Türkiye’de hemen hemen hiçbir dalda yeni bir fikir, çarpıcı bir araştırma çıkmıyor.
Bir iki istisna dışında Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik yapısını çözecek incelemeler yayınlanmıyor. Ne fizikte, ne tıpta, ne kimyada şöyle bir dosyayı dolduracak miktarda dünya çapında yeni buluşlarımız var.
Hiçbir düşünceyi kendimiz yaratmıyorsak, bize ait yapıyı kendimiz incelemiyorsak... O zaman Türkiye’nin aydınları ne işe yarıyor?
Yoksa bizde aydın tanımına uyacak bir kesim yok mu?
Aydın, düşünce üreten insandır... Ya da bulunmuş düşünceleri kitlelere aktarandır...
Bizde birinci tanıma uyan aydın tipi çok çok az... Kendimiz bir şey bulamadığımız için, bulunanı kitlelere aktaracak bir kesim de zaten olmuyor... Olsa olsa dışarıda bulunanı içeride taklit edenler oluyor.
Bizim aydın dediğimiz de aslında işte bu okuryazar takımı.
Okumasını yazmasını bilmek, biraz sinemayla, biraz da müzikten anlamak, biraz özgür yaşayabilmek, aydın olmaya yetiyor bizim ülkede.
Halbuki gelişmiş bir ülkede sıradan bir lise mezununun özellikleridir bunlar.
Bir de bizim aydınlar daima ilericidir...
Peki hiçbir beyinsel üretimde bulunmayan bir kesimin ilericiliğinin ölçüsü ne... Benim görebildiğim kadarıyla çok zavallıca... Ülkemizde sivil bir hükümete muhalif olmak ilerici olmaya yetiyor.
Öyle, egemen güçlerin topluma dayattığı inanışları gözden geçirmek, toplumun gelişimini engelleyen bu donmuş inançları sarsmak gerekmiyor.
Şimdi aynı ‘aydın’ kesim bu sefer beyaz Türk oldu.
Bütün klasik müzik dinleyen, çağdaş sinemayı takip eden, evinde kütüphanesi olan, barda tanıştıklarıyla sevişebilen herkes aydın, herkes beyaz Türk...
Ülkemizde yaratılan tartışmalar, çölde yürüyen deve kervanları gibi etrafı toza dumana boğuyor ama bütün kavramlar, tanımlar neredeyse bilinçli olarak birbirine karıştırılıyor. Aydın olmak, ilerici olmak, Türk olmak, Beyaz Türk olmak, gelişmiş olmak, muhafazakâr olmak, demokrat olmak... Çözemeyeceğimiz kadar birbirine karışmış durumda sanki.
Bu komik bulduğum beyaz Türk tartışması sürerken, Türk kimdir peki diye düşünmeye başladım.
Türk deyince önce benim aklımdan sizin de aklınızdan geçen o tüm olumlu şeyler ve ardından, kolay yalan söyleyen, bir mucizeyle sabah uyandığında kendisini Avrupalı bulmak isteyen, kurnazlığı zekâ zanneden, bedel ödemeden her şeye sahip olmak isteyen biri geçiyor.
Eh, Türk böyle bir şeyse gerçekten...
Bunun beyazı olsan ne olur, fuşyası olsan ne olur?
Bundan sonra cumaları sizin gününüz
Bundan sonra cuma günleri, sizlerden gelen mail’leri yayınlayacağım. Dertleri olanları, hikâye anlatanları, yardım isteyenleri, kızanları... Ne anlatmak isterseniz.
Çünkü çok sevdiğim mail’ler alıyorum ve nasıl sizlere aktarabileceğimi bilemiyorum.
Bundan sonra cumaları sizin...
Bugünkü mail bir üniversite öğrencisinden “Sanem Hanım, ben 21 yaşında istanbul’da okuyan bir öğrenciyim. Aslında Malatyalıyım. Siyasal Bilgiler’de okuyorum. Hocalarımız bir anket düzenlememizi istedi. Biz de Robinson ve Cuma’yı seçtik tema olarak.Türkiye’nin şu andaki durumu hakkında anket yapıyoruz. Yanıtlarsanız çok sevineceğiz. Sizce Biz Robinson muyuz Cuma’ mı?”
‘Sanırım gençler bir şaka yapıyor’ ya da cevapları sorulardan bağımsız sizinle ilgili bir başka ipucu veren testler vardır ya ‘onlardan biri galiba’ diye düşünüp cevaplamadım.
Ama aklıma takıldı,hangisi olduğumuz.
Hikâyeyi biliyorsunuz. Ünlü roman kahramanı Robinson Crusoe okyanusun ortasında ıssız adalardan birine düşen bir ingiliz denizcisidir. Tek başına kadınsız paradan ve uygarlıktan uzak bir yaşam kurar adada. Bir gün komşu adalardan birinden gelen yamyamların elinden bir yerliyi kurtarır ve adını Cuma koyar.
Cuma Robinson’un kölesi olur.
Robinson efendiliği Cuma da köleliği çok doğal bir şekilde benimser.
Ne Cuma’nın aklına Robinson’la bir iktidar mücadelesine girmek gelir, ne de Robinsonun aklına Cuma’ya eşit davranmak.
Peki Cuma niye Robinson’un kölesi olur?
Robinson’un tüfeği vardır. Bu olabilir mi?
Olamaz... Çünkü Cuma tüfeği ele geçirme imkânı varken de yapmamış, iktidarı ele geçirmeyi hiç düşünmemiştir.
Sanırım Robinson’u efendi yapan onun bilgisi, donanımı, alet kullanma yeteneği, organizasyon kurabilmesi, olayları değerlendirip bunlardan sonuç çıkarabilme gücüdür.
Robinson ile Cuma bin defa ıssız bir adada karşılaşsalar bin defa da Robinson efendi, Cuma köle olacaktır.
Peki biz hangisiyiz? Bizim tam yerimiz neresi? Biz dünyanın Robinson’larından mıyız yoksa Cuma’larından mı...
Hele özellikle şu sıralar kalkan meselesi tartışılırken...
NATO’nun Avrupa’ya yerleştirmeyi planladığı füze kalkanına ev sahipliği yapmamızı istemesi, Türkiye’nin ise kendisini NATO ile İran’ın arasında bir kez daha sıkışmış bir durumda bulması...
Hangisini seçse kendisini huzurlu hissedemeyecek bu hükümet... Gerçekten zor durum.
Bakalım biz Robinson gibi zeki, yaratıcı, örgütçü müyüz yoksa Cuma gibi yalnızca sadakate mi önem veriyoruz?
Belki de en iyisi buna cavap vermemek... Bize ne ıssız adalarda neler olduğundan.
Biz ıssız bir adaya düşmedik ki...
Cumaları sizin gününüz unutmayın.
KEŞKE BÖYLE OLSA...
Mustafa Balbay anlatsa keşke....
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in darbe günlükleri Ergenekon’dan sayılmadı. 603 gündür tutuklu olan Mustafa Balbay bildiği bir şey varsa artık anlatsa keşke. Konuşmadığı sürece haksızlık artıyor. Baksanıza 5000 sayfa ‘suçsuz’ ilan edildi.
Kitap Fuarı şehrin içine taşınsa keşke...
Yarın TÜYAP Kitap Fuarı başlıyor... Taaa Büyükçekmece’de.. Fuarın kesinlikle şehir içine alınması gerekiyor. İnsanların rahat ve mutlu bir şekilde kitaplarla buluşmasını istiyorsanız, bu sene Büyükçekmece son olsun...
Medya siteleri kavgaları haber yapmasa keşke...
Medya siteleri gittikçe kötüleşmeye başladı. Tamamen insan odaklı,haberden yoksun ve kavgalar üzerine bir anlayış kurdular. Hatta kendileri de kavga ediyorlar zaman zaman.
Hepimizi şaşırtacak birşey yapsalar...Medyadaki kavgaları ve sığ sataşmaları görmezden gelseler, onlara yer vermeseler... Acaba, sataşarak ‘gündem’ olurum coşkusu yaşayan yazarlar, daha akıllıca daha kibar yazmaya başlarlar mı?
Kitap fuarının benim için ‘Top 7’si
* Yordam Kitap’dan Rosa Luxemburg biyografisi, Annelies Laschitza
* Remzi Kitabevi’nden Çağrışımlar Tanıklıklar Dostluklar, Şakir Eczacıbaşı
* Kırmızı yayınlarından İstanbul mektupları, Guilleragues kontu
* İnkilap Yayınevi’nden, Refik Halid Karay’ın tüm eserleri
* İş Bankası Yayınları’ndan, Namık Kemal biyografisi, Mithat Cemal Kuntay
* Everest Yayınları’ndan Memurun Ölümü, Anton Çehov ve
* Gallieno Ferri, Zagor’un babası ve efsane çizeri ile söyleşi...
Padişah eti ucuza yedirsin mi?
Bir süredir et fiyatlarıyla ilgili bir tartışma var. Belki takip ettiniz belki zaten her et alışınızda söylenerek siz de bu tartışmaya katıldınız...
Bu ülkede rastlanan bütün aksaklıklardan sizce kim sorumlu?
Ortak cevabımız belli... Hükümet.
Yırmi yıl önce... Kırk yıl önce... Gene hükümet.
Bizim ülkede hükümetin dışında hiçbir kurum, kuruluş, örgüt, insan yok gibi bazen... Her şeyin sorumlusu o... O andaki hükümette kim varsa.
Dün yine gazetelerde vardı, Bakan Eker açıklamış:
Market eti 16,5’a alıp kıymayı 27 bine satıyormuş. Aynı malın fiyatı markette farklı, kasapta farklıymış.
Kim sorumlu bundan? Gene hükümet...
Hükümet ülkenin fiyat ayarlama komisyonu sanki.
Bakan bas bas bağırıyor ‘benim denetim gücüm yok’ diye.
Sanki hükümetlerin en önemli işi her malın her yerde aynı fiyata satılmasını sağlamak.
Peki, pahalıya satılan malın denetimini kim yapacak?
Fiyatları ‘piyasa’ belirler.
Piyasa denen nesnenin de en önemli faktörlerinden biri tüketicidir. Fiyatları belirleyecek olan en önemli faktörü biziz yani.
Tüketici bilincimiz varsa iyi malı ucuza almak isteriz.
İyi malı ucuza almamız için de rekabet olması gerekir.
Rekabet için de pazarın büyümesi gerekir.
Bunu için ne yapmak lazım... Bunu da artık ekonomistler biliyordur biz bilmesek de.
Bizim bilmemiz gereken şey şu, yargıda istemediğin şeyi ette de isteme...
Hükümetten bir padişah gibi et fiyatlarını düşürmesini bekliyorsan, o hükümet her konuda padişah gibi davranır.
Sakıncalı bulduğun her şeyde.
Ben açıkcası padişah devlet tarafından yönetilmektense, dört market, sekiz kasap dolaşıp en iyi ve en ucuz eti aramayı tercih ederim. Tembellik edeceğim diye başıma bir “padişah” çıkarmaktan yana değilim anlayacağınız.