Dedem... Çetin Altan...
83 yaşını bitiriyor gelecek Salı...
Bugün büyük bir aile yemeği yiyeceğiz beraber, 83 yaşın şerefine...
Güzel bir güne denk geldi Solmaz’la (Kamuran) konuşmamız...
Bunu planmadık üstelik...
Açıkçası onunla röportaj yapmayı düşünmemiştim, kitabı okumaya başlayana dek...
Mayıs başında yeni kitabı çıktı Solmaz Kamuran’ın, Macar...
Kitabın arkasında şöyle yazıyor “Altıncı romanı Macar’la Solmaz Kamuran, okuyucularını gerçekle hayalin dans ettiği bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Macar, İbrahim Müteferrika ekseninde içsel bir yolculuğun iz bırakacak anlatımı...”
İlk dört sayfayı bitirdiğimde, ‘kandırılmadığımı’ anladım...
Beni büyük bir hızla içine çeken bu hikâyenin yazarıyla konuşmak istediğimi fark ettim...
Çünkü kitabın sonunu, İbrahim Müteferrika’yı, Onella’nın aşkını ama belki de en fazla Solmaz’ı
merak ettim...
Önceki kitaplarını da okuduğum bir yazar
Solmaz Kamuran...
Büyük bir yazarla, Çetin Altan’la, dedemle hayat paylaşan biri
Solmaz Kamuran...
Hem tanıdığım hem hiç bilmediğim biri
Solmaz Kamuran...
Büyük bir heyecanla telefon ettim hemen...
Güzel bir gün geçirdik beraber... Röportajın ardından yemeğe götürdü dedem bizi...
Yine kocaman oldu dünya, onun yanında...
83’üncü yaşını bitiriyor gelecek Salı...
Bugün beraber yeni yaşını kutlayacağız...
“Bu kitapla kendime yaklaştım, bu kitapla kendi karanlıklarıma daldım, bu kitapla kendimle yüzleştim” dedi Solmaz...
Büyüsü üzerine sinmiş kitaplardan Macar...
Macar, sizin onu sevmenizi beklemeden, onun sizi sevdiği bir hikâye..
Hikâye sizi sevdi mi de işte, ya yazıyorsunuz ya onu yazanı yazıyorsunuz....
Macar’ı nasıl yazdım?
Kiraze’yi yazarken çok etkilendim İbrahim Müteferrika’dan...Araştırmaya başladım, hiçbir şey bulamadım. Daha fazla merak etmeye başladım. Ve on yıl sürdü, kafamdaki bu yolculuk. Düşünceyi yazmak çok zor. Sıkıştığım anlar çok oldu. Masonlukla ilgili meselede mesela. Böyle bir iddia var. Mason locasını Müteferrika kurdu diye. Bunu bir sayfa yazmak bile çok büyük özen istiyordu. Bu romanda kurgu çok zamanımı aldı, zor buldum nasıl yapacağımı.
Normalde çok daha hızlı yaparım kurguyu. Önce hikâyeyi bulurum, sonra kafamda bitiririm. Başını sonunu bilirim. Kurguyu yaparım. Kartonlarım vardır büyük. Onlara notlar alırım. Masanın üzerine hepsini yayarım. Bildiğim ne varsa şematik olarak yıl yıl hepsini yazarım. Üç dört karton yaparım böyle. Tarihi romanlarda bunu yaparım.
O yıl neler olmuş, orada ve dünyada. Sonra başlarım. Başladığım zaman deli gibi yazarım, başladım mı bitecek. Gece gündüz durmadan yazarım. Kendi kendimin katibi olamıyorum ama. Mutlaka baştaki hikâye değişir. Birileri çıkar, ısrarla kendini yazdırır, küçük karakter diye düşünmüşsündür başta, o zorla girmek ister. Yazarken bunlar hep olur. Bir buçuk ayda falan yazdım. Çok özendim bu kitaba. İlk defa başaramama korkusu vardı.
Tamamen içimi döktüğümü düşünüyorum bu kitapta. Bu bir roman. Ama Müteferrika’nın tam da yazdığım gibi bir adam olduğuna inanıyorum. İçgüdülerimle yaşamam ama içgüdülerime güvenirim. Etkilenirim onlardan. Yazarken ibrahim Müteferrika ile ilgili sezgilerime çok güvendim. Onu özgürce yazmak istediğim için de iki iç içe hikâye şeklinde yazmayı tercih ettim.
O defter bana o özgürlüğü verdi ve bir takım ukalaların da “Hayır o öyle olmadı” demesini baştan yok ettim. Oyuncaklı oldu sevdim de. Bölümlerin başındaki o dörtlükleri ben yazdım. Resimleri ben yaptım. Altına yazmadım ki artık yemek de yaparım yazı da yazarım gibi olmasın insanları iyice öfkelendirmeyeyim dedim. Bitirdiğimde tedirginlik vardı içimde, acaba kuru mu oldu diye. İbrahim Müteferrika çok yoğun bir bölüm çünkü ama sonra içim rahat etti. Genelde roman bitince çok üzülürüm. Büyük oyuncağı roman yazmak. Annen oyunun en güzel yerinde eve çağırır ya, oyun biter öyle işte, bitince üff yine mi gerçek hayat diye üzülürüm... Ama bu sefer böyle olmadı... Bitirebilmek beni çok mutlu etti. Sıkıcı olmadan yazdıysam ne mutlu bana. Çıtayı yükseltiğimi düşünüyorum kendim için. Veyahut da limboda çıtayı aşağı indirdim. Bundan sonra tam ne yapacağım bilmiyorum. İyi bir şey yapmalıyım gibi geliyor ama.
Doğada tüm sanatlar var, olmayan şey yazı
Benim için dönüm noktası olacak bu kitap ama ne olacak bilmiyorum. Hayatın mucizelerine inanırım. Eskiden ateistim diye üfürür dolaşır dururdum, üfürdüğümü de içten bilirdim. O gençlik her şeye karşıyım meselesi var ya...
Toprakla uğraşmak beni çok terbiye etti. Doğadaki mucizeye bizzat şahit olmak çok etkileyici. Ayrıca yazının mistik bir tarafı kesin var. Doğada tüm sanatlar var, olmayan tek şey yazı. İnsana mahsus, insan kaybolursa o da kaybolacak. Dedenin o sözü çok doğru, bir yazar yaşarken, yazar yazılmaz... Öldükten aradan 200 sene geçtikten sonra da varsan yazarsındır. Yazar oldum dersen Cervantes’e ne dersin.
Dişçi olmasaydım yazar da olamazdım
Kendimi yazarak daha iyi ifade etmişimdir hep çocukken de gençken de. Babam ressam olmamı istiyordu. Ama dişçiliği seçtiğime çok memnunum çünkü sonradan bırakmama rağmen gerçek bir meslek olduğu için hayatımda karşılaştığım tüm zorluklara karşı beni hep korudu. Hangi meslek olsa bir dönem sonra bırakacaktım, çok belli. Yazar olmak istiyordum. Annem mesleğimi bırakmamı istemedi ben de o öldükten sonra bıraktım.
Hakkımı helal etmem demişti. O yaşarken onu üzmek istemedim. Otuzlarımın başında yeni bir hayat kurdum. Işıl’ın babasından ayrıldım. Kendi muayenehanemi açtım. Şimdi düşünüyorum çok radikal kararlar almışım.
Ama mesleğimin olması bana zorlukların üstesinden gelmemde çok yardım etti. Mesleksiz bir kadın olsaydım kocamı bırakamaz, istemediğim bir hayatı seçemezdim, ne yazar olabilirdim ne bir şey... Herhalde bugün çok mutsuz bir kadın olurdum.
Mücadeleci biriyimdir kolay pes etmem ama zor olurdu. Dedenin de payı çok büyük tabii. Ayrıca böyle bir ortam tabii ki güzel bir kışkırtma yaratıyor insanda eğer içinde yazma arzusu varsa.
Kitapta anlattığım kişiler akrabalarım çıktı
Büyük dedem Konya Mevlana Müzesi’nin kurucusu... Mevlevi... Tarih Vakfı’nın kurucusu... Onu araştırırken, 2 hafta önce onun sunduğu bir tebliğ buldum. 1948’de Merzifon’a gitmiş. Orada şöyle yazıyor “Kendi de Merzifonlu olan Kara Mustafa Paşa soyundan gelen Yusuf Akyurt, Merzifonlu Vakfı’na ait 113 belge sundu.” Nereden akrabası diye baktım, inanılmaz bir secere çıktı.
Kitapta anlattığım adamlar orada kafası kesilenler benim soyumdan geldiğim insanlarmış meğerse. Yazarken bilmiyordum. Merzifonlu’nun torunu
3. Ahmet’in kızıyla evlenmiş oğlu da 2. Mustafa’nın kızıyla evlenmiş. Kitaptaki sultanlar bunlar.
Bilmeden yazdım. Yazarken kendimle ilgili çok şey öğrendim. Bir adamın kendinle yüzleşmesini yazarken, kendini görüyorsun.
Çetin’e yazdıklarımı okurum, sevdiği karakterlerin öldüğü bölümleri dinlemez
1980 yılında tanıştık ama 96’da beraber olduk. Benim çalıştığım dişçiye gelirdi Çetin. Sen de gelmiştin, küçücüktün hatırlamazsın belki. 26 yaşındaydım o sırada.
Çok hayranlık duyuyordum, çok sohbet ederdik. Dedenin iddiasına göre, beni o zamandan beğenirmiş. Gözüne kestirmiş beni. Deden o zaman benim aklıma bile getiremeyeceğim biriydi. Ayrıca yaş farkı o zaman çok fazla gibi gözüküyordu bana. Bize de gelirdi. Dostluk yapardık. Ben evliydim daha o sırada. Sonra ben kendi muayenehanemi açtım. Oraya geliyordu. Telefonda sohbet ederdik. Yazılarımı okurdum ona. Sonra bir ara görmedim hiç. Ama telefonlarımız devam ederdi. Tekrar buluştuğumuzda 41 yaşındayım yine böyle şeyler olacağını düşünmemiştim ama oldu, çok da iyi oldu. Yazı yazmanın enstrümanı olarak hiç düşünmedim Çetin’i, ben kararımı vermiştim yapacaktım zaten. Çok destekledi Çetin beni. Belki eskiden tanıştığımız için, belki o yokken de ne istediğimi bildiği için. 41 yaşında tanışıp yazar olmaya karar verseydim belki desteklemezdi. 26 yaşında da yazar olmak istediğimi biliyordu, samimi olduğumu biliyor.
Dedene karşı yazar olarak çok büyük sevgim vardı lise öğrencisiyken bile, sonra siyasi fikirlerimin şekillenmesinde çok önemi var. Onu ilk kez hapishaneden cezaevi aracı ile göz doktoruna getirmişlerdi, koşarak gitmiştim, orada gördüm. Araca binerken görmüştüm ve çok üzülmüştüm. Bu büyük yazarı cezaevi aracında gördüm diye. Ona olan sevgim yazıdan geliyor benim. Çetin yazıya ihanet etmez. Beğenmediği bir şeye “Beğendim” demez asla. Çetin’in hayatındaki en önemli şey yazı ben değilim. Teşvik eder belki ama iyi yazı demez. Çetin’e mutlaka okurum. Bir saatlik okumalar yaparız. Kitap bittiğinde tamamını okumuş olurum. Hoşuna gider. Çok beğenir yazdıklarımı. Bu kitapta uzun okumalar yaptık. Kiraze’de Ester’in annesi vardı, Çetin onu çok sevmişti, Rachel... Ölüm zamanı geliyordu Çetin bana “Rachel’in ölümünü okuma” dedi. Orayı atladım ona okumadım. Okurken benim gözüm doluyor, ağlıyorum. Kızım gülüyordu bize, kendim yazıp kendim ağlıyorum Çetin de dinleyemiyor bile. Bu paylaşım harikulade bir şey. Evin dışında kim ne demişten koruyor beni bizi. Önemleri kalmıyor. Araştırma yaparken küçük küçük notlar aldığım kağıtlar, peçeteler, ıvır zıvırlar bir sürü şey var, kitap bitince atmak istedim deden atma dedi. Onella ismini Çetin koydu. Ben Macar isimleri buldum, arasından o seçti.
Bu kitapta içimi döktüm
Çetin Altan`ın eşi Solmaz Kamuran`la yeni çıkan kitabı üzerine sıcacık bir sohbet
Haberin Devamı