Eski zamanlarda açık denizlerde dolaşan gemiler, çizdikleri rotanın doğru olup olmadığını deniz fenerlerine göre ayarlarlardı.
Kaptan rotayı çizer, bu rotaya göre ne zaman hangi deniz fenerini göreceğini hesaplardı.
Rotanın doğruluğunu belirleyen fenerler arasında, dalgalar ya da fırtınalar nedeniyle sapmalar olsa bile, kaptan işaret fenerlerini hesapladığı yerde gördüğü sürece, bir tehlike yoktu.
İlerlemek, gerçek bir dünya ülkesi olmak isteyen ülkelerin de toplumsal rotalarını belirleyen işaret fenerleri var bence.
Hesapladığınız zamanda, hesapladığınız yerde o fenerleri gördüğünüz sürece, toplumun rotasının doğru olduğunu anlayabilirsiniz.
Önemli olan rotanızı hangi fenerlere göre ayarlayacağınız ve fenerler arası dalgalı sularda meydana gelecek sapmaları nasıl önleyeceğiniz...
Türkiye’nin kendisine çizmesi gereken rotada işaret fenerleri ne olabilir peki?
Herhalde öncelikle Türkiye’nin dünyayla bütünleşmesi, özellikle hukuksal ölçülerin gelişmiş dünyanın ölçüleriyle özdeşleşmesi.
Başka ne olabilir?
Devleti ele geçiren ‘tanımadığımız’ güçlerin saltanatının yıkılması, halka hesap vermesi gereken bütün kurumların, askeriyeden belediyelere kadar şeffaf olması...
Daha başka ne olmalı?
Ekonomik gelişmişliğimizin artması, yani üretimimizin dünyayla yarışacak seviyeye gelmesi. Başka?
Bütün vatandaşlarının her alanda eşit ve özgür olması.
İlerleme yolunda rotamız bu işaret fenerlerine denk geldiği sürece “Türkiye doğru yolda” diyebiliriz.
İktidarın da, muhalefetin de bu rotayı desteklemesi, bizi dünyayla buluşturabilmesi açısından birinci görevleri olmalı bence.
Ama bir de günlük dertlerimiz var tabii.
Gün içinde karşılaştığımız aksaklıklar.
Bizi yönetenlerin yaptığı yanlışlar.
Ancak iki ∫şeyi birbirinden ayırmamız gerekiyor. Günlük yaşamımızdaki aksaklıklara karşı çıkmakla, çağdaşlaşma yolundaki işaret fenerlerine karşı çıkmak ayrı ∫şeyler.
Bozuklukları bahane ederek esas rotayı saptırmaya çalışmak, çağdaşlaşmayı engellemektir.
AK Parti’nin başörtüsü çözümünü beğenmiyorsanız; çıkar, inandığınız, doğru olduğunu düşündüğünüz kendi planınızı anlatırsınız.
Oylarınızı arttırmak için “Başörtüsünü biz çözeriz” deyip ardından Cumhurbaşkanlığı’ndaki 29 Ekim Resepsiyonu’na katılmama nedeninizi Cumhurbaşkanı’nın eşinin başörtüsü olarak açıklarsanız, siz CHP olarak ne dediği belli olmayan, meseleleri boğuntuya getiren, çağdaşlaşmaya, özgürleşmeye karşı çıkan, tutucuların safında yer alan bir parti olursunuz.
Eğer bu tutumunuzla yapmak istediğiniz şey, ‘onların’ çağdaş olmadığını kanıtlamaksa, bu davranışınızla ancak kendi çağdışılığınızı kanıtlarsınız.
Bu, parti kararınız olmasa bile, bir an önce çözülmesi gereken parti içi karışıklığınızın göstergesi.
AK Parti’nin ise başörtüsü konusunda gençler için doğru istekleri olmasına rağmen, Alevi çocukların zorla din dersine sokulması konusunda ısrarcı olması...
Almanya’daki Türkler için anadilde eğitim istemesi ama aynı anda ülkesindeki Kürtler’e bu hakkı vermemesi...
AK Parti’nin de çağdaşlaşma konusunda çağdışı yöntemlere ne kadar da yatkın olduğunu gösteriyor. İşaret fenerleri, rotayı “başörtülerle” ya da herkesin “din dersi ve türkçe eğitim görmesiyle” göstermiyor.
Siz hangi işaret fenerine bakıyorsunuz?
Siz hangi denizdesiniz?
Anlayamıyorum ki...
Yasemin Arpa ve Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘aşkı’
Cuma günü, 15 Ekim, şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ölüm yıldönümüydü.
İki sene önce 94 yaşında öldü.
Bu sene 15 Ekim’de ise yazılış hikâyesini çok sevdiğim bir kitap çıktı: Dağlarca ile... ’Söz kuşlarından kalan parıltı’
Yasemin Arpa yazmış:
“Dağlarca ile Erol Simavi Özel İletişim ve Eğitim Merkezi’nde aldığım gazetecilik eğitimi sırasında tanıştım.
Dağlarca büyük bir titizlikle derste yazdırdıklarını, aldığımız notları denetledi. Ben ön sırada oturuyordum.
Belki bu nedenle denetimi benim notlarım üzerinden yaptı.
Derste başladığımız kadın-erkek tartışmasını tamamlayamadan zil çalmıştı. Biz de tartışmayı konuk odasında sürdürdük.
Bu arada Dağlarca bana yönelerek ‘Siz Mısır tanrıçalarını andırıyorsunuz’ dedi, ben ise mahcubiyetimden teşekkür etmekle yetindim. Ders çıkışı Dağlarca bana telefonunu verdi ve ‘Görüşelim’ dedi.”
Yasemin o sırada 24, Fazıl Hüsnü Dağlarca ise 77 yaşındaymış.
1991-1992 yılları arasında bir yıl Yasemin ve Dağlarca her Cuma Kadıköy’deki Baylan Pastanesi’nde bazen de Moda Çay Bahçesi’nde buluşup söyleşi yapmışlar. O gün ne konuşmak isterlerse canları, onu konuşmuşlar.
Fazıl Hüsnü Dağlarca Yasemin’e “Herkes için bir gün ayırırım, senin için cumaları ayırdım” demiş.
İşte Yasemin Arpa o cumaları birbirine eklemiş ve harika bir kitap çıkarmış ortaya.
Kitabın arkasında Enis Batur “Uzun ömrü boyunca ‘muamma’ bir insan olarak aramızda kalmayı seçmiş, pek ender penceresini aralamıştı. Tek istisna, ölümünden sonra kitaplaşması kaydıyla Yasemin Arpa’ya açılmayı kabul etmişti şair. Bu kitap Dağlarca‘nın insan ve şair olarak kendi ağzından otobiografisini sunması, anahtarları vermesi bakımından benzersiz bir belge” diye yazmış.
Ben bu ikiliyi çok sevdim.
Yıllar önce, İngiliz yazar C.S. Lewis’in gerçek hayat hikâyesini anlatan Shadowlands (Gölge Topraklar) filmini izlediğimde (Anthony Hopkins-Debra Winger) çok etkilenmiştim.
Kendini dünyaya kapamış, yalnızlığıyla övünen bir yazar ile ona hayran Amerikalı şair Joy Gresham’ın mektuplarla başlayan dostluğunu, aşkını anlatıyordu.
Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Yasemin’i okurken, “Bu hikâyenin de filmi çekilmeli” diye düşündüm.
Dertli aydıncıklar...
Yıllardır sokakta ayaküstü, masalarda bir yemek boyunca, tatillerde deniz kenarında, eğlence yerlerinde hafif çakır keyif olmuş dertli ‘aydın’lara rastlarım. Bazılarıyla sohbet de ederim.
Konuşmaları hiç değişmiyor.
Hep dertliler...
Bazen genç, bazen yaşlı, bazen kadın, bazen erkek oluyorlar ama hep aynı ∫şekilde konuşuyorlar.
Nasıl mı? Şöyle:
* “Gazeteleri okumuyorum. Ne diye okuyacağım?Yalancılar...”
* “Televizyon da seyretmiyorum... Korkunç kötü.”
* “Roman yazmayı düşünüyorum ama bizim yeteneksizler gibi yazacağıma, hiç yazmam.
* “Şimdilik bekliyorum, en iyisini yazacağıma inandığımda yazacağım.”
* “Türk filmlerine gitmiyorum, bir-ikisi hariç çok kötü, hepsi taklit.”
* “Tayyip Erdoğan ülkeyi mahvetti. Batıyor memleket, görmüyor musun?”
* “Seçim mi olacak? Hiç bilmiyorum, gazete okumuyorum dedim ya!”
* “Çok sıkılıyorum bu ülkede.”
* “Köşe başlarını bir sürü yeteneksiz tutmuş, onlara yazı yazdırıyorlar.”
* “Kadınlar daha da özgür olmalı... Yemek yapmayı seviyorum ama zorunluluktan da yapmam doğrusu.”
* “Giderse gitsin, ben zaten tek eşliliğe inanmıyorum. Mahmut başka kadınlarla da sevişmeli. Yapış yapış ilişkilerden nefret ediyorum.”
* “Her gece eve gidince Mahler dinlerim. Bana intiharı düşündürüyor. Bunu seviyorum.”
* “Hiç intihar etmedim ama hep düşündüm. Ölüm bir son değil bence.”
* “Bu kadar mutlu olunacak ne var, anlamıyorum.”
* “Bize gidelim mi? Size Mahler çalarım.”
* “Hayır mı? Hepiniz aynısınız. İntiharın derinliğini anlamayan budala yığınlarısınız... Batıyor memleket batıyor, siz hâlâ gülün...”
Bu aralar...
* Doğan TV Holding Ceo’su İrfan Şahin’in polis akademisi mezunu olduğunu öğrenince çok şaşırdım.
* Sadettin Saran’la Hülya Avşar’ın ayrıldığını duyduğumda pek şaşırmadım.
* Ülkemizde hiçbir ödül töreninin inandırıcılığı olmamasına rağmen Altın Portakal’da herkesin hâlâ inanıyormuş gibi yapabilmesine çok şaşırdım.
* Ebru Şallı’nın doğumdan 15 gün sonra tekrar 34 beden olmasına hiç şaşırmadım.
* Bugün çıkan yeni Radikal gazetesinin manşetinin Başbakan’la röportaj olmasına şaşırmadım.
* Hanefi Avcı’dan ele geçirildiği iddia edilen ses kayıtlarında Çevik Bir’in de olması ve mağdur olarak ifade vermesine şaşırsam mı şaşırmasam mı, bilemedim...
Bu kitaplara çok güldüm
Harvard’lı iki felsefe profesörünün yazdığı “Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer” kitabının üzerinde ‘felsefeyi mizah yoluyla anlamak’ yazıyor. Thomas Cathcart ve Daniel Clein’ın tek kitabı bu da değil.. “Nietzshe Öldü Bir Hipopotam Olarak Yeniden Doğdu” da en az Platon kitabı kadar matrak. Felsefi kavramları şakayla, fıkrayla, sohbetle anlatıyor. Bu kitapları okuyun, çok güleceksiniz!