İnsanların başkaları tarafından bilinmesini istemediği sırları hep olmuştur.
Daha küçüklükten başlar bu...
Genç kız, arkadaşının kulağına heyecanla fısıldar:
- Bak bir şey söyleyeceğim ama kimseye söylemeyeceksin. Dün Osman beni öptü.
Ama her sır Osman’nın genç kızı bir kuytuda öpmüş olması kadar masum değildir.
Daha korkunç sırlar da vardır.
Kimseye söylenemeyen ihanetler, aldatmalar, kalleşlikler...
Gene de hiç kuşkusuz sırların en ürkütücü olanları, “devlet sırları”dır bana sorarsanız.
Devletlerin karanlıkta kalan bu sırlı bölümlerinin neler gizlediğini öğrenmeyi istemek bile suçtur.
Bu “devlet sırrı” kalkanının arkasında birçok oyunlar oynanır... Kimse bilmez...
Yaptığı işin devlet sırrı olduğuna, bizzat o işi yapan adamın kendisi karar verir bizim gibi gelişimini bir türlü tamamlayamamış ülkelerde.
Bazen devlet bile o sırrın devlet sırrı olduğunu bilmez.
Küçük derebeyliklerin ve büyük sırların ülkesiyizdir biz.
En içimi acıtanı da üniversitelerin bu derebeyliklerin başında gelmesi.
Kasım ayının başında Star gazetesinden Fadime Özkan çok ilgimi çeken bir röportaj yaptı CHP İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Nur Serter’le. Çok iyi bir röportajdı.
Okumadıysanız mutlaka okuyun.
Nur Serter o röportajda “1998’de İ.Ü’ye
10 bin öğrencinin kaydı yapıldı. 198 tanesi başörtülüydü.
Hepsiyle tek tek görüştük. Görüşmeleri de kayda aldık. 12 yıl geçti. Kasetleri imha edeceğim gidecek” demiş ve devam etmiş:
“Ben hiç konuşmadım, orada pedagojik formasyon alt yapısına sahip olan, işte, çocukların psikolojisini iyi anlayabilecek değişik kadın öğretim üyelerimiz vardı.”
Yıllardır konuşulan ama hakkında hiçbir şey bilinmeyen ikna odaları...
O röportajın üzerinden yaklaşık iki hafta geçti. TESEV’in yeni yayınlanan “Başörtü Yasağı ve Ayrımcılık” raporunda ikna odalarından geçmiş kızların anıları yayınlandı.
Onlardan biri Seldanur, Hürriyet gazetesinden istifa ederek ayrılan Oktay Ekşi’nin de bu ikna odalarında kızlarla konuştuğunu iddia etmiş. Ve Nur Serter’le Necla Arat’ın da orada olduğunu söylemiş.
Nur Serter o odalara girdiğini unutmuş demek ki... Gün geliyor, insanlar yaptıklarını unutmak zorunda kalıyor işte.
O dönemin rektörü Kemal Alemdaroğlu ise “İkna odalarını tartışmak anayasanın ilk üç maddesine aykırıdır” demiş.
Yani o odaları tartışmak “laikliğe” aykırı...
Onun için o odalar da, oralarda olanlar da konuşulmayacak, tartışılmayacak, sır olarak kalacak.
Dedim ya, “devlet sırrı” kavramı biraz tuhaftır bizim ülkemizde.
Rektörler bile “tartışılmayacak” konuları ve devlet sırlarını belirleme gücüne sahiptir.
Genellikle devlet sırrı, düşman olan yabancılardan saklanan gerçeklerdir ama bizim gibi ülkelerde devlet sırlarını yabancı devletler bilir de, bu “sırlar” halktan saklanır.
Ama son yıllarda Türkiye’de olan önemli değişiklikler sayesinde devlet sırrı denen karanlık perdenin arkasında kalanlar birer birer ortaya çıkıyor.
Böyle giderse yakında yabancı devletlerin bizim ülkemiz hakkında bildiklerini, biz de öğreneceğiz galiba.
Serserinin çiçekleri ümit veriyor
Geçtiğimiz pazar “Mevsimlere bakma, çiçeklere bak zamanı anlamak için” yazıma çiçeklerle ilgili bir mail geldi.
Seversiniz diye düşünerek aktarıyorum.
“Sanem hanım, çiçeklerle ilgili yazınızı okudum.
Tanıyorsunuzdur belki ama yine de beğeneceğinizi umduğum çiçekleri de iyi anlatan bir şairden mısralar göndermek istedim size. Sevgiler...
Seniha Coşar”
Seniha bana François Villon’dan mısralar göndermiş. İsmi görünce, “Enteresan bir hayat hikâyesi vardı bu şairin” diye düşündüm ama neydi, hatırlayamadım...
Hemen google’a sordum.
François Villon, 15. yüzyılda yaşamış bir Fransız şair. Ama büyük bir şair. Eleştirmenlerin çoğu modern şiir çağını Villon’un başlattığını söylüyor.
Fakir bir ailenin çocuğu olan François’yı bir papaz büyütüp okutmuş. Büyürken serserilerle soygunlara karışan Villon bir taraftan da en iyi şiirlerini yazmaya başlamış.
Bir yandan yağmalara soygunlara karışıyor bir yandan hanlarda, meyhanelerde şiirler okuyormuş.
Bir ara hapise girmiş, XI. Louis’nin tahta geçmesiyle ilân edilen genel afla çıkmış.
Ama yeniden eski hayatına dönmüş, yağma, kavga, soygun ve güzel şiirler...
İki yıl sonra handa çıkan bir kavgada, bir adamı öldürmüş. İdama mahkûm olmuş.
O sıralar 32 yaşındaymış. Şiirleri göz önünde bulundurularak cezası sürgüne çevrilmiş. Ve ortadan kaybolmuş.
Bu kadar karanlık, belalı bir hayatın içinde bu kadar güzel şiirleri yazmasını nasıl becerdiğini kimse anlayamamış.
“Gözyaşlarıyla gülen bir şairdi” derlermiş onun için.
Ölüm ve hayatın birleştiği incecik çizginin üzerinde korkusuzca dolaşırken şiir yazmayı hiç bırakmamış François Villon. Ve ümidini...
Ve Seniha, Villon’un en güzel mısralarından birini göndermiş bana... Bize...
“Meyveler çiçeklerin umdurduğundan da güzel.”
Her türlü değişimden korkan, her kıpırtının bir felakete dönüşeceğini sananları bile ümitlendirecek kadar güçlü bir anlatım.
Teşekkürler Seniha Coşar.
Katile saygı var da ölene saygı yok mu?
Geçtiğimiz salı akşamı TRT‘de Kozmik Oda programına, Rıdvan Memi‘nin sorularını yanıtlamak için Türkiye’nin en meşhur katili, Mehmet Ali Ağca çıktı.
Üç gündür de tartışması devam ediyor.
Ben şöyle düşünüyorum:
Eğer bir katil, bir terörist, bir kaçakçı, bir hain, bir kötü insan televizyona çıkacaksa sonucunda mutlaka gazetecilik adına önemli bir gelişme olması gerekiyor.
En azından soruları soran kişinin kariyeri için bu önemli.
Ağca’nın televizyona ya da TRT’ye çıkması, ancak yapılan gazetecilikte eksik varsa yanlıştır! Ki öyle de oldu.
Rıdvan Memi “Abdi İpekçi cinayetini konuşmayacağım” diyen, Abdi İpekçi’nin katilini çıkardığı programında kendisi açısından kötü bir gazetecilik yaptı.
Mevzu bence bu...
Atatürk’e “Özledim” şarkısı söylenir mi?
Yine geçtiğimiz salı akşamı İzzet Çapa‘nın Nahide‘sinde Selami Şahin sahneye çıkıyordu. Ben de gittim. Gittiğimde gördüm ki, Selami Şahin gazeteciler, sosyete, Ajda Pekkan ve tanımadığım bir sürü insan tarafından çok seviliyor. Çok kalabalık bir geceydi.
23.30’da sahneye çıkan Şahin, saat gece yarısı olduğunda, yani gün 10 Kasım’a Atatürk’ün öldüğü güne geçtiğinde, sahneden 10. Yıl Marşı’nı söylemeye başladı ve insanları ayağa kalkmaya davet etti. İnsanlar da kalktı. Kalkmazlarsa çok yanlış birşey yaparlarmış duygusuyla. Eğlenmek için, içki içmek için, dans etmek için gidilen bir yerde gece yarısı bu olanları anlamak zordu gerçekten.
Kalkmayanlar da vardı. Ben kalkmadım, yan masamda oturan “the gazeteci” kalkmadı, masalarımızdaki dostlarımız kalkmadı.
Bu tuhaflığın şokunu daha atlatamamıştık ki, Selami Şahin, gözlerinden yaşlar akarak Atatürk’le ilgili bir konuşma yaptı ve “Özledim” adlı parçasını Atatürk’e ithaf edip okudu. Sevgililerin birbirine söylediği, hatta Selami Şahin söylediği için bir kadını anlattığını düşündüğüm, o meşhur parça işte:
- Özledim teninin kokusunu özledim,
- Özledim sımsıcak sohbetini özledim,
- Özledim sohbetini o sesini özledim,
- Gözbebeğim can yoldaşım gelmedin.
O andan itibaren, sahnedeki adamın şarkılarını ve belki de kendisini ciddiye almak çok zor oldu hepimiz için.
Atatürk’ü sevmek bu kadar yersiz ve “sömürülen” birşey olmamalı... İşte tam dediğim bu...
Özhan Canaydın’a yapılacak ‘en büyük hakaret’
Her gün gazeteye giderken önünden geçiyorum Galatasaray’ın Seyrantepe’deki yeni stadının. Uzay gemisini andıran stadda maç seyredeceğimiz günleri düşünerek heyecanlanıyorum.
Duvarlarında her türlü tabela var. VARYAP, Toki, Türk Telekom, Galatasaray... Benim bildiğim, eğer rahmetli Özhan Canaydın olmasaydı, ortada bugün ne Aslantepe olurdu ne de Adnan Polat.
Özhan Canaydın’la her karşılaştığımızda öyle içten anlatırdı ki Aslantepe macerasını. Orayı alabilmek için ne kadar büyük emek ve zaman harcadığını biliyorum. Onu yakından tanıyanlar “Özhan Canaydın’ın sağlığını ve hayatını kaybetmesinin en önemli sebebidir bu stat” derler.
Ama şimdi dışardan bakınca bu eserde Özhan Canaydın’ı hatırlatan en ufak bir ibare bulunmaması canımı sıkıyor.
Bu işi bilenlere sordum, “Neden yeni stada Özhan Canaydın ismi verilmez?” diye...
Meğer Türk Telekom, yılda 10 milyon dolar ödeyerek stadın ismini satın almış.
“Türk Telekom Özhan Canaydın Stadı” çok mu kakafonik bir isim olur bilemiyorum ama herhangi bir tribüne, bir yere Özhan Abi’nin adı verilmezse, bunun adı olsa olsa “Adnan Polat’ın vefasızlığı” olabilir benim için.
Dün gazetelerde yer alan haberler de cabası.
Adnan Polat, geçen ay Divan Kurulu toplantısında “Özhan Abi, G.Saray’ın kredi alması için bankalara kefil olmuştu.
Ama vefat edince bankalar evine 5 milyon dolarlık haciz getirdi. Allahtan biz devreye girdik de, parayı ödeyerek haczi kaldırdık” demişti.
Çarşamba günkü Divan Kurulu’nda Hayri Kozak isimli üye kürsüye çıkarak, Polat’ı yalan söylemekle suçlamış. “Böyle bir şey yaşanmadı. Canaydın, vefatından önce 5 milyon doları bankaya ödedi ve borcu kendisi kapattı. Bütün bunların belgesi elimde. Polat, Canaydın üzerinden kendine prim yapmaya çalışıyor” dedi.
Sahi G.Saray’da neler oluyor?
Tamam, yöneticiler pek becerikli değil, futbol takımı kurmasını bilmiyorlar, kriz yönetemiyorlar, 90 senede sahip olunan “Avrupa Fatihi” ünvanı çoktan kaybedildi.
Ama G.Saray’ı G.Saray yapan temel değerleri hiçe saymak nereden çıkıyor?
Özhan Canaydın’ın adını onun yaptığı stada veya en azından bir bölümüne vermezken, Özhan Canaydın adından prim yapmak, üstelik olmayan bir şeyi varmış gibi gösterip Canaydın’ın kemiklerini sızlatmak...
Yoksa G.Saray, bu kadar mı ölüyor?