Müthiş aklı başında önerilerim var aslında. Tayyip Erdoğan’a “hayır” diyen %42 ile barışmak için nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda çok güzel öğütler verebilirim.
Kemal Kılıçdaroğlu’nu muhalefet etme biçiminden dolayı eleştirip kendisine yol gösterebilirim.
Medyada atışmayı sevenlere, hem karşısındakini kızdıracak hem okuyanı gülümsetecek maniler gönderebilirim.
Ama...
İstanbul harikulade bir son yaz yaşıyor.
Havalar serinliyor gibi olsa da dallar hâlâ yeşil. Geçen gün otları yakıyorlardı mahallede. Ağaçların insanın çocukluğunu hatırlatan hafif baharatlı kokusu yanık otların kokusuna karışmıştı.
Üşütmeyen bir rüzgâr esiyordu.
Öyle bir hava oluyor ki bazen işte, insan aklıbaşında olmaktan utanıyor.
Böyle havalarda, yazılamayacak şeyleri yazmak istiyor.
Aslında nasıl da azaldı değil mi, yazılamayacak olanlar. Eskiden yazılanlardan ne kadar fazlaydı yazılamayanlar.
Ama hâlâ var bana sorarsanız.
Çünkü hâlâ yalanlar var...
Öyle bir yazı yazılabilmeli ki, bir anda insanlar bütün yalanlardan soyunsun.
Bütün yollar, evler... Hatta daha büyük evler yalanlardan soyunmuş çırılçıplak insanlarla dolsun.
Bütün o sözler, o yazılar, o nutuklar...
Bu son yaz güneşinin ışıkları insanın tenini şeffaflaştırıyor sanki. Bu şeffaflığın içine o aklı başındalığı nasıl koyarsınız? O yalanları nasıl acımasızca yerleştirebilirsiniz?
Fevkalade akıllar satabilirim:
“Sen şöyle yap, sen de şöyle söyle yap, ülke de böyle böyle olsun...”
Ama yalanları en bol olan parçamızı, geçmişimizi yazamayız tabii.
Kadınlarla erkekler hakkındaki doğrular da söylenmez.
İş adamlarının görünmeyen karanlık yüzlerine ışık tutmayı zaten aklından bile geçirme.
Ciddi ciddi oturur, yalan olduğunu bal gibi bildiğimiz yalanları en hakiki gerçeklerimizmiş gibi konuşuruz.
Asırlardır böyle yaparız bunu.
Sonra bir yerlerden son yaz güneşi çıkar gelir. İnsan, ağaçların kokusunu duyar.
Kendi kendine mırıldanır ‘yalancılar.’
Ve yazılabileni yazmaktan da vazgeçer...
Aklı başında olmaya değmez bu havada.
Bursa’yı kıskanıyorlar
Spor sayfalarındaki bir haber dikkatimi çekti..
Beşiktaş dışındaki 17 Süper Lig kulübü, yarıda kalan Gaziantep-Bursa maçının Bursa lehine hükmen sonuçlanmaması için Türkiye Futbol Federasyonu’na başvurmuş.. Hatta G.Saray Başkanı Adnan Polat, bu konuda bizzat federasyona gidip “Karşılaşma kaldığı yerden devam etsin” teklifi yapmış... Sonuçta ne olur bilemem... Ama görünen o ki, hepsi Bursa’dan korkuyor...
Bursa, şu anda 6 maçta 6 galibiyet alarak şimdiden F.Bahçe’ye 8, G.Saray’a 6 puan fark atmış durumda..
Büyüklere samimi bir önerim var: Bursa’nın hükmen galibiyetini engellemekle uğraşacaklarına, kulüplerini doğru düzgün yönetsinler. Yoksa atı alan yine Üsküdar’ı geçecek.
Google ve Erdoğan
“Tarihte bugün” sayfalarında dolanmaya bayılırım. Yaşadığımız bugünde, daha önceki yıllarda neler olmuş merak ederim.
Toplumların gelişmişliği veya geri kalmışlığı konusunda müthiş ipuçları verir.
“Geçmişte bugün ne olmuş?” diye bakarken;
n Eski Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas İstanbul’da Devrimci-Sol örgütü tarafından öldürülmüş.
n İngiliz şair T. S. Eliot doğmuş.
n Türk Dil Kurultayı toplanmış. Yüzyıllar boyunca Türk diline giren yabancı kelimeler Türkçe’den arındırılmış. Dil Bayramı ilk kez bugün kutlanmış.
Sonra Eylül’ün 27’sine geçtim nedense... Geçmişte yarın neler olduğunu merak ettim.
27 Eylül 1998’de Google web sitesi açılmış.
12 sene geçmiş nerdeyse her şeyi bir çırpıda öğrenmeye başlamamızdan bu yana..
Google’la ‘küçülürken’ dünya, “Türkiye’de o yıl neler olmuş?” diye merak ettim bu sefer.
5 Kasım 1998’de Danıştay, 10 aylık hapis cezası kesinleşen Recep Tayyip Erdoğan’ı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan düşürmüş mesela.
12 yıl sonra duruma baktığımızda... Google da Erdoğan da çok yol almış gözüküyor.
Ama asıl şunu düşündüm: Acaba bizim siyasetçiler google’da en çok neleri merak edip araştırıyorlar?
Sanırım, Rembrandt’ın hayatını ya da NASA’daki son gelişmeleri değildir.
Bu doğallık yakışıyor...
İki fotoğrafa da bayıldım...
AB Parlamentosu’na 40 günlük bebeğini göğsüne sarmalayarak gelen İtalyan milletvekili Licia Ronzulli’nin fotoğrafı.
Bir de BM Genel Kurulu’nda Abdullah Gül’le konuşurken bir taraftan da rujunu tazeleyen Hillary Clinton’ın fotoğrafı.
“Ben kadınım, siz de benim o kadar umurumda değilsiniz”i pek latif ve pek doğal bir şekilde göstermişler... Hilmi Yavuz’dan ödünç alınan bir esintiyle söylersek...
“Bu letafetle doğallık ki, en çok yakışandır bize.”
Polise rağmen yumruk
Tophane olaylarıyla ilgili en çarpıcı haberi önceki gün Güneri Cıvaoğlu’nda okudum.
“Galeride saldırıya uğrayanlar, polis geldikten sonra dışarı çıkmışlar. Ancak...
Saldırganlar hâlâ oradaymış.
Gelen ekipten biri miydi, bilemiyorum... Polis galerideki konuklardan birine “Bunların içinde saldırganlar var mı?” diye sormuş. İçlerinden biri için “İşte o” cevabını almış. Peki sonra?
Gösterdiği şahıs yaklaşmış ve kendisini gösterenin burnuna yumruğu patlatmış.
Kimse de onu alıp polis merkezine götürmemiş.”
Galeriye yapılan saldırı kadar canımı sıktı bu...
Hem galeriye saldıracak, hem de mağdura polisin yanında yumruk atacak kadar kendilerini güvende hisseden bir topluluktan söz ediyoruz..
Çok merak ediyorum, o yumruğu atan şehir eşkıyasının akıbeti ne oldu?
Eğer kendini boksör sanan o vandal, Tophane sokaklarında elini kolunu sallayarak geziyorsa biz hangi güvenlikten, hangi açılımdan, hangi kültür başkentinden bahsedebiliriz ki!
Bunu ben demek isterdim
Yanlış hatırlamıyorsam bunu Turgut Özal söylemişti:
“Türkiye’de kültür darboğazı vardır.”
Bunu 1990’lı yılların başında söylemiş olmalı. 20 yıl geçmiş.
O daha önce söylemiş olmasaydı, ben şimdi söylemiş olmak isterdim.
“Zamana dayanan söz” diye ben buna derim...
Bir toplumun dünya nimetlerini çoğaltması, bunlardan yararlanma biçimi onun kültürünü yaratır.
Bu açıdan bakınca bizim toplumda çeşitli çağlarda yaşayan, çeşitli çağların anlayışlarına bağlı öbekler olduğunu görüyoruz.
Bizim toplumumuz çağ birliği yaratamıyor sanki.
Din, dil, ırk birliği yaratmak bile her zaman yetmiyor çağ birliği yaratmaya.
Kimisi ondokuzuncu yüzyıl anlayışıyla yaşıyor, kimisi yirmibirinci yüzyıl anlayışıyla.
Bu da bazen aynı semtte yaşamak isteyen insanlar arasında bile, Tophane’de gördüğümüz gibi ciddi uçurumlar, anlaşmazlıklar yaratıyor.
Kolay unutulmayacak yaralar açıyor, affedilmesi zor olaylar çıkarıyor...
Diğer bütün birlikleri yaratsak bile “çağ birliği” yaratmak epey zamanımızı alacak gibi gözüküyor.