Eski zamanlarda açık denizlerde dolaşan gemiler, çizdikleri rotanın doğru olup olmadığını deniz fenerlerine göre ayarlarlardı.Kaptan rotayı çizer, bu rotaya göre ne zaman hangi deniz fenerini göreceğini hesaplardı.Rotanın doğruluğunu belirleyen fenerler arasında, dalgalar ya da fırtınalar nedeniyle sapmalar olsa bile, kaptan işaret fenerlerini hesapladığı yerde gördüğü sürece, bir tehlike yoktu.İlerlemek, gerçek bir dünya ülkesi olmak isteyen ülkelerin de toplumsal rotalarını belirleyen işaret fenerleri var bence.Hesapladığınız zamanda, hesapladığınız yerde o fenerleri gördüğünüz sürece, toplumun rotasının doğru olduğunu anlayabilirsiniz.Önemli olan rotanızı hangi fenerlere göre ayarlayacağınız ve fenerler arası dalgalı sularda meydana gelecek sapmaları nasıl önleyeceğiniz...Türkiye’nin kendisine çizmesi gereken rotada işaret fenerleri ne olabilir peki?Herhalde öncelikle Türkiye’nin dünyayla bütünleşmesi, özellikle hukuksal ölçülerin gelişmiş dünyanın ölçüleriyle özdeşleşmesi.Başka ne olabilir? Devleti ele geçiren ‘tanımadığımız’ güçlerin saltanatının yıkılması, halka hesap vermesi gereken bütün kurumların, askeriyeden belediyelere kadar şeffaf olması...Daha başka ne olmalı?Ekonomik gelişmişliğimizin artması, yani üretimimizin dünyayla yarışacak seviyeye gelmesi. Başka?Bütün vatandaşlarının her alanda eşit ve özgür olması.İlerleme yolunda rotamız bu işaret fenerlerine denk geldiği sürece “Türkiye doğru yolda” diyebiliriz.İktidarın da, muhalefetin de bu rotayı desteklemesi, bizi dünyayla buluşturabilmesi açısından birinci görevleri olmalı bence.Ama bir de günlük dertlerimiz var tabii.Gün içinde karşılaştığımız aksaklıklar.Bizi yönetenlerin yaptığı yanlışlar.Ancak iki ∫şeyi birbirinden ayırmamız gerekiyor. Günlük yaşamımızdaki aksaklıklara karşı çıkmakla, çağdaşlaşma yolundaki işaret fenerlerine karşı çıkmak ayrı ∫şeyler.Bozuklukları bahane ederek esas rotayı saptırmaya çalışmak, çağdaşlaşmayı engellemektir.AK Parti’nin başörtüsü çözümünü beğenmiyorsanız; çıkar, inandığınız, doğru olduğunu düşündüğünüz kendi planınızı anlatırsınız.Oylarınızı arttırmak için “Başörtüsünü biz çözeriz” deyip ardından Cumhurbaşkanlığı’ndaki 29 Ekim Resepsiyonu’na katılmama nedeninizi Cumhurbaşkanı’nın eşinin başörtüsü olarak açıklarsanız, siz CHP olarak ne dediği belli olmayan, meseleleri boğuntuya getiren, çağdaşlaşmaya, özgürleşmeye karşı çıkan, tutucuların safında yer alan bir parti olursunuz.Eğer bu tutumunuzla yapmak istediğiniz şey, ‘onların’ çağdaş olmadığını kanıtlamaksa, bu davranışınızla ancak kendi çağdışılığınızı kanıtlarsınız.Bu, parti kararınız olmasa bile, bir an önce çözülmesi gereken parti içi karışıklığınızın göstergesi.AK Parti’nin ise başörtüsü konusunda gençler için doğru istekleri olmasına rağmen, Alevi çocukların zorla din dersine sokulması konusunda ısrarcı olması...Almanya’daki Türkler için anadilde eğitim istemesi ama aynı anda ülkesindeki Kürtler’e bu hakkı vermemesi...AK Parti’nin de çağdaşlaşma konusunda çağdışı yöntemlere ne kadar da yatkın olduğunu gösteriyor. İşaret fenerleri, rotayı “başörtülerle” ya da herkesin “din dersi ve türkçe eğitim görmesiyle” göstermiyor.Siz hangi işaret fenerine bakıyorsunuz?Siz hangi denizdesiniz?Anlayamıyorum ki...*****Yasemin Arpa ve Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘aşkı’Cuma günü, 15 Ekim, şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ölüm yıldönümüydü.İki sene önce 94 yaşında öldü.Bu sene 15 Ekim’de ise yazılış hikâyesini çok sevdiğim bir kitap çıktı: Dağlarca ile... ’Söz kuşlarından kalan parıltı’Yasemin Arpa yazmış:“Dağlarca ile Erol Simavi Özel İletişim ve Eğitim Merkezi’nde aldığım gazetecilik eğitimi sırasında tanıştım. Dağlarca büyük bir titizlikle derste yazdırdıklarını, aldığımız notları denetledi. Ben ön sırada oturuyordum.Belki bu nedenle denetimi benim notlarım üzerinden yaptı.Derste başladığımız kadın-erkek tartışmasını tamamlayamadan zil çalmıştı. Biz de tartışmayı konuk odasında sürdürdük.Bu arada Dağlarca bana yönelerek ‘Siz Mısır tanrıçalarını andırıyorsunuz’ dedi, ben ise mahcubiyetimden teşekkür etmekle yetindim. Ders çıkışı Dağlarca bana telefonunu verdi ve ‘Görüşelim’ dedi.”Yasemin o sırada 24, Fazıl Hüsnü Dağlarca ise 77 yaşındaymış.1991-1992 yılları arasında bir yıl Yasemin ve Dağlarca her Cuma Kadıköy’deki Baylan Pastanesi’nde bazen de Moda Çay Bahçesi’nde buluşup söyleşi yapmışlar. O gün ne konuşmak isterlerse canları, onu konuşmuşlar.Fazıl Hüsnü Dağlarca Yasemin’e “Herkes için bir gün ayırırım, senin için cumaları ayırdım” demiş.İşte Yasemin Arpa o cumaları birbirine eklemiş ve harika bir kitap çıkarmış ortaya.Kitabın arkasında Enis Batur “Uzun ömrü boyunca ‘muamma’ bir insan olarak aramızda kalmayı seçmiş, pek ender penceresini aralamıştı. Tek istisna, ölümünden sonra kitaplaşması kaydıyla Yasemin Arpa’ya açılmayı kabul etmişti şair. Bu kitap Dağlarca‘nın insan ve şair olarak kendi ağzından otobiografisini sunması, anahtarları vermesi bakımından benzersiz bir belge” diye yazmış.Ben bu ikiliyi çok sevdim.Yıllar önce, İngiliz yazar C.S. Lewis’in gerçek hayat hikâyesini anlatan Shadowlands (Gölge Topraklar) filmini izlediğimde (Anthony Hopkins-Debra Winger) çok etkilenmiştim.Kendini dünyaya kapamış, yalnızlığıyla övünen bir yazar ile ona hayran Amerikalı şair Joy Gresham’ın mektuplarla başlayan dostluğunu, aşkını anlatıyordu. Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Yasemin’i okurken, “Bu hikâyenin de filmi çekilmeli” diye düşündüm. *****Dertli aydıncıklar...Yıllardır sokakta ayaküstü, masalarda bir yemek boyunca, tatillerde deniz kenarında, eğlence yerlerinde hafif çakır keyif olmuş dertli ‘aydın’lara rastlarım. Bazılarıyla sohbet de ederim.Konuşmaları hiç değişmiyor.Hep dertliler...Bazen genç, bazen yaşlı, bazen kadın, bazen erkek oluyorlar ama hep aynı ∫şekilde konuşuyorlar. Nasıl mı? Şöyle:* “Gazeteleri okumuyorum. Ne diye okuyacağım?Yalancılar...”* “Televizyon da seyretmiyorum... Korkunç kötü.”* “Roman yazmayı düşünüyorum ama bizim yeteneksizler gibi yazacağıma, hiç yazmam.* “Şimdilik bekliyorum, en iyisini yazacağıma inandığımda yazacağım.”* “Türk filmlerine gitmiyorum, bir-ikisi hariç çok kötü, hepsi taklit.”* “Tayyip Erdoğan ülkeyi mahvetti. Batıyor memleket, görmüyor musun?”* “Seçim mi olacak? Hiç bilmiyorum, gazete okumuyorum dedim ya!”* “Çok sıkılıyorum bu ülkede.”* “Köşe başlarını bir sürü yeteneksiz tutmuş, onlara yazı yazdırıyorlar.”* “Kadınlar daha da özgür olmalı... Yemek yapmayı seviyorum ama zorunluluktan da yapmam doğrusu.”* “Giderse gitsin, ben zaten tek eşliliğe inanmıyorum. Mahmut başka kadınlarla da sevişmeli. Yapış yapış ilişkilerden nefret ediyorum.”* “Her gece eve gidince Mahler dinlerim. Bana intiharı düşündürüyor. Bunu seviyorum.”* “Hiç intihar etmedim ama hep düşündüm. Ölüm bir son değil bence.”* “Bu kadar mutlu olunacak ne var, anlamıyorum.”* “Bize gidelim mi? Size Mahler çalarım.”* “Hayır mı? Hepiniz aynısınız. İntiharın derinliğini anlamayan budala yığınlarısınız... Batıyor memleket batıyor, siz hâlâ gülün...”*****Bu aralar...* Doğan TV Holding Ceo’su İrfan Şahin’in polis akademisi mezunu olduğunu öğrenince çok şaşırdım.* Sadettin Saran’la Hülya Avşar’ın ayrıldığını duyduğumda pek şaşırmadım.* Ülkemizde hiçbir ödül töreninin inandırıcılığı olmamasına rağmen Altın Portakal’da herkesin hâlâ inanıyormuş gibi yapabilmesine çok şaşırdım.* Ebru Şallı’nın doğumdan 15 gün sonra tekrar 34 beden olmasına hiç şaşırmadım.* Bugün çıkan yeni Radikal gazetesinin manşetinin Başbakan’la röportaj olmasına şaşırmadım.* Hanefi Avcı’dan ele geçirildiği iddia edilen ses kayıtlarında Çevik Bir’in de olması ve mağdur olarak ifade vermesine şaşırsam mı şaşırmasam mı, bilemedim...*****Bu kitaplara çok güldümHarvard’lı iki felsefe profesörünün yazdığı “Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer” kitabının üzerinde ‘felsefeyi mizah yoluyla anlamak’ yazıyor. Thomas Cathcart ve Daniel Clein’ın tek kitabı bu da değil.. “Nietzshe Öldü Bir Hipopotam Olarak Yeniden Doğdu” da en az Platon kitabı kadar matrak. Felsefi kavramları şakayla, fıkrayla, sohbetle anlatıyor. Bu kitapları okuyun, çok güleceksiniz!
Bugün Cuma… Hafta başından beri her zaman olduğu gibi gazeteleri özenle okudum.Severim gazete okumayı... Hatta abartılı bir şekilde severim.Ama giderek canım sıkılıyor okurken… Zevk alamıyorum eskisi gibi. Sevmediğimiz filmin yarısında ‘kaçarak’ çıkmak gibi ‘alelacele’ atmak istiyorum elimden okuduğum gazeteyi.Haberleri… Özellikle köşe yazılarını… Kavgaları okurken bunalıyorum.Karşısındaki ne söylerse tersini söylemeyi, bir fikir söylemek zanneden anlayıştan sıkılıyorum.Israrla okumaya devam ediyorum ama.Bir gazete, iki gazete, üç gazete derken içim tozlanıyor önce.Bir kum yığının altında kalmış gibi oluyorum.Ağzıma kumlar doluyor.Bir sıkıntı… Bir yalnızlık… Bir anlamsızlık kaplıyor içimi.Nefes alamıyorum.Atıyorum gazeteyi elimden.Camın önüne geliyorum… Yaprakları sararmaya başlamış dallara, yoldan geçen arabalara bakıyorum.Ve en eski, en klişe, en bildik soru geliyor aklıma: “Bu hayat neye yarıyor?”Gazeteleri unutuyorum. Gazete okumanın bende bıraktığı sıkıntıyla hayatı elime alıp evirip çevirmeye başlıyorum… Sağından solundan kurcalıyorum.“Bu hayat hiçbir işe yaramıyor” diyorum kendi kendime.Ama kaldırıp atamazsın da gazete gibi.Belki bir işe yarıyordur diye hayatı biraz daha kurcalamaya devam ediyorum.Her şeyi anlamsız bulmak da anlamsız geliyor sonra.“Anlamsızdan bir yere varamam” diyorum. Anlamlı olanı da bulamam. Hayata böyle bakarsam canım daha fazla sıkılır.Politika çekimsiz gelir…Aşk yorucu…Kavga heyecansız…Dostlarınla konuşacak halin kalmaz…Çiçekleri bile koklamazsın…İnsanların dertlerini bilirsin de tozlar arasında onlar da yabancı gözükür.Dertlere, öfkelere, aşklara, sevinçlere, dostlara, düşmanlara hatta kendime yabancı olurum.Hayatı elime alır “Küçük bir şey bu” derim. Ölsem ölemem, yaşasam yaşayamamam.Bu sıkıntılı düşünceleri sevmiyorum. Gazeteleri okurum daha iyi… Haksızlık etmeyeyim bolca güldüğüm de oluyor okurken…Kahvemden bir yudum alıyorum.Masama dönüyorum.Uzanıp yerdeki gazeteyi alıyorum.Üzerindeki tozu üflüyorum.Kaldığım yerden devam ediyorum:“Hanefi Avcı bu dinlemeleri yapmış mı gerçekten?”*****Mutsuzluğun dayanılmaz çekiciliğiÇarşamba günü yayınlanan “Ne kadar az gülüyoruz?” yazısı için o kadar çok mail geldi ki, sevinsem mi düşünsem mi, bilemedim...Okuyuculardan gelen mailler her zaman insanı gülümsetip mutlu eder.Ama etkilenip seçtikleri konu ve uzun uzun anlattıkları hikayeleri… Bana aslında mutlu olabilmekle ilgili sorunlarımız olduğunu gösterdi. Çoğunlukla, “Gülmek için mutlu olmak gerek, biz de mutlu değiliz” diyorlardı maillerinde.“Bu ülkede mutlu olunabilir mi?” diye de soruyorlardı bana… Birkaçı da gülmenin, mutlu olmanın zenginsen mümkün olabileceğini anlatıyordu. Hepsine teker teker cevap yazdım.Dertlerimiz var. Altından kalkmakta zorlandığımız acılarımız var. Bu ülkenin bir insanı çok mutsuz edebilecek gerçekleri var. Biliyorum... Ama mutlu olmanın parayla zannedildiği kadar bir bağlantısı olmadığını düşünüyorum. Ben neşeli, mutlu, esprili olabilmek için öncelikle iki şey gerektiğine inanıyorum. Enerji ve biraz da zeka…Zekanız ve enerjiniz yoksa, cepleriniz kasalarınız parayla da dolu olsa mutlu ve neşeli olamıyorsunuz.Zekanız ama daha da önemlisi enerjiniz yoksa kendinizi mutsuzluğun, asık suratlılığın, şikayetçiliğin karanlığına bırakıyorsunuz.Hiçbir çaba sarfetmeden mutsuz oluyorsunuz. Toplumumuzda mutsuzluk, neşesizlik ve espri yoksunluğu çok yaygın. Bunun tek nedeni fakirliğimiz mi? Yoksa zeka ve enerji eksikliğinin de bu her gün biraz daha karanlıklaşan günlük hayatımızın oluşmasında pay var mı, kestirmek çok zor…Dünyanın en ünlü mizah yazarları, dünyanın en büyük zenginleri değillerdi.Birçoğu en başarılı esprilerini sefalet içinde yazdı. Paraları yoktu ama enerjileri ve zekaları vardı. Mutluluğu ve neşeyi yeşertebilersek enerji ve zekaya sahip oldukları için de zengin oldular..Buna karşılık Suudi Arabistan, Libya, İran gibi inanılmaz petrol geliri sağlayarak zenginleşen ülkeler mutluluk ve neşe yaratamadılar toplumlarında...Türkiye de bugün on yıl, yirmi yıl öncesinden çok daha zengin bir ülke oldu ama on yıl önce ne kadar asık suratlıysak hala öyle asık suratlıyız, mutsuzuz.Aslında, cüretimi bağışlarsanız size şunu söylemek isterim.Mutluluğu yaratmak insanların ve toplumların dinamizmine bağlı… Mutluluğu yaratacak enerji olmayınca, mutsuzluğa bahane aramaktan başka çare kalmıyor.Mutsuz olmak, hiçbir çaba gerekmiyor, her zaman bir bahane bulunabiliyor.Bir de galiba biz “mutsuz olmayı” biraz daha etkileyici buluyoruz, mutluluk bir çeşit hafiflik gibi gözüküyor bize.Yanılıyor muyum?*****Arda niye ağladı biliyorumTelevizyonda Arda’nın küçük bir çocuğu andıran mahzun ifadesini, kırgınlıktan titreyen sesini ve gözlerinden süzülen yaşları görünce, içimi bir öfke kapladı.Ben bugüne kadar Arda’nın eleştirildiğini, sinirlendiğini, kırıldığını çok gördüm. Sonuçta Türkiye’nin son jenerasyonundan çıkmış en yetenekli yıldız Arda... Türkiye’de başarı hiçbir zaman cezasız kalmadığına göre Arda’nın acımasızca eleştirilmesini kabullenememekle beraber, anlamakta zorlanmıyorum.Ama bu seferki diğerlerine hiç benzemiyor.Çünkü bir delikanlı, genç bir erkek olarak incindi Arda.Arda ve sevgilisi Sinem ile ilgili çok hoşuma giden bir detayı hatırladım Arda’yı ağlarken görünce…Böbrek hastası çocuklar için düzenlenmiş bir etkinliğe katılmışlardı geçenlerde… Çocukların arasında kameralarla etrafları çevrilmiş bir haldeyken, Sinem küçük bir kızı öpmek için eğilince, Arda gayrıihtiyari Sinem’in bluzunun ucundan çekerek belini kapattı.Kadınlar kendilerini seven bir erkeğin bu hareketinin ne anlama geldiğini iyi bilir. Çok seven bir erkek bazen böyle korumacı ve “kıskanç” davranabilir ve bu kötü bir şey değildir, anlayabilirsen bu bir sevgi göstergesidir.Sevdiği kadını koruma içgüdüsü bu kadar yüksek olan bir erkeğin çığlığıydı işte o gözyaşları...Bir futbolcu olarak kendisine dönük daha ağır ve haksız ithamları bile görmezden gelebilme alışkanlığına sahip bir erkeğin, sevdiği kadına karşı yapılmış bir saygısızlığa karşı isyanıydı. “Bunu Sinem’e nasıl yaparsınız?” diyordu adeta.Arda’yı anlıyorum…Ama bir ‘anlamlı’ bakış yüzünden bile çok kolay namus cinayetlerinin işlendiği hassas bir coğrafyada, ağızdan çıkan bir sözün nereye gidebileceğinin hiç hesap edilmemesini anlamıyorum.Arda’yı ve Sinem’i bu sebeple üzen herkesi kötü niyetli olmakla suçluyorum.Bilmem, katılır mısınız?*****Başörtüsü iş bulabilir mi?Newsweek dergisi bu hafta yine çok ilgiyle okuduğum bir dosya hazırlamıştı. Türban diasporası…Geçen hafta türban konusunda YÖK, İstanbul Üniversitesi’ne bir yazı gönderdi: “Bundan sonra şapka takan hiçbir öğrenci kıyafeti nedeniyle dersten çıkarılmayacak.” Türban konusunda neredeyse her üniversitenin, fakültenin, hatta öğretim üyesinin tavrının farklı olduğu ülkemizde, bu yazı başörtüsü konusunda bir çözüm mü yarattı, yoksa işleri biraz daha mı karıştırdı karar veremedim doğrusu…YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan kararlı. “2547 sayılı kanun ek 17. maddesi meseleyi gayet açık ve seçik olarak ‘Herkesin çok ahlaka karşı olmadığı sürece istediği kıyafet ile gelebileceğini’ söylüyor. Bence bu yeterli. anayasal düzenlemeye bile gerek yok” diyor ve ekliyor:“Başörtülü olduğu gerekçesiyle dersten çıkarılan öğrenci bize başvursun.” “Galiba bu sefer üniversitelerde başörtüsü sorunu gerçekten çözülüyor” diye düşünürken, gazetelerde okuduğuma göre YÖK’e şikayet yağmış. “Uyarılarınıza rağmen türbanlı olduğumuz için okula alınmıyoruz” diye.Tarhan Erdem’in yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye’de başını örtenlerin sayısı 14.6 milyondan 17.9 milyona çıkmış.Tüm bu karışıklığın ortasında Newsweek Dergisi “Başörtüsü mezun oldu şimdi iş arıyor” başlığı altında çok önemsediğim, can alıcı bir soru soruyor:“Üniversitede başörtü sorunu çözülse bile bu konudaki tartışma bitecek mi?Ardından kamudaki türban yasağı gündeme gelecek, çünkü bunca okuyan öğrenci mesleğini yapmak istediğinde neden yapamasın?”Peki sizce, şimdi ne olacak?
Dünyanın en ünlü mahkûmu.Irk ayrımıyla mücadelenin sembolleşmiş ismi. “Apartheid” rejiminin karşısına dikilmiş gencecik bir lider.Yaşadığı ülkenin ilk siyah avukatı.Devletin tüm ırkçı otoritesine karşı “Sadece beyazları temsil eden ve onlardan oluşan parlamentonun kararlarına uymak zorunda değilim” diyerek devlete karşı silahlanan, Nobel Barış Ödülü sahibi bir devrimci.Kabile büyüklerinin ona taktığı ismiyle, “Madiba.”Güney Afrika’nın ilk siyahi avukatı olan Nelson Mandela, kendi ırkına yapılan ayrımlara karşı çalışmalara üniversitedeyken başlamış. Bu sebeple kurulan Afrika Ulusal Kongresi’ne katılmış ve zamanla içinde yükselerek örgütün sembol isimlerinden olmuş. Demokratik anlamda mücadelenin mümkün olmadığını gördüğü için Umkhonto we Sizwe’yi kurmuş -Bu örgüt silahlı bir örgüt- ve destek toplayabilmek için yurtdışına çıkmış.Sosyalist ülkeleri dolaşmış, dünyanın pek çok ülkesinden destek almış.Ama halkı isyana teşvik etmek, sabotaj ve suikastlar düzenlemek suçlarından yakalanarak ömür boyu hapse çarptırılmış.Robben Adası’nda 27 yıl tutuklu kalmış.1990’da serbest bırakıldığında Cape Town’da yüz binlerce kişi karşılamış onu. Ve Mandela, o yüz binlerce kişiye yaptığı konuşmada “Ben beyazların tahakkümüne karşı savaştım, siyahların tahakkümüne karşı savaştım, demokratik ve özgür toplum fikrini öğütledim, bunun için ve bunu başarmak için yaşadım; bunun için ölmeye de hazırım” demişti. Rosa Luxemburg’un dediği gibi “asıl özgürlük ötekinin özgürlüğüydü.” Mandela bu gerçeği hep sevdi...Hapisten çıktıktan sonra 1994 seçimlerinde ise cumhurbaşkanı seçildi.O günden beri partisi ANC, iktidarı kaybetmedi. Siyahların neredeyse hiçbir hakkı olmadığı Güney Afrika; bugün siyahi bir parti tarafından yönetiliyor.İşte şimdi 92 yaşında olan Mandela, bu anlatılırken bile “tuhaf” gelen hayatını kitap yapmış. Hapisteyken eşine yazdığı mektuplardan, oğlunu kaybettiğini öğrendiğinde hissettiklerine kadar, kendisi hakkında bilinmeyen birçok gerçeği, anılarını “Kendimle Konuşmalar”da anlatmış.Mandela’nın kızı Zindzi “Benim için nasıl özel bir kitap olduğunu anlatamam. Okuyan herkes için güzel bir hediye olacak. Babamın bana yazdığı şiirler, gönderilememiş mektuplar, hepsi bu kitapta var” demiş. Kitapta ayrıca Mandela eski eşi ile boşanmasının ardındaki gerçekleri, çocukları çok sevdiğini, onlarla oynamaktan, sohbet etmekten, masal anlatmaktan ve banyo yaptırmaktan nasıl keyif aldığını anlatıyor.“Kendimle Konuşmalar” Türkçe dahil 20 dile tercüme edilerek 22 ülkede aynı anda çıktı dün.Kitabın en çarpıcı yanı 92 yaşındaki bir adamın, hataları ve zayıflıklarını da anlatabilmesi.Kitabın önsözü ise Obama’dan. Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk siyah başkanı.“Yazılan tarihin altında, öyle bir adam var ki; o korkuyu umuda, geçmişteki hapis yıllarını başarıya dönüştürdü... O bir efsane de olsa, onun insan yönünü tanımak daha fazla saygı hissettiriyor” diye yazmış Obama.“Beyaz adamın” bir vakitler “terörist” dediğine bugün bütün dünya kahraman diyor.Sanırım, Mandela bir kahraman olmayı “savaşmayı ve barışmayı” bildiği için hak etti insanların gözünde.Bu ikisini birden becerebilen çok az insan var çünkü yeryüzünde. Mandela ona verdiğimiz bir barış ödülünü reddetmişti yıllar önce...“Kürtlere ayrımcılık yapıyoruz, insan haklarını ihlâl ediyoruz” diye...Hayatını okurken düşünücem...Şimdi ödül versek alır mı?*****Yaptığımız ‘kendi işimize yaramayan’ bir iyilik var mı? Çok geç seyrettim ama çok etkilendim... Eğer siz de benim gibi bugüne kadar hâlâ seyretmediyseniz, Sandra Bullock’un bu sene “En İyi Kadın Oyuncu Oscarı”nı aldığı filmi, The Blind Side’ı -Kör Nokta- mutlaka izleyin.Gerçek bir hikâyeyi anlatıyor. Hayatta hiçbir şeyi olmayan ama bir anda onu kucaklayan bir aileyle tanışan, annesi uyuşturucu bağımlısı, babasını hiç tanımayan, 13 kardeşin en irisi, zenci, Michael Oher’ın futbol yıldızlığına yükselişi... İyiliksever, aklına koyduğunu yapan, güçlü bir kadının (Sandra Bullock) yardım ve “ısrar”ıyla hayatı değişen, içine kapanık Michael, okulda yapılan testlerde çok düşük IQ’lu ama %98’lik koruma içgüdüsüne sahip olduğu ortaya çıkınca, kendisini bir anda futbol takımında sol iç oyuncu olarak buluyor. Amerikan futbolunda, sol iç oyuncusunun görevi, oyun kurucuyu, göremeyeceği tehlikelerden korumak, “kör noktası”nı kapatmakmış.Filmin adı da buradan geliyor zaten.Film, hiç umudu olmayan birine bile yeterince yardım eder ve emek verirseniz, onun neler başaracağını göreceğinizi anlatıyor. Benim düşünmeyi en sevdiğim konuyla beraber... İyilik nedir?Birini korumak, iyilik yapmak sizi yıldız da yapabilir... Size yıldız da “yarattırabilir.”O halde, yaptığımız “kendi işimize yaramayan” bir iyilik var mıdır?*****Çok fazla ciddi adam var bizim memlekette...Gülmek üzerine yapılan araştırmalar var.Kahkahalarla güldüğümüz bir sırada anlattı arkadaşım.1950’li yıllarda günde ortalama 18 dakika gülerken, 2000’li yıllarda bu 6 dakikaya kadar düşmüş.Şimdilerde 20 saniyeymiş bu süre. Sadece 20 saniye gülüyormuşuz günde.Çok fazla ciddi adam var bizim memlekette.Ütülü yüzler, keskin bakışlar, ölçülü hareketler.Vatanı kurtaran aslanlar var.Kükremeler, çatışmalar var.Nutuklar var... Mitingler var.Memlekete sahip çıkanlar var.Partiler, politikacılar, müdürler, bakanlar, gazeteciler, generaller, profesörler var.Paneller var... Toplantılar var... Tartışmalar var.Çatık kaşlar var... Kalın sesler var.Herkes ciddi.Milliyetçiler var...Muhafazakârlar var...Liberaller var...Demokratlar bile var.Az-biraz ilericiler var.Yargıçlar var... Savcılar var.Eleştiriler var... Seminerler var.Nizam, intizam, disiplin var..Hiyerarşi var. Ast var üst var.Herkesin bir yeri var.Kurallar, kanunlar, yasaklar var.Dinlemeler var... Takipler var...Kayıtlar, ihbarlar var.Hapishaneler, gardiyanlar, demir parmaklıklar var.Bizde ciddiyet var.Var mı gerçekten?Yoksa, Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanındaki ortaçağlı rahipler gibi, gülersek ‘var’ olmayacağımızı mı düşünüyoruz?Gülmemeyi mi ciddiyet sanıyoruz?Gülmemek, asık suratlılıktır.Ciddiyet, işini düzgün yapmaktır.Bakın bakalım, ne kadar ciddi bu asık suratlı ülke?*****Tayyip Erdoğan eğer “evren”i yönetmek istiyorsa...Tayyip Erdoğan’ın çeşitli sorunları var ülkeyi yönetirken.Görüldüğü kadarıyla bunları çözmekte zorlanıyor zaman zaman..Başbakan bir türlü istediklerini gerekleştiremiyor.Avrupa Birliği’ne girmek istiyor belki ama ödevlerini yapmak istemiyor.Bedelli askerliği çıkartmak istiyor ama dengeleri sarsmaktan korkuyor. Kürt sorununu çözüp kahraman olmak istiyor ama seçimlere yaklaşırken oy kaybetmekten çekiniyor...Kendisine etkili bir yönetimin nasıl olabileceği konusunda bir örnek vererek yardımcı olmak istiyorum.Fransız yazar Antoine de St. Exupery’nin “Küçük Prens” kitabı çok ünlüdür. Küçük Prens gezegenleri dolaşır. Bir gün minicik bir gezegende tek başına yaşayan bir krala rastlar. Kralın tacı, tahtı, samur kürkü vardı ama tebası yoktu.Küçük Prens buna çok şaşırır ve sorar:- Sen kimi yönetiyorsun?”Ben evreni yönetiyorum” der kral.- Nasıl yönetiyorsun?- Evrendeki herşey benim emirlerime uyar. Sabahları güneşe ‘Doğ’ derim, o da doğar. Akşamları güneşe ‘Bat’ derim, batar. Yıldızlara akşam olunca ‘Parlayın’ derim, parlarlar.” Görüldüğü gibi yönetmek hiç de zor değil. Olacakların olması için emir vermek yeterli. Sadece neyin olacağını bilmek gerekiyor.Olacakları oldurmamaya, olmayacakları oldurmaya çalışmayacaksın.Benim fikrim... Başbakan, nelerin “mutlaka” olacağını keşfedebilirse, onların olması için “emir vermekten” korkmaz ve “evreni” yönetebilir.Tabii bunu gerçekten istiyorsa!
Herkes uğraşıyor, didiniyor, kendisine bir hücre yapıyor. Ve, onun içine hapsediyor kendini.Artık bütün dünya o küçük hücre o insan için.Hücresinin dışında olup bitenler onu ilgilendirmiyor. Kendi kurduğu hücrenin duvarlarına alışıyor. Ve hep o duvarları görmek, hep o duvarları konuşmak istiyor. Üstelik onun duvar olduğunu da bilmiyor. Hücresinin duvarlarını ufuk çizgisi sanıyor.Tayyip Erdoğan kendini iktidarın içine hapsediyor...Kemal Kılıçdaroğlu muhalefetin içine...Devlet Bahçeli kendine yeni bir hücre kuramadığı için o da gidiyor Kılıçdaroğlu’nun muhalefeti içine hapsoluyor... Gazeteciler kendi haberlerinin içine... İş adamları ihale almanın hesapları içine... İşçiler yaşam kavgasının içine.. Asker ve sivil bürokratlar gizli iktidarlarını ayakta tutma planlarının içine...Sonra hepimiz hep birlikte Türkiye’nin içine... Hapsoluyoruz...Hücrelerimizin duvarlarından başkalarının yaşadığı hayatlar girmiyor sanki.Hayatlarımız o karanlık hücrelerin içinde, o hücreleri dünya sanarak geçip gidiyor.Başka dünyaların insanları ‘hücrelerinin dışına çıkıp’ kendilerinin dışında neler olup bittiğini, yeryüzünü, bilimsel gelişmeleri, edebiyat maceralarını merak ediyorlar...Biz köşelerini türban, Ergenekon ve cemaat, şimdilerde anayasa ve seçimin oluşturduğu bir cehennem üçgeninin içine yerleştirdiğimiz hücrelerimizde donuk, hareketsiz, karanlık ve galiba epeyce anlamsız bir hayat sürdürmek için diretiyoruz...Bu da bir hayat tarzı elbet... Ama bu “tarz”dan mutluluk ve yaratıcılık çıkmıyor.Yorucu ve monoton bir didişme çıkıyor.Yaşamak için hücrelerin dışına çıkmak gerek.Bu da ancak “duvarları” fark etmek ve onları yıkmak istemekle mümkün herhalde.Bir hücreyi koca bir dünya sanarak gerçek bir yaşama kavuşulmuyor çünkü.*****Kusturica vicdanı yaralı biri... Peki ya siz...Dün 47. Uluslarası Antalya Film Festivali başladı. 14 film uzun metraj dalında yarışacak.Aslında 15 filmdi ama Semih Kaplanoğlu’nun “Bal” Altın Koza’da ödül aldığı için otomatikman yarışmadan elendi. Ama bu arada Semih Kaplanoğlu da bir açıklama yaparak kendisi de festivalden çekildi...Yarışacak 14 filmden 9 tanesinin yönetmeni ilk filmleriyle Altın Portakal’a katılıyor.“Çakal”, “Çoğunluk”, “Gişe Memuru”, “Kar Beyaz”, “Kavşak”, “Press”, “Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak”, “Siyah Beyaz”, “Zefir” yönetmenlerinin ilk uzun metraj filmleri...Bu seneki yarışmanın en heyecanlı ve hoş kısmı bence bu.Derviş Zaim “Gölgeler ve Suretler”, Orhan Oğuz “Hayde Bre”, Sinan Çetin “Kağıt” ve Tayfun Pirselimoğlu da “Saç” filmiyle, bu ilk uzun metraj filmini çekmiş ‘genç’ yönetmenlerle beraber festivalde yarışıyor.Ama biz neyi konuşuyoruz...Emir Kusturica’nın jüri başkanı olarak Türkiye’ye gelmesini...Neden?Bosna’daki katliamları “doğal afet” olarak gördüğü, vaktiyle Miloseviç’in partisini desteklediği ve insanlık adına gerçekten utanç verici şeyler söylediği için.On beş sene önce dediklerinden dolayı, Kusturica’nın insanlığıyla ilgili kuşku duyabiliriz.Çok korkunç biri belki de... Vicdanı yaralı biri.Ama Türkiye’ye, bir Müslüman ülkeye gelmesi aynı zamanda bir pişmanlık göstergesi ve “özür” olarak da görülemez mi?İşin tam bize uygun olan tarafı da... Bu, Emir Kusturica’nın Türkiye’ye ilk gelişi değil. Daha üç buçuk ay önce, Haziran’da Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği festivale gelmiş. Konser vermiş. Benim bildiğim kadarıyla da herhangi bir tepki ya da protesto olmamış.Ne tuhaf değil mi?Bütün tepkiler Altın Portakal’da aniden ortaya çıkıyor. Üç ayda değişen tek şeyse belediyenin CHP’li olması...Kültür Bakanı Ertuğrul Günay da Antalya’ya gitmeme kararı almış.Televizyonda açıklamasını dinledim. “Toplumumuzun tepkisini yok sayamayız” gibi birşeyler söyledi.Kültür bakanı... Film festivali... Dünya çapında bir yönetmen... Yeni başarılı Türk yönetmenler... Oldu sana Ak Parti-CHP savaşı... Sanırım biz buna layığız.Ama ilk filmleriyle bu festivalde yarışacak yönetmenler bunu haketmiyor...Film festivalini katı ve anlamsız duygularınzla gölgelemeyin...Çok mu zor bu?*****Mario Vargas Llosa ve Nadine Gordimer2010 Nobel Edebiyat ödülü bu sene Perulu yazar Mario Vargas Llosa’nın oldu.Cumu günü Yasemin Çongar’ın yazısında okudum edebiyat için “dünyada en çok değer verdiğim şey” diyormuş Mario Vargas.Dört sene önce Güney Afrika’da Nobel ödüllü yazar Nadine Gordimer ile röportaj yapmışştım K dergisi için...Bugüne kadar yaptığım röportajlar arasında beni en çok etkileyenlerden biriydi Nadine Gordimer.Aldığı ödül için söyle demişti: “Tabii ki harika bir şey, bir yazarın elde edebileceği en büyük onur ama Nobel yazarları değerlendirmeniz için size bir ölçü sağlamaz. insanlar genellikle paradan söz etmeye utanır. Nobel’in en hoş tarafı para ödülü olması. Oldukça yüklü bir para söz konusu. Ayrıca toplumsal bir profil kazanırsınız. Balinaları kurtarma konferansı gibi açılışlara davet edilirsiniz.”Çok hoşuma gitmişti...Mario Vargas Llosa da “Yaşamımın son günlerine kadar yazmayı sürdüreceğim. Nobel Ödülü’nün yazarlığımı, üslubumu, işlediğim konuları değitireceğini sanmıyorum” demiş, ödülünü aldıktan sonra yaptığı basın toplantısında.Başka ne olabilir ki zaten...Edebiyatı ve kendisini, yeryüzündeki bütün ödüllerden “daha önemli ve daha değerli” bulmayan “büyük” bir yazar var mıdır dünyada?*****Bu içinize siniyor mu?28 eylül’de, iki hafta önce yani... 2003 yılında Mardin’de 12 yaşında N.Ç.’nin eve kapatılarak, aralarında kamu görevlilerin bulunduğu 28 kişi tarafından defalarca tecavüze uğramasının davası sonuçlandı.Mahkeme 7 yıl sonra karar verdiği için alıkoyma suçu zaman aşımından düşmüş. Tecavüz suçuna da 8 ay ile 5 yıl arasında hapis cezası...Mahkeme, birçok sanığın cezasını, N.Ç.’nin “rızası bulunması” nedeniyle indirmiş.N.Ç. simdi on dokuz yirmi yaşlarında. O zaman 12 yaşındaydı.Türk Ceza Yasa’sına göre, 15 yaşını doldurmamış küçükler için rıza aranmıyor. 15 yaşından küçüklerle cinsel ilişki suç...On beş gündür buna kimse isyan etmiyor.N.Ç. sanıkların tahliyesi üzerine Adalet Bakanı’na “benim yerimde kızınız olsaydı ne yapardınız?” diye mektup yazmış. “Rızası olduğu”nun belirtilmesi kim bilir nasıl canını yakıyor.Buna kimse bir şey demeyecek mi?On iki yaşında ırzına geçilen bir kızın “rızası olduğuna” karar verilmesini bu toplum içine sindirecek mi?Bu toplum, böyle bir insafsızlığın sessizce geçiştirilmesine “rıza gösterecek” mi gerçekten?*****Tarlabaşı’nı gezmek istiyorumBeyoğlu Belediyesi Tarlabaşı Projesine başlamış. Binalar yenilenecek,semtin bugünkü hali tamamen değişecek...Proje bitiminde Tarlabaşı’nın nasıl gözükeceğinin fotoğrafını gördüm... Yapılacak işten etkilenmemek mümkün değil.. Ama semt sakinleri tedirgin tabii... Değişimden korkuyorlar...Kimbilir belki de haklılar...Ne kadar az bildiğmiz bir semttir Tarlabaşı... Adını biliriz ama ya sokaklarını, insanların...Karanlık, kirli ,korkutucudur oraları... Öyle bilinir en azından... O yüzden semtin yenilecek olması beni heyecanlandırıyor şimdi. Ama değişmeden de, o sokakları görmek, tanımak istiyorum...Bunun için sadece cesur olmam gerekiyorsa... Bırakalım semti yenilesinler..
Bunca yıldır gazete okuyorsunuz, politikacıların sözlerini dinliyorsunuz, işadamlarına kulak veriyorsunuz... Hiç “Benim çıkarım ne olacak?” diye soran birine rastladınız mı? Herkes ‘ulusal çıkarlarımızın’ ne olacağıyla ilgili... Kimse ne kendisinin, ne de kendisi gibi birer birey olan başkalarının çıkarlarıyla ilgili... Hepimizin derdi ‘ulusal’ çıkarlarımız... Geçen gece İstiklal Caddesi’nden Tünel’e doğru yürürken, yolda daha önce beraber çalıştığım gazeteci bir tanıdığıma rastladım. Sohbet ederek yürümeye başladık... Asmalımescit’e geldiğimizde, önümüzden koyu renk takım elbiseli, ellerinde genellikle dosyalarını rahatlıkla koyabilecekleri büyüklükte bir örnek çantaları olan, dikkatli bakmadığınız sürece birbirlerine çok benzeyen adamlar geçmeye başladı. “Masonlar...” dedi, “toplantıdan dağılıyorlar...” Ve ekledi: “İkişer ikişer yürürler.” Gerçekten dikkatli baktım, peş peşe, üçer beşer dakika arayla, ikişerli ya da üçlü gruplarla Asmalımescit’ten Pera’ya doğru iniyorlardı. Onları merak ettim... Gerçekten kimdi bu Masonlar? Arka arkaya sorularımı sıralayacaktım ki, eski tanıdığım iş arkadaşım, içlenerek “Toplanıp duruyorlar, ne konuşuyorlar ki boşuna? AK Parti hâlâ iktidarda” dedi. Bu ülkede olanları herhangi bir siyasi parti düşmanı ya da taraftarı olmadan algılayabileceğine inandığım biriydi sohbet ettiğim... O yüzden böyle söylemesine şaşırdım. “Ulusal çıkarlarımız...” diye devam edince de, bu konuşmayı daha fazla dinlemek istemediğimi düşündüm ve “Hava serinlemeye başladığından beri akşamları çok soğuk oluyor, üşüdüm” diyerek, iyi akşamlar dileyip yanından ayrıldım. Yolda düşündüm... O tanıdığım gazeteci, nasıl bir ülkede ömrünü geçirmek istiyor acaba? Siz ömrümüzü nasıl bir ülkede geçirmek istiyorsunuz? Ben, düşüncelerin düşmanlık yaratmadığı, yaratıcılığın baskı altına alınmadığı, ucuz ve kaliteli hizmet alabildiğim, mutlu bir ülkede yaşamak istiyorum. Türkiye’yi böyle bir ülke haline getireceğine inandığım parti hangi partiyse onu desteklerim. Ve herkesin ulusal çıkar yerine kendi çıkarlarını düşündüğü bir ülkenin kalkınacağına inanırım. ‘Ulus’ denen şey bireylerden oluşuyor, bireylerin çıkarı somuttur. ‘Ulusal çıkar’ ise soyut belirsiz bir laftır bana sorarsanız. Aynı ulusun içinde çıkarları birbiriyle çatışan birey ve kesimlerin hepsini ortak bir ‘ulusal çıkar’ sözünün altına sokuşturmak koca bir palavradan başka bir şey değildir. Ama insanlar böyle konuşmayı seviyor... İnsanlar 10 dakikalık konuşmalarda bile böyle konuşmayı seviyor... Oysa ki ne güzel masonlardan konu açacaktık... Nereden çıktı bu ‘ulusal çıkarlarımız’ lafı yine?***Mesut gol atarsa... Bu akşam Almanya- Türkiye milli maçı var. Maçın sonucunun hayati bir önemi yok. Zaten 6 puanımız var. O yüzden Alman Milli Takımı’ndaki Mesut Özil’i tartışıyoruz. Bize gol atarsa, kızar mıyız? Açık söyleyeyim, ben kızmam! *****Savarona 64 milyon $ eder mi?Atatürk’ün yatı Savarona’nın sahibi Kahraman Sadıkoğlu’nu izledim Ali Kırca’da geçen akşam.Sadıkoğlu, 1989 yılında, geçirdiği yangından sonra hurdaya dönmüş Savarona’yı 16 milyon liraya, dönemin Başbakan’ı Turgut Özal’la bağlantı kurup, satın alıyor. Aslında satın aldığı yat değil, “Savarona” ismi sadece. Çünkü ortada tekne yok. Tekneden 16 ton hurda, 4.5 ton da fare çıkmış. 8 yılda bugünkü haline getirmiş. Sadıkoğlu “Bugüne kadar Savarona’ya 63-64 milyon dolar harcadım” diyor.1997’den beri de Savarona’yı kiralıyor. Uzunluğu 136 metre olan yatın günlük fiyatı 50 bin dolar. Eğer haftalık kiralarsanız 280 bin dolar. Aylık kiralarsanız 900 bin dolar. Üstelik bu fiyatın içinde yiyecek, içecek, yakıt ve hizmet ücreti yok. Doğal olarak tekneyi kiralayanlar çok zengin.Yani “Şöyle bir Atatürk’ün teknesine binip beyaz leblebinin yanında rakımı yudumlayayım, Dolmabahçe’ye bakarak Ata’nın ruhunu şâd edeyim” diyecek kadar Atatürk aşığı kimse yok aralarında. Adamlar parasını veriyor, tekneyi kiralıyor.13 yıldır bu yatı işletiyormuş Sadıkoğlu.Yılın yarısında boş kaldığını farzetsek, yılda en azından 5.5 milyon dolarlık bir gelir elde ediyor. Yani aldığından bu yana kazandığı para 71,5 milyon dolar civarında.Ve aradan 13 yıl geçtikten sonra, geçen hafta Türk polisi Savarona’ya baskın yapıyor. Yaşı küçük Ukraynalı kızlarla fuhuş alemi yapıldığı gerekçesiyle Savarona’yı mühürlüyor.Hiç kimse de şunu sormuyor:Kahraman Sadıkoğlu, Atatürk’ün yatını satın aldığında amacı burayı müze yapmak veya Atatürk’ün hatırasını yaşatmak değil ki! Kâr etmekti...Sadece Atatürk’ün odasını kilitli tutuyor. Teknenin diğer bölümlerinde ne yapıldığını kim, nasıl kontrol edebilir ki?Madem Atatürk’e ulus olarak bu kadar saygı duyuluyor... Onun hatırasını “yüzen eğlence” haline getirmeye kimler, nasıl izin verdiler? Onu sormak gerekmiyor mu önce?Ali Kırca “Peki şimdi ne olacak?” diye sordu Sadıkoğlu’na..Sadıkoğlu gayet net yanıtladı:“Teknenin bana maliyeti 63-64 milyon dolar.. 1.5 yıldır Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ile konuşuyorum.. Satın almıyorlar.. Artık tek çarem Başbakan’la görüşmek.. Devlet alsın müze yapsın, ben de kurtulayım..”1989 yılında 16 milyon liraya hurdayken satın aldığı tekneyi, üzerinden 71,5 milyon dolar kazandıktan sonra, 64 milyon dolara TC Devleti’ne satmaya çalışıyor ‘müteşebbis’ Kahraman Sadıkoğlu.Sadıkoğlu’nun beni en çok güldüren cümlesi ise şuydu:“Ben Savarona’yı Atatürk’ü duyduğum saygıdan, onun aziz hatırasını yaşatmak için satın aldım..”Kahraman Sadıkoğlu Atatürk’e değil de, 100 dolarlık banknotların üstünde resmi bulunan Benjamin Franklin’e saygı duyuyor izlenimi bıraktı bende..Bakalım bu iş nasıl çözülecek?*****Londra’da bir İslami müzayedeİngiliz müzayede evi Sotheby’s geçtiğimiz iki gün Londra’da “İslam eserleri müzayedesi” düzenledi. Oldum olası müzayede fikrinden hoşlanmışımdır.Ne yaptıklarını, o dünyalarda dolaşan insanların bizlerden farklı neler bildiklerini hep merak etmişimdir.Bu yüzden ilgiyle izlerim o dünyayı. Geçtiğimiz mayıs ayında Sotheby’s’in “19. yüzyıl Avrupa resmi ve Türk çağdaş sanatı” alanında uzman olan başkan yardımcısı Ali Can Ertuğ, New York’ta 37 yaşında intihar etti. Sotheby’s’de bir Türk... Çok genç... Çok başarılı... Şirketini üst düzey yöneticisi... Ve intihar ederek hayattan vazgeçiyor.“Merak ettiğim kadar varmış bu dünya” diye düşünmüştüm haberi okuduğumda.İşte bu Sotheby’s müzayede evi, Londra’daki yeni müzayedesinde 7 milyon sterlinden fazla satışın yapıldığı bir açık artırma yaptı geçtiğimiz gün.9. yüzyılda Abbasi dönemine ait olan ‘Çukur altın tas’ 713 bin 250 sterlin ile en yüksek fiyata satılan eser oldu. İslam dünyasına ait eserlerin yanında Osmanlı dönemine ait çok sayıda eser de vardı bu müzayedede.Bence en ilginci Kanuni Sultan Süleyman’ın yıldız haritasının da bulunduğu almanak. 270 bin dolara satıldı.Kanuni Sultan Süleyman’ın yıldız haritasına göre hangi aylarda ne yapması ve yapmaması gerektiği ile burç yorumları varmış içinde.1548 yılında Kemalettin Hüseyin Bin Ali tarafından yazılan Kur’an tefsiri ise 601 bin 250 sterlin ile en yüksek ikinci fiyata, parşömen üzerine altın harflerle yazılı Kur’an nüshası ise 529 bin 250 sterlinle üçüncü en yüksek fiyata satıldı.İslam dünyasına ait toplam 115 eser 7 milyon 51 bin 800 sterline hiç tanımadığımız birilerinin hayatlarına karıştı. Ne ilginç hayatlar var, değil mi...*****Değişim ve şişmanlamakHabertürk’ün 1. sayfasındaki küçük bir haber dikkatimi çekti. “Gorbaçov 2010” başlığıyla tek satırlık bir haber:“Madrid’e giden eski Rus lider Mihail Gorbaçov aldığı kilolarla şaşırttı.”“Haberin bir devamı var mı?” diye baktım, yoktu. 1988 yılındaki küçük bir fotoğrafı, yanında da 2010 yılındaki hâli vardı Gorbaçov’un... Gorbaçov’un aldığı kiloların haber olması çok hoşuma gitti.1917’de insanlık tarihinin akışını değiştiren Sovyetler Birliği 1990’da bir kez daha akışı değiştiriyordu. Aynı yüzyıl içinde iki kez devrim yaşamak her babayiğidin harcı değildir ama Gorbaçov’la bunu yapıyordu Sovyetler. Bütün politikalar değişiyordu, “soğuk savaş” bitiyordu... Dünya yeni kavramlarla tanışıyordu : Perestroika ve Glasnost... Değişimleri yaratan lidersen yıllar sonra kilo alman bile haber oluyor. Bizim liderler de unutulmak istemiyorlarsa değişim yapamasalar bile en azından değişimin parçası olsunlar, sadece kilo almak yetmeyecek gibi...
Ak Parti bunca yanlış, eksik, gereksiz şey yapıyor ama muhalefet partisi bir türlü onu yenemiyor!Neden sizce?Neden CHP, Ak Parti’nin zayıf olduğu yanlardan faydalanamıyor?Neden hep kaybediyor?Olanlara bir bakalım...Referandum yapıldı. Ak Parti’nin liderliğini yaptığı “evet” kazandı, CHP’nin sözcülüğünü üstlendiği “hayır” kaybetti. Tayyip Erdoğan yeni anayasa sözü verdi.Referandum biter bitmez Kılıçdaroğlu “Anayasa’yı şimdi değiştirelim” dedi. Tayyip Erdoğan, CHP Başkanı Kılıçdaroğlu’nun önerisini, “Onu samimi bulmuyorum” diyerek daha baştan reddetti.Bunu kimse pek anlamadı...Ya da hepimiz bu sığ siyaset oyununu çok iyi anladık. Ak Parti’nin kurnazlık yaptığına inandık.CHP’nin değişimden yana olan tavrını ise alışılmadık ama çok yerinde bulduk.Peki sonra ne oldu?Tabii ki CHP bu kadar akıllı, haklı ve doğru pozisyonda olmaktan sıkıldı?Ve başörtüsü ile türban arasındaki farkları anlatmaya başladı. Saç gözüken ve gözükmeyen modeller... “Saç gözükmeli” lafları...Ve CHP aslına rücû ederek rahatladı.Peki ama neden?Neden CHP kendini ilerici, demokrat, değişimci hissettiğinde rahatsız oluyor?Neden AK Parti’yi yenebilme imkanı doğduğunda panikleyip kaçıyor?Ak Parti yenmiyor, CHP sürekli yeniliyor sanki...Savaşta avantajlı duruma geçmenin iki temel kuralı var.Savaşı kendi istediğin yerde ve zamanda kabul edeceksin.Savaş taktiklerini anlatan Japon yönetmen Kurosava’nın bir filminden öğrenmiştim bunları.Komutan, ordusunu kendisi için en avantajlı yere yerleştiriyor, rakip ordular ne yaparsa yapsın ordusunu kıpırdatmıyor.Rakipler oradan mı saldırsak, buradan mı saldırsak diye çevrede dolanırken o hiç yerinden oynamıyor, sadece duruyor, en uygun zamanda ortaya çıkarak rakibini yeniyordu.Hükümetle muhalefetin savaşını buna benzetiyorum.Belki Ak Parti en doğru yerde durmuyor ama CHP, Recep Tayyip Erdoğan’ın çevresinde dolandıkça güç kaybediyor.Başörtüsü meselesinde muhalefetin tavrı tamamen yanlış. Savaşı yanlış∫ yerde kabul ediyor.CHP aklını Ak Parti’yi yenmeye takacağına, ilkelere dayanan bir demokrasi saldırısı başlatsa Ak Parti şaşalar.Ama nedense CHP yenmeyi çok sıkıcı buluyor? Sakın bunun nedeni aslında demokrasiyi sıkıcı bulduğundan olmasın...******Okan Bayülgen başarısız... “Türk Malı” sıkıcı‘İyi’ bir televizyon izleyicisi değilim. Ama televizyon seyretmeyi çok severim. “Bu nasıl oluyor?” diyeceksiniz...Televizyonu izlerim...Hatalarına da aldırmam. O yüzden de ‘iyi’ bir televizyon izleyici gibi o kutuda neler dönüyor bilmem ve mutluyumdur.Ama bu sezon her izlediğim diziye, programa, yarışmaya, reklama gerçekten ‘bakmaya’ başladım.Ve artık çok mutsuzum...Çünkü çok kötü şeyler izliyorum...Seyrettiğim hiçbir şey beni mutlu etmiyor. Hatalar canımı çok sıkıyor.Diziler felaket...Tartışma programları akıl dışı konuşmalarla dolu...Şov programlarının tamamı sıradan. Okan Bayülgen’in bile iki seferdir rastladığım, pazar akşamları tek konukla yaptığı “Kral Çıplak” programı çok sıkıcı. Hatta başarısız bir soru-cevap programı.Geçen gece “Küçük Sırlar” dizisine maruz kaldım... Daha önce hiç izlemediğim için, merak ettim, kanalı değiştirmeden sabırla izledim. O kadar kötüydü ki, “Özellikle kötü yapmaya çalışıyorlar herhalde” diye düşünnüp, rahatlamaya çalıştım.Ondan önce “Fatmagül’ün Suçu Ne?”yi izledim. Tanıyıp, sevip, bayıldığımız bütün dizilere göz attım sezon başından beri.Hep aynı his kaldı üzerimde, “Neden senaristler seyirciyi yeterince akıllı bulmuyor?”Tahammül edilemez bir saçmalık sinsilesi hakim dizilerde. Seyrederken hırsınızdan ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Bu kadar yapaylık, hayata uyumsuzluk neden tercih ediliyor, anlamak mümkün değil... “Türk Malı” dizisi bile bu sezon güldürmüyor... Ama onun yerine pazartesi gecesi fenomeni “Ezel”, geçen gece “Maskeli Beşler Firarda” tadında güldürdü beni. Ama tuhaf olan şu: “Türk Malı”na gülmem “Ezel”de gözlerimi uzaklara dikerek düşünmem gerekiyordu... Olmadı...Şimdi soruyorum: Ben mi “kötü”yüm, televizyon dünyası mı?*****Üçok ve Boran’ı nasıl öldürdük?Bugün 6 Ekim...20 yıl önce, 1990’da Bahriye Üçok 71 yaşında bombalı suikast sonucu öldü. Yarın 7 Ekim... 23 yıl önce 1987’de Behice Boran 77 yaşında sürgündeyken öldü...Bahriye Üçok, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde ilk kadın öğretim üyesiydi. “İslâm’da örtünmenin ve oruç tutmanın zorunlu olmadığı”nı söylüyordu. Behice Boran, 1980’den beri yurtdışında yaşıyordu. Vatandaşlıktan da çıkarılmıştı. Ülkesini göremeden ayrıldı bu dünyadan. Amerikan Koleji’ni birincilikle bitiren “ilk” Türk kızı olmuştu.Cumhuriyet’in “ilk” öğretmenlerindendi.“İlk” kadın sosyologdu.Üniversiteden kovulan “ilk” kadın öğretim üyesiydi.Parti genel başkanlığı yapan “ilk” kadındı.TBMM ve Avrupa Parlamentosu’ndaki “ilk” sosyalist Türk kadın milletvekiliydi.Sürgünde ölen “ilk” kadın Marksist kuramcıydı. “İlklerin kadını” olmayı başarmış kadınlar...İkisini de öldürmüşüz.Birisini sürgüne göndererek, birisini bir suikastle.Sadece bu iki kadının acıklı macerası bile Türkiye’nin nasıl yerlerden geçtiğini göstermeye yetmiyor mu sizce...*****Clinton doğru mu söylüyor?Clinton, Bilgi Üniversitesi’nde konferans vermek için Türkiye’ye geldi.Konuşmasının tamamını dinleyemedim ama gazetelerden okuduğuma göre “Bu büyüme hızıyla AB sizin kapınızı çalar” demiş. İkinci çeyrekteki yüzde 10’luk büyümeyi kastederek...Büyüme hızının bu alkışı hak ettiği konusunda Clinton’a katılmamak mümkün değil ama Avrupa Birliği sadece bundan etkilenebilir mi? İşte bu konuda aklıma takılanlar var..Bir de Clinton şunu eklemiş bu sözlerine: “Yıllardır AB’yi Türkiye’nin üyeliği için ikna etmeye çalışıyorum.”Bizim yerimize hiç olmasa birisi çalışıyormuş... Bunun Clinton olması biraz tuhaf ama olsun...AB ile tam üyelik görüşmeleri başladığı 2005 yılından beri öyle yavaş∫ki her şey... 35 başlıklı “yapmamız gerekenler listesi”nden sadece 13 başlık açılabilmiş. Müzakeresini tamamladığımız sadece bir tane başlık varmış. 18 başlık zaten Kıbrıs sorunu, Kıbrıs Rum Kesimi ve Fransa’nın engeline takılı. Ama Türkiye, engeli olmayan başlıklar konusunda üzerine düşeni yapmadığı için 2012’deki üyelik hedefi imkansız gözüküyor. Ama Clinton “Bu büyüme hızıyla AB size gelir” demiş.Haklı mı, göreceğiz...Bakalım biz Avrupa’ya doğru hiç gitmeden, Avrupa bize gelecek mi?*****BU DİZİYİ İZLECnbc-e kanalında gösterilen “Spartacus: Blood and Sand” 2010’un en dikkat çeken dizisi tüm dünyada. Özelliği porno sınırına varan sevişme sahneleri ve vahşet sınırını geçen dövüş çekimleri... Şiddet, seks, ayak oyunlarının her türlüsü... Spartacus, Romalılar tarafından ihanete uğrar, köleliğe mahkum edilir, fakat Gladyatör olarak yeniden doğar ve Roma’ya başkaldırır. Hayatı tüm gerçekliğiyle ‘yakından’ görmek istiyorsanız bu diziyi izleyin. Ama ‘orijinal’ini izleyin...
Ben Özal’ın adını sık sık duymaya başladığımda lisedeydim. 15-16 yaşlarındaydım sanırım.ANAP’ı kurmuş, bütün ülkeyi etkileyen sloganlarla seçimi kazanmış, kısa boylu, şişman, çok sevimli gözüken biriydi benim için.Diğer siyasetçilere benzemediğini sezebilmek zor değildi.O yaşın anlayabileceği kadarıyla takip etmeye başlamıştım Özal’ı.Türkiye’yi dünyaya açacaktı, yasakları kaldıracaktı.İşe fırtına gibi de başladı gerçekten.Ekonomi dünyasını cendereye alan, üretimi engelleyen, kaçakçılığı besleyen yasakların çoğunu kaldırdı. Ülkenin her yerinden döviz fışkırır hale gelmişti. Döviz kaçakçılığı bitmişti. Tahtakale çökmüştü.İlk kez dünyayla ilişki kurulmuştu.***Ama bu adımlardan sonra ANAP tıkanmaya başlamıştı. Başına bir enflasyon belası çıkmıştı. Şimdilerde gençlerin belki de hiç duymadığı bir kelime olan enflasyon o zaman ülkenin en birinci derdiydi. Türkiye’nin yapısını değiştirmek için yola çıkan Turgut Özal’ın başarısı enflasyonun inmesine ya da çıkmasına bağlı bir hale gelmişti.Niye bu hale düştüğünü, sistemi değiştirmek gibi büyük bir amaçtan niye enflasyonu düşürmek gibi küçük bir hedefe yönelmek zorunda kaldığını ya anlayamadı, ya anlatamadı.Sistem sadece ekonomik kararlardan oluşmuyordu. Çağdaş bir sistem ekonomi ve hukuk alanlarında yapılacak atılımlarla kurulabilirdi ancak.Özal ise hukukla hiç ilgilenmedi.***Bana hep ilginç gelmişti, ekonomi alanında böylesine çarpıcı kararlar alabilen, Genelkurmay Başkanı’nı bir günde değiştirebilen bir başbakanın hukuk alanında reformlar yapamaması.Acaba yapmak mı istemiyordu? Yoksa ölümünün arkasında gizlenen sırlarla mı ilgiliydi bu güçsüzlüğü?Ölümünün tartışıldığı bu günlerde bunu düşünüyorum.İki Özal var gibiydi.Biri çağdaş fikirleri olan biriydi.Diğeri insanları kızdıran davranışları olan biri. Özal, hukuktaki çağdışı uygulamalara hiç dokunmadı düzeltmek için. Sosyal konularda reformcu değildi. Eğitim ve sağlık sorunlarını çözememişti. Ama tarihimizin en demokratik laflarını söylüyordu ilk kez biri.Sivil anayasa yapılması, düşünce suçlarının kaldırılması, seçilmişlerin ülkeyi yönetmesi gerektiğini hep Özal söylemişti. MİT’i yeniden düzenlemek istiyordu. Ama işkenceyi önleyemiyor, polisi kontrol altına alamıyordu.***Şimdi merak ediyorum Özal gerçekten bir yanı cesur, bir yanı korkak, bir yanı dürüst, bir yanı kurnaz çift ruhlu biri miydi?Yoksa henüz ortaya çıkmamış gerçekler mi onu böyle “çift kişilikli” bir görüntüye itmişti.Onu kuşatan “zehirli” gerçekler başka türlü olsaydı daha devrimci bir siyasetçi olur muydu? Bunu hiçbir zaman bilemedim. Bunun cevabını bulamadım. Ama tam Kürt sorununu barışa bağlayacağı dönemde ölmesi bende hep ‘olurmuş’ hissini bıraktı.Bu arada yanlış anlamayın, 15 yaşındayken zannettiğiniz gibi akıllı biri değildim, gayet 15 yaşında biriydim.Sadece Özal’ın o yaştaki birinde bıraktığı izleri anlatmak istedim.Her şeye rağmen “iz bırakan” bir siyasetçiydi çünkü...*****Cahit SıtkıYarın Cahit Sıtkı’nın 100. doğum yılı. Şairleri ve yazarları az biliriz az tanırız ama Cahit Sıtkı’yı bilir herkes. “Otuz Beş Yaş” şiiri, onu hafızalarımıza yazmıştır bir kere: “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.Dante gibi ortasındayız ömrün.”Peki ya “Abbas”... “Haydi abbas, vakit tamam; Akşam diyordun, işte oldu akşam”Öldüğünde 46 yaşında Cahit Sıtkı... Bu kadar genç ölmüş bir şairin 100. doğum yılı kutlanıyorsa, bu ancak mısralarının gücünden olabilir..“Kapımı çalıp durma ölüm, açmam; Ben ölecek adam değilim” diyen Cahit Sıtkı sözünü tutmuşa benziyor...İyi ki doğdun Cahit Sıtkı...*****Karanlıkta kalan GAZETECİLER...Televizyondaki Hanefi Avcı tartışmalarının neredeyse tümünü izliyorum.Herkes gibi ben de “aslında”yı merak ediyorum çünkü.Genellikle gazeteciler konuşuyor bu konuyu, kendi aralarında tartışıyorlar.Şaşırıyorum...Hepsinin olmasa da bazılarının seçtikleri kelimeler, ruh halleri oldukça tuhaf gözüküyor bana. Sanki, izleyeni aydınlatmak için değil de insanın bildiğini bile unutturmak için konuşuyorlar.Türk basını, çeşitli konular üzerine ışık tutuyor. Kitaplar yazıyor, araştırmalar yapıyor, belgeler buluyor...Ama garip bir çelişkiyle, meselelerin üzerine ışık tutmaya çalışan medyanın kendisi karanlıkta kalıyor.Medyada ne olup bittiğini, burada ne oyunlar oynandığını, kimlerin çalıştığını bilmiyoruz.Son zamanlarda daha önce hiç görmediğimiz bir açıklık yaşıyoruz. Her şey kendi karanlığından sıyrılıp ışığa kavuşuyor. Peki, medyanın durumu ne bu arada?- Medyada darbeci generallerin hoparlörleri yok mu?- Medyada MİT hesabına çalışanlar yok mu?- Polisin karışık ilişkilerine bulaşanlar yok mu?- Önemli olaylarda hedef saptıranlar yok mu?- Darbeyi ilericilik diye yutturmaya çalışanlar yok mu?- Şarlatanlar yok mu?Bana kalırsa hepsi var...Belki de bu yüzden o kadar yazı okuyup, o kadar tartışma dinledikten sonra hep aynı soru kalıyor aklımızda...“Aslında” ne oluyor?Galiba aslında, ülkemizde söylenip yazılanların çok azı gerçeği yansıtıyor. Bizlere “aslında”yı anlatanlar ne kadar az değil mi?Bu durumu pek çok insan görüyor ama bunca yalanın gerçek diye yutturulduğu bir yerde gerçeği söyleyen de yalancı durumuna düştüğü için durum hiç değişmiyor.Medyayı ışığın altına çekmenin vakti gelmiş bana sorarsanız... Bunu yapmadığımız sürece, “etraf aydınlandıkça” biz hep beraber karanlık gözükeceğiz çünkü...*****New York’ta Beş Minare’yi kim yazdı...Mahsun Kırmızıgül’ün “New York’ta Beş Minare” filmi 5 Kasım’da vizyona giriyor ama tartışması şimdiden başladı...- Senaryo kimin?- Yoksa Sinan Çetin’in mi?- Fragman çok güzel ama bakalım film iyi mi? Mahsun’la uzun zamandır tanışırım. Hikâyenin Mahsun’a ait olduğunu çok iyi bilen insanlardan biriyim.Daha ortada hiçbir şey yokken Mahsun bu hikâyeyi anlatıyordu. 1998’den beri Mahsun’un kafasındaydı bu proje.Benim de dinlediğimde çok etkilendiğim bir hikâye olduğu için, başına neler geldiğini hep takip ettim.Mahsun önce bunu Abdullah Oğuz’a götürdü. Oğuz hikâyeyi çok beğendi ama pahalı bir prodüksiyon olacağı ve Amerika’da çekileceği için altından kalkamayacağını düşünerek çekmekten vazgeçti.Aradan iki yıl geçti, Sinan Çetin “Romantik” filmini çekiyordu. Filmde Mahsun’un da oynamasını istedi. Mahsun ilk filminde bir komedi filmi ile çıkmak istemiyordu seyircinin karşısına, teklifi reddetti ama kendi kafasındaki öyküsünü anlattı Sinan Çetin’e.Sinan Çetin çok beğendi hikâyeyi. Hatta kendisinin de buna benzer, iki polisi anlatan bir hikâyesi olduğunu söyledi.Senarist-yönetmen Ömer Uğur da onlarla beraberdi. Sinan Çetin, Mahsun’a “Bunu git, Galip Tekin’e anlat o yazsın, biraz da komedi koyun içine, bunu çekelim, bu güzel hikâye” dedi.Mahsun ve Galip Tekin senaryo üzerinde üç aya yakın çalıştılar. Ardından bir altı ay hep beraber “Bu filmi nasıl yaparız?” diye uğraştılar ama sonunda olmadı. Kavgalar çıktı.Hatta çok iyi biliyorum ki, o film komediydi. Kadroda Şahan Gökbakar vardı. Sonra Oktay Kaynarca oldu. Mustafa Sandal en başından beri vardı. Mahsun’la beraber tüm yolculuğunu biliyor filmin.Sonra, Mahsun tekrar bu hikâyesini yazmak istedi. Galip Tekin’in kaleme aldığı senaryonun neredeyse hepsini değiştirdi. 80 sayfa daha ekledi.Mahsun’la konuştuğumda bana şunu söylemişti:“Hikâyeyi şu anda kimse bilmiyor, çok değişti.” Hatta yeni senaryo bittiğinde Galip Tekin’e okutmuş Mahsun,“Abi çok değiştirdim ama sen dersen ki değişmemiş, bu benim yazdığım senaryo, o zaman senin dediğindir” demiş.Galip Tekin ise “Bunun benim yazdığımla ilgisi yok, tamamen değişmiş, adımı yazmayın sakın” karşılığını vermiş.Sinan Çetin’e de o dönem harcadığı paralar verilmiş. Çünkü Plato Film’de de eski hikâyeyle ilgili çalışan kocaman bir ekip vardı gerçekten. Sinan Çetin de söylemiş zaten: “Film Mahsun’undur, kendisi yazmış kendisi yönetmiştir.”Mahsun’un bu filmde yazmadığı tek satır, filmin adı. Filmin adını Mahsun bulmamış. Sinan Çetin “Ben buldum” diyormuş, Galip Tekin “Ben...”Yani aslında hiçbir ‘sorun’ yok...Filmin çok iyi olduğunun işareti olan o müthiş fragman dışında.Hep aynı sorun işte:Başarı cezasız kalmıyor bu topraklarda!
Hanefi Avcı’nın sevgilisi Kezban Küçük’ü izledim NTV’de geçen akşam.Bir edebiyat öğretmeni...12 yaşında gitar çalan bir kızı varmış...“Bizim sevdamız var” dedi Hanefi Avcı ile ilişkisini anlatırken.Dürüst, masum, içten hâli nedense tedirgin etti beni.Tavrının, yaşadıkları gerçeklerden böylesine kopuk olması düşündürdü.Bir öğretmen olduğu için de yadırgadım aslında..Bir öğretmen, ne yaşadığını bu kadar bilemezse, kendisinin “cahil” bulunması gibi bir ‘tehlikeyle’ karşı karşıya kalabilir çünkü.Yok hayır, tüm olanlara karşı o tuhaf mutluluk hâli, Hanefi Avci gibi ‘riskli’ politik bir figüre bu kadar yakın olmasına rağmen böyle ‘içten’ olması, oyunsa... Bir öğretmen için fazla “yetenekli” diye düşünülebilir bu sefer de.Çocuksu bir hâli vardı.Aşkına inanmakta hiç zorlanmadım ama olanlara karşı saflığı beni şaşırttı gerçekten.Böylesine karmaşık bir olayın içinde “masumiyet” bu kadar “masum” duramazdı... Daha öfkeli, daha sert, daha “masumiyetten” uzak bir hale dönüşürdü, diye geçirdim aklımdan.Haksızlık ediyorum belki de.Ama gene de “gerçek” bir masumiyetin, bazı durumlarda insanın içinde “masum” bir duruştan fazlasını yaratacağını sanıyorum.*****179 yıldır aynı medya kavgalarıMedyada karşılıklı yazışmalar, kavgalar, atışmalar çok uzun yıllardan beri var. Yeni değil hiçbir şey...Peki, 1831’de yayınlanan Takvim-i Vekayi adlı ilk gazeteden bu yana, 179 yıldır Türk basının üslûbunda birşey değişmiş mi? Pek fazla değil...Nereden mi biliyorum... Emin Karaca’nın Türk basınındaki kalem kavgalarını anlatan kitabınına göz attım geçen gün yine. Nereden aklıma geldiyse...Hüseyin Cahit’den Tevfik Fikret’e, Arif Oruç’tan Yunus Nadi’ye, Peyami Safa’dan Nazım Hikmet’e, Aziz Nesin’den Sabiha Sertel’e kimler yok ki kitapta...İşte basında daha önce yapılmış kavgalardan küçük parçalar...* İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra, Hüseyin Cahit ve Tevfik Fikret ortaklaşa Tanin gazetesini çıkarmaya başlıyorlar.Tevfik Fikret bir süre sonra Hüseyin Cahit’in gazeteyi İttihat ve Terakki’nin yayın organı haline getirme çabasını seziyor ve onu namussuzlukla suçluyor. Bunun üzerine Cahit şunları yazıyor Fikret’e: “Alın Tanin sizin olsun, tek, hiçbir insani duygu ile titrememiş pis ve leş kokulu vicdanınızın hırsı, haset ateşleri sönsün!”Bunun üzerine Tevfik Fikret yanıt veriyor:“Yılan yutmuş kertenkele gibi etrafına zehirler kusacağına bir kez eylemlerini ve umutlarını dengele. Genel ve özel yaşamını, şimdiye dek yaptıklarını göz önüne al, görürsün ki sen yırtıcı, çıkarcı, hırslı ve safsatacı bir bencilden başka birşey değilsin.”* Arif Oruç, hükümet yanlısı Cumhuriyet’in sahibi ve başyazarı Yunus Nadi’yle kavgaya tutuşuyor 1931’de:“Edepsiz herif, senin sözünle mi Arif Oruç’un kulağından tutup hapsedecekler? Sen de o zaman meydanı boş bulup doymak bilmez işkembeni bol bol şişirmeye vakit bulacaksın öyle mi? Vatan haini dediğin adamlar senin o vatanı çoktan satıp rakı parası yaptığını bilen adamlardır...”Yunus Nadi de cevaben şunları yazıyor:“Ruhunun çirkinliği kendi suratına olduğu kadar, çıkardığı paçavraya da akseden Arif Oruç’un müseccel bir vatan haini olduğu için gazete çıkarmasına bile tahammül etmemek gerektiğini yazmıştık. Yüzleri kasap süngeriyle silinmiş, hayatları sefalet ve zilletin bataklıklarından yoğrulmuş alçaklarla uğraşmaya değer mi? Bu solucan fıtratlı bataklıklar mahlûkatına şahsımızı müdafa için uzun söze girişerek maksadı gözden kaçıramayız.”* Ama benim en eğlendiğim kavga Peyami Safa-Nazım Hikmet tartışması.Ve Nazım Hikmet’in Peyami Safa’ya yazdığı o meşhur şiir:Sen çıkmadınçıkardılar karşıma seni!Kıllı, kara elleriyle tutup enseni,gövdeni bir karış yerden kaldırdılar;sonra birdenbire bırakıp yereseni pantolonumun paçasına saldırdılar!Bir düşün oğlum,bir düşün ey yetimi Safa,bir düşün ki son defa anlayabilesin:Sen bu kavgadabir nokta bile değil,bir küçük eğri virgül,bir zavallı vesilesin...Ben kızabilir miyim sana?Sen de bilirsin ki benim adetim değildirbir posta tatarınabir emir kuluna sövmek,efendisine kızıp,uşağını dövmek...İşte tüm bunları ve daha fazlasını derleyen, bu okunması çok zevkli kitabı hazırlayan Emin Karaca, bir röportajında “Babı-âlinin büyük kalem kavgalarının altında tutarlı bir fikir ayrılığı yok, bu nedenden olayı da kavgalar fazla gecikmeden ‘Ben senin cemaziyyelevvelini bilirim’ kalıbına dökülüyor” demiş.Siz ne dersiniz?Yanılıyor mu...*****Kum ve kırmızıKum rengi sonsuz bir çöl düşünün.Kum rengi kıyafetler giymiş savaşçılar, kum tepelerin arkasına gizlenmiş olsunlar.Milyonlarca savaşçı tespih böceği gibi kum rengi kıyafetleriyle kum mevzilerin içine gömülmüşler.Savaşçıların çığlıklarını duyuyorsunuz ama onları göremiyorsunuz.Kimin hangi mevziye girdiği... Niye girdiği... Amacının ne olduğu... Hangi tarafı tuttuğu belli değil...Sadece çığlıklar duyuluyor.“Jitem var... Yok... Devlet için yaptık... Adamları şakır şakır öldürdük... Ne demek öldürmek, ben buna öldürmek demem... Ülkem için temizlik yaptık.”Kimse ortaya çıkıp da ‘İşin gerçeği şudur’ demiyor. Ne olur ne olmaz!Yanlış bir şey söyleyip kaza kurşunuyla vurulmak da var.Kimse vurulmak istemiyor ama herkes boşluğa bağırmak istiyor.Kum savaşçılarının kum rengi kahramanlığı... Herkes gerçeklerin ortaya çıkmasını istiyor... Ama gerçeklerin ortaya çıkmasını desteklemekten korkuyor... Çünkü bu, mevziden kafayı dışarı çıkarmak demek...Fransız şairi Alfred de Vigny’nin askerlik anılarını anlattığı kitabında okumuş bir arkadaşım...Eski aristokratlar savaşa giderken kırmızı elbiselerini giyerlermiş, dostlar kahramanlıklarını daha iyi görsünler, düşmanlar kendilerine daha iyi nişan alsınlar diye...Anladık, bizim koca bir çöle dönen üç beş kutuplu dünyamızda, eski usül aristokratlar yok. Ama bu kadar çok kum rengi tesbih böceğinin olması da utanç verici.Bir-iki kişi de kırmızılarını giyip, kum mevzilerinden çıksın.Dostları onları daha iyi görsün, düşmanları kendilerine daha iyi nişan alsınlar.İnsanların kimi niye tuttuğu kime niye karşı olduğunu anlaşılsın...Mesela, Ergenekon sanığı emekli Albay Arif Doğan neden hâlâ mahkemeye çıkarılmıyor?Neden∫iş gazete demeçleri, röportajları olarak devam ediyor?Neden hukuk bu hikâyede yer almıyor? Ben bu yazıyı yazarken Savcı Öz’e ek ifade vermek için hiç olmazsa adliye çağrıldığı haberi geldi Arif Doğan’ın. Bakalım ne olacak?Kum rengi bir ülke burası.O kumların altında kan rengi cinayetler var. Bunca kum, onca cinayeti örtmek için belki de...