Tayyip Erdoğan’ın en yakınında çalışmış, onun medyayla tüm ilişkisini görmüş hatta düzenlemiş biri olarak Akif Beki’ye giderken çok heyecanlıydım. Kimbilir neler öğrenecektim. Ama bir iki sorudan sonra yüzüne de söylediğim için rahatlıkla size de yazıyorum çok sıkıcı biri olduğunu ona söylemek zorunda kaldım. O da gülerek kabul etti bunu “Haklısınız sıkıcı olmak pahasına o sorumluluk duygusuyla yaşıyorum ve öyle konuşuyorum” dedi. anlayacağınız Akif Beki’den Tayyip Erdoğan’la ilgili sırları öğrenmekte çok zorlandım.
* 3,5 yıl Başbakan’a medya ve iletişim alanında başdanışmanlık yaptınız. Bu süre içinde gazetecilere çok sert olduğunuzu söylerler, hatta “Tayyip Erdoğan’ın medyayla ilişkisinin bozulduğu dönemdir”diye de eklerler...
Tabii ki hata yapmış olabilirim ama büyük hata yaptığımı düşünmüyorum. İnandığım şeyleri yaptım. Bugün neysem o gün de oydum. Görevin hakkını vermeye çalıştım. Çok büyük laçkalık vardı. Arkamda başbakanlık medya ilişkilerini kurumsallaştıran bir yapı bırakmak istedim. Modern çağdaş demokrasilerde örneği olduğu gibi bir yapı yani.
Akreditasyon gibi. İlişkiler kurumsal bir nitelik alsın istedim. Bunun şekli şartı hiç oluşmamıştı. Düşünün ki başbakanlık binasında, başbakanlık muhabirleri istedikleri gibi dolaşıyordu, bir kuralı yoktu bunun. Tamamen kuralsız bir ilişki vardır. İsmet Özel’den okumuştum galiba, demir parmaklıklarla çevrili bir türbe düşün, her bir parmaklık arası kapı genişliğinde, bir de kapı var üzerinde demir kilit olan, herkes her yerinden girip çıkıyor o türbeye ama kapı orada duruyor yine de, niye biliyor musunuz?
Hiçbir zaman statükocu olmadım bu anlamda muhafazakâr değilim
* Kızma hakkını elinde tutmak için mi?
Bravo... Evet yanlış biri girdiğinde sen kaçak girdin diye ensesinden tutabilmek için. Böyle bir sistem vardı ben geldiğimde. Ben de böyle götürebilirdim. Herkes grip çıkardı istemediğim biri girdiğinde de ensesinden tutardım. Öyle yapmadım, aralıkları daralttım, “kapı burası” dedim. İlişkileri kurallı bir zemine oturtmak ve benden sonra da öyle kalsın istedim. Dünyada bu tip sistemlerin içinde gazetecilik yaptım, kuralları ben uydurmadım, böyle yapılır bu iş, dünya görmüş birçok meslektaşımız da bunun böyle olduğunu bilir ama işlerine gelmez. En ağırıma giden buydu, gerçeği bildikleri halde işlerine gelmediği için bana kızdılar. Çevrenize bakın, bütün statüko seven gazeteciler aslında gerçeği bilir ama işine gelmez. Düzenin ağa babası durumundalar. İmtiyazını kaybedecek, kural gelirse.
Bunu istemiyor tabii. O gün yaptıklarım medyaya rağmen yaptıklarımdı. Şeffaf ve açık bir şekilde yaptım. Kaçak güreşmedim. Keşke beraber yapılabilseydi. Ama olamadı çünkü rahatlığı bırakmak istemiyorlar. Statükocu dirençle karşılaşıyorsun, eyvallah mı deseydik. Tıpkı şimdi Anayasa reformu konuşulurken, yargıyla ilgili yeni düzenlemeler olacağı söyleniyor, yüksek yargı mensupları çıkıp “Bize sormadınız, bizim onayımızı almadınız” diyorlar.
E, peki Meclis yasama faaliyeti yürütürken bürokrasiyle ilgili her işlemini ilgili kurumun onayına tabi tutacaksa, o zaman darbecilere yargı yolunu açarken de darbeci askerlerden izin istemesi gerekir. Yüksek yargının imtiyazı nedir? Yargı reformu yargıya rağmen yapılır.
* Eğlendiniz mi peki o işi yaparken, yoksa biraz fazla mı ciddiye aldınız?
Pek eğlendiğimi söyleyemem. O 3,5 yıl içerisinde, o zamanın acısını çıkarıyorum, “işte şimdi burdayım” diyerek. O zaman istediğiniz her şeye cevap veremiyorsunuz, sizi sınırlandıran çok şey var o görevdeyken. Herkes taş atıyordu ama benim taşlarım bağlıydı. Şimdi elim serbest, eğleniyorum.
* Ama size yine kızıyorlar...
Benim tarafsızlığımı sorguluyorlar şimdi de. Bunu yapanlara bakıyorum, CHP geleneğinde her kademede görev almış hatta genel başkanlık yapanı bile var. Aktif siyaset hiç yapmadım. Benim hiçbir partiyle organik bağım olmadı ama liderlerden beğendiklerim oldu. Diğer liderlere tercih ettiklerim oldu. Özal benim için bir aile büyüğü kadar yakın bulduğum biriydi mesela. Değişim politikalarını çok sevmiş, beğenmiştim. Doğru buluyordum Türkiye için bu politikaları. Ben statükocu olmadım hiçbir zaman. Bu anlamda da hiç muhafazakar olmadım.
Bugün de Tayyip Erdoğan’ın değişim siyasetini destekliyorum bu açık. Değişimciliğim de gazeteciliğim de bu hükümetle başlamış değil yani. Sadece Başbakanlık’ta görev aldım, çok onurlu, şerefli bir görevdi, bitti. Bir daha mesleği yapamayacak kadar tarafgir oldum artık onlara göre. Ya, bu çok komik değil mi? Hayret ediyorum ve bu işte bir yanlışlık var diyorum. Onlar beni sorgulama hakkına hem de mesleği yapma likayatına sahipler. Bu düşünce sakat, hastalıklı. Medyada hakim olan anlayış bu. Akla uygun değil.
Ben de AK Parti’yi eleştiriyorum ama can acıtmadan
* Objektif olabiliyor musunuz gerçekten Tayyip Erdoğan’a karşı peki?
Gazetecilerin de diğer bütün vatandaşlar gibi politik fikirleri vardır, dünya görüşleri, inançları, inançsızlıkları vardır. Bunlar da yaptıkları işe yansır. Yansımaması mümkün değildir. Mutlak objektiflik diye bir şey yoktur, vardır demek abes olur zaten. Objektiflik dediğimiz şey büyük bir aldatmacadır. Bakış açın her zaman yorumundur.
Kastettiğiniz şey, “niye diğerleri gibi sen de Tayyip Erdoğan’a can acıtıcı yazmıyorsun”sa, aranızda arkadaşlık, dostluk hukuk olan her kim varsa onun hakkında yazarken iki kere düşünmez misiniz? İki kere düşünmeyen var mıdır ya da? İki kere düşünmek üslupta fark eder. Türlü türlü söyleme metodu vardır çünkü. Ben acıtmak kastıyla yazmıyorum başkaları gibi, onlar en acıtıcı olanını arar ben onu yapmam. Ama istediğimi yazarım yine de. Tanıdığın biriyle ilgili en acıtıcıyı seçmezsin herhalde. Yanlışını anlatacak ama canını acıtmayacak bir dil bir kelime seçersin. Ben de AK Parti’yi, Başbakan’ı eleştiriyorum ama farkım bu, kelimelerim... Sövmeden anlatırım. Ben de bilirim, geriye döndükten sonra oraya sövmeyi, iç işleyişteki mahremiyeti ortaya dökmeyi. Ama yapmam, bunu kişiliği olan kimse yapmaz zaten.
* Erdoğan’a ne kadar yakınsınız siz?
Kastınız oysa, karakutu değilim. Zihnen uzak olmağım açık. Ama fiziken yakın değilim artık eskisi gibi. Bir de şu var tabii, ahlaki ikilemle karşı karşıyayım. O taraftan bakmış biri olarak o taraftan hiç bakmamış gibi yapamıyorum. Zorluklarını, dinamiklerini, iç işleyişini hiç bilmiyormuş gibi davranamıyorum. Davranmayı da ahlaklı bulmuyorum ve mizacıma uygun değil.
Herkes bir şeyler söylüyor, Başbakan’a abanırcasına bir şeyler söylemek görülmemiş bir şey değil ki, görülüyor bunu yapanlar var, bu konuda boşluk yok. “Sen hiç demiyorsun”, “ee ben de demeyivereyim.” Ben söylemeyince bir eksiklik olmuyor ki? Ben başka bir şey yazıyorum ki görüşü zenginleştirelim. Hoşa giden şeyleri söylemeyi bilirim. Alkış nerede farkındayım. Ama böyle yazacaksam niye yazayım. Zaten onları biliyor, bilmedikleri bir şey var mıdır acaba, ben onu göstermeye çalışıyorum.
* Geçen günkü yazınızda “Ortodoks gazeteci cemaati” diyordunuz... Kim onlar...
Ortodoks cemaati gazetecileri, özellikle bizden önceki kuşak bunun temsilcisi. Yeni kuşaktan da ona öykünenler, onların tesiri altında kalanlar var ama onlar henüz neyin ne olduğunun farkında değil, o yüzden onları mesul saymıyorum. Hayat yaşanırken öğreniliyor, kitaptan öğrenilmiyor. Onlar da yaşadıkça bilinç uyanması yaşayacak. O yüzden bu genç kuşağı mazur görüyorum, bu eleştirilerden muaf tutuyorum. Ama kuşak döngüsü yaşıyoruz şu an, geçiş dönemi yaşıyoruz.
Bir bayrak devir tesliminin yaklaşmakta olduğunu görürsünüz. Bu cemaatte, meslek adına gerçek, doğru, hakikat her ne varsa kendi şahıslarında bunu temsil etme iddiası var. Onlar neredeyse doğru onlarla birlikte hareket ediyor. Onlar doğrunun, hakikatin yeryüzündeki mutlak temcilcileri. Dolayısıyla ne derlerse o doğru. Doğruluk onların zati sıfatı. Kişilikleriyle bütünleşmiş bir sıfat. Onların dışında ele alamıyorsunuz. Alırsanız “doğru değilsin” diye kızıyorlar. Buna itirazım var benim.
Erdoğan çok yoğun yolda yürürken gündemi söylersiniz
* Hani eğleniyordunuz, kızmışsınız?
Bu kızgınlık değil. Eğleniyorum. Hatta kafa buluyorum onlarla. Her Türk CHP’li doğar bunların itikatince. Siz böyle düşünüyorsanız hiç sorun yok zaten. Meslek adınıza hiçbir şeyiniz sorgulanmaz. Ama eğer başka bir bakış açısına sahipseniz, bir başka partinin doğrusunu CHP’ye tercih ediyorsanız, o zaman mesleğiniz sorgulanıyor. Direkt mesleğin içindeki varoluşunuzu sorguluyorlar, ontolojik sorgulamaya giriyorlar. AK Parti’yi destekleyen yorumunuz varsa doğrudan her türlü sıfatı hak ediyorsunuz. Direkt yandaş oluyorsunuz. Meslek ehliyetinizi sorguluyor. CHP’yi desteklersen doğrudan yana oluyorsun. Hatta CHP içinde aktif siyaset yapmış olabilirsiniz, gönül ilişkisi kurmuş olabilirsiniz, seçim vakitleri siyasi kampanyalara katılmış olabilirsiniz, açıktan ona değil buna oy ver demiş olabilirsiniz, bunlar mübah ve meşru. Yandaş olmuyorsunuz. Bu genel hakim olan durum. Medya bir zihniyet dönüşümü yaşamalı. Toplum değişiyor, dünya değişiyor, her şey değişiyor, medya aynı tas aynı hamam. Medya niye bunun dışında tutuyor ki kendini. 50 yıldır köşe yazan adamlar yaa, el insaf... Medyanın bu hali, bunu özelimde yaşayınca fark ettiğim bir şey değil. Ben Başbakan’ın danışmanı olmadan da bu anlayışla muhataptım. Yine bununla uğraşıyordum. O zaman da Cumhuriyet gazetesi ekolünden olmamamız sorgulanıyordu. Bu bana özel değil, bir tavır değil ama benim özelimde kristalize oluyor. Son yaptığım görev nedeniyle. Benim zihnimde daha berraklaşmış bir anlayış ama tabii ki.
* Son günlerde tekrar tartışılıyor, Tayyip Erdoğan gazeteleri okur mu? Başbakan’a iletilen özet ya da bilgilendirme neye göre yapılıyor?
İlgili kişi gündemi takip eder, o olup biten hadiseleri, yorumları Başbakan’a iletir, bilgilendirir. Günün koşullarına göre, gündeme, zamana, mekana göre bunun biçimi değişir. Başbakan çok yoğun birisi. Bunların çoğu yolda yürürken olur. O tempoya, o hıza ayak uydurmaya çalışırken bütün bunları yaparsınız. Bu Başbakan’ın günlük mesaisinin en önemli bölümü değildir çünkü. Kendisi de fırsat bulursa gazeteleri okur, denk gelirse televizyon haberlerini izler. Ama bilgi akışı sağlanır kendisine zaten. Bunun şekli çok önemli değil.
* Geçtiğimiz hafta birkaç köşe yazarı da yazdı, hem alkışlanacak kadar cesur işler yapıyor hem de insanın aklının alamayacağı şeyler söylüyor birden Başbakan...
Başbakan’ın söyleminde nihai karar verici kendisidir. Çevresinde pek çok farklı görüş rekabet halindedir. Görüşler içinden kendisine uygun olanı seçer ya da hiçbirine itibar etmez ya da o görüşlerden bir yere varır. Başbakan’a sadece görüş sunulur. Başbakan onları karara dönüştürür. Kendisine verilen bilgilerden beslenir, onun üzerine bina eder.
Hatalı ya da eksik bilgilendirme olduğunda karar ondan etkilenir, buna şüphe yok yani. Bir olayın olduğundan daha farklı gösterilmesi söz konusu olabilir. Yani daha önemli, daha önemsiz, daha büyük, daha küçük gibi. Bu çok insani bir şey. Böyle durumlarda da Başbakan’ın kendine has kişiliği devreye girer. Mesela bir olay gelişir, Başbakan’ın tavrı önce sarsıcı gelir. Karar veremezsiniz iyi mi, doğru mu, kötü mü? Aradan bir zaman geçer yine çok şaşırtıcı bir şekilde haklı çıktığını görürsünüz. Domuz gribi aşısında mesela. Sağlık Bakanı’nı da ters köşeye yatıran bir tavır koydu. Ama ne oldu, Dünya Sağlık Örgütü’nden açıklamalar geldi, domuz gribi ve aşının fake olduğunu söylediler.
Davul da tokmak da Başbakan’da
Başbakan’ın gazetecilerle hatta zaman zaman onu destekleyen demokrat gazetecilerle bile ters düşmesi, bana da hoş gelmiyor. Ama gazetecinin işi Başbakan’a pozisyon dayatmak, ağzına laf koymak olmamalı. Çünkü sorumluluk Başbakan’da, davul da tokmak da onda. Başbakan da kavgadan kaçmıyor. Benim de hoş bulmadığım şeyler oluyor. Keşke böyle olmasaydı dediğim noktalar. Başbakan’ın dedikleri kayıtsız şartsız doğrudur demiyorum. Gazetecilerin de bütün eleştirileri doğru değil. İki tarafın da payı var. Başbakan da hatadan ari değil tabii ki. O da insan.
Başbakan"la geçen 3.5 yılın acısını çıkarıyorum
Başbakan’ı niye eleştirmiyorum bu alanda boş yer yok da ondan
Haberin Devamı