazla ben, buradan Hollywood’a açılma şansımız olabileceğine inanıyordum. Çok eğlendim. Çok güldüm... Açıkçası keşfedilmeyi bekledim... Diğer gazeteciler bu ‘ihtirasımla’ çok eğlendiler... Ben de bu küçük oyunu hiç bozmadım... Yaşadığım anın hakkını vermeyi çok sevdim...Saçlar, makyajlar yapıldı. Kostümler giyildi... Ve gizli hikâye bizlere anlatıldı. Benicio, Caroline ve biz bir soygun çetesiyiz. Senaryoya göre tam Del Toro kasayı patlatacakken Caroline devreye girip “Benny, bu düğmeye neden hep sen basıyorsun, işin en eğlenceli kısmını sen yapıyorsun sürekli. Yıllardır senin için çalışıyoruz” der. Bizler de ona destek olmak için başımızı sallayarak Caroline’i dinleriz ve daha önce soyduğumuz yerleri sayarız. Benim cümlem “Bob’s diner, Knoxville”di...Türk kahvesi seviyormuşTamam peki haklısınız, bu cümleyle keşfedilmem o kadar kolay değildi... Ama Benicio Del Toro’yla oynamak işi, benim için çok hoşlandığım bir hale dönüştürdü... Çok güzel gülümseyen sıcak biriydi Del Toro. 43 yaşında. İspanyol Brat Pitt diyorlarmış, bunu çok abartılı bulduğumu itiraf etmeliyim. Hatta ben biraz şişman bile buldum. Ama çok konuşkan, çevresiyle ilgili yumuşak biriydi. Sean Penn’in en iyi arkadaşıymış. Bu yakışıklılığından çok daha fazla etkiledi beni, çünkü Sean Penn hayranlıkla izlediğim bir oyuncu.Ayrıca Türk kahvesi seviyormuş. Bu şaşırtıcıydı.Benicio Del Toro’yu The Usual Suspects ve 2001’de en iyi yardımcı Oscar’ı aldığı Traffic filmiyle tanıdım. Ve çok sevdim. Sakin ve yetenekli insanlar beni her zaman etkilemiştir zaten.Benicio Del Toro ile tanıştığım için çok mutlu oldum...Magnumculara teşekkür etmek için tam ne yapabilirim bilmiyorum ama bütün yaz Magnum yesem olur mu?..ECE SÜKAN: Her genç kızın rüyasından ben de isterim; bir sinema filmi Ece Sükan, Magnum’un yeni kampanyasının internette yayınlanacak reklam filmi için Benicio Del Toro ile kamera karşısına geçti. Ece de rol arkadaşı Benicio Del Toro’nun enerjisi ve karizmasından oldukça etkilenenlerden: “Çekim harikaydı ve maalesef çabucak bitti, keşke bir türlü yapamasaydım da uzasaydı. Çekimlerde Benicio’ya ’Benny’ diye hitap ettim. O da bana ’Eçe’ diyordu.” * Bu teklif geldiğinde ne düşündünüz? Korktunuz mu, heyecanlandınız mı ya da üzerine hayaller kurdunuz mu?Teklif gelince çok hoşuma gitti tabii. Normalde bu tip durumlarda doğal ‘cool’umdur; bunun birazını şuursuzluktan gelen sakinliğe verelim, birazını da son 5 yıldır uluslararası moda arenalarındaki en önemli insanlarla olan tanışıklıklarımın vermiş olduğu deneyime.... Ve fakat Benicio Del Toro ismi benim heyecan katsayımı artırmaya yetti. Eski bir röportajımda beğendiğim oyuncular arasında verdiğim ilk isim olur kendisi; en son okul zamanları Dave Gahan (Depeche Mode’un solisti) için böyle tek geçmiştim. * Magnum’un niye sizi seçtiğini biliyor musunuz?Kendi marka değerlerine uygun biri olarak hep düşünürlermiş beni bir şekilde, bilirsin toplantılar olur, isimler geçer, bu proje için benim o eski röportajı hatırladıkları zaman ise onlar da beni tek geçmiş! Zaten hakikaten ilk beni aradıklarında ben ekipteki herkesin yüzündeki gülümsemeyi hissedebiliyordum.* Çok farklı alanlarda yetenekleriniz var, oyunculuk devam ettirmek istediğiniz bir kariyer mi?Ben zaten ille de hayatta tek bir şey seçip ölene kadar onu yapmak zorunda olduğumuza inanmıyorum. Ne kadar fazlaysak o kadar var oluyoruz sonuçta. Baştan buna inandığım için belki, bugüne kadar yaptığım onca birbirinden farklı gibi duran iş birbirini inanılmaz besledi büyüttü. Zaten ilgilendiğim alanların hepsi içiçe; psikoloji, moda, oyunculuk, fotoğraf, televizyon. Yani oyunculuk tabii ki yapmaya devam edebileceğim bir alan, kendimi görebiliyorum o alanda. Ayrıca her genç kızın rüyasından ben de isterim; bir sinema filmi.Keşke rolümü yapamasaydım da çekimler uzasaydı* Barcelona’da çekim nasıl geçti?Çekim harikaydı ve maalesef çabucak bitti, keşke bir türlü yapamasaydım da uzasaydı. Seninle de çıkışta oturduğumuz yerde ağzımız kulaklarımızda gülüşüyorduk zaten. Ben sete girdiğim andan itibaren sürekli gülümsediğimi net hatırlıyorum. Ben tam Benicio’ya (ilerleyen dakikalarda kendisine Benny diye hitap etmeye başladım, o da Eçe diyordu..) götürdüğümüz Anadolu efsanelerini simgeleyen hediyelerimizi anlatıyordum ki, kamera bozuldu. Ne üzüldüm ne üzüldüm!!! E tabii sohbete başladık. İstanbul’dan başladık, Vogue Türkiye’ye, benim oyunculuk deneyimlerimden onun LA’deki evine filan derken, Mayıs’taki Cannes Film Festivali’ne bağlanmıştık ki, yönetmen ‘Hazırız başlayalım’ dedi. Yönetmen mizanseni verdi tekrar (daha önce yukarıda başka oyuncu koçlarıyla prova yapmıştık zaten). Bu arada Barselona’ya gitmeden önce bana yollanan senaryo, yukarıdaki prova sırasında değişti! Ama zaten dediler ki, Benicio tekste bağlı kalmıyor, emprovize takılıyor diye! E madem öyle dedim, ben de emprovizenin gücü adına tam başladım ki, o gerçekten söylemesi gereken bir repliği ya atladı ya da sırasını değiştirdi, e tabii ezber mekanizmasından çıkmak zorunda kalınca olay iyice şenlendi! Ben bu arada ilk söylediğim replikteki İngilizce grammer hatamı kafamda çözmeye çalışırken, yönetmen durdurmuyor, kamera akıyordu.. Filan falan derken kısacık sahnemizin sonuna gelmiştik bile. Zaten sonunu iyice değiştirdi, tamamen alakasız bitirdi, ben de aynen. Bittikten sonra ben “Galiba bir yeri yanlış söyledim” filan derken, o dönüp bana “Ooo ben bir yeri değil her yeri yanlış söyledim” diye güldü. E hatasını da kabul etmeyi biliyormuş bak ne büyük aktör dedim içimden. Bu arada uluslararası ana reklam filminde oynayan Caroline de yoktu bizim sahnede. Biz teke tek oynadık Benicio ile. Benicio Del Toro’nun enerjisi ve karizması muazzam * Gerçek bir çekim anı gibi olabildi mi?Evet oldu çünkü sonuçta bu da magnumgold.com.tr için çekilen bir sahneydi, ama daha fazla tekrar edebilmek isterdim, keşke tek kamera olsaydı da yakın, genel filan çekip çekip dursaydık... n Benicio Del Toro’yu nasıl buldunuz?Ne desem az. Enerjisi ve karizması muazzam. Herkesin ortak kanısı buydu zaten, orada 26 ülkeden gazeteci vardı, herkes çok etkilenmişti.. * Şu anda tam olarak hangi alanlarda devam ediyorsunuz?Şu an en başta Vogue Türkiye’deki Moda ve Stil Danışmanlığı görevim var. Bununla paralel giden NTV’deki N Moda programım ve Ece Sükan Vintage butiğim var.* Dergiciliği ilk kez yapmıyorsunuz ama Vogue bambaşka herhalde. Onun öyküsünü anlatır mısınız?Evet 10 sene oldu ben ilk dergiciliğe başlayalı. Vogue Türkiye müthiş bir heyecan tabii, çocukluğumdan beri bakarak sayfalarını beynime kazıdığım, yorumlar yaptığım, hayaller kurduğum bir dergi artık burada ve ben de onun bir parçasıyım. Vogue hakikaten çok önemli bir marka ve muazzam bir moda tarihi. Vogue’dan önce de uluslararası moda haftalarına gidip önemli röportajlar, çekimler yapıyordum. Bir dönem NTV ile de yapmıştık, birçok uluslararası dergide, gazetede ve internet sitesinde bana ve stilime yer verdiler, sonuçta orada da buradaki gibi bir network’ün içine giriyorsunuz.* Evleniyor musunuz, böyle bir haber okudum.Ben “Gönüller bir olsun” en önemlisi bu diyorum.

Devamını Oku