Şanslı bir kuşağız...
Türkiye’deki bütün inançların, alışkanlıkların değiştiğini, tabuların kırıldığını, yeni bir düzenin oluştuğunu görüyoruz.
Olup biten her şeyi özgürce düşünüp değerlendirebilir, bu geçiş çağının tüm eğlencesini, heyecanını yaşayabiliriz istersek.
Tabii bir inancın içine kıvrılıp yatmaktan hoşlanıyorsanız ya da kolay nutuklarla işi idare etmek istiyorsanız durum değişir... Çok şanssız bir zamanda dünyada yaşıyorsunuz demektir...
Çevremdeki bazı insanlara bakıyorum da yaşadığı andan memnun değiller.
Türkiye’deki değişim onları heyecanlandırmıyor.
Hatta “Korkuyorum” diyorlar. Kozasının içindeki tırtıla sorsanız o size yaşadığı hayatı şöyle tarif edecektir:
“Karanlık, bunaltıcı, sıkıcı...”
Aynı tırtıl ertesi sabah kozasını delip bir ipekböceği olacağını, aydınlığa çıkacağını bilmez, çünkü o bir tırtıldır...
Doğrusunu isterseniz bazen tırtılsı bir toplumda yaşadığımızı düşünüyorum.
Her iyi şeye rağmen hep aynı şikayetler, aynı karamsarlık...
Ülkemizde hâlâ çok sıkıcı şeyler var. Haksızlıklar var, dünyanın gidişatını algılamayan politikacılar var, kuşkuyla baktığımız hukukçular var...
Ama kozayı delip bir ipekböceği olacağımızın işaretleri de var.
12 Eylül referandumu böyle bir işaretti işte. Bu değişimi izlemeyi, parçası olmayı heyecanlı bulursanız bir süre sonra o sıkıldığımız karanlık, ipekböceği olarak terk edeceğimiz kozanın içinde kalacak.
Bizi ise aydınlık, özgür, mutlu bir dünya bekliyor.
Yakında kanatlanıp arasına katılacağımız aydınlık dünyanın şartları var ama.
O şartlara ayak uydurmak için en azından bu ‘Korkuyorum’ laflarını bırakmamız, kronik karamsarlıktan vazgeçip biraz da geleceğin bize neler vaat ettiğini görebilmemiz lazım.
Niye her şey kötü olsun?
Niye bu kadar çok korkulacak şey olsun?
Niye tırtıllığı bu kadar benimsiyoruz?
Bakmakla görmek aynı şey değil...
Sadece bakıyoruz ama görmüyoruz...
Gerçekten görsek, korkar mıyız değişimden?
Kelebek olacağını bilen hangi tırtıl korkar değişmekten?
Ezel bu... Önceden tahmin edilemez...
Geçen sezonun en sevdiğim dizisi Ezel, pazartesi akşamı yeniden başladı.
Bu, “Yaz bitti” manasına mı geliyor?
Benim için evet... O sıkkınlıkla geçtim televizyonun karşısına...
Yazın bitmesini istemiyorum. Diziler başlasın istemiyorum.
Yaz bitti, dizi başladı...
Başlar başlamaz da, bıraktığı yerden devam edeceğini gösterdi...
Öyle çabuk içine aldı ki seyirciyi Ezel, üç saat sonunda “Bir daha pazartesileri zor bir yere giderim” diye düşündüm...
Diziye bu sene katılan Haluk Bilginer’i aslına bakarsanız önce yadırgadım. Çünkü o karakteristik sesi, sit-comlarda duymaya öyle alışmışım ki, o ‘duran’ hali bana gerçek gelmedi nedense önce. Ama telaşlanmadım. “Nasılsa seveceğim” diye düşündüm. Haluk Bilginer bu...
Tren garındaki Ramiz Dayı (Tuncel Kurtiz) ile Kenan Birkan’ın (Haluk Bilginer) buluşma sahnesindeki iki düşmanın birbirine duyduğu saygı ise çok çarpıcıydı. İnsan düşmanıyla övünebilmeli gerçekten.
Çünkü sizin kim olduğunuzu biraz da düşmanınızın kim olduğu belirliyor..
Zaten Ezel tüm duyguları zıttıyla anlatan bir dizi...
Aşkı nefretle, affetmeyi intikamla, dostluğu düşmanlıkla, cesareti korkuyla, sadakati ihanetle...
Ama bunu öyle kolayından, tahmin edebileceğiniz gibi yapmıyor.
Hangi duygunun arkasına hangisi gizlenmiş, sahne bitmeden anlayamıyorsunuz. Çok şaşırdığımı biliyorum Ezel’i izlerken geçen sene.
Ezel, gücünü tahmin edilemez olmasından alıyor.
Senaristler ‘zannettirme’ işini çok çarpıcı bir şekilde yapıyorlar.
Siz ne düşünüyorsunuz, ne çıkıyor? Ne sahnenin sonunu, ne bölümün sonunu, ne konunun sonunu öngöremiyorsunuz.
Geçen akşam Habertürk’te konuşuyorlardı: “Tayyip Erdoğan etkileyici bir lider çünkü ne yapacağını önceden kestiremiyorsunuz.”
Ezel’i seyrederken bunu düşündüm, ne yapacağını bilemediklerimiz her zaman bizi çok etkiliyor mu gerçekten?
Alex, Aykut Kocaman’ı sabote mi ediyor?
Aykut Kocaman mı Alex mi? Tartışma bu...
F.Bahçe önce Şampiyonlar Ligi’nden elenip 20 milyon Euro’luk muhtemel gelirden oldu, hemen ardından Avrupa Ligi’nde de elendi. Ligdeki 4 maçta alınan 2 yenilgi de “Şampiyonluk da mı elden gidiyor?” tedirginliğini yarattı ve tartışma başladı.
Aykut, Alex’i iyi idman yapmadığı gerekçesiyle istenildiği kadar kullanmıyor. Sezon başında Aziz Yıldırım’a da bunu söylemiş: “Alex’e saygı duyuyorum ama artık yaşlandı, temposu düştü. İdman sevmiyor. Sezon sonu F.Bahçe’ye veda eder. Alex için yapabileceğim tek şey, onu kötüyken yedek bırakmak. Kulübeye alışsa iyi olur..”
Son Kayseri deplasmanından sonra ortalık iyice toz duman oldu. Ben de işin perde arkasını merak ettim, “Aykut Kocaman yanlış yapıyor olabilir mi gerçekten?” diye. Kocaman’a ve F.Bahçeli yöneticilere çok yakın bir dostumu aradım. Aykut-Alex krizi hakkında ilginç şeyler anlattı:
“Aykut’un futboldaki kriteri idmandır. Geçen sezon sportif direktör olduğu için takımın içindeki düzensizliği biliyor. Brezilya ekibi, idmanı ve idman yaptıranı sevmiyor.
Aragones’in ve Daum’un başına gelen de buydu. Sıkıyı gördükleri zaman, Alex devreye giriyor ve kulüpte kriz ortamı oluşturuyor. Aykut buna izin vermiyor şimdi. Alex de en kritik maçlarda topa ayağını bile vurmuyor ve Aykut’u sabote ediyor!”
Hep aynı soru, teknik direktör mü yıldız futbolcu mu haklıdır. Ama şurası sanki net: F.Bahçe’den ya Aykut gidecek, ya da Alex... Pazar günkü Beşiktaş derbisinden sonra durumun ne olduğu daha net ortaya çıkacaktır.
F.Bahçe ikisini birden tutabilecek bir zihniyete sahip olabilirse başka tabii...