Cuma günü Lizbon’da Nato Zirvesi toplandı.
Zirvenin gündeminde aylardır tartışılan füze kalkanı meselesi olduğu için, ben de ilgiyle takip ettim. Öğrenmeye, anlamaya çalıştım.
Türkiye içine düştüğü sıkışıklıktan sıyrılabilecek miydi?
İran’la bu kadar yakın ilişkiler yürütürken, ona karşı hazırlanan bir projenin parçası olmaktan kurtulabilecek miydi?
Yoksa “hayır” deme şansı ve gücü zaten hiç yok muydu?
Türkiye’nin, füze savunma sistemi içinde talepleri karşılanmış öğrendiğimize göre. Füze kalkanı kurulacakmış ama kimse İran’a “düşman ülke” demeyecekmiş. Türkiye de rahatlayacakmış böylece.
Yani gerektiğinde İran’a karşı kullanılacak silah, Türkiye’nin topraklarında duracak ama bunun İran’a karşı olduğu söylenmeyecek.
Şimdilik böyle gözüküyor. Bunun için gereken uzlaşı sağlandı zirvede.
Peki aslında tam olarak ne oluyor merak etmiyor musunuz?
Füze kalkanıyla ilgili dün Taraf Gazetesi’nde bir haber vardı.
Bir uzman, NATO’da şu anda tartışılan savunma sistemlerinin, aslında Amerikan silah yapımcılarına para aktarmak için hazırlanan bir proje olduğunu söylemiş.
“Amaçları insanları korumak değil. İran’dan Avrupa’ya bir füze tehdidi riskine inanmıyorum” demiş.
Akla yakın bir iddia.
Peki, dünyada silah satışının devam etmesini, silah harcamalarının artmasını isteyenler kimler?
Bu konularda pek bir şey bilmiyoruz.
Bilenler de bilmemezlikten geliyor.
Ben her şeyi bilmek isterdim.
Dünya üzerinde oynanan tüm oyunları öğrenmek, gizli konuşmaları duymak, saklı ilişkileri sezmek, aptalları güçsüzleri görmek, çok güçlüleri bilmek isterdim.
Bunları bilmiyorum.
Ama bir şeyi seziyorum.
Galiba bizi kazıklıyorlar...
İlginizi çekiyorsa, dünya çok zevkli bir oyun alanı aslında. Uluslararası ilişkiler ve hamleler de bu oyunun en heyecanlı parçası.
Kural şu gibi gözüküyor: hiç kimse herşeyi bilmeyecek. Ama, bazıları ‘hiç kimse’ sayılmayacak.
Yani bazıları birilerinden hep daha fazla bilecek.
Zevkli değil mi?
Nihat Sargın’a en çok ağlayanlar..
“Sosyalist hareketin önemli isimlerinden, 12 Eylül’de kapatılan Türkiye İşçi Partisi’nin Genel Sekreteri ve Türkiye Birleşik Komünist Partisi kurucusu Nihat Sargın 81 yaşında hayata veda etti” diye yazıyor çoğu gazetede.
Merak ediyorum 35 yaşının altındaki gençler, bu cümleyle ilgileniyorlar mı? Merak ediyorlar mı “Kim öldü acaba!” diye?
Çünkü, aileleri ya da kendileri özel bir şekilde meraklı değilse Türkiye’nin geçmişine, bilmemeleri çok normal.
Ve bilmiyorlar da bence. Ben de bütünüyle bilmiyorum.
Ama bazı şeyleri hatırlıyorum...
Nihat Sargın’ın 1987 yılında Türkiye’ye döner denmez tutuklanmasını ve işkence gördüğünü hatırlıyorum. Çünkü eşi Yıldız Sargın’ın bir mektubundan bahsetmişti babam o günlerde, unutmamışım nedense o mektubu.
“Size eşinin geleceğinden endişe eden bir kadın olarak yazıyorum” diye başlıyordu mektup. “19 gündür eşim Nihat’tan haber alamıyorum. Polisin elinde. Ona işkence yapıldığı düşüncesini aklımdan atamıyorum” diyordu.
Bir de şu kalmış aklımda, “Onu tanıyan, seven birçok demokrat dostunun da böyle kayıtsız kalması bana acı veriyor, anlayamıyorum” demiş Yıldız Hanım.
Merak ettim şimdi, cenazede en çok, o gün kayıtsız kalmış demokratlar mı ağladı acaba?
Tolstoy öleli 100 yıl olmuş!
Dün, edebiyat dünyasının en önemli yazarlarından Tolstoy’un ölümünün 100. yılıydı. Savaş ve Barış, Anna Karanina, Diriliş... Belki de birkaç defa okuduğunuz romanlardır. Aşklarının kurbanları olan kadınları anlatır Tolstoy. Eminim çok sevmişsinizdir. 100 yıldır Tolstoy yok. Anna Karanina 133 yıldır var... Nasıl başlar roman, ‘Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.’ Bütün yazarlar ölüyor... Ama ne yazık ki hepsi yaşamıyor...
Hiddink, Hiddink olalı böyle zulüm görmedi
Erkeklerin şu “şekilciliğine” bayılıyorum.
‘Şekil’ uygun olduğu zaman herşeyin yolunda gideceğini düşünüyorlar.
Müslümanlığı ‘beş vakit namaz’a, erkekliği ‘at, avrat, silah’a indirgemiş, kaderci çocuklar gibiler.
Zaman geçtikçe şunu da anladım, bu derinliksiz, sadece şeklin önemli olduğu bakış açıları erkeklerin hayatını kolaylaştırıyor aslında.
En sevdikleri futbolda bile, fazla düşünmeyi istemiyorlar sanki.
Futboldan konuşmayı değil futboldan şikayet etmeyi, akıl vermeyi seviyor çoğu.
Maçları seyretmeyi değil yenilgilere bağırmayı, gollere sevinmeyi istiyorlar sanki.
Çünkü futbolla ilgilenseler, kafayı Milli Takım Teknik Direktörü Guus Hiddink’e bu denli takmazlar.
Tutturdular “Hiddink lig maçlarını seyretmiyor” ya da “Hiddink bütün maçları seyretsin” diye.
Çoğunun Hiddink’in bu takımla ne yapmak istediğiyle ilgilendiğini sanmıyorum, hatta görmüyorum.
Hiddink’i Rusya’yı çalıştırırken gözümüze kestirdik.
Tam 3 ay peşinden koştuk. Hiddink’in kendi otobiyografisinde yazdığı üzere Milan, Atletico Madrid, Manchester City, Çin ve Fildişi Sahilleri onunla ilgilenirken 4 yıllık sözleşme yapmaya güçbela ikna ettik. Ona yılda 4 milyon Euro ödüyoruz. Geldiğine de çok sevindik hep beraber.
Ama şimdi, 2010 Dünya Kupası’na gitmeyi başaramamış Milli Takımımız, grup elemelerinde önce Almanya, sonra Azerbaycan’a yenilince, hep bir ağızdan başladık bağırmaya:
“Hiddink Türkiye’ye gelmiyor. Türkiye’deki maçları izlemiyor. O yüzden yeniliyoruz.”
61 yaşındaki Hiddink, istediğimiz ‘şekli’ anladı. Artık daha sık geliyor Türkiye’ye.
Hatta maç izleme konusunu abartmış durumda.
Geçen hafta, bir günde üç maç seyretmiş. Önce Kasımpaşa-Sivas, sonra İstanbul BŞB-Karabük, akşam da G.Saray-Manisa maçlarını tribünden izlemiş. Dün de Kasımpaşa-G.Birliği maçına gittiğini öğrenince, üzüldüm.Hatta kızdım...
Çevremdeki erkeklerin hiçbirinin izlemeye değer bulmadığı, kötü futbola sahne olan, kısır, ağır, yavan lig maçlarımızı Hiddink izlerse, Türkiye 2012’ye direkt katılacak sanıyoruz galiba.
Merak ediyorum, diğer Milli Takım Teknik Direktörleri ne yapıyor acaba? Mesela İngiltere’yi çalıştıran İtalyan Fabio Capello, her hafta birkaç Premier Lig maçına gidiyor mu? Veya Hiddink’ten önce Fatih Terim her hafta maçlara gidiyor muydu?
“Bizim ligimiz kötü, yabancılarımız kötü, gençlerimiz oynama fırsatı bulamıyor, bu nedenle düşüş yaşıyoruz” diyeni hiç görmedim... Varsa yoksa Hiddink maça niye gitmiyor?
Artık gidiyor işte... Bakalım Türk futbolu kurtulacak mı?
Dünya gazete okuyor... Ya biz?
Geçenlerde Doğan Hızlan, “Dünya Medyası” diye bir kitaptan bahsetmişti Hürriyet Gazetesi’nde.
Kitapçıda dolanırken karşıma çıktı, aldım.
Kitap, dünya üzerinde şu anda görev yapan bütün iletişim araçlarını ve bağlı oldukları sermaye gruplarını anlatıyor. Doç. Dr. Özgür Gönenç hazırlamış. Ülke ülke gazetelerini, televizyonlarını, dergilerini, haber ajanslarını tanıtıyor.
Elimden düşüremedim. Gazetecilik merakları olanlar için heyecan verici bilgiler var içinde.
Günlük gazete tirajları mesela... Rakamlara inanamadım...
* Tokyo’da yayımlanan Asabi Shimbun’un (Doğan güneş demekmiş) tirajı
11 milyonmuş. 3 bin gazeteci çalışıyormuş. Japon ılımlılığını savunuyormuş.
* Yomiuri Shimbun, ilk Japon gazetesiymiş. Muhafazakar eğilimli gazetenin günlük tirajı 14 milyonmuş.
* İngilizlerin meşhur bulvar gazetesi The Sun, tabloid olarak dünyada en çok satan günlük gazeteymiş. 3 milyon 200 bin tirajı varmış.
* Almanların muhafazakar eğilimli halk gazetesi Bild-Zeitung ise günde 4.5 milyon satıyormuş. 11 milyon Alman tarafından okunuyormuş.
* Almanların beş büyük yerel gazetesinin toplam tirajı 1 milyon 300 binmiş.
Haber ajanslarının ilk ortaya çıkış öyküsü ise çok eğlenceli.
Amerika’nın ticaret merkezi Boston’da öteki ülkelerden haber almak isteyenler, gemileri bekler, onlardan bilgi almaya çalışırlarmış. Samuel Gilbert adında bir tüccar, bu ihtiyacı fark edip 1811 yılında yazıhanesinin bulunduğu hanın bir katını okuma ve çay salonu haline getirmiş. Salona iki büyük defter koymuş. Gemicilerden aldığı haberleri günü gününe kaydetmeye başlamış. Bilgi almak isteyenler bu defterleri gelip okumaya başlamışlar. İlk haber ajansı denemesi buymuş.
Biraz da televizyon dünyasına göz attım.
Dünyanın oluşumundan beri var olduğunu zannettiğim CNN henüz 1980 yılında kurulmuş ve dünyadaki 24 saat yayın yapan ilk haber kanalıymış. CNN yayın hayatına başladığında Amerika’da ABC, CBS ve NBC gibi güçlü televizyon kanalları bulunmaktaymış ama ne garip, sadece haber kanalı yapmayı akıl edememişler.
CNN’in sahibi Ted Turner’ın ihtirasını sevdim. “Dünyanın sonuna kadar yayın yapmayı sürdüreceğiz, son geldiğinde de onu da haber yapacağız ve Tanrı’nın yanına gidiyoruz diye bitireceğiz” demiş.
Türkiye’de durum ne peki?
Biz de gazete icat olmuş olmasına ama sanırım henüz okuyucu icat edilmemiş.