Pazar günü Ayşe Arman’ın Elif Şafak’la yaptığı röportajı okurken yazarların mutsuzluğa merakına takıldı aklım.
Elif bana da buna benzer şeyler anlatmıştı röportaj yaptığımızda.
‘Şaşırarak’ bakmıştım bu ihtiyaca.
Elif, “Ben güneşli, yazlık yerlerde mutsuz oluyorum. Enerjim düşüyor. Tek istisna Arizona. Ne kadar güneşli olsa da, orada garip bir şey var. Hüzün ve ağırlık var” demiş yeni romanını yazmak için neden Londra’yı seçtiğini anlatırken Ayşe’ye.
K Dergisi için Londra’daki evinde röportaj yaptığım Alain de Botton da, “Mutluluk yaptığımız şeylerin tesadüfi yan ürünüdür. Esas olan mutsuzluktur, biz insanlar mutlu olmak için yaratılmamışız” demişti bana.
O zaman da çok şaşırmıştım.
Enerjisini, karanlıktan, hüzünden ve ağırlıktan çıkarmak...
Güneşte, sevinçte, hafiflikte enerjisiz kalmak...
Mutsuzluğu “esas” olarak görmek. Bunu idealize etmek...
Yanlış hatırlamıyorsam Faulkner, “Yaşayabilenler yaşar,
yaşayamayanlar da yazar” demişti.
Yaşayamadıkları, güneşe çıkamadıkları, paylaşamadıkları, hafifleşemedikleri için ‘yazıya sığınmalarında’ doğal bir acı ve o acıya bir çare aramak var.
Güçlerini ve mutluluklarını, güçsüzlükleri ve mutsuzlukları yaratıyor belki de yazarların.
Ama doğrusu ya, yazarların “mutsuzluğu” aradıklarını sanmıyorum, onlar mutluluğu diğer insanların bulduğu yerde bulamıyorlar sadece.
Onun için, başka insanların gidemediği “alemlere” giderek arıyorlar o mutluluğu.
Mutluluğu bulabilmek için yazıyor onlar.
Yazmak için mutsuzluğu aramıyorlar.
“Mutlu bir yazar” görmedim hiç, yazarlara ait okuduğum hiçbir hayat hikâyesinde “mutluluğa” rastlamadım ama “mutsuzluğundan” mutlu olan bir yazar da duymadım.
Hüznü, karanlığı, ağırlığı niye arasınlar, bunlar zaten onların kendi içlerinde var.
Hayatları, kendi “içlerinden” kaçmaya çalışmakla geçiyor bence, kaçabildikleri tek yer de yazı olduğu için oraya kaçıyorlar.
Ben yazarları ve mutsuzluklarını, sürekli o mutsuzluktan kaçmaya çalıştıkları ve kaçarken o mutsuzluktan herkesin paylaşabileceği mutluluklar üretebildikleri için seviyorum.
Ama “mutsuzluk” o kadar mükemmel ve “esas” olsaydı, yazarlık diye bir meslek olmazdı bence.
O mutsuzluklarının içinde “mutlu mutlu” otururlar, ondan kurtulmak için yazı yazmazlardı.
Belki onun için mutsuzluğun “idealize” edilmesini anlamıyorum.
Mutsuzluğu idealize etmenin, “esas” olarak görmenin, gerçek edebiyatı sakatlayacağından korkuyorum.
Hoşuma gitti
Jay Leno Show’da, 2008 Cumhuriyetçi başkan yardımcısı adayı Sarah Palin’in 20 yaşındaki kızı Bristol Palin’i seyrettim. Türkiye’de de başlayacak olan “Dancing with the stars” (Yıldızlarla dans et) yarışmasına katılıyormuş. Leno “Annene sordun mu katılmak için?” dediğinde Bristol, “Kimseye sormadım, bağımsızlığıma düşkünümdür” dedi. Leno çok güldü. 17 yaşında evlenmeden çocuk doğuran biri için, bağımsızlığına düşkün olduğunu dans yarışmayla açıklamak, hoştu doğrusu.
Maceramız
Geniş, büyük, karanlık bir hangar... İçinde milyonlarca insan yerlerde sürünüyor. Hangarın bütün pencereleri, kapıları kapatılmış.
Pencerelerle kapıların üstüne açılmasın diye çakılan tahtaların bazıları, zaman içinde zorla da olsa kırılarak çıkarılmış ama hâlâ bütün pencereler kapalı.
Yerde sürünen milyonlar, her soluk alıp verdiğinde hangarın havası daha da ağırlaşıyor.
Karanlık hangarın tam ortasında yüksekte bir koltuk var.
Koltuğun etrafında gaz maskeli adamlar dolaşıyor.
Kalabalık “Biraz hava” diye inledikçe, maskeli adamlar bağırıyor:
“Koltuğa Kemal Kılıçdaroğlu otursun hava gelir.”
“Ancak Bahçeli oturursa hava gelir.”
“Koltukta Kürtler oturamazsa hava gelmez.”
“En iyisi biz oturmaya devam edelim, birazdan açacağız pencereleri.”
Kalabalık ise havasızlıktan ezilmiş, yerlerde sürünerek bağırıyor “Biraz hava.”
Kalabalık son bir ümitle maskelilerin sözlerini tekrarlıyor:
“Kılıçdaroğlu otursun... Hayır o oturmasın, Bahçeli otursun... Tayyip kalksın Kürtler otursun... Tayyip varken başkası nasıl oturur?”
Birileri çıkıyor kalabalığın içinden, “Koltuğu bırakın, pencereleri açın. Pencereler açılmadıkça koltuğa kim otursa otursun biz boğuluruz” diye bağırıyor...
Maskeliler bu teklife şiddetle karşı çıkıyor:
“Pencereleri açmayın, dışarıdan soğuk gelir, zatürre olursunuz.”
Ama “Pencereleri açın” sesi giderek artıyor.
Maskeliler daha fazla kızıyor: “Pencereyi unut ve koltuğa bak, öyle kurtulursunuz ancak.”
Hava gittikçe ağırlaşıyor hangarın içinde, iniltiler artıyor.
Maskeliler akıl vermeye devam ediyor.
Küfürler duyuluyor. Kavga etmeye başlıyor maskeliler. Birbirlerine kızıyorlar.
Kalabalıktan çığlıklar duyuluyor:
“Kırın pencereleri.”
Tahtalar sökülüyor, pencereler kırılıyor.
İçeri ışık ve hava giriyor.
Maskeliler hâlâ kavga ediyor.
Onlar itişirken kırılan pencereler artıyor.
Dayanın! Kapıyı açmaya çok az kaldı.
Kazakistan maçında Fatih Terim olsaydı
Son zamanlarda seyrettiğim spor programları ve karşılaşmaları, herşeye olumsuz tarafından bakmaya meraklı yorumcuların çok sıkıcı olduğu şu günlerde, spor dünyasında bundan sıkılanlar için artık harika alternatiflerin var olduğunu gösterdi.
Birkaç örnek vereyim.
Türkiye-Fransa milli maçı.
20 sayı öndeyiz. Maçı NTV’den anlatan Murat Murathanoğlu ile İhsan Bayülken’i dinliyorum. Sanki 20 sayı gerideymişiz gibi kasvetli yorum yapıyorlar:
“Bu basketi atmamız lazım yoksa bizim açıızdan sıkıntı olur.”
“Ersan İlyasova hiç sayı atamadı, acaba kalan 4 dakika 32 saniyede bu durum bizim takımı nasıl etkiler?”
“Son 2 hücumdur basit top kayıpları yapıyoruz.”
Aslında çoktan maçı bitirmiş, çeyrek finale çıkmak üzereyiz. Ama kültürümüz bu işte! Negatiften beslendiğimiz için maçı coşkuyla, heyecanla anlatamıyoruz bile.
Sadece basketbol için geçerli değil bu kötümserlik. Fazlası futbolda da var.
Kazakistan’ı 3-0 yendiğimiz gece, ben Türkiye’nin oynadığı futbolu, attığı birbirinden güzel golleri hakkını vererek, üstüne biraz da coşkusunu koyarak anlatan kimseye rastlamadım. Anlı-şanlı yorumcuların hepsi, “Hiddink gelmiş de ne olmuş? Kadro bile aynı. Alt tarafı 3-0 kazandık, ayrıca kalemizde 4 tane pozisyon verdik” diye anlatıyorlardı.
Hafta başı, Guus Hiddink’i izledim NTV’de.
Türk futboluyla ilgili çok çarpıcı ve fazlasıyla gerçekçi yorumlar yapıyordu.
“Genç oyuncu yetiştiremezseniz, Türkiye’den bir futbol ülkesi yaratma hayâliniz boşa çıkar. Siz 22 yaşındaki koca adamları genç oyuncu sanıyorsunuz. Halbuki benim için genç oyuncu 17-18 yaşındadır. Bu yaştaki gençleri kulüp takımlarında oynatamıyorsunuz. Başkanlar ve teknik adamlar, baskıdan çekindikleri için tecrübeli ve ünlü yabancıları transfer ediyor. Onlar da bu gençlerin önünü tıkıyor. Korkmayın ve gençlere güvenin” diyordu.
Hiddink’i dinlerken “Aynı kadro ile çıktı” eleştirisi yapan tüm dostlarıma güldüm açıkcası. “Ne kadro bırakıldı ki, ne seçim yapsın?” diye düşündüm.
Kazakistan maçı öncesi yaptıkları da dikkatimi çekti Hiddink’in. Kazak polisi, milli futbolcuları aramaya kalkınca çok iyi Rusça konuşan Hiddink devreye giriyor, polislere kızıyor, oyuncularını teker teker arama yapılmadan stada sokturuyordu. Gözlerimi kapadım ve Hiddink yerine Fatih Terim’in orada olduğunu hayal ettim. “Bir Türk, Kazakistan’a bedeldir” deyip adamlara saldırmayacağının hiç garantisi yoktu bana göre.
Lig TV’ye bakıyorum. Artık hakem analizlerini Marcus Merk yapıyor. Erman Toroğlu veya Ahmet Çakar gibi meseleleri kişiselleştirmeden, şova dönüştürmeden sadece futbol yorumu yapıyor. Ve en önemlisi, ikna ediyor, güven veriyor.
Geçen akşam Ali Ece’nin programında Financial Times’tan Simon Kuper’i gördüm. Bir saat sakin sakin futboldan bahsettiler. Bayıldım anlattıkları her şeye.
Türkiye değişiyor.
Belki Kürt açılımını yapamıyor ama sporda belli bir açılım gerçekleştiriyor.
Guus Hiddink, Marcus Merk, Simon Kuper, Guti Hernandez, Quaresma.
Türkiye değişiyor.
Korkarım Fatih Terim’in, Erman Toroğlu’nun, Hıncal Uluç’un yerlerini futbolu ‘kendilerinden’ daha çok seven insanlar alıyor.