‘Kırık’ bİr tatil hikayesi

Haberin Devamı

‘Hakkını helal et’...

Çeşme’nin küçük, kimsesiz, soluk duvarlı hastane odasından bir gece yarısı ameliyata götürülürken, acıdan içi katılmış, çektiği acının çaresizliğiyle bakışları donuklaşmış bir adam böyle söyledi bana.

Oysa gün, sakin sıradan huzurlu bir tatil günüydü başlangıçta.

Kumsalda şemsiyelerin gölgeleri suya vuruyor, Çeşme’nin ılık rüzgarıyla kıpırdayan denizde gölgeler küçük oyunlar yapıyordu. Bizse yan yana şezlonglarımızda, hem etraftaki tatilcileri izliyor hem gazete okuyor hem sohbet ediyor, bazen de kimseyle ilgilenmeden gözlerimizi kapatıp güneşe bırakıyorduk kendimizi.

Ahmet (Hakan) “Güneşi ve denizi sevmem ben” diye söyleniyordu. Onunla dalga geçiyorduk, “Sen gerçekten huysuz bir yaşlı olacaksın.”

Gün ilerliyordu, Ahmet gölgede ertesi günkü yazısını yazıyor, biz güneşte günün bize getireceklerine kendimizi bütünüyle teslim etmenin huzuruyla onu huzursuz edip eğleniyorduk.

Son günlerin “en şaşırtıcı yeni kankalarıydık” başkalarına göre.

Bu, en sevdiğimiz laf olmuştu: “Yeni kankalar.”

Bu tuhaf, saçma sözcük bizi eğlendiriyordu.

Gün ilerliyordu.

Bir tatil gününün en güzel saatleri başlıyordu artık. Akşamüstü olmuştu.

Güneş kızıllaşarak karşıki tepenin ardından kaybolmaya hazırlanırken, o çok sevdiğim deniz ve güneş yorgunluğu da üzerimize çökmüştü, duş alıp, akşam yemeği için hazırlanmak üzere odaya çıkarken biz hâlâ Ahmet’e takılıyorduk.

“Ahmet bi yüzsen çok iyi gelecek bak, yılın yorgunluğunu alır.”

Odalarımıza çıktık.

Ne kadar geçti bilmiyorum.

Telefonum çaldı.

Ahmet’ti.

Telefonu açtım.

Çok canı yanan, hatta nefes almakta zorlanan birinin yardım isteyen sesini duydum.

“Saneemmmmm, düştüm, kolum kırıldı kıpırdayamıyorum, çok kötü, çabuk”

Kelimelere gerek yoktu, o ses, durumun çok ciddi olduğunu anlatmaya yetiyordu. Fırladım odadan.

Koridorda, Ahmet’in odasına koşarken - ki odaya varmam 10 saniyeyi geçmedi- odadan çıkmadan önce kapıyı açtırmak için resepsiyonu aramamış olmanın aptallığını fark edip, uzakta gördüğüm bir kat görevlisine “Acil durum. Kapıyı açar mısınız lütfen.. Acele edin. Acele edin lütfen” diye bağırarak kapıyı açtırdım.

Öleceğini düşündüm...

Ahmet, banyonun mermer zemininde, yerde yatıyordu. Nefes almakta zorlanıyordu. Yüzü bembeyazdı. Tüm vücudu titriyordu. Kolu, bir daha asla o görüntüyü unutamayacağınız kadar vücudundan bağımsız, ayrı bir parça gibi yerde duruyordu. Ahmet’e bunu hiç söylemedim ama o an gerçekten ölebileceğini düşündüm.

Düşerken başını da vurmuştu herhalde ama yaşama tutunmanın can havliyle beni aramıştı.

O görüntüyle karşılaşınca önce resepsiyonu arayıp ambulans istedim, buna çok acil ihtiyacımız olduğu sanırım sesimden o kadar belliydi ki resepsiyondaki görevli manasız bir tek soru bile sormadı.

Ardından hemen, İbrahim’i aradım, “Ahmet düşmüş, çok kötü gözüküyor, hastaneye gidilmesi gerekiyor, acaba Çeşme’de iyi hastane neresi, iyi doktor kim, yardım lazım” dedim.

Benim kocam, İbrahim Seten, soğukkanlı, akıllı ve her şartta en iyi planı yapabilen biridir. Onun orada olması Ahmet’in iyileşeceğinin ilk “ulvi” işaretiydi benim için. Bu telaşlı anları atlattıktan sonra Ahmet’in yanına dönüp ona doğru eğilerek, ölebileceğinden korktuğum halde bu endişemi mümkün olduğunca saklayarak, soğukkanlı bir sesle, “Ahmet beni duyuyor musun” dedim. Çünkü çevresinde olanlarla bağlantısını koparmış, derin ve hızlı şekilde nefes alan, hatta başka türlü nefes alamıyormuş gibi gözüken, gözlerini sabit bir noktaya dikmiş biriyle ambulans gelene kadar baş başa olacaktım ve “ne yazık ki” en doğru şeyleri yapmak zorundaydım.

Ahmet beni duyduğunu gösteren bir şekilde gözlerini bana çevirdi.

Önce onu rahatlatacak, durumun vahametini “küçümseyen” matrak şeyler söylemek istedim, “Vakitçiler şu halini görseler ne yazarlardı ya da Ahmet hâlâ çok ‘yazar’ gözüküyorsun korkma” gibi. Bence bu yol daha iyiydi ama bana çevrilen gözleri bunun iyi fikir olmadığını söyledi.

“Ahmet çok iyisin. Sadece kolun kırık.”

O kola, “sadece kolun kırık” demek gerçekten zordu, inanın bana “Gelmek üzereler. Her şey yolunda, tedirgin olacak bir şey yok. Çok iyisin, çok iyi gözüküyorsun” dedim. Bu da büyük bir yalandı.

Ahmet ilk defa konuştu bunun üzerine. “Tamam. Çok üşüyorum. Bir sigara versene.”

Annesi, Ahmet ilk konuştuğunda benim o an yaşadığım sevinci yaşamamıştır herhalde.

Ahmet konuştu. Üstelik sigara istedi.

Bir sigara yakıp verdim. Ayaklarını altına üşümemesi için havlu, başının altına yastık koydum. Ve geçmek bilmeyen dakikalar boyunca ambulansı bekledim..

Canı çok yanıyordu. Sol koluna dokunmak mümkün değildi

Ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Çaresizliğimi hissetmemesi için, her şeyin yolunda olduğunu söylüyordum sürekli.

Hatta belli bir noktada, o gayet sakin, bense sakinleştirilmeye muhtaç bir haldeydim.

Gözlerinden yaşlar akıyordu...

Sonunda geldiler.

Üç ambulans görevlisi.

Ahmet’i önce sedyeye yerleştirdiler. Çok zorlu bir etaptı. Sonra ambulansa koydular ve hastaneye geldik.

Akşam dokuz buçuk, on oluyordu sanırım.

Doktorlar olaydan haberdar bizi bekliyordu. İbrahim’in ettiği ve ettirdiği telefonlar sayesinde mühim bir hastanın geldiğini hastane personelinin bildiği her hallerinden belli oluyordu.

Zor anlar bir türlü bitmiyordu ama.

Doktorların, nesi olduğunu anlamak için ona her dokunuşlarında Ahmet korkunç bir acı çekiyor, tansiyonu düşüyor, müdahale imkansız hale geliyordu.

Acıdan gözlerinden yaşlar akıyordu. Dayanmaya çalışmak onu daha da yoruyor neredeyse ölmeye razı hale getiriyordu.

“Erkek, yazar, ünlü” olmak ilk defa hayatını bu denli zorlaştırıyordu herhalde Ahmet’in.

Kendini bıraksa, bağırsa, ağlasa belki bayılsa çok daha rahat edecekti.

Ama yapamıyordu. O andaki acısını ve zayıflığını, bir yandan o acıyı çekerken gizlemeye uğraşıyordu.

Çeşme’de ameliyat olmak istedi

Ahmet’in kolunun acısının yanında yaşadığı psikolojik sıkıntının da farkına varan Doktor Serdar, bana dönüp “Bu kırık büyük acı verir, bağırmak iyi gelir mesela. Ahmet Bey çok iyi dayanıyor. Endişe etmeyin” dedi. Doktora sarılıp öpmek istedim o an.

Doktorun sanki benim endişelerime cevap veriyormuş gibi Ahmet’i çok zarif bir şekilde, onu hiç tedirgin etmeden yüreklendirmesi gerçekten müthişti.

Serum bağlandı. Kan alındı, sakinleştirici ve ağrı kesiciler yapıldı. Röntgen çekildi ve sonuç gece on bir civarı çıktı; ameliyat olmalıydı.

Sol kolunun humerus kemiği ortadan ikiye ayrılmış, tekrar birbirine kaynaması için de ameliyatla oraya iki plaka ve çiviler takılması, parçalanan kemik uçlarının “tamiri” için de dirsekten alınacak küçük kemik parçalarının kırık noktaya yerleştirilmesi gerekiyordu..

İbrahim, hemen İzmir veya istanbul’a gidilmesi, çok iyi bir uzmana bu ameliyatın yaptırılması için çalışmalara başladı..

Ahmet verilen ilaçların etkisiyle gevşemiş “Ben burada hemen ameliyat olup bitirmek istiyorum bu işi, kıpırdamak istemiyorum, sen ne dersin” dedi.

Öyle zor karardı ki.

İbrahim haklıydı korkularında. Çeşme’deydik, küçük bir hastanedeydik ve sonra telafisi zor olabilecek tıbbi yanlışlarla karşılaşabilirdik...

Ahmet’i de anlıyordum. Doktora güvenmişti ve kolundaki acı, hayatta o acıdan başka bir acı olabileceğine inanma ihtimalini yok etmişti. Başka ne olabilirdi ki...

Dualara sığınarak Ahmet’in dediğini kabul edip, ameliyata girmesine izin verdiğimi gösteren resmi kağıdı imzaladım.

Kapının önüne bir sigara içmeye çıktım.

Hayatımızı, hayattan daha büyük gerçeklerle, evrenin sonsuzluğuyla, milyarlarca yıldan beri akıp giden zamanla kıyasladığımızda hissettiğimiz o tuhaf manasızlığı ve yetersizliği hissettim. Bu kaza bir kez daha yüzüme vuruyordu bunu. Her şey anlamsızdı. Bir kaza olabilirdi ve önemli sandığın her şey önemsizleşirdi. Sakat kalabilirdin, ölebilirdin. Olaylar karşısında çaresizleşirdin.

Leyla’yı düşündüm. İstanbul’da küçük yatağında uyuyan küçük kızımı.

Bir gün, bir gece yarısı bir hastanenin önünde, bir dostunu, bir arkadaşını, bir yakınını beklemek zorunda kalırsa diye üzüldüm.

“Ahmet Bey’i ameliyata alıyorlar” sesiyle, gözlerimi silerek içeri girdim tekrar..

Odadan çıkmak üzereydiler, elini tuttum.

Ve yavaşça fısıldadım “Varsa bir hakkım helal olsun.”






DİĞER YENİ YAZILAR