Wikileaks internet sitesi ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait belgeleri yayınlamaya başladı.
251 bin 287 belgeden sadece 281 tanesi yayınlandı şu ana kadar ama bu hepimizi ayağa kaldırmaya yetti.
Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği’nden, Türkiye ile ilgili sızan belge sayısı ise 7918. Henüz bunların 30’u yayınlandı.
Aslında sızdırılanlar ne kadar mühim, kimse karar verebilmiş durumda değil.
Çünkü birçoğu gizli belge değil, iç yazışmalar...
Çoğunda yazılanlar somut kanıtlara dayanmıyor, diplomatik yazışmalar, bilgi notları gibi.
Ama tabii notlarda geçen isimlerin pozisyonları, tüm belgeleri önemli hale getirmeye ve tartışma yaratmaya yetiyor da artıyor.
Tam bu Wikileaks belgeleri yayınlandığı sırada Gürkan Zengin’in yazdığı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu anlatan ‘Hoca’yı okumaya yeni başlamıştım.
Türkiye ile ilgili yayınlanan belgelerin önemli bir kısmında Ahmet Davut-oğlu’nun adı geçiyor.
O yüzden bu tesadüften çok hoşlandım, kitaptan harika şeyler öğreniyorum.
İlerleyen günlerde bunu uzun uzun yazmayı istiyorum açıkçası.
Wikileaks’te yayınlanan belgeler genellikle 2004-2005 yılları arası olan yazışmalar. Davutoğlu o sırada Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün danışmanı.
Bu belgelerde Amerikalı Büyükelçi Edelman imzalı notlar çoğunlukta.
Amerikalılar Ahmet Davutoğlu’nu ‘Neo Osmanlıcılık’tan ötürü tehlikeli bulduklarını söylüyorlar.
Guardian gazetesinin internet sitesi, Wikileaks’in açıkladığı ABD büyükelçiliklerinden gönderilen gizli belgeleri en iyi veren siteydi doğrusu.
Oradan öğrendiğime göre, yakın tarihli belgeler de var. 17 Kasım 2009 tarihli belgede, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Avrupa ve Avrasya İşlerinden Sorumlu Bakan Yardımcısı Philip Gordon ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davut-oğlu arasında 12 Kasım 2009’da yapılmış 40 dakikalık görüşme anlatılıyor.
ABD’nin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’nin ismi de var belgede.
Konu İran. Belgeye göre Davutoğlu, İranlılar’ın Türkiye’ye güveninin tam olduğunu ve Türkiye’nin İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ı İran hükümetindeki diğer kişilerden daha esnek gördüğünü söylüyor.
Ayrıca, İran’a yönelik yaptırımların ya da askeri güç kullanımının olumsuz sonuçları olacağını ekliyor.
Gordon, İran’ın nükleer silah edinme ihtimalinin sonuçları konusunda ısrarcı oluyor ve Türkler’in sert bir açıklama yapmasını istiyor.
Davutoğlu ise bu sonuçları bildiklerini ve riskin farkında olduklarını söylüyor.
Guardian, bu gizli belgeye, şöyle bir not eklemiş:
“Gergin geçen bu görüşmede Gordon, Davutoğlu’nu, İran’ın nükleer programı konusunda Türkiye’nin arabuluculuğunun yardımcı olmayabileceği konusunda ikna etmeye çalışıyor, ancak bunda başarılı olmuyor.”
Gürkan Zengin’in kitabında ise aynı Philip Gordon’un Davutoğlu için şöyle söylediği yazıyor:
“Nereye gitsem ‘Davutoğlu buradan yeni ayrıldı’ diyorlar.”
Dış politika uzmanı değilim ama bunları okuyunca, bana sanki bu bir mesleki kıskançlık gerginliği gibi geldi...
Wikileaks belgelerinin kilit ismi olarak gözüken bir diğer isim de, yüzlerce belgede adı geçen Feridun Sinirlioğlu. Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı.
Feridun Sinirlioğlu, Ahmet Davut-oğlu’na en yakın çalışan isimlerden biri. Geçmişleri çok eski. Aynı liseden, aynı üniversiteden farklı dönemlerde mezun olmuşlar.
2001 yılında Cumhurbaşkanı Demirel, Filistin-İsrail geriliminde çözüm arayışları için kurulan komisyona, Türkiye adına verilecek raporu Ahmet Davut-oğlu yazsın istemiş.
Ahmet Davutoğlu o sırada üniversitede hoca. Onu Demirel’e öneren kişi ise o sırada Cumhurbaşkanı danışmanı olan Feridun Sinirlioğlu.
Gürkan Zengin’in ‘Hoca’ kitabında Ahmet Davutoğlu ve Feridun Sinirlioğlu ile ilgili öğrendiğim detaylara bakarsak, Amerikalılar, İran ya da herhangi bir başka konuda çok iyi bir ekiple karşı karşıya kalmışlar.
Belki de o yüzden “deli” diyorlar Davutoğlu’na.
Wikileaks belgelerini Gürkan Zengin’in yazdığı Hoca kitabıyla beraber okumak gerçekten çok zevkli.
İnsan dış politika uzmanı olmadığına üzülüyor...
Ana Haber Bültenleri ve Ölüm
Televizyonlarda neredeyse kanalların tamamında ana haber bültenlerini seyredemez oldum.
Haberler başlıyor. Arka arkaya saldırı, cinayet, tecavüz, trafik kazası, kaybolan çocuk, bir tane daha cinayet, ardından bir intihar, bir kaza daha derken bülten bitiyor.
Ekrandan evin içine kan sızıyor. Herkes herkesi öldürüyor.
Dünyadan haberler veriyorlar güya, onlar da;
Kuveyt’te bombalı araba patlamış...
İsrailli askerler Filistinli çocukları öldürmüş...
Amerika’da bir çocuk diğer çocukları taramış...
Haberler böyle devam edip bitiyor işte...
Merak ediyorum, bu kadar ölüm ve kan sonunda ne işimize yarayacak?
Bize bunları niye seyrettiriyorlar?
Biz bunları niye seyrediyoruz?
Psikolojik nedenleri vardır bizim de bunları seyretmemizin... Ama ben yine de onlar bize ölümü niye seyrettirip duruyorlar, bunu daha çok merak ediyorum.
Ölenlerin adlarına bile dikkat etmiyoruz. Yalnızca o haberin içindeki ölen adam olarak biliyoruz onu.
Toplu ölümlerde belki rakamları hatırlıyoruz. Ama sonra onları da unutuyoruz.
Haber bültenleri ölüm haberleri seyrettirdikçe o isimsiz kahramanların ölümlerine alışıyoruz.
Onlar öldükçe biz yaşıyoruz. Her gün biraz daha kan istiyoruz...
Ya da haber merkezleri yöneticileri öyle olduğunu zannediyor ve bize bunları seyrettiriyor.
Bunun cevabını kim biliyor, bilmiyorum ama ben bu vahşeti haber diye veren tüm kanallardan çok sıkıldım.
Başınızı derde sokun
Gerçeküstücülük akımının öncülerinden Fransız şairi Max Jacop‘un kendisinden sonra gelenlere bıraktığı bir öğüt varmış:
“Başınızı derde sokun.”
Kasım ayının tam ortalık yerinde güneşli bir sabah, deniz kenarında gazeteleri okuyup, martılarla beraber insanın içine akan ışıklara, neşeyle bakarken, arkadaşım “Geçen gün bir yerde okudum” diyerek bunu anlattı.
Ve ekledi:
“Hem gerçeküstücü hem Fransız olduğu için insanın başını derde sokmak için özel bir çaba harcaması gerektiğine inanıyor.”
Çok güldüm...
Çünkü hem gerçekçi hem de Türk olsaydı, insanın başını derde sokmak için hiç de özel bir çaba göstermesi gerekmediğini bilirdi gerçekten...
Sıcak bir sessizlik vardı etrafta.
Kışa, acılara, dertlere ihanet gibi patlıyordu güneş tepemizde.
Birer çay daha söyledik.
Arkadaşım “Gerçekçi bir Türk, yaptığı her harekette başını derde sokar zaten. Bizim ülkemizde başını derde sokmak için insanın vakti olmaz. Sen işini yaparken biri gelir, senin başını belaya sokar” dedi.
Nasıl da doğru değil mi?
Durduk yere başımız kaç kere derde girmiştir kimbilir.
Dergi çıkarırsınız, kitap yazarsınız, protesto edersiniz, Kürtsünüzdür, Ermenisinizdir, iyi kalplisinizdir, hukuka inanıyorsunuzdur, kadınsınızdır, erkeksinizdir, belki ikisi de değilsinizdir, dindarsınızdır, ne bileyim belki sadece öylece deniz kenarında çay içiyorsunuzdur...
Ve başınız derde girer.
Ve arkadaşımla karar verdik. Eğer Max Jacop burada yaşasaydı, sanırım öğüdü şu olurdu:
“Adamın başını derde sokmayın kardeşim!”