Bir kadın görürsünüz bazen... Yüz çizgileri kasılmış, bakışları boşalmış.Hiç kimseyle konuşmaz. Öylece durur. Yüzü bembeyazdır.Bir gariplik olduğunu sezersiniz. Yardım etmek istersiniz belki.Tam o sırada, üstünü başını parçalayarak, hıçkırıklar içinde çığlık çığlığa bağırmaya başlar:- “Allah belanı versin... Allah kahretsin seni. Ölmek istiyorum.”Bazen de geç saatlere doğru bir meyhanede herkes kendi halinde birbiriyle konuşurken, bir adam sallanarak ayağa kalkar.Göz ucuyla takip edersiniz. Belki lafınızı bile kesmez, konuşmaya devam edersiniz ama çaktırmadan da adama bakarsınız. Yardıma ihtiyacı olduğu açıktır ama tanımıyorsunuzdur, çaresiz kalırsınız. Aklınıza takılır.Tam o sırada adam oradakileri dehşete düşüren bir narayla duvarlara kafa atmaya başlar.- “Yanıyorum... Ben yanıyorum...” Şaşırırsınız.Böyle insanları görünce biraz acıma, biraz da tiksintiyle bakarsınız...Güçsüzlüklerini etrafa saçmaları sizi rahatsız eder. Oysa güçsüz gözükürken nasıl da ‘masum’ ve ‘iyi’dirler. En azından bana öyle gözükürler...Mehmet Ali Erbil’in hali bana tam bunları düşündürüyor.Eşinden ayrılması, sonra Aleviler meselesi nedeniyle işinden olması...Özür dilemesi, pişman olması, yalnız kalması...Onun için üzülüyorum.O “yalnız” ve masum insanlar gibi görünüyor bana acısını ortaya dökerken.Ama birdenbire öyle tuhaf bir şey söylüyor ki... Her şeyi berbat ediyor...10 ay önce boşanmış olduğu eski eşinin yeni bir ilişkisi olma ihtimali, onu, kendi gözünde bir anda, hikayesinin en avantajlı kişisi haline dönüştürüyor:‘Mağdur Mehmet Ali...’Neymiş, yeni sevgili Mehmet Ali’nin de tanıdığıymış...Mehmet Ali de biliyor ki aslında bu evlilikte sonsuza kadar susmasını gerektirecek hatalar yapmış.Anlatılanlar dilden dile dolaşıyor.Hal böyleyken... Aşkta adam gibi ‘ölmek’ de varken...Bu “mağduriyet”, bu yersiz ve yakışıksız suçlamalar da nereden çıkıyor?Acıyı, kederi, yalnızlığı anlamak mümkün... Ama suçlamayı, lekelemeyi, çocuğunun annesini dedikodulara malzeme etmeyi anlamıyorum doğrusu.Sanırım Mehmet Ali Erbil’den başka anlayan da bulunmuyor bunu.***Yine en tutucu CHP...Nasıl da şaşırdık hepimiz... Balyoz Davası’ndan sanık oldukları için terfi etmeyince Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne giden iki tümgeneralle bir tuğamiral açığa alınınca...“Tarihte bir ilk” diyorlar... Şaşıracağız tabii... Hukuken sahip olduğu bir hakkı, askerlere karşı ilk defa kullandı hükümet.“Sen memursun” demenin en hukuki hali... Tartışılacak... Çok tartışılacak tabii...Ama benim için bundan bile ilginç bir şey var, CHP’nin tepkisi...Kemal Kılıçdaroğlu ‘yalanlayana’ dek tabii...CHP Grup Başkanvekili Kemal Anadol “Bu bir sivil darbedir“ demiş. Hükümete karşı darbe planlarını bir defa bile kınamamış, askerin alternatif 29 Ekim Balosu düzenleyip Cumhurbaşkanlığı Resepsiyonu’na gitmemesini ayıplamamış, teamülleri hukuk sanmış, “Lizbon’da Genelkurmay Başkanı niye yok?” diye merak etmemiş CHP, askerler açığa alınca bunu demokrasinin değil “sivil darbenin” parçası olduğunu düşünüyor.Üstelik toplumsal bir şaka sonucu sosyal demokratlık görevi de CHP’nin. Halka en kapalı olan parti, halkın dertlerini dile getirme görevine talip. Ama bunu da hiç bir zaman beceremedi çünkü her zaman askeri ve sivil bürokrasinin merkezi hakimiyetine inandılar.“Tek parti” döneminin alışkanlıklarından bir türlü vazgeçemediler.Yıllar geldi geçti, bazı umutlandıran şeyler de olmasına rağmen hastalık aynen devam ediyor CHP’de.Hala askere ve darbeciliğe inanıyorlar.Yahu bir kere de siz “tarihte bir ilk” yapın... Demokrasinin parçası olun...Bir deneseniz ne olur?Belki de becerirsiniz...Belki “çok partili” sisteme siz de alışırsınız.Hayat mucizelerle dolu, bir mucize de belki siz gösterirsiniz.***Dangalaklık...Madam Bovary romanının ünlü yazarı Flaubert‘in gerçekleştiremediği bir düşü varmış.Dangalaklık sözlüğü yazmak istermiş.Bu sözlükte insanların o güne kadar söylediği dangalakça sözler yer alacakmış.“Ben bu sözlüğü yazdıktan sonra bir daha hiç kimse ağzını açıp konuşamayacak” dermiş Flaubert.Ama bu sözlüğü yazamamış ve insanlar da konuşmaya devam etmişler.Buna benzer bir dangalaklık sözlüğü hazırlasak biz de diye düşündüm.Ama Flaubert’in düşünü kurduğu sözlüğü bizim sütuna sığdırmamız mümkün değil tabii.Ama birkaç örnek verebiliriz en azından...- Ah bugün Atatürk olacaktı ki...- Bu bir sivil darbedir...- Naipaul gelirse ben yokum...- Hesabını soracağız...- Neden şimdi...Bunlar şöyle bir gazetelere bakınca ilk dikkatimi çekenler...Bir de şunlar var ki, paha biçilmez...- Benim bir huyum vardır....- Çocuklar herşeye karışmaz...- Ben kalbimin sesini dinlerim....- Eğitim şart... - Ben görmedim ama herkes öyle söylüyor...***Bu ara merak ettiğim kadınlar1- Kate Middleton2- Sümeyye Erdoğan3- Derin Mermerci***Bu ara merak ettiğim erkekler1- Işık Koşaner2- Osman Baydemir3- Önder Fırat***Mardin’in kurtuluşu...Pazartesi akşamı Mehtap Tv’de Eser Karakaş, Mehmet Altan ve Şahin Alpay’ı izlerken, bir ara Eser çok matrak birşey anlattı. Aslında O da Posta gazetesinde okumuş bunu.Haber aynen şöyle:“Mardin Artuklu Üniversitesi, Mardin’in hiç işgal edilmediğini ortaya çıkardı. Belediye bundan böyle “Kurtuluş Günü” kutlaması yapmama kararı aldı.Karar bürokrasiye katıldı, Hükümetin resmi onayı bir türlü gelmedi. Mardinliler aslında var olmayan “Kurtuluş Günü”nü bu yıl da mecburen törenlerle kutladı. Mardin Artuklu Üniversitesi uzun araştırmalar sonucunda Mardin’in Birinci Dünya Savaşı sonrasında düşman tarafından işgal edilmediğini ortaya çıkarmış idi. Araştırmaların sonucuna göre, 1918’de bir Fransız albay Mardin’e gelip kentin hemen kendilerine teslim edilmesini istedi. Mardinliler kararlılıkla “Hayır şehri teslim etmeyeceğiz” deyince albay işgalden vazgeçip döndü“Mardin Belediye Meclisi de bu tarihi gerçeğe dayanarak, 90 yıldır 21 Kasım’da kutlanan “Kurtuluş Günü”nü “Onur Günü”ne çevirme kararı almış.Fakat resmi karar gelmediği için kutlama yapılmış. Ama o kadar “mecburen” yapılmış ki, Vali, Belediye Başkanı ve Garnizon Komutanı törende yokmuş. Yerlerine vekilleri göndermişler.Bayıldım. Harika bir hikaye.90 yıldır olmayan bir işgalin kurtuluşunu kutlatıyor devlet. Kimse de gerçeklerden bahsetmiyor.Eser, Posta Gazetesi’ni bu haberi birinci sayfaya almasından dolayı kutladı.Haklı.. Bu sık rastlanan bir gazetecilik değil ülkemizde.Ben, Artuklu Üniversitesi’ni de kutluyorum, bu olayın üzerine tarihsel olarak gittiği için.Programda bu gazete haberi için, “Türk Siyasi Tarihi”nin özeti dedi Karakaş, Altan ve Şahin...Şimdi kim onlara ‘haksızsınız’ diyebilir ki...
Roma Mitolojisi’nde Tanrı Janus vardır.Kapı tanrısıdır bu. Ve iki yüzü bulunur.Biri ileriye biri geriye bakar.Bizim politika dünyamızın Janus’u da Tayyip Erdoğan ya da Ak Parti...Bir ileriye, geleceğe bakan yüzü, bir de geriye, geçmişe bakan yüzü var.Bazen bütün Türkiye’yi değiştirecek yürekli atılımlar yaparken, bazen de geriye bakan yüzüyle akıl almaz saçmalıklarla uğraşıyor. Pazartesi günü iki haber şaka olabilecek gerçekdışılıkta, aynı gün duyuruldu bizlere.Bir tanesi, Başbakan Erdoğan’ın, Milli Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma Bakanlığı’nın beraber gerçekleştireceği Eğitimde Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi imza törenine katılmasıydı.Erdoğan, bu törende atılan imzalarla resmi olarak başlatılacak proje sayesinde artık ‘her okula bilgisayar döneminden her sınıfa bilgisayar dönemine’ geçildiğini söyledi. Sınıflarda artık bilgisayar, akıllı tahta, projeksiyon aletleri, internet bağlantısı da olacakmış.Hatta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Her ne kadar bazıları ‘FATİH Projesi’ adı kondu diye kendine göre dalgasını geçiyorsa da, bu proje hakkıyla icra edildiğinde onlara gerekli tokadı atacaktır diye düşünüyorum” bile dedi.Bu imza töreninden bir iki saat geçmişti ki, iki sene önce İTÜ’de Tayyip Erdoğan’ı protesto eden on sekiz öğrenci hakkında açılan dava sonucu açıklandı, 1 yıl 3 ay hapis cezası aldı öğrenciler.Ama daha önce suç işlemedikleri için cezaları ertelendi. Beş yıl içinde benzer suç işlerlerse hapse girecekler. Bu aynı gün gerçekleşen iki haberi ben, Ak Parti’yi anlatmak için kendim uydurmuş olsaydım, eminim çoğunuz ‘bu kadar tesadüf de fazla, akıllıca değil’ derdiniz...Ama bunlar oldu.Eğitimde internet çağı başlarken, başbakanı protesto eden öğrenciler hapis cezası aldı.Şimdi biz hangisiyiz?Çağdaş, öğrencilerini dünyayla buluşturacak bir eğitim anlayışına sahip bir ülke mi yoksa aslında ülkesinin geleceğini oluşturan gençlere aldırmayan, onların fikirlerinden bile korkan, bencil, korkak bir ülke mi?Hangi anlayışa sahip bir başbakan tarafından yönetiliyoruz?Çocuklara internet ve bilgisayar bulmaya çalışan bir başbakan tarafından mı yoksa çocukları hapse atmaya çalışan bir başbakan tarafından mı?İnsan merak ediyor.Bizim ne zaman sadece ileriye bakan ve çocukları hapse atmayan bir yönetimimiz ve başbakanımız olacak?Erdoğan ne zaman “fikir özgürlüğü” denilen bir şey olduğunu ve bu özgürlüğün “internetten” çok önce keşfedildiğini öğrenecek?***Tayyip Erdoğan’a küçük bir öneriBaşbakan Tayyip Erdoğan Amerikalı romancılardan Fletcher Knebel’in Aday isimli romanını okumuş mudur bilmiyorum ama bence okusa çok sever.Roman Amerika’daki başkanlık seçimlerini anlatıyor.Bir kamyon şoförü, seçimde aday olur ve hiçbir politikacının söylemeye cesaret edemeyeceği şeyleri söylemeye başlar.Önce adama kimse ilgi göstermez ama sonra çarpıcı gerçekleri şaşırtıcı bir açıklıkla söylemesi çok dikkat çeker.Yeni aday, seçimde nasılsa seçilemeyeceğini düşündüğünden, hiçbir politik kaygıya kapılmadan sarsıcı gerçekleri büyük bir kararlılıkla açıklamaya devam eder. Zamanla taraftarları artar. Büyük bir parti tarafından adaylık teklifi alır ve kabul eder.Seçilme şansını hisseden adamın konuşmaları değişmeye başlamıştır artık. Öteki politikacılar gibi konuşmaya başlar. Ve seçimi kaybeder.Böyle bir tehlike, her değişimcinin iktidarı oluşturan kadrolarla kucaklaşmasında ortaya çıkabilir. Tayyip Erdoğan nasıl başlamıştı, hatırlasanıza... Sonra ister istemez iktidara alıştı.Ülkeyi değiştirecek önlemler yerine iç siyaset dövüşlerine ağırlık verip işi idare etmeye çalıştı.Tayyip Erdoğan baştaki gibi cesur değil artık.Her iktidar gibi o da iktidarı kaybetmekten korkuyor belki de.Ama bir şeyi unutuyor, insanlar kaybetmekten korkmaya başladılar mı kaybederler.Üstelik kendi gençlerinden korkan bir iktidar eninde sonunda mutlaka kaybeder. Başbakan gençleri affetmeli.***Elano’yu en iyi kim anlar...Erkeklerin mutlak hakimiyetinin olduğu futbolla ilgili yazı yazmak, beni hep heyecanlandırır.Korkarım da hata yapmaktan ama iyi bir futbol seyircisiyseniz korkmaya da gerek olmadığını anlarsınız kısa zamanda.O yüzden sözümü sakınmadan yazacağım.Digiturk’ün en önemli markası Maraton, bu sezon Erman Toroğlu’suz, Mustafa Denizli ve Marcus Merk’le yapılıyor. Çok seyredilip çok beğeniliyor.Bunun tek nedeni var Mustafa Denizli... Yorumlarını beğenmeyen neredeyse yok gibi.Mustafa Hoca’nın kariyeri tabii ki tartışılmaz.Ama Mustafa Denizli’yi yakından tanıyan biri olarak, konuşmayı nasıl sevmediğini sohbetlerde bile nasıl çok az konuştuğunu bildiğim için Maraton’daki performansı her defasında beni şaşırtıyor. Çünkü Denizli’nin, bir futbol profesörü üslubuyla yorumculuğa yeni bir açılım getirdiğini düşünüyorum.Çünkü biliyor....Bana göre futbol yorumcularının temel eksiği bilgi.Çok şaşırtıcı değil mi, herkesin ahkâm kestiği futbolda, ‘Bu işi bilenlerin sayısı çok az’ diyorum.Rating arzusu ile, bilmedikleri veya az bildikleri konularda, o kadar sert ve çok konuşma cesaretine sahipler ki, kimi zaman zor duruma bile düştüklerini ya da inandırıcılıklarını kaybettiklerini fark edemiyorlar bile.Mustafa Denizli ise hem futbolcu, hem teknik direktör olarak “tamamen yaşadığı” şeyleri ekranın diğer tarafına geçirebiliyor.Bu pazar dikkatimi çekti... Elano’nun Kayseri’de boş kaleye atamadığı gol için şu yorumu getirdi Denizli: “Elano’nun burada yapacağı 2 şey var... Ya topa çok sert ve yerden vurmalı ya da topun altına girip aşırtma bir vuruşla kaleciyi çaresiz hale düşürmeli.”Diğer yorumcular “Bu gol kaçar mı arkadaş, Elano zaten topçu değil” ‘sadeliğinde’ yaklaşımlar gösterirken, Denizli, sebep-sonuç ilişkisi kurup “eleştirinin yanında çözüm önerisini de getiriyor.” Bu ‘ufak’ fark hayâl bile edemeyeceğiniz kadar büyük fark yaratıyor futbol dünyasında.Yine Kayseri-G.Saray maçında, 75. dakikada kenardan değişiklik yapılacağı belli olunca Elano’nun yüz ifadesine dikkat ettim. Bir dakika boyunca tedirgin bir ruh haliyle “Kesin ben çıkarım” beklentisi yaşadı.Bu da benim için, Elano’nun ne kadar büyük bir baskı altında olduğunu ve özgüvenini kaybettiğini gösteren bir durumdu. Merakla bekledim...Ve tek bir satır yazı okumadım ertesi gün bununla ilgili.Nitekim kenara alınınca direkt soyunma odasına gitmek istedi Elano, izin vermediler. Kırılmış, sıkılmış, hakarete uğramış bir çocuk gibiydi sanki. Brezilya Milli Takımı’nın gözdesinin düştüğü hal içimi burktu.Fenerbahçe kaptanı Alex’in 23 dakikada hat-trick yaptığı Buca maçının 75. dakikasında kenara alınırken gösterdiği tepki de dikkat çekiciydi benim için. “Pazubandını bağıra çağıra arkadaşlarına veren Alex vücut diliyle ne anlatmak istiyor?” diye uzun uzun düşündüm.Maraton ve spor medyasının geneli, tam da bu noktalarda beklentimi karşılayamıyor.Elano’nun da, Alex’in de vücut dilini ve ruh halini analiz edebilecek biri Mustafa Denizli. Aykut Kocaman’ı veya Hagi’yi de anlayabilecek bir teknik direktör üstelik.Ama nedense Şansal Büyüka ve Marcus Merk bu noktalardan bakmayı tercih etmiyor Denizli’ye.Konu hep dört çizginin içinde kalıyor ve bu, “eksik” ve “derinliksiz” bırakıyor mevzuları.Hatta Mustafa Denizli pozisyonları yorumlarken bile, nedense yeni sorular sormuyorlar Mustafa Hoca’ya partnerleri. Bazen çok iyi anlatımlar kaynayıp gidiyor. Hayâl kuruyorum şimdi ya da direkt Şansal Büyüka’dan istiyorum;Maraton’un yanında bir de yeni bir program daha yapsa Mustafa Denizli... Güzel olmaz mı?Gollerin nasıl oluştuğunu, hangi hataların yapıldığını, kimlerin bu hataları nasıl değerlendirdiğini öyle akıcı ve öğretici biçimde anlatıyor ki, insan sadece o hafta atılan gollerin analiz edildiği başka formattaki bir programda da görmek istiyor Denizli’yi... Hatta yanında da Sergen gibi cesur, ne diyeceği önceden tahmin edilemeyen biri de olsa...Erman Toroğlu’nun boşluğu tam anlamıyla dolmadı Lig Tv’de çünkü. Her şey ‘ağırbaşlı’ oldu ama fazla heyecansız bu sefer de.
Cuma günü Lizbon’da Nato Zirvesi toplandı.Zirvenin gündeminde aylardır tartışılan füze kalkanı meselesi olduğu için, ben de ilgiyle takip ettim. Öğrenmeye, anlamaya çalıştım.Türkiye içine düştüğü sıkışıklıktan sıyrılabilecek miydi?İran’la bu kadar yakın ilişkiler yürütürken, ona karşı hazırlanan bir projenin parçası olmaktan kurtulabilecek miydi?Yoksa “hayır” deme şansı ve gücü zaten hiç yok muydu?Türkiye’nin, füze savunma sistemi içinde talepleri karşılanmış öğrendiğimize göre. Füze kalkanı kurulacakmış ama kimse İran’a “düşman ülke” demeyecekmiş. Türkiye de rahatlayacakmış böylece.Yani gerektiğinde İran’a karşı kullanılacak silah, Türkiye’nin topraklarında duracak ama bunun İran’a karşı olduğu söylenmeyecek.Şimdilik böyle gözüküyor. Bunun için gereken uzlaşı sağlandı zirvede.Peki aslında tam olarak ne oluyor merak etmiyor musunuz?Füze kalkanıyla ilgili dün Taraf Gazetesi’nde bir haber vardı.Bir uzman, NATO’da şu anda tartışılan savunma sistemlerinin, aslında Amerikan silah yapımcılarına para aktarmak için hazırlanan bir proje olduğunu söylemiş.“Amaçları insanları korumak değil. İran’dan Avrupa’ya bir füze tehdidi riskine inanmıyorum” demiş.Akla yakın bir iddia.Peki, dünyada silah satışının devam etmesini, silah harcamalarının artmasını isteyenler kimler?Bu konularda pek bir şey bilmiyoruz.Bilenler de bilmemezlikten geliyor.Ben her şeyi bilmek isterdim.Dünya üzerinde oynanan tüm oyunları öğrenmek, gizli konuşmaları duymak, saklı ilişkileri sezmek, aptalları güçsüzleri görmek, çok güçlüleri bilmek isterdim.Bunları bilmiyorum.Ama bir şeyi seziyorum.Galiba bizi kazıklıyorlar...İlginizi çekiyorsa, dünya çok zevkli bir oyun alanı aslında. Uluslararası ilişkiler ve hamleler de bu oyunun en heyecanlı parçası.Kural şu gibi gözüküyor: hiç kimse herşeyi bilmeyecek. Ama, bazıları ‘hiç kimse’ sayılmayacak.Yani bazıları birilerinden hep daha fazla bilecek.Zevkli değil mi?***Nihat Sargın’a en çok ağlayanlar..“Sosyalist hareketin önemli isimlerinden, 12 Eylül’de kapatılan Türkiye İşçi Partisi’nin Genel Sekreteri ve Türkiye Birleşik Komünist Partisi kurucusu Nihat Sargın 81 yaşında hayata veda etti” diye yazıyor çoğu gazetede.Merak ediyorum 35 yaşının altındaki gençler, bu cümleyle ilgileniyorlar mı? Merak ediyorlar mı “Kim öldü acaba!” diye?Çünkü, aileleri ya da kendileri özel bir şekilde meraklı değilse Türkiye’nin geçmişine, bilmemeleri çok normal.Ve bilmiyorlar da bence. Ben de bütünüyle bilmiyorum. Ama bazı şeyleri hatırlıyorum...Nihat Sargın’ın 1987 yılında Türkiye’ye döner denmez tutuklanmasını ve işkence gördüğünü hatırlıyorum. Çünkü eşi Yıldız Sargın’ın bir mektubundan bahsetmişti babam o günlerde, unutmamışım nedense o mektubu.“Size eşinin geleceğinden endişe eden bir kadın olarak yazıyorum” diye başlıyordu mektup. “19 gündür eşim Nihat’tan haber alamıyorum. Polisin elinde. Ona işkence yapıldığı düşüncesini aklımdan atamıyorum” diyordu.Bir de şu kalmış aklımda, “Onu tanıyan, seven birçok demokrat dostunun da böyle kayıtsız kalması bana acı veriyor, anlayamıyorum” demiş Yıldız Hanım.Merak ettim şimdi, cenazede en çok, o gün kayıtsız kalmış demokratlar mı ağladı acaba?***Tolstoy öleli 100 yıl olmuş!Dün, edebiyat dünyasının en önemli yazarlarından Tolstoy’un ölümünün 100. yılıydı. Savaş ve Barış, Anna Karanina, Diriliş... Belki de birkaç defa okuduğunuz romanlardır. Aşklarının kurbanları olan kadınları anlatır Tolstoy. Eminim çok sevmişsinizdir. 100 yıldır Tolstoy yok. Anna Karanina 133 yıldır var... Nasıl başlar roman, ‘Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.’ Bütün yazarlar ölüyor... Ama ne yazık ki hepsi yaşamıyor...***Hiddink, Hiddink olalı böyle zulüm görmediErkeklerin şu “şekilciliğine” bayılıyorum.‘Şekil’ uygun olduğu zaman herşeyin yolunda gideceğini düşünüyorlar.Müslümanlığı ‘beş vakit namaz’a, erkekliği ‘at, avrat, silah’a indirgemiş, kaderci çocuklar gibiler.Zaman geçtikçe şunu da anladım, bu derinliksiz, sadece şeklin önemli olduğu bakış açıları erkeklerin hayatını kolaylaştırıyor aslında.En sevdikleri futbolda bile, fazla düşünmeyi istemiyorlar sanki.Futboldan konuşmayı değil futboldan şikayet etmeyi, akıl vermeyi seviyor çoğu.Maçları seyretmeyi değil yenilgilere bağırmayı, gollere sevinmeyi istiyorlar sanki.Çünkü futbolla ilgilenseler, kafayı Milli Takım Teknik Direktörü Guus Hiddink’e bu denli takmazlar.Tutturdular “Hiddink lig maçlarını seyretmiyor” ya da “Hiddink bütün maçları seyretsin” diye.Çoğunun Hiddink’in bu takımla ne yapmak istediğiyle ilgilendiğini sanmıyorum, hatta görmüyorum.Hiddink’i Rusya’yı çalıştırırken gözümüze kestirdik.Tam 3 ay peşinden koştuk. Hiddink’in kendi otobiyografisinde yazdığı üzere Milan, Atletico Madrid, Manchester City, Çin ve Fildişi Sahilleri onunla ilgilenirken 4 yıllık sözleşme yapmaya güçbela ikna ettik. Ona yılda 4 milyon Euro ödüyoruz. Geldiğine de çok sevindik hep beraber. Ama şimdi, 2010 Dünya Kupası’na gitmeyi başaramamış Milli Takımımız, grup elemelerinde önce Almanya, sonra Azerbaycan’a yenilince, hep bir ağızdan başladık bağırmaya:“Hiddink Türkiye’ye gelmiyor. Türkiye’deki maçları izlemiyor. O yüzden yeniliyoruz.”61 yaşındaki Hiddink, istediğimiz ‘şekli’ anladı. Artık daha sık geliyor Türkiye’ye.Hatta maç izleme konusunu abartmış durumda.Geçen hafta, bir günde üç maç seyretmiş. Önce Kasımpaşa-Sivas, sonra İstanbul BŞB-Karabük, akşam da G.Saray-Manisa maçlarını tribünden izlemiş. Dün de Kasımpaşa-G.Birliği maçına gittiğini öğrenince, üzüldüm.Hatta kızdım...Çevremdeki erkeklerin hiçbirinin izlemeye değer bulmadığı, kötü futbola sahne olan, kısır, ağır, yavan lig maçlarımızı Hiddink izlerse, Türkiye 2012’ye direkt katılacak sanıyoruz galiba.Merak ediyorum, diğer Milli Takım Teknik Direktörleri ne yapıyor acaba? Mesela İngiltere’yi çalıştıran İtalyan Fabio Capello, her hafta birkaç Premier Lig maçına gidiyor mu? Veya Hiddink’ten önce Fatih Terim her hafta maçlara gidiyor muydu?“Bizim ligimiz kötü, yabancılarımız kötü, gençlerimiz oynama fırsatı bulamıyor, bu nedenle düşüş yaşıyoruz” diyeni hiç görmedim... Varsa yoksa Hiddink maça niye gitmiyor?Artık gidiyor işte... Bakalım Türk futbolu kurtulacak mı?***Dünya gazete okuyor... Ya biz?Geçenlerde Doğan Hızlan, “Dünya Medyası” diye bir kitaptan bahsetmişti Hürriyet Gazetesi’nde.Kitapçıda dolanırken karşıma çıktı, aldım.Kitap, dünya üzerinde şu anda görev yapan bütün iletişim araçlarını ve bağlı oldukları sermaye gruplarını anlatıyor. Doç. Dr. Özgür Gönenç hazırlamış. Ülke ülke gazetelerini, televizyonlarını, dergilerini, haber ajanslarını tanıtıyor.Elimden düşüremedim. Gazetecilik merakları olanlar için heyecan verici bilgiler var içinde.Günlük gazete tirajları mesela... Rakamlara inanamadım...* Tokyo’da yayımlanan Asabi Shimbun’un (Doğan güneş demekmiş) tirajı 11 milyonmuş. 3 bin gazeteci çalışıyormuş. Japon ılımlılığını savunuyormuş. * Yomiuri Shimbun, ilk Japon gazetesiymiş. Muhafazakar eğilimli gazetenin günlük tirajı 14 milyonmuş.* İngilizlerin meşhur bulvar gazetesi The Sun, tabloid olarak dünyada en çok satan günlük gazeteymiş. 3 milyon 200 bin tirajı varmış.* Almanların muhafazakar eğilimli halk gazetesi Bild-Zeitung ise günde 4.5 milyon satıyormuş. 11 milyon Alman tarafından okunuyormuş.* Almanların beş büyük yerel gazetesinin toplam tirajı 1 milyon 300 binmiş.Haber ajanslarının ilk ortaya çıkış öyküsü ise çok eğlenceli.Amerika’nın ticaret merkezi Boston’da öteki ülkelerden haber almak isteyenler, gemileri bekler, onlardan bilgi almaya çalışırlarmış. Samuel Gilbert adında bir tüccar, bu ihtiyacı fark edip 1811 yılında yazıhanesinin bulunduğu hanın bir katını okuma ve çay salonu haline getirmiş. Salona iki büyük defter koymuş. Gemicilerden aldığı haberleri günü gününe kaydetmeye başlamış. Bilgi almak isteyenler bu defterleri gelip okumaya başlamışlar. İlk haber ajansı denemesi buymuş.Biraz da televizyon dünyasına göz attım.Dünyanın oluşumundan beri var olduğunu zannettiğim CNN henüz 1980 yılında kurulmuş ve dünyadaki 24 saat yayın yapan ilk haber kanalıymış. CNN yayın hayatına başladığında Amerika’da ABC, CBS ve NBC gibi güçlü televizyon kanalları bulunmaktaymış ama ne garip, sadece haber kanalı yapmayı akıl edememişler.CNN’in sahibi Ted Turner’ın ihtirasını sevdim. “Dünyanın sonuna kadar yayın yapmayı sürdüreceğiz, son geldiğinde de onu da haber yapacağız ve Tanrı’nın yanına gidiyoruz diye bitireceğiz” demiş.Türkiye’de durum ne peki?Biz de gazete icat olmuş olmasına ama sanırım henüz okuyucu icat edilmemiş.
Bu bayram tatilinde iyi zaman geçirdim...Seyretmediğim filmleri seyrettim, biriken başucu kitaplarımı bir hurma ağacı altında, yaprakların arasından süzülen güneş ışığı beni ısıtırken okudum, yürüyüşler yaptım, çok lezzetli yemekler yedim, az konuştum, çok dinledim...Bol bol uyudum, erken uyandım, bisiklete bindim, şömine yakmayı öğrendim, telefonla konuşmadım, sevdiğim insanlarla kahkahalar attım...Fransız Devrimi’nin kahramanlarından Danton’un son günlerini anlatan eski bir filme rastgeldim. Filmde devrim kahramanlarının kişilikleri etkileyici bir dürüstlükle anlatılıyordu. Her şey çok açık çizilmişti.Danton, iyi yaşamayı seven 35 yaşında bir lider. Halk tarafından seviliyor. Baskıların bitmesini istiyor. Ama kendi kişisel zaaflarını engelleyemiyor.Robespierre, mütevazı yaşayan, kadınlarla ilişkisi olmayan, baskı kurup insanları öldüren, dürüst ve vahşi biri.Saint-Just öldürmekten ve diktatörlük kurmaktan yana bir genç.İhtilalin en önde gelen bu üç ismi de kafaları giyotinde kesilerek öldürülüyor. Ve hepsi kendi taraftarlarının ihanetine uğruyor.Filmin en etkileyici yanı, kahramanların hayatını anlatırken aslında devrimin nasıl bir şey olduğunu sorgulamasıydı bana sorarsanız.Devrimler, iyi, güzel, halk yararına, adaletçi, eşitlikçi hareketler mi yoksa kanlı, ilkel, adaleti çiğnemeye çok yatkın, genellikle içinden diktatörler çıkaran yöntemler midir? Bugüne kadar bildiğimiz devrimler insanlık tarihinin gelişmesi için gerekliydi ve insanlık tarihini değiştirdi... Ama bu gerçek, o devrimlerin kanlı ve ilkel olduğu gerçeğini değiştirmedi.Dünyada politik devrimlerin dönemi kapandı.İnsanlığın değişip gelişmesi için kanlı devrimler yerine teknolojik devrimler yapılıyor artık.O politik devrimler bizi teknolojik devrimlere ulaştırdı.Bu teknolojik devrimler de bizi olması gereken yere taşıyor.Bence son büyük devrim, insanlığın gelişimi için artık kanlı devrimlere gerek kalmadığını anlamamızdı zaten.Ama haklısınız, dünyanın geleceğini değiştiren büyük politik devrimler bitmiş olmasına rağmen bizim ‘küçük’ hayatlarımızı değiştirecek ‘küçük’ politik devrimler henüz bitmedi bu ülkede.Bayram tatili dönüşü birikmiş gazetelere bakarken, CHP’nin BDP ile seçim işbirliği yapabileceğini açıkladığını okudum.“Bu bir devrim” dedim içimden... Sevindim ...Sonra düşündüm... “Bunu ciddiye almalı mıyım?” diye sordum kendime.Bu, iki partinin de yaklaşan seçimde, AK Parti’yi yenebilmek, seçimi kazabilmek için bir seçim ‘oyunu’ muydu yoksa CHP’nin gerçekten Kürtlerin haklarını savunacağı, BDP’nin gerçekten ‘sol’ hareketi canlandıracağı bir ortaklığın başlangıcı mıydı?Kuşkularım sevincime ağır bastı böyle düşününce...Ben böyle düşünürken Kılıçdaroğlu da ekrana çıkmış, “BDP’yle işbirliği yapılabileceğini” söyleyen genel sekreterini tekzip etmişti.Anladım ki dünyada biten devrim CHP’de de çoktan bitmiş.Halbuki büyük ilerlemeler kaydeden dünyanın artık devrime ihtiyacı yok ama “dünyanın tersine gitmeye” çabalayan CHP’nin devrime ihtiyacı var.Gene de CHP’nin bir anlık bile olsa bana “umutlu bir sevinç” yaşatabilmesinin bir “devrim” sayılabileceğini düşündüm.Bu kadarcık CHP’den gelecek devrim de bu kadarcık olurdu zaten.Beden bağışlamak caiz midir?İstanbul Modern‘de uzun zamandır devam eden bir sergi var.Gunther von Hagens‘ın Body Worlds‘ü.Üçüncü kez gittim geçenlerde...Çünkü ne zaman gitsem ya sergi çok kalabalık, ya benim kafam kalabalık, istediğim dikkati vererek dolaşamamıştım bir türlü.Bilmiyorum gördünüz mü sergiyi ama sergilenen insan vücutlarının gerçek insanlara ait olması beni her defasında çok şaşırtıp, düşündürüyor.Sergi; göreceğiniz vücutların, bedenlerini bağışlayanlara ait olduğunu ve onlar olmasaydı bu serginin de olmayacağını anlatan bir teşekkür notu ile başlıyor.Kocaman salonu şaşırarak, ürpererek kimi zamansa inanmayarak -ki bu zürafayı gördüğünüzde ya da anne karnındaki gelişimi embriyodan dokuz aylık bebek olana kadar adım adım izlediğinizde oluyor- dolaşırken, çıkışta vücutların o hale nasıl geldiğini, plastinasyon sürecini anlatan ve isterseniz bağışçı olabileceğinizi söyleyen bir notla bitiyor.İki yüze yakın insan vücudu görüyorsunuz sergide. Hepsi bağışçıların vücudu.Beden bağışlamak... Hakkında pek birşey bilmediğim bir konu.Ama nedense ilgimi çekiyor.Bir yerlerde, hayattayken bedenlerinin ölümlerinin ardından plastine edilmesini vasiyet eden insanlar var. O sergide gördüklerimiz, gerçek insan vücudu.Merak etmeden duramıyorum, bizim dinimizde beden bağışçısı olmaya müsaade var mı acaba?Bunu anlattığım bir arkadaşım, hiç başını kaldırıp yüzüme bile bakmadan, yaptığı işe devam ederken şöyle söyledi “Sen bunu merak etmiyorsun, sen ölüme baş kaldırmaya çalışıyorsun” Şimdi de bunu merak ediyorum,beden bağışlayanlar aslında ‘ben ölmedim’ diyenler mi?Ahmet Kaya’nın çakmağı...Geçtiğimiz salı Ahmet Kaya’nın onuncu ölüm yıldönümüydü.Gençliğimden beri Ahmet Kaya dinlerim. Birşey bildiğimden değil, o sesi sevdiğimden, o sözlere inandığımdan.Onuncu yıl olunca Ahmet Kaya’nın öldüğü, nedense etrafı bir “Ahmet Kaya ile barışma” havası sardı.Her yerde Ahmet Kaya öyküleri, Ahmet Kaya anıları. Hak eden de anlatıyor yalan söyleyen de... Kızıyorum buna, tuhaf bir öfkeye tutuluyorum.Yaşadığı günlerde ona ‘ihanet’ edenler şimdi onun ölüsü üzerinden bize ‘ihanet’ ediyorlar.Neyse ben de bir Ahmet Kaya anımı anlatmak istiyorum, çevremde olanlara aldırmadan.2003 yılında doğumgünüme gelirken, gazeteci Ayşe Önal çok sevineceğimi bildiği ama daha önce hiç tanımadığım bir arkadaşını da getirmişti.Gülten Kaya...Gülten Hanım’la sadece bir kez karşılaşmıştım o ana kadar.Star televizyonunda Ufuk Güldemir’le haber merkezinde çalışırken, o gecenin ardından ilk röportajı yapmıştım.Kızgın, yenik ama dik duran bir hali vardı. Ve ondan sonraki yıllar hep merak etmiştim Gülten Hanım’ı, “Neler yaşadı acaba?” diye.Doğumgünümde birden karşıma çıkınca çok sevinmiştim. Uzun uzun Ahmet Kaya’dan bahsedip, şarkılarını dinlemiştik.Sevmiştik birbirmizi hızlıca.O yüzden daha sonra tekrar görüştük.Bize geldi bir gece, yemek yedik beraber. Gelirken yanında, küçük bir hediye getirmişti.Verirken şöyle söyledi: “Bu Ahmet’in son anına kadar kullandığı çakmak, senin olmasını istiyorum.”Çok heyecanlanmıştım. Ağlamıştım hatırlıyorum. Gülten Hanım’ın bu sıcak, bu zarif dostluğu beni etkilemişti.O çakmak hala bende ve bugünlerde kızdıkça,Onunla bir sigara daha yakıyorum.Lütfen çimlere basınız!Üç günlük tatili toprağın üzerinde geçirince, yenilendim.Çimene, toprağa, ağaca, çiçeğe, buluta, yıldıza doya doya baktım.Ve şunu anladım, üstüne kuşların konmadığı çıplak ağaçlar gibi yalnız hissediyoruz kendimizi çoğu zaman, bu doğaya yakın olmadığımız için. Buna vaktimiz olmadığı için, belki de bu hiç aklımıza bile gelmediği için.Şehirde şöyle yaşayıp gidiyoruz; gülmeden, sevinmeden, aşka dair konuşmadan... Herşeyin sınırı belli, dar ve küçük.Biraz şikayet, biraz kızgınlık, biraz politika ve sıkıntı.Bazen burnumuza sebepsiz bir nergis kokusu gelse bir yerlerden, çiceklerin kokmasına şaşırıyoruz.Yağmurun altında sarmaş dolaş olmuş aşıklar görsek onlara şaşırıyoruz.Ne çıplak ayak çimenlere basıyoruz, ne karların arasına devrilip yuvarlanıyoruz.Şehirde yaşam, kartondan bir maske sanki...Her gün üzerine yeni çizikler çiziyoruz. Ama o çizikleri bile ne biz hissediyoruz, ne de üstü çizilen maskeler.Aşk bile çok yavan şehirde.Ne şehvete bırakıyoruz kendimizi çılgınca, ne de aşkın fısıltılarına.Hiç ‘şeytana’ uymuyoruz.“Sensiz yaşayamam, ölürüm”lerimiz de yok. Yumuşacık da sokulmuyoruz sevdiğimize.Güçlü sarılmıyoruz bile birbirimize.Şehirde ne öleceğimizi biliyoruz ne yaşadığımızı...Kendimiz kendimize uzak bir rüzgarız, bir başka alemde kendimiz olmadan esiyoruz sanki.Sanki biz yokuz...Parasızlık var, AK Parti var, CHP var, kavga var, hırs ve ahmaklık var...Şehirde yağmurlar bizsiz yağıyor, kuşlar bizsiz uçuyor, çiçekler bizsiz açıyor, ağaçlar bizsiz...Durduğumuz yere ölüyoruz şehirde.Bu tatil doğaya sokuldum, öyle bir içine aldı ki beni, geriye sadece şunu söylemek kaldı:Lütfen çimlere basın...
Cuma gecesi sabaha karşı 03.00’e kadar NTV’de Can Dündar’ın “Cumhurbaşkanı Özal: Bir ölümün anatomisi” ismini verdiği programı seyrettim.Semra Özal, Ahmet Özal ve Özal’ın öldüğü günün ulaşılabilen bütün tanıkları vardı programda.İnsanlar birbiriyle çelişen çok şey anlattı o günle ilgili. Ama seyrederken bir an için bile aklım karışmadı nedense. Çünkü doğru takip edildiğinde bilgiler birbiriyle çelişmiyordu aslında.Ahmet Özal da bunu çok iyi özetledi: “Anlatılan herşeyin samimi olduğunu düşünüyorum ve inanıyorum, önemli olan bu anlatılanların hangi saat dilimi içinde yaşandığı...” dedi.Çok doğruydu.Sabah 09.30-10.00 arası köşkte birden bire yere yığılan Cumhurbaşkanı Özal’a, benim programdan anladığım kadarıyla 11.30’dan önce hiçbir tıbbi müdahale yapılmamış.Hatta saat 12.00’ye gelirken anca doktorlarla buluşturulmuş Özal.Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’ne o sabah aynı saatlerde eşiyle birlikte giden Hamza Yılmaz’ın sözlerine ben inandım.Yılmaz, söylenenlerin aksine, Turgut Özal’ın hastaneye getirildiğinde sağ olduğunu, sedyede sürekli inlediğini ve kendisine yaklaşık bir saate yakın müdahale edilmediğini, korumaların “Doktor bulun, doktor” diye bağırdığını, ancak merhum Özal’ın oturur vaziyette sedye üzerinde tek başına bırakıldığını anlattı.Bilgileri, aklı ve vicdanıyla birleştirmesini bilen biri, bu ölümün ardındaki sırrı kolayca çözebilir gibi geldi bana.Artık konuşmayanların konuşma zamanı gelmedi mi?Sırların yanında bir de insanın aklının almayacağı tuhaflıklar çıktı ortaya.- Cumhurbaşkanı Özal’a yani Çankaya Köşkü’ne ayrılan fonun hükümet, yani dönemin başbakanı Süleyman Demirel tarafından kısıldıkça kısıldığını öğrendik.- Köşk’ün bazı masraflarını Özal ailesinin cebinden yaptığını öğrendik.- Köşk’ün herhangi bir acil durumda müdahale edebilecek ambulansı olmadığını öğrendik.- O sabah, Köşk’ün doktorunun birdenbire ortadan kaybolduğunu, evinde bile bulunamadığını öğrendik.Can Dündar çok iyi bir program hazırlamıştı. Çok iyi yönetti.Konuların konuşulmadığı, sadece insanların kavga ettiği programlara mahkûm olduğumuz şu günlerde, çok zevkle izlediğim bir program oldu.***Cemevi Başkanı böyle yaparsa...Yavuz Donat’ın Berlin’de Alevi Kültür Merkezi-Cemevi Başkanı Doktor Yüksel Özdemir’le konuşmasını anlattığı yazıyı okudum geçen gün. Duvarlarında Hazreti Ali’den, Yunus Emre’den sözler, şiirler, “hoşgörü” üstüne yazılar olan başkan Yüksel Özdemir, Yavuz Donat’ın “- Hoşgörüye bu kadar önem veriyorsunuz da, Mehmet Ali Erbil’i neden affetmiyorsunuz? Hatasını kabullendi, özür diledi.” demesi üzerine “- Uçakta karşılaşırsam elini sıkar, hatırını sorarım ama kalbimde affetmem... Zira biz onu gönüllerde cezalandırdık.” demiş.Yavuz Donat “- Peki, cezanın süresi?” ne kadar diyince de“- Ömür boyu. Aleviler olarak ona artık ciddi bir sempati duymayız.” diye eklemiş.Buna inanmak, anlamak gerçekten çok zor. Cemevi Başkanı’nın bu tuhaf katılığını,insanı ürkütüyor.Mehmet Ali Erbil’in ismi önemli değil, yaptığı hatadan pişmanlık duymuş, özür dilemiş bir kişi.Yüksel Özdemir, Mehmet Ali Erbil’e ‘aklını takacağına’ Hacı Bektaş Veli’yi hatırlasa, “İncinsen de incitme”den başlayarak... Alevi anlayışına daha uygun olmaz mı?Alevilik; özünü insan sevgisinde bulan, Tanrı’nın insanda tecelli ettiğine ve zerresinden oluştuğuna inanan bir yol.Aleviler, Mevlana’nın, Yunus’un, Hacıbektaş Veli’nin sözlerini benden çok daha iyi bilirler. Bildikleri de, gerçekten biliyorlarsa tabii herşeye yeter... Ne demiş Mevlana:“Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol...Her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”***İçimizdeki düşmanKutluğ Ataman’ın “İçimizdeki Düşman” sergisi, daha doğrusu retrospektif nitelikli ilk sergisi İstanbul Modern’de başladı.Kutluğ Ataman çok da bilinen bir yönetmen değil sanırım Türkiye’de. Ya yaptığı işleri çok sevenler var ya da hiç bilmeyenler... İsminin en çok hatırlandığı film, 2005’de çektiği “İki Genç Kız.” Perihan Mağden’in “İki Genç Kızın Romanı” adlı kitabından uyarlanmıştı. Ve Hülya Avşar oynamıştı filmde.Ama sergisini gördükten sonra şunu söyleyebilirim ki, bundan sonra Kutluğ Ataman’ı bu sergiyle hatırlayacaksınız.Eğer bayramda İstanbul’daysanız bu sergiye gidin.Sergi Kutluğ Ataman’ın video ve enstalasyonlarından oluşuyor. 11 tane çalışma var.Ben videolar kadar, sunuşundan da çok etkilendim.Sakın cümle içinde geçen retrospektif, enstalasyon, Kutluğ Ataman kelimelerinden korkmayın.Sergiye giderseniz sadece içinizdeki düşmanla karşılaşacaksınız o kadar...***Bu yarışmayı duydunuz mu?Bloomberg HT kanalında, yeni seyretmeye başladığım bir program var: Dragons’ Den.Türkçe anlamı, Ejder Mağarası.Programı, İngiliz versiyonundan seyreden bir arkadaşım, ben programdan bahsedince çok heyecanlandı.Meğerse dünyada çok bilinen, sevilen bir programmış.Dragons’ Den 22 ülkede yayınlanıyor. Paranız yok, ama bir fikriniz varsa, hatta o fikrinizi küçük çaplı da olsa bir işe dönüştürmüşseniz, beş yatırımcı işadamının karşısına geçip size ortak olması için onları ikna etmeye çalışıyorsunuz.Her şey gerçek...Projenizi anlatıyorsunuz, beş gerçek yatırımcı konuyla ilgili sorular soruyor. Projeyi beğenirlerse yüzde 10 veya 50 oranında ortak oluyorlar.Aslında Dragonlar’dan çok, girişim fikirlerini sevdim ben.Çünkü çok çarpıcı olanlardan, tam bir Türk kurnazlığından ibaret olanlara kadar her çeşit projeyle gelen var.O kadar çok başvuru ve ilgi varmış ki yakında, NTV’de de benzer bir program “Bir Fikrin mi Var?” başlıyormuş. Dünyada 10 yıla yakın süredir yayınlanan Dragons’ Den’in formatı Japonya’dan geliyormuş. Formatı satın alan Sony, programın 22 ülkede yayınlanmasını sağlamış. Dragons’ Den’in bire bir çekildiği ülke sayısı ise on sekizmiş.Türkiye ile birlikte bu sayı on dokuza’a çıkmış.Dragons’ Den Türkiye’de Baybars Atuntaş, Gamze Cizreli, Yalçın Ayaydın, Alphan Manas, Nevzat Aydın fikirleri değerlendiren yatırımcılar.Hepsi sıfırdan milyon dolarlara ulaşmış işadamları.Google’da küçük bir araştırma ile kim ne yapmış hemen öğrenebilirsiniz.Mesela, Nevzat Aydın yemeksepeti.com’u kuran kişiymiş.Ve daha otuz dört yaşındaymış.Programda en sert ve hatta zaman zaman karşısındaki girişimci ile dalga geçen ifadelerle konuşan bir yatırımcı. Yatırımcılar sunulan projelere eğer beğenirlerse gerçekten ortak oluyorlar. Sanırım o yüzden biraz gergin ve kabalar. Zaman zaman girişimcilere karşı kullandıkları dili yadırgıyorum.Ve genellikle çok zor beğeniyorlar.Ama geçtiğimiz bölümde bugüne kadar hiç olmayan birşey oldu.Poşet çay’ın sunuşunu ve tasarımını farklı hale getirmiş, yurt dışına küçük de olsa satış yapabilen genç bir yatırımcı bu işini geliştirmek için şirketinin %15’ini teklif edip yatırımcılardan para istedi.Yatırımcıların dördü bu işle ilgilendi,beşinci Alphan Manas da “küçük yatırımcı olmak istemem” diyerek reddetti. Fakat girişimcinin ortaklık için önerdiğinden daha fazla (yüzde 60) hisse istediler.Genç yatırımcı düşündü, hatta babasını aradı ve önerilen teklifi reddetti.“İşim ve şirketim iyi, hepiniz de ilgilendiğinize göre güvenim de arttı, küçük ama benim olmalı şirketim, başka bir yol bulurum büyümek için” dedi ve gitti.Herkes çok şaşırdı. Ben çok etkilendim. Şunu düşünmeden de edemedim:Acaba o genç girişimciyi, programdan sonra hangi “uyanık” yatırımcı hemen aradı?
İnsanların başkaları tarafından bilinmesini istemediği sırları hep olmuştur.Daha küçüklükten başlar bu...Genç kız, arkadaşının kulağına heyecanla fısıldar:- Bak bir şey söyleyeceğim ama kimseye söylemeyeceksin. Dün Osman beni öptü. Ama her sır Osman’nın genç kızı bir kuytuda öpmüş olması kadar masum değildir.Daha korkunç sırlar da vardır.Kimseye söylenemeyen ihanetler, aldatmalar, kalleşlikler...Gene de hiç kuşkusuz sırların en ürkütücü olanları, “devlet sırları”dır bana sorarsanız.Devletlerin karanlıkta kalan bu sırlı bölümlerinin neler gizlediğini öğrenmeyi istemek bile suçtur.Bu “devlet sırrı” kalkanının arkasında birçok oyunlar oynanır... Kimse bilmez...Yaptığı işin devlet sırrı olduğuna, bizzat o işi yapan adamın kendisi karar verir bizim gibi gelişimini bir türlü tamamlayamamış ülkelerde. Bazen devlet bile o sırrın devlet sırrı olduğunu bilmez.Küçük derebeyliklerin ve büyük sırların ülkesiyizdir biz.En içimi acıtanı da üniversitelerin bu derebeyliklerin başında gelmesi.Kasım ayının başında Star gazetesinden Fadime Özkan çok ilgimi çeken bir röportaj yaptı CHP İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Nur Serter’le. Çok iyi bir röportajdı. Okumadıysanız mutlaka okuyun.Nur Serter o röportajda “1998’de İ.Ü’ye 10 bin öğrencinin kaydı yapıldı. 198 tanesi başörtülüydü. Hepsiyle tek tek görüştük. Görüşmeleri de kayda aldık. 12 yıl geçti. Kasetleri imha edeceğim gidecek” demiş ve devam etmiş:“Ben hiç konuşmadım, orada pedagojik formasyon alt yapısına sahip olan, işte, çocukların psikolojisini iyi anlayabilecek değişik kadın öğretim üyelerimiz vardı.”Yıllardır konuşulan ama hakkında hiçbir şey bilinmeyen ikna odaları...O röportajın üzerinden yaklaşık iki hafta geçti. TESEV’in yeni yayınlanan “Başörtü Yasağı ve Ayrımcılık” raporunda ikna odalarından geçmiş kızların anıları yayınlandı.Onlardan biri Seldanur, Hürriyet gazetesinden istifa ederek ayrılan Oktay Ekşi’nin de bu ikna odalarında kızlarla konuştuğunu iddia etmiş. Ve Nur Serter’le Necla Arat’ın da orada olduğunu söylemiş.Nur Serter o odalara girdiğini unutmuş demek ki... Gün geliyor, insanlar yaptıklarını unutmak zorunda kalıyor işte.O dönemin rektörü Kemal Alemdaroğlu ise “İkna odalarını tartışmak anayasanın ilk üç maddesine aykırıdır” demiş.Yani o odaları tartışmak “laikliğe” aykırı... Onun için o odalar da, oralarda olanlar da konuşulmayacak, tartışılmayacak, sır olarak kalacak. Dedim ya, “devlet sırrı” kavramı biraz tuhaftır bizim ülkemizde.Rektörler bile “tartışılmayacak” konuları ve devlet sırlarını belirleme gücüne sahiptir.Genellikle devlet sırrı, düşman olan yabancılardan saklanan gerçeklerdir ama bizim gibi ülkelerde devlet sırlarını yabancı devletler bilir de, bu “sırlar” halktan saklanır.Ama son yıllarda Türkiye’de olan önemli değişiklikler sayesinde devlet sırrı denen karanlık perdenin arkasında kalanlar birer birer ortaya çıkıyor.Böyle giderse yakında yabancı devletlerin bizim ülkemiz hakkında bildiklerini, biz de öğreneceğiz galiba.*****Serserinin çiçekleri ümit veriyorGeçtiğimiz pazar “Mevsimlere bakma, çiçeklere bak zamanı anlamak için” yazıma çiçeklerle ilgili bir mail geldi. Seversiniz diye düşünerek aktarıyorum.“Sanem hanım, çiçeklerle ilgili yazınızı okudum. Tanıyorsunuzdur belki ama yine de beğeneceğinizi umduğum çiçekleri de iyi anlatan bir şairden mısralar göndermek istedim size. Sevgiler... Seniha Coşar”Seniha bana François Villon’dan mısralar göndermiş. İsmi görünce, “Enteresan bir hayat hikâyesi vardı bu şairin” diye düşündüm ama neydi, hatırlayamadım...Hemen google’a sordum.François Villon, 15. yüzyılda yaşamış bir Fransız şair. Ama büyük bir şair. Eleştirmenlerin çoğu modern şiir çağını Villon’un başlattığını söylüyor.Fakir bir ailenin çocuğu olan François’yı bir papaz büyütüp okutmuş. Büyürken serserilerle soygunlara karışan Villon bir taraftan da en iyi şiirlerini yazmaya başlamış. Bir yandan yağmalara soygunlara karışıyor bir yandan hanlarda, meyhanelerde şiirler okuyormuş. Bir ara hapise girmiş, XI. Louis’nin tahta geçmesiyle ilân edilen genel afla çıkmış.Ama yeniden eski hayatına dönmüş, yağma, kavga, soygun ve güzel şiirler...İki yıl sonra handa çıkan bir kavgada, bir adamı öldürmüş. İdama mahkûm olmuş.O sıralar 32 yaşındaymış. Şiirleri göz önünde bulundurularak cezası sürgüne çevrilmiş. Ve ortadan kaybolmuş.Bu kadar karanlık, belalı bir hayatın içinde bu kadar güzel şiirleri yazmasını nasıl becerdiğini kimse anlayamamış.“Gözyaşlarıyla gülen bir şairdi” derlermiş onun için.Ölüm ve hayatın birleştiği incecik çizginin üzerinde korkusuzca dolaşırken şiir yazmayı hiç bırakmamış François Villon. Ve ümidini...Ve Seniha, Villon’un en güzel mısralarından birini göndermiş bana... Bize...“Meyveler çiçeklerin umdurduğundan da güzel.”Her türlü değişimden korkan, her kıpırtının bir felakete dönüşeceğini sananları bile ümitlendirecek kadar güçlü bir anlatım.Teşekkürler Seniha Coşar.*****Katile saygı var da ölene saygı yok mu? Geçtiğimiz salı akşamı TRT‘de Kozmik Oda programına, Rıdvan Memi‘nin sorularını yanıtlamak için Türkiye’nin en meşhur katili, Mehmet Ali Ağca çıktı.Üç gündür de tartışması devam ediyor.Ben şöyle düşünüyorum:Eğer bir katil, bir terörist, bir kaçakçı, bir hain, bir kötü insan televizyona çıkacaksa sonucunda mutlaka gazetecilik adına önemli bir gelişme olması gerekiyor. En azından soruları soran kişinin kariyeri için bu önemli.Ağca’nın televizyona ya da TRT’ye çıkması, ancak yapılan gazetecilikte eksik varsa yanlıştır! Ki öyle de oldu.Rıdvan Memi “Abdi İpekçi cinayetini konuşmayacağım” diyen, Abdi İpekçi’nin katilini çıkardığı programında kendisi açısından kötü bir gazetecilik yaptı.Mevzu bence bu...*****Atatürk’e “Özledim” şarkısı söylenir mi?Yine geçtiğimiz salı akşamı İzzet Çapa‘nın Nahide‘sinde Selami Şahin sahneye çıkıyordu. Ben de gittim. Gittiğimde gördüm ki, Selami Şahin gazeteciler, sosyete, Ajda Pekkan ve tanımadığım bir sürü insan tarafından çok seviliyor. Çok kalabalık bir geceydi.23.30’da sahneye çıkan Şahin, saat gece yarısı olduğunda, yani gün 10 Kasım’a Atatürk’ün öldüğü güne geçtiğinde, sahneden 10. Yıl Marşı’nı söylemeye başladı ve insanları ayağa kalkmaya davet etti. İnsanlar da kalktı. Kalkmazlarsa çok yanlış birşey yaparlarmış duygusuyla. Eğlenmek için, içki içmek için, dans etmek için gidilen bir yerde gece yarısı bu olanları anlamak zordu gerçekten.Kalkmayanlar da vardı. Ben kalkmadım, yan masamda oturan “the gazeteci” kalkmadı, masalarımızdaki dostlarımız kalkmadı. Bu tuhaflığın şokunu daha atlatamamıştık ki, Selami Şahin, gözlerinden yaşlar akarak Atatürk’le ilgili bir konuşma yaptı ve “Özledim” adlı parçasını Atatürk’e ithaf edip okudu. Sevgililerin birbirine söylediği, hatta Selami Şahin söylediği için bir kadını anlattığını düşündüğüm, o meşhur parça işte:- Özledim teninin kokusunu özledim,- Özledim sımsıcak sohbetini özledim,- Özledim sohbetini o sesini özledim,- Gözbebeğim can yoldaşım gelmedin.O andan itibaren, sahnedeki adamın şarkılarını ve belki de kendisini ciddiye almak çok zor oldu hepimiz için. Atatürk’ü sevmek bu kadar yersiz ve “sömürülen” birşey olmamalı... İşte tam dediğim bu...*****Özhan Canaydın’a yapılacak ‘en büyük hakaret’Her gün gazeteye giderken önünden geçiyorum Galatasaray’ın Seyrantepe’deki yeni stadının. Uzay gemisini andıran stadda maç seyredeceğimiz günleri düşünerek heyecanlanıyorum.Duvarlarında her türlü tabela var. VARYAP, Toki, Türk Telekom, Galatasaray... Benim bildiğim, eğer rahmetli Özhan Canaydın olmasaydı, ortada bugün ne Aslantepe olurdu ne de Adnan Polat.Özhan Canaydın’la her karşılaştığımızda öyle içten anlatırdı ki Aslantepe macerasını. Orayı alabilmek için ne kadar büyük emek ve zaman harcadığını biliyorum. Onu yakından tanıyanlar “Özhan Canaydın’ın sağlığını ve hayatını kaybetmesinin en önemli sebebidir bu stat” derler.Ama şimdi dışardan bakınca bu eserde Özhan Canaydın’ı hatırlatan en ufak bir ibare bulunmaması canımı sıkıyor.Bu işi bilenlere sordum, “Neden yeni stada Özhan Canaydın ismi verilmez?” diye...Meğer Türk Telekom, yılda 10 milyon dolar ödeyerek stadın ismini satın almış.“Türk Telekom Özhan Canaydın Stadı” çok mu kakafonik bir isim olur bilemiyorum ama herhangi bir tribüne, bir yere Özhan Abi’nin adı verilmezse, bunun adı olsa olsa “Adnan Polat’ın vefasızlığı” olabilir benim için. Dün gazetelerde yer alan haberler de cabası. Adnan Polat, geçen ay Divan Kurulu toplantısında “Özhan Abi, G.Saray’ın kredi alması için bankalara kefil olmuştu.Ama vefat edince bankalar evine 5 milyon dolarlık haciz getirdi. Allahtan biz devreye girdik de, parayı ödeyerek haczi kaldırdık” demişti.Çarşamba günkü Divan Kurulu’nda Hayri Kozak isimli üye kürsüye çıkarak, Polat’ı yalan söylemekle suçlamış. “Böyle bir şey yaşanmadı. Canaydın, vefatından önce 5 milyon doları bankaya ödedi ve borcu kendisi kapattı. Bütün bunların belgesi elimde. Polat, Canaydın üzerinden kendine prim yapmaya çalışıyor” dedi.Sahi G.Saray’da neler oluyor?Tamam, yöneticiler pek becerikli değil, futbol takımı kurmasını bilmiyorlar, kriz yönetemiyorlar, 90 senede sahip olunan “Avrupa Fatihi” ünvanı çoktan kaybedildi.Ama G.Saray’ı G.Saray yapan temel değerleri hiçe saymak nereden çıkıyor?Özhan Canaydın’ın adını onun yaptığı stada veya en azından bir bölümüne vermezken, Özhan Canaydın adından prim yapmak, üstelik olmayan bir şeyi varmış gibi gösterip Canaydın’ın kemiklerini sızlatmak...Yoksa G.Saray, bu kadar mı ölüyor?
Türkiye’de en çok tekrarlanan isim herhalde Atatürk ismidir. Herkes, her yerde Atatürk’ten söz eder.Her konuşma Atatürk’ü biraz daha “putlaştırır”, biraz daha “heykelleştirir”, biraz daha “dondurur”, biraz daha “insanüstü bir hale getirir” ve bu önemli bir lideri biraz daha hayatın canlılığından koparır.Atatürk’ün bir insan olduğunu çoktan unuttuk gitti. Atatürk bir ‘superman’ bizim için.Yuvaya giden üç yaşındaki çocuklarla sohbet ediyordum geçen gün, onlara “Atatürk’ün kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sordum, “Duvarda resmi var” dediler.Duvarda resmi olan Superman...Şunu açıkça söylemeliyiz ki, Atatürk bir insandı. Kısa boyluydu, sesi ince diye biliyorduk ama çok yeni öğrendik ki, o kadar ince değilmiş. İçkiden hoşlanırdı, sohbetten zevk alırdı.Ve dünyada sömürgecilere karşı savaşıp başarıya ulaşmış ilk liderdi.Atatürk bir askerdi. Mesleğinde çok da başarılı oldu.Ama bir iktisatçı değildi. Bir sosyolog değildi. Bir hukukçu değildi. Bir tarihçi değildi.Bu dallara ilgi gösterirdi. Ama Atatürk’ün bu alanlardaki her sözünün tartışılmaz gerçekler olduğunu iddia etmek, öncelikle bilimi inkâr etmek anlamına gelir.Bizim bilebildiğimiz kadarıyla da Atatürk bilimin inkar edilmesine karşıydı.Atatürk’ün Türkiye’yi bağımsızlığına kavuşturduktan sonra en önemli amacı bu ülkeyi gelişmiş Batılı ülkeler düzeyine çıkarmaktı.Atatürk’ün bu isteği gerçekleşti mi?Biraz batılı zevklerimiz oldu, biraz batılı görüntümüz oldu ama batılılaşmadık.Bunun günahı öncelikle kimde?Bunun günahı Atatürk’te değil... Ama onu putlaştıranlarda.Çağdaş uygarlık seviyesine insanla değil de putla varmak isteyenlerde.Atatürk’ün amacı açıkça belliydi. O sıralar yeterli kadrolar da bulunmuyordu bunun için. Atatürk’ün de bu amaca hangi yoldan ulaşacağı konusunda çok aydınlık çizgisi yoktu.Atatürk’ün insan olduğunu unutmak her zaman zarar verdi ülkeye...Buna itiraz mı ediyorsunuz? O halde şöyle söyleyeyim...Bana zarar verdi.Atatürk’ü putlaştırmak isteyenler, kendisini Atatürk kalkanının arkasına saklayıp her türlü haltı işleyenler, “benim Atatürk’ümü” elimden aldılar.Atatürk’ü toplumdan uzaklaştırdılar.Atatürk’ü, Kemalizm ideolojisi diye bir şey uydurup sadece buna inananlar sevebilirmiş gibi yaptılar.1919 yılına göre Atatürk’ün düşünceleri ilericiydi. Ama bu düşünceler 2010 yılının tutuculuğu.Atatürkçülük bugün toplumun kımıldamasını engelliyor.Atatürk çok önemli işler gerçekleştirdi. Ama bütün insanlar gibi hata da yaptı.Atatürk’ün bir heykel değil bir insan olduğunu kabul etmeliyiz artık.Atatürk’ün anısına gösterebilinecek en büyük saygının, onu hatalarıyla severek, onu bir put olmaktan kurtarıp bir bağımsızlık lideri olarak çocuklarımıza anlatmak olduğunu düşünüyorum.Çok mu yanılıyorum?*****Devletin ve Apo’nun güvendiği tek kişi!Bir zamanlar Salome isimli bir prenses yaşamıştı. Bu prenses Hazreti Yahya’ya aşık olmuş ama Hazreti Yahya onu reddetmiş, o da çok öfkelenip Yahya’yı öldürmek istemişti.Yahya’nın ölüm kararını ancak kral verebilirdi. Salome de kralı etkilemek için ünlü yedi tül dansını yapmıştı kralın önünde.Dans ederken üstüne örttüğü tülleri birer birer atmış, sonunda da Salome bütün etkileyiciliğiyle ortaya çıkmıştı.Ben severim ‘yedi tül’ hikâyesini.Kullanırım da sık sık...Uzun bir zamandır biz de ülke olarak ağır tempolu da olsa bir “yedi tül” dansı oynuyoruz. Gerçeklerin üstüne örtülen tüller ucundan kenarından dikkatlice kaldırılıyor.Tüllerin her kımıldayışında, o tüllerin altına saklanan nesnenin biçimi hafifçe seziliyor.Bugüne kadar söylenilmeyen, konuşulmayan konular kaldırılan her tülle birlikte gündeme geliyor. İki gündür Taraf gazetesinde Neşe Düzel’in “Bay Balıkçı” ile yaptığı röportajı okuyorum.Taraf yazarı Yıldıray Oğur’un yazılarıyla hayatımıza giren Balıkçı, öyle şeyler anlatmış ki Neşe Düzel’e, etkilenmemek elde değil.Balıkçı, devletle İmralı’daki Apo arasında arabuluculuk yapan biri. Kim olduğunu bilmiyoruz. Adını söylemiyor. Ama anlattıklarına bakınca adının da bir önemi kalmıyor aslında.O bir Kürt aydını. “Hiç PKK’lı olmadım” diyor. Geçmişte iki defa PKK tarafından vurulmuş. Ama Öcalan ona güveniyor.Devlet de ona güveniyor.Şaşırtıcı bir hikâye değil mi?Bugüne kadar Yıldıray Oğur’a söylediği her şey doğru çıktı.Sadece olanları değil olacakları da biliyor.Eğer Kürt meselesi ilginizi çeken bir konuysa bu röportajı mutlaka okuyun.Balıkçı’nın benim en ilgimi çeken cümlelerinden biri “Türk medyasının, işadamlarının ve TÜSİAD’ın bu ülkeye borcu var” dediği cümle oldu.“1993-1996 yılları arasında işledikleri günahları affettirmek için şimdi barış sürecine katkı sağlamalılar” demiş.O yıllarda işlenen günahları medya elbirliğiyle sakladı.Şimdi gerçekler ortaya çıkıyor.Türkiye yedi tül dansını yaşıyor.Ama bizimkinin altından Salome değil, kanlı bir iskelet çıkıyor. O korkunç gerçekleri görmenin şaşkınlığı ve o gerçeklerin yolumuzu açacağı umuduyla okuyoruz yaşananları.Bunları öğrendikten sonra bir daha tuzağa düşmeyeceğimize inanıyor insan.“Dürüst ve açık” olmak tek kurtuluş yolu çünkü.*****Sadettin Saran bir kadından ne ister?Dün, çok eğlendiğim bir öğle yemeği yedim arkadaşlarımla.İbrahim ve Sadettin de (Saran) bize katıldı bir ara. Hava çok güzeldi...Okulu kırmış çocuklar gibi haylaz ve mutluyduk.Julia Roberts’la Richard Gere’in oynadığı Pretty Woman filminde, Richard Gere’ın işe gitmeyip, parkta, çoraplarını çıkarıp çimlere bastığı ve beklenmedik bir mutlulukla karşılaştığı andaki, haline benzettim kendimizi bir ara.Hepimiz yapmamız gereken işleri yarıda bırakıp gün ortasında buluştuk ve çok eğlendik.Bir ara kadınlardan, erkeklerden, ilişkilerden bahsederken Sadettin, bize “Kadın nasıl olmalı, biliyor musunuz?” dedi. “Can Yücel’in yazdığı gibi...” Ardından da bu ünlü şiirin bir-iki satırını okudu...Merak ettiyseniz Can Yücel ve Sadettin Saran’dan “Kadın dediğin...”:“Kadın dediğin iyi sevişecek arkadaş.Koyun gibi yatmayacak, kımıl kımıl olacak yatakta (...)En seksi leydi olmayı da bilecek, hanım sultan olup sözünü geçirmeyi de. Cıvık konulara takılıp zaman tüketmeyecek, küfretmeyecek...Kadın dediğin ayıp nedir bilecek. Sıkboğaz edip seni yalancı durumuna düşürmeyecek. (...)Kadın dediğin güzel olacak. Zeki olacak zeki. Paranın güzelliğini bilecek ama ne parasızlığın ezikliğini ne de paranın kudurmuşluğunu yaşayacak. Değerlerini bir anlık hevesler uğruna terketmeyecek. (...)Sarışın, renkli gözlü, uzun bacaklı, beyaz tenli, ince bilekli dilber filan fasarya...Kadın dediğin hatun olacak arkadaş, sözüne güvenilir, olacak. Sırrını tutacak ama gününü bekleyip kusmayacak..En önemlisi kendini sevecek arkadaş, kendini sevmeyen kadından sana ne hayır gelir. (...)Hem sevgilin, hem arkadaşın, hem annen, hem çocuğun olacak, bağrına basacaksın huzurla... Bileceksin ki evde ‘O’ kadın tarafından beklenmenin zevkini hiçbir zevk yaşatamaz sana...Öyle bir kadın işte... Nerede, öyle kadın yoktur deme...Sen de adam olacaksın, seçmesini bileceksin!*****Cumhurbaşkanı ve GoogleAbdullah Gül atamalarda “Google’dan araştırma yapıyoruz. Aleyhte yazılar oluyor bazen. Bunların iftira olduğunu bildiğimiz halde, atanacak kişiyi tarşılır hale getirir diye bazen bu atamaları yapmıyorum” demiş. Google sabıka kaydından daha güçlü bir kriter olmuş hepimiz için meğerse. Şimdi ya Google’da hakkımızda yazılanlara aldırılmayacak kadar başarılı hayatlar kuracağız ya da şu internette yalan yanlış yazılan bilgilerin temizlenmesi için kampanya başlatacağız. İkisi de zorsa, o zaman Cumhurbaşkanı da google’ı ölçü almasın...*****Yok Böyle ÇeviriAcun’un İngilizce çevirileri, Show TV’deki “Yok Böyle Dans” isimli yarışmanın hem temposunu düşürüyor hem de yapılan işi azaltıyor. Üstelik yanlış ve eksik çeviri bende, izleyiciye saygı duyulmadığı hissi bırakıyor.Acun belki de böyle düşünmüyor ama insan Acun’un bu cesaretini “Ne yaparsam olur” şımarıklığı gibi algılıyor.Jüri üyelerinden Tan Sağtürk ve Sait Sökmen‘e bayıldım. Tan her seferinde farklı ve akıllı ve karşısındaki kırmadan yorumlar yapabiliyor ya, “Gerçekten hocaymış” dedirtiyor.Sait Sökmen çok eğlenceli bir adammış. Doğal, kibar, kendisiyle barışık... Onu izlemek çok hoş.*****Türkiye raporları...* On beş gün önce AİHM, Türkiye’yi Rumlara 15 milyon euro tazminat ödeyemeye mahkum etti. 1974’te mallarına el konulan 19 Rum’un davasını birleştiren AİHM, rekor tazminat kararı aldı. Türkiye, davacılara 3 ay içinde 15 milyon euro, mahkeme masrafı olarak da 160 bin euro ödeyecek.* Geçtiğimiz hafta, İnsani Gelişme Raporu’nun 20. yıldönümünde, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) yeni düzenlenen İnsani Gelişme Endeksi‘ne (İGE) göre Türkiye’nin 169 ülke arasında 83. sırada olduğu açıklandı.* Dün açıklanan AB Komisyonu 2010 Yılı İlerleme Raporu’na göre...Aslında önce şunu söylemeliyim, 1998’den beri komisyonun 13. raporu bu Türkiyeyle ilgili. O zamandan beri aday olan ülkelerin hepsi üye oldu. Raporda sürpriz yok, istedikleri şeyler zaten bizim çabaladığımız ama bir türlü başaramadığımız konular. Dolayısıyla biz halen hakkında ilerleme raporu yazılan ülkeyiz.Bunların altına tek satır yakışır şimdi:Yorumsuz!
Geçtiğimiz Salı akşamı Mahsun Kırmızıgül‘ün “New York’ta Beş Minare” filminin galasına gittim.Film galalarına pek gitmem. Tuhaf bir kalabalığı vardır oraların.Çok süslü genç kadınlar, galaya gelmemiş asıl davetiye sahiplerinin yerine gelen dostları, kameralara demeç veren oyuncular, kendini itilmiş hisseden gazeteciler, şık ama şaşkın çiftler... Sevmem o yüzden gitmeyi. Parçası olmak zordur o kalabalıkların.Ama Mahsun “Sadece iki yüz kişi katılacak” deyince, içim rahat bir şekilde gittim.Gerçekten de hiç alışılmadık bir kalabalık vardı.Telaşsız, sohbet eden, ağırlıklı olarak gazetecilerin olduğu, oyuncular, yönetmenler...Kameraların salonların bulunduğu üst kata çıkamaması çok iyi fikirdi. Öyle rahattı ki insanlar. Demeç vermek isteyen aşağıda gazetecilerle konuşuyor, sonra yukarıya çıkıyordu. Kenan Tekdağ, Yılmaz Erdoğan, Ali Sürmeli, Muhsin Kızılkaya ile sohbet ettim. Sinan Çetin’le rastlaştık bir ara. Bana “Kimseye söyleme” dediği bir sırrını verdi. Merak etmeyin filmle ilgili değil, okuduğu gazeteyle ilgili...Mahsun’u hiç görmedim o kalabalığın içinde. Neredeyse hiç gözükmeden, hiç “Ben burdayım” diye bağırmadan misafirlerini ağırladı.Bu galada misafirleri ezecek hiçbir şey olmadı.Film; cemaat, polis teşkilatı, islami terör örgütleri üzerinden dini sorgularken, Bitlis’li bir gencin babasını kaybetme öyküsüyle birleşen kan davasını anlatıyor.Fragmanda gördüğümde de çok etkilenmiştim. Ali Sürmeli’nin hocayı oynadığı, camide çekilmiş bir zikir sahnesi var ki, gerçekten çok çarpıcı.Ardından Haluk Bilginer‘in tam da namaz kılarken evinin basılıp FBI tarafından tutuklandığı bir sahne geliyor.Ağlayan karısını görüyoruz sonra, Gina Gershon... Hiç tanımıyorsanız Tom Cruise’un “Coctail” filminden anımsarsınız onu.Haluk Bilginer’in olağanüstü oyunculuğunu nasıl anlatsam, bilmiyorum.Onu seyrederken büyüleniyorsunuz.Mahsun Kırmızıgül’ün New York’ta çektiği hiçbir sahnede yapaylık yok.“Bunu nasıl başardı?” diye düşündüm hatta film boyunca.Çünkü aynı dili konuşmadığın, oyuncuların senden daha ünlü olduğu, çekim için gerekli izinleri alırken Türkler’in alışkın olduğu ‘tanıdıkla iş bitirme’ yöntemini uygulayamayacağın bir memlekettesin.Amerikan filmlerinde görürsünüz, polislerin binayı sardığı ve tek sıra arka arkaya koşarak içeri girip merdivenlerden yukarı çıktıkları baskın sahneleri vardır ya, Mahsun onları büyük bir ustalıkla çekmiş.Mahsun Kırmızıgül’ün çektiği sahnelere bayıldım.Bunu Mahsun yerine “Beyaz Türk” bir yönetmen çekseydi... Sanırım üstat mertebesini çoktan vermiş, eteğini öpüyor olurduk.Filmle ilgili eksik olduğunu ya da fazla olduğunu düşündüğünüz birçok şey söyleyebilirsiniz belki.Ama Mahsun Kırmızıgül’ün Türk sinemasında, başka yönetmenlerin çok da kullanmaya cesaret edemediği bir çıtayı daha da yukarılara taşıdığını inkar edemezsiniz.Dedemin öğrettiği, çok sevdiğim, onu okuyanların zaten bildiği bir ölçü vardır. Beğenmek ve sevmek kavramlarının birbirinden farkı... “Beğenmedim demek için bir gerekçe göstermen gerekir. Mozart’ı beğenmiyorum dersen adama gülerler. Karşındaki adamın yaptığı işi en az onun kadar iyi bilmen gerekir ki, beğenmedim diyebilesin. Ama sevmedim diyebilirsin. Sevmek duygularla ilgilidir” der.New York’ta Beş Minare’de sevmediğim parçalar oldu.Hikayenin bazı parçalarını biraz fazla uzamış, bazı oyunculukları yapay buldum. Diyaloglarda sorunlar olduğunu düşündüm.Ama filmden çıktığımda aklımda kalan tek şey, Mahsun Kırmızıgül’ün yaptıklarına hayran olduğumdu.Bana kalırsa siz hiçbirimizi dinlemeyin... Gidin ve filmi görün...Sevip sevmediğinize kendiniz karar verin...*****ZAMANI ANLAMAK İÇİN MEVSİMLERE BAKMA, ÇİÇEKLERE BAK“Sonbahar geliyor” diyordum anneme Ağustos biterken.“Baksana ışıklar nasıl değişti! Sabah serinliği başladı. Sonbahar geliyor. Sarı, kızıl, kahverenginin mevsimi. Yağmurlar başlayacak, ardından sağanaklar olacak” diye söyleniyordum.“Hava serinleyecek. Kazaklar çıkacak dolaptan. ‘Kaç sonbahar geçti?’ diye sayacak yine anneannem. Bir pişmanlık yakıverecek hepimizin içini. ‘Sonbaharları istediğim gibi yaşadım mı?’ diye düşüneceğiz. Sonbahar pişmanlıkları çoğaltıyor sanki, değil mi?”“Ama ümitleri de...” dedi annem.Mutfakta başbaşa kahve içip sohbet ettiğimizi unutmuş gibi, annemin sesiyle irkilmiştim.Annem hiç aldırmamıştı bu tuhaflığıma ve konuşmaya devam etmişti:“Bir süre daha sıcaklar devam eder, yaz bitmedi, hatta hiç bitmeyecek sanırsın merak etme. Ama sana tavsiyem, mevsimlere bakma, çiçeklere bak zamanı anlamak için. Geçen zaman canını yakmaz o zaman.” Haklıymış...Bu hafta güneş gerçekten sonbaharın bittiğini, kışın geldiğini bizden saklar gibiydi. Yazın sıcağını hissettiğim anlar bile oldu. Sonbaharın hüznünü değil, kışın kasvetini bile yok edecek kadar sıcaktı güneş.Bol bol yürüyüş yaptım.Bütün çiçekçi kadınların önünde uzun uzun durdum. Annemin o gün anlattıklarını düşündüm. “Zamanı anlamak için çiçeklere bak” demişti annem. Baktım...Haziranın sonuna doğru kır çiçekleri azalmaya başlar. Bir tek uzun saplı hüsnüyusuflar kalır ortada. Kişiliksiz ve kokusuzdurlar.Yaz mevsimi hüsnüyusuflarla geçer.Sonbaharda kasımpatılar çıkar ortaya. Mor, beyaz, sarı toplar, ıslak ve kekre kokularıyla çiçeklerin en has sepetlerine yerleşirler. Ama nedense kasımpatılarda alttan alta ölümü hatırlatan bir şeyler vardır, bana öyle gelir. Kışa girerken çiçekler birden şenleniverir.Minik çan biçimindeki yeşilimtrak sarı çiçekleri, acı yeşil yaprakları ve uzun saplarıyla fulyalar gelir. Diri ve saldırgan kokularıyla aşka benzetirim ben onları. Sanki hiç bitmeyecek gibi kokarlar, insanın içine işlerler. Fulyalar annemin en sevdikleridir.Fulyalardan sonra çiçeklerin en kaprislisi gözükür. Menekşeler...Koyu mor yaprakları vardır. Yaldız sarardı babaannem bodur saplarına. Esrarengiz bir halleri vardır menekşelerin. Tutsak düştüğü halde başını hep dik tutan bir kraliçe gibidirler.Tam aşk çiçekleri değildir ama annemin zamanında sevgililer birbirlerine menekşe verirlermiş. Bir de sepetlerde her zaman olanlar vardır... Güller.“Gülleri severim ama kendimden bir şey bulmam onlarda. Güzeldirler” demişti annem o gün mutfakta, ben sonbahardan dertlenirken.Zaman geçiyor... Zaman çiçeklerle geçiyor...Ben onların solacaklarını düşünerek üzülüyorum... Annem, onların yeniden açacaklarını düşünerek seviniyor.Annemin öğüdünü dinleyeceğim... *****YOKSA “UN” KAFA MIYIZBir kitapta şu cümleye rastlarsanız: “Kitapçı bir dostum bana kitaplarla besinler arasında bir birleştirme çizgisi olduğunu öğretti. Kitapçılığı meslek olarak seçmeden önce Paris’te aşçılık yapmış.”O kitabı alır ve okursunuz. Yani en azından ben alır ve okurum. Öyle de yaptım...Filozoflar ın Karnı... Kitabın adı...“İnsan yediği şeydir” düşüncesinden yola çıkan yazar, felsefecilerin düşüncelerini, sevdikleri yemekler üzerinden değerlendirmiş.Acaba zihnimiz kadar midemiz de düşünür mü? Bugünlerde en sevdiğim soru bu...Kant, Nietzsche, Marinetti, Sade hangi yemekleri severlerdi ve bu yemekler onları nasıl etkiledi?Çiğ ahtapot yemeyi sevmese Diogenes uygarlığa düşman olur muydu?Rousseau sürekli süt ürünleriyle beslenmese, azla yetinmeye bunca methiye düzer miydi? Kitabın arka kapağında yazan cümlelerden birkaçı...Kitabın tercümesini çok sevdiğimi söyleyemesem de okuduğum şeyleri çok sevdim.Rousseau demiş ki:“İnsanların karakter özelliklerini yeğledikleri besinlere bakarak çıkarabiliriz. Fazla ot ve sebze yedikleri için İtalyanlar kadınsıdır, İngilizler et yiyicidir ve onların sarsılmaz erdemlerinde sert ve barbarlığı andıran bir taraf vardır. Esnek ve değişken Fransız, her türlü besini tüketir. Her karakterde olabilir.” Ona göre etçiller savaşçı, otçullar barışçılmış.Kant gün içinde sadece öğle yemeği yiyormuş. Üç kap yemek, peynir ve tereyağ. Et yermiş ama asla av eti yemezmiş. Eti ağzından uzun uzun çiğner, sadece suyunu yutar, eti ağzından çıkarırmış. Her yemeğe hardal koyarmış. Taze morina balığına bayılırmış.Nietzsche, “Ekmeği sofradan kaldırmak gerekir, öteki besinlerin tadını etkisizleştirir. O yüzden de her yemeğin parçası olur” dermiş.Sartre “Ağız cinsel organdır” derken, kabuklu deniz ürünlerden tiksiniyormuş.Diogenes “Doğal olanı yemek lazım” der, Sartresa “Yalnızca insan eliyle üretilmiş şey yenmeli” dermiş. Doğal olandan tiksinirmiş.Bütün bu beslenme biçimleri filozofların düşündüklerini ve söylediklerini etkilemiş.Tıpkı bizim beslenme biçimimizin de, bizim kim olduğumuzu belirlediği gibi...Gerçekten ne yiyorsak o muyuz?Eğer öyleyse, sadece tahıl ve kebap tüketen bir toplumun karakteri nasıl bir şeydir ?Arabesk bir kavgacılık ve gözyaşlarıyla dolu bir komedi mi?