Dün, Yasemin Çongar‘ın çok severek okuduğum Ex Libris köşesinde, tek elini 36 yaşında kaybeden ve 66 yaşında bıraktığı yerden çalmaya devam eden 82 yaşındaki piyanist Leon Fleisher‘in hikâyesini okudum.
Leon Fleisher “Hayâl etmek işe yarıyor” demiş. Çok sevdim bu cümlesini.
Çocukluğunda hayâl etmeye başlamış Brahms Re Minör‘ü büyük bir orkestrayla çalmayı.
Ve daha 20 yaşına varmadan çalmış...
Sonra 36 yaşındayken sağ eli sakatlanmış.
30 yıl boyunca sağ elinin parmaklarını piyanosunun üzerine koyup onları tekrar kullanabileceği günü hayâl etmiş...
Ve sonunda bir sabah, o parmaklar tekrar gezinmeye başlamış Brahms Re Minör’ün notalarında.
Bu hikâyeyi okuyunca hayâlleri ve hayâllerin en bereketli olduğu gençlik dönemini düşündüm.
İnsanın kendi yetenekleriyle gücünü henüz hiçbir sınavdan geçirmediği, kendi kişisel sınırlarını belirleyemediği, bu nedenle de her türlü hayâli sere serpe kurduğu bir dönemdir gençlik...
Hayâl, doğanın gençliğe cömertçe bağışladığı harika bir armağandır.
Sonra büyür insan...
Seçtiği yolda yürümeye koyulur. Artık hayâller yerini umutlara bırakır.
Yeteneklerimiz, gücümüz denenmeye başlar. Hayat küçük küçük, hayâllerimizi ve umutlarımızı törpüler.
Yeryüzünde çok az insanın hayâllerini gerçekleştirebildiğine karar veririz.
Ve sonra da hayâl kurmayı bırakırız...
Hayâllerimize kavuşamamak canımızı acıtır.
Duyguların belki de en yaralayıcı en yakıcısıdır, hayâl kırıklığı...
Ben hayâllerini kaybetmiş, hayâl kırıklığıyla yanmış insanlardan ürkerim.
Saldırganlaşır, katılaşırlar.
Son günlerde gençlere bakınca hayâllerini kaybetmiş insanlara benzediklerini görüyorum.
Hayâlsiz ve ümitsiz bir saldırganlıkları var.
Büyük bir hayâl kırıklığıyla sakatlanmışlar sanki.
Bizim gençlerimiz neden bir başarının, bir yaratıcılığın, henüz yapılmamış olanı yapmanın hayâliyle bir ümide doğru yükselemiyorlar?
Hayâl kurmadan hayâl kırıklığını nasıl yaşıyorlar?
Bir piyanist korkunç bir acıdan bir hayâl yaratabiliyor.
Bizim gençlerimiz geniş ve sınırsız bir gelecekten bir hayâl yaratamıyor.
Hayâlsiz bir gençlik...
Bir toplum için ne büyük bir hayâl kırıklığı!
Pazar eğlencesi
Kadın-erkek konuşmaları
Bizim ülkede erkeklerle erkeklerin ne konuştuğunu biliyoruz... Futbol, kadınlar, politika... Belki yeni birkaç şey daha eklenmiş olabilir. Teknoloji, para, sağlık mesela...
Kadınlarla kadınların ne konuştuğunu da tahmin etmek hiç zor değil ama kadınlarla erkekler ne konuşur, pek bilmeyiz...
En azından ben pek bilmem. Hep de merak ederim...
Bizim ülkemizde kadınlarla erkekler ne konuşur acaba diye?
Mesela kırsal kesimde bir kadınla bir erkek şöyle mi konuşur?:
- Hâlâ yemek hazır olmadı mı?
- Hazır.
- Kahvem nerede?
- Getiriyorum.
- İneği sağdınız mı bugün?
- Sağdık.
- Canım çekti, gelsene buraya
- ... (sessizce yatağa yatar gözlerini kapar)
Kentli kadın ve erkek ne konuşur?:
- Gene mi diyet yemeği pişirdin?
- Bir yerde okudum, bu çok iyi geliyormuş kolestrole.
- Bana bir kahve yapın.
- Yeşil çay mı içsek?
- Benim çizgili gömleğim ütülü mü?
- Kadın ütülediyse ütülüdür.
- Yaklaşsana biraz
- Başım ağrıyor
Aydın kadınlarla aydın erkekler ne konuşur peki?
- Bu ülkede en çok kadınlar tehlikede...
- Kadın bilinci bu toplumda gelişiyor, bu iyi..
- Bir içki içelim mi?
- Evet, bir drinke “hayır” demem doğrusu
- Televizyon dizilerini seyreden kadınlardan nefret ediyorum.
- Ben gazete bile okumuyorum. Yabancı basından takip ediyorum. BBC’de nefis diziler var.
- Bize gidelim mi?
- Çok iyi bir dizi var onu da seyrederiz, Türkler yapmış ama çok iyi...
İlk kez canlı boks maçı izledim ve...
Cuma gecesi hayatımda ilk kez canlı bir boks maçı izledim. Boks maçlarını çocukluğumdan beri izlerim ama pek sevmem.
Çocukluğumdan beri, çünkü babam boks maçlarını hep izlerdi. Hatta 16 yaşındaki hayali boksör olmakmış, bunu ve hayatın aslında bir boks maçına benzediğini anlatırdı maçları izlerken...
“Önemli olan, rakibini en fazla döven boksör olmak değil” derdi, “Önemli olan rakibinden yediği dayağa en fazla dayanan boksör olmak. Hiçbir boksör dayak yemeden rakibini yenemiyor çünkü.”
Cuma gecesi işte tam bunu seyrettim.
Kocaman beyaz ya da kırmızı deri eldivenleri elinde, zeki ayak oyunları ile rakibinin yumruklarından kaçmaya çalışan, aynı anda da rakibine iyi bir yumruk atmayı kovalayan gençler vardı Ahmet Cömert Spor Salonu’ndaki ringde.
Galip gelmek için darbelere dayanıklı olmak, düştüğünde tekrar kalkabilmek ve kazanma hırsını hiç kaybetmemek gerekiyor.
Hayat gibi işte...
Ben de o gece dövüşen gençleri gizli bir vahşetle seyrederken, babamın yıllarca anlattığı hayatla ilgili gerçekleri gördüm o ringde.
Boksu ilk defa sevdim...
Aslında vahşet zannettiğim şeyin nasıl bir hayat olduğunu gördüm.
Babamın neden boks maçlarının sadık bir seyircisi olduğunu anladım.
Babamla beraber canlı bir boks maçı seyretmeyi hayâl ettim.
Ve bu hayalimi gerçekleştirmek için çok da zorlanmayacağımı anladım.
Çünkü artık Uluslararası Amatör Boks Birliği’nin (AIBA) oluşturduğu Dünya Boks Ligi’nin 12 takımından biriyiz. Chicago, Los Angeles, New York, Miami, Paris, Milano, Moskova, Bakü, Astana, Delhi ve Pekin’le birlikte.
Sadettin Saran’ın kurduğu İstanbulls (İstanbul boğaları) takımı, 16 boksörüyle bu turnuvada yarışıyor.
Sadettin’in aklına bir boks takımı kurmak nereden geldi bilmiyorum ama bu takımın hepimize boksu ve hayatı öğreteceğine inanıyorum.
Bir kere de olsa canlı boks maçı seyretmenizi öneririm.
Orada saklı olan hayata dair herşey hepimize lazım çünkü...
İstanbulls’un maçları
Biz bugüne kadar Moskova-İstanbul ve İstanbul-Milano maçlarını yapmışız. Benim seyrettiğim üçüncü maç İstanbul-Paris’ti.
Şimdi sırada (17 Aralık) Paris-İstanbul,
(7 Ocak) Milano-İstanbul, (14 Ocak) İstanbul-Moskova, (28 Ocak) İstanbul-Moskova,
(4 Şubat) Milano-İstanbul, (19 Şubat) Paris-İstanbul, (25 Şubat) İstanbul-Paris,
(11 Mart) İstanbul-Milano ve
(19 Mart) Moskova-İstanbul var.