Çarpık hukuk sistemimizin kısa tarihi...

Haberin Devamı

Bana sorarsanız sistemin derinine saklı tümörü bulmadıkça üst taraftan hükümetleri budayarak hastalığı tedavi edemeyiz.

Çünkü baskı, sadece kendinden yana olmak, yalan, arkadan vurmak çarpık sistemimizin özünde var.

Bunlardan kurtulmak, yargıda gerçek reform yapabilmek için sistemin tüm tümörlü parçalarından kurtulmamız gerekiyor.

Neredeyse tüm tarihimize yayılan bu çarpıklığı sadece hükümetlere ve politikacılara bağlayıp geçemeyiz.

Daha doğrusu bir kez daha bunu yapmayalım...

Hükümeti eleştirelim ama şu anda sahip olduğumuz cerahatli yargı sorunumuzu politikacılar üzerinden çözmeye çalışırsak yine sorunumuzu çözemeyeceğiz.

Politikacıları değiştirsek bile çürümüş sistemimiz değişmediği sürece ağır, utanılacak sorunlarımız hep olacak.

Bunca değişik dönem, bunca değişik hükümet, bunca değişik başbakan gördük...

Peki hiç adaletli işleyen hukuk sistemi gördük mü?
Ya da biz Türkler hiç hayatımızda gerçek hukuk anlayışıyla tanışabildik mi?

Hatırlasanıza...

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde istiklal mahkemeleri kurulmuştu. Yeni sisteme karşı olanları yakalayıp biraz ‘acele’ bir şekilde yargılıyorlardı. Söylentilere göre binlerce insan asıldı bu mahkeme kararlarıyla.

Kimse de “Bu asılanların hepsi suçlu mu, işler biraz aceleye gelmiyor mu, masumları koruyalım” demedi.

O sıralar böyle bir söz, söyleyenin son sözleri de olabiliyordu çünkü...

***


Sonra Takrir-i Sükun Kanunu çıktı... Bu kanun, öyle ‘fazla konuşmanın, ileri geri laf etmenin’ hayırlı bir şey olmadığını vatandaşa hatırlatıyordu. ‘İleri geri’ konuşanlar da bu kanunla cezalarını çekti zaten.

Daha sonra çok partili dönem geldi.

Cumhuriyet nasıl Çankaya’da verilen bir kararla kurulduysa, demokrasi de Çankaya’da verilen bir kararla ‘aniden’ oluverdi.

Ama bu “demokrasi” hiçbir şeyi değiştirmedi.

Önce komünist diye aydınları içeri attılar. Alkışlayanı çok oldu bu hareketin...

Sonra Tahkikat Komisyonları kurdular. Ardından 27 Mayıs geldi. Bu ‘kurtuluş’tan da tutuklamalar, yasaklamalar, idamlar çıktı.

Daha sonra Adalet Partisi’nin önderliğinde aydınlara yapılan baskılar arttı.

Nereden kaynaklandığı belli olmayan terör olayları ülkeyi sardı buna ilave olarak.

Ve yeniden darbe oldu. İnsanlar kitleler halinde hapislere atıldı.

Bir zaman sonra, tekrar sivil yönetime geçildi ama haksızlıklar, yasaklar, bozukluklar düzelmedi.

***


Derken meçhul kaynaklardan Türkiye’nin sokaklarına silah akmaya başladı. Paralarını kimin ödediği belli olmayan silahlar gençlerin eline verildi. Ölenler, işkence görenler, hesapsız kitapsız hapislerde çürüyenlerin sayısı giderek arttı.

Hukuksuzluk artık tek hukuk haline geldi.

Hapishaneler masumların, haksızlığa uğrayan insanların atıldığı bir yer haline döndü neredeyse.

Sonra gene darbe... Gene hapishaneler, işkenceler, idamlar...

Sonra tekrar sivil hükümet...

Sonra bir yeni hükümet daha...

Bir tane daha...

O dönemler, Güneydoğu’da öldürülen Kürtlerin, faili meçhullerin bugün anca biraz biraz üstü açılıyor.

Sıkıldınız mı?

Sıkılmayın bu bizim kendi hukuk tarihimiz...

Hep aynı mantık uygulanmış, fark etmiyor musunuz?

Devleti yönetenler “Ben ne istersem yaparım”a inanmış. “Hukuk benim aldırdığım bir şey değildir, hukuk benim” demişler.

Bugün olanlar da onun uzantısı işte...

Ama ben şunu merak ediyorum:

Bu ülkede hukuk sistemi bir gün gerçekten düzelse bile, vicdanlarımız seyircisi olduğumuz onca ölümün, acının ağırlından nasıl kurtulacak?

*****


Rusya Tolstoy’u hâlâ cezalandırıyor

Tolstoy‘a düşkünlüğümü bilen Amerikalı bir arkadaşım New York Times‘da 3 Ocak günü yayınlanan makaleyi göndermiş bana.

Yazı, günümüz Rusya’sında Tolstoy’un giderek değer kaybettiğini, hatta Tolstoy’un artık önemsenmediğini anlatıyor.

Sovyetler’de gördüğü itibarı şimdiki devlet adamları Tolstoy’a göstermiyorlarmış.

Acıyla karışık tuhaf bir şaşkınlık hissettim, çünkü böyle tuhaf şeyleri sadece biz yaparız zannediyordum.

Geçtiğimiz Kasım ayında ölümünün 100. yılıydı Tolstoy’un.

Rusya’da sıradan bir anma ile hatırlanmış büyük yazar.

Hatta hatırlanmamış bile...

Geçen günlerde yeni seyrettiğim ve çok beğendiğim Tolstoy’un son bir senesini anlatan “The Last Station” (Aşkın Son Mevsimi diye Türkçeleştirmişler) filminin Rus yapımcısı, Rus devletinin desteği için her bakanlığına yazmasına rağmen cevap bile alamamış...

Ve filmin tanıtımını yaparken “Rusya’yı ben temsil ediyorum” demiş.

Michael Hoffman‘ın çektiği filmde Christopher Plummer olağanüstü canlandırmış Tolstoy’u.

Helen Mirren‘ı Kontes Sofya rolünde izlerken bir an için bile şüphe etmiyorsunuz gerçekliğinden.

Film, Tolstoycu düşüncenin daha fazla yayılması için kitaplarının hakkının aileye mi yoksa halka mı bırakılması kavgasını müthiş anlatıyor.

Moskova’da sönük bir gala ve Kültür Bakanlığı’nda düzenlenen bir resepsiyon dışında Tolstoy’un ölüm yıldönümü bilinçli olarak görmezlikten gelinmiş.

İnanılacak gibi değil...

Rus Ortodoks Kilisesi’nin Bolşevikler’in yükselişine yardım ettiği, biraz da kiliseye kafa tuttuğu için aforoz ettiği Tolstoy, Rusya’da ölümünün 100. yılında hala cezalandırılıyor.

Ortodoks kiliselerinde hala Tolstoy için mum yakılmıyor, anma yapılmıyormuş.

Kilisenin açıklaması ise pek özgürlükçü:

“Kilise, Tolstoy’un unutulmaz güzel eserlerinin hakkını veriyor, yazarın ölüm yıl dönümünde Rus Ortodoks okuyucuları tek başlarına dua edebilir, buna izin veriliyor.”

İnsan gerçekten bu ‘özgürlükten’ etkileniyor doğrusu.

“Gelecek 100 Yıl” kitabında George Friedman, “2020’lerin başında Rusya bir çöküş ve parçalanma yaşayacak” diyor.
Ben New York Times’ın Tolstoy makalesinden sonra buna inandım.

Rusya çöker ama Tolstoy yaşamaya devam eder.

Ölümünün 100. yılı kutlanan Tolstoy her zaman Rusya’dan büyük olacak çünkü...

*****


Sevişirken telefon çalarsa yanıtlar mısınız?

Dünyanın en büyük teknoloji fuarı CES dün Las Vegas’ta başladı.

2011’de tanışacağımız bütün ürünler orada olacak.

1967’den beni düzenlenen bu fuarda video kayıt cihazından kameraya, tetristen Amiga’ya kadar düzinelerce yeni teknoloji tanıtılmış bugüne kadar.

İnsan gerçekten 2011 teknolojisini merak ediyor.

O fuarda olup bunları yakından görmek isterdim.

Her yıl yaklaşık 20 bin yeni ürün tanıtılıyormuş.

Bu sene de Eee tablet serisinin CES’in gözdesi olması bekleniyor.

Apple iPad’le yarışacak olan ürün, Haziran’da 500 dolardan satışa çıkacakmış.

Dün Radikal gazetesinde Serdar Kuzuloğlu yazıyordu, 2014’e kadar çoğunluğu ABD ve Avrupa’da olmak üzere dünyada 11 milyar kablosuz internet erişim noktası olacakmış.

Şu anda 2 milyar erişim noktası varmış.

Koyulan hedefin büyüklüğü insana, gelecek fuarlarda nasıl yeni teknolojilerle karşılaşabileceğimiz açısından bir fikir veriyor doğrusu.

Fakat bir taraftan da teknoloji geliştikçe kendine esir ediyor hepimizi.

‘Başka bir gücün’ hepimizi yönettiği dönemleri yaşıyoruz.
Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre Amerikalılar’ın %15’i sevişirken telefon çalarsa yanıtlıyormuş.

Korkarım...

Yakında sevişirken telefona bakmayan insanlar bile üretilecek.

*****


Apo’ya üniversite yolu açılıyor

Torba yasasına göre 12 Eylül 1980’den sonra kendi isteği ya da her ne sebeple olursa olsun okulla ilişkisi kesilenler hazırlık sınıfından lisans üstüne kadar hangi sınıfta olursa olsun, yasa yürürlüğe girdiği andan itibaren 5 ay içinde tekrar bıraktıkları okullara geri dönebileceklermiş.

Bu iyi bir haber... Okumak isteyenler için tabii...

Apo’nun da Siyasal Bilgiler Fakültesi‘nden devamsızlık nedeniyle ilişkisi kesilmiş. Apo da “Ben üniversiteye gideceğim” derse okula dönebilecekmiş bu yasayla. Eğer bunu isterse, nasıl yapabileceği, işleri kimbilir nasıl karıştırır. Yasa metni yazmak neden bu kadar zor? Neden tasarıyı detaylarıyla düşünebilecek bir hukukçu bakış açısı bulunamıyor? Anlayamıyorum... Torba yasası halen tasarı ama olduğu zaman bayağı ‘eğleneceğiz’ anlaşılan... Çığlıkları
duyar gibiyim...

DİĞER YENİ YAZILAR