Dün sabah gazeteleri okurken bir taraftan da televizyonda Erbakan‘ın Fatih Camii‘nden canlı yayınlanan cenazesine bakıyordum.Gördüğüm kalabalık beni şaşırttı.Aslında şu iki gündür Erbakan’la ilgili öğrendiğim çok şey beni şaşırttı.Onu hiç tanımadığımı fark ettim.Bundan tuhaf bir üzüntü duydum.Sonra onu anlatan bütün programları izlemeye koyuldum.Salı akşamı Star’da Uğur Dündar‘ın bir dönem TRT‘de yaptığı İşte Hayatınız programının Erbakan‘ı ağırladığı bölümünü seyrettim.İstanbul Teknik Üniversitesi’nin gelmiş geçmiş en zeki öğrencilerindenmiş.Motor alanında dünya çapında olabilecek projeleri varmış. İlk yerli motoru üretimini gerçekleştirmiş. Kendi geliştirdiği motor, bugün hala kullanılıyormuş.Bir insan, mühendislik alanında... Yalana yer olmayan, küçücük bir yanlışın bütün projeyi çökertebileceği, tek gerçeğinin net doğrular olduğu bir alanda bu kadar başarılı iken... Niye yalanların söylendiği, işlerin hamaset ve kurnazlıkla yol aldığı, gerçeklerle pek fazla ilgilenilmeyen bir alan olan politikayı tercih eder?Necmettin Erbakan motor alanında dünyada kabul görecek projeler üzerinde başarılıyken niye politika yapmak istedi acaba? Erbakan’ın parlak kariyerine tercih ettiği politika, bizde halktan kopuk bir garip oyundur.Politikacıların çoğu Meclis’e girdikten sonra kendi çıkarlarıyla uğraşırlar.Seçmenlerine verdikleri sözlerle pek ilgilenmezler.Çoğunun politikaya atılmadan önceki yaşamlarında büyük başarılar yoktur. Kendi mesleklerinde öne geçebilmiş değillerdir.Politikanın kendilerine para ve itibar getireceğini ümit ederler.Erbakan neden acaba yalanları bol bir dalı, gerçeklerin egemen olduğu bir mesleğe tercih etti?Neden motor alanında dünyanın saygısını kazanabilecekken Türkiye’de politika yaparak asıl mesleğinden uzaklaştı? İtildi, küçümsendi, iktidarı elinden alındı, askere boğun eğen adam olarak bilindi...Buna değen neydi acaba?İnancı mı?Müslümanlığın siyaset alanında görülmesi gerektiğini düşünmesi mi? Dini, siyasi bir faktör haline getirme çabası mı?Erbakan Hoca bu kadar koyu bir Müslüman olmasaydı hem Türk siyaseti hem dünya motor alanı daha farklı olabilir miydi?Siyaseti değil de bilim hayatının merkezine koysaydı, mühendislik alanındaki müthiş başarılarıyla Türkiye’ye acaba daha yararlı olur muydu?Bunların cevabını belki de hiç öğrenemeyeceğiz.Ama cenaze törenini izlerken birden başka bir soruyla karşılaştım.Erbakan, dünyaya yepyeni bir motor armağan eden bir bilim adamı olsaydı, cenazesine böyle milyonlarca insan katılır mıydı?İnsanlar, başarılı bir bilim adamına, bir siyasetçiye gösterdikleri bu sevgiyi ve saygıyı gösterirler miydi?Belki yanılıyorum ama sanırım Erbakan gibi parlak bir bilim adamının siyaseti tercih etmesinin altında, bu sorunun üzücü cevabı yatıyor.***Bu da Mandela’nın hayatıNelson Mandela‘nın “Kendimle Konuşmalar” adını verdiği, Obama‘nın önsözünü yazdığı, kendi özel arşivinden derlenen kitabı okuyorum.İçinde özel notları, mektupları, günlüğü, konuşmaları pek çok şey var.30 yıla yakın hapishanede tutulan bir özgürlük yanlısının kendi özel arşivi...Merakla ve heyacanla aldım kitabı.Yıllar boyunca tuttuğu notlardan derlenmiş bu kitap. Özelliği şu, bu notlar kitlelerin ihtiyaçları ve beklentileri için yazılmamış. Tamamen Mandela’nın kendi sesi...Başkalarına yazdığı mektupların bile bir kopyasını kendi için tutarmış. Yanından tek ayırmadığı şey bir not defteri, bir kalemmiş. Takıntılı bir arşivciymiş Mandela. Kitap ikinci eşi,kızlarının annesi Winnie Mandela‘ya 1975 yılında yazdığı bir mektupla başlıyor.“... hücre kendinizi tanımak, zihinsel ve duygusal süreçlerinizi gerçekçi ve düzenli bir şekilde gözden geçirmek için ideal bir yer. Ciddi bir iç gözlem yapmadan, kendini tanımadan, zayıf yanları ve hataları görmeden gelişme sağlamak mümkün değildir. Hücre başka hiçbir şey vermese bile hayatınızın tüm seyrini her gün gözden geçirmek, içinizdeki kötüyü alt edip iyiyi geliştirme fırsatı verir. Her gün uyumadan 15 dakika meditasyon yapın. Başlarda, yaşamınızdaki olumsuz yanları saptamakta zorluk çekebilirsiniz ama onuncu denemede zengin ödüller kazanabilirsiniz. Unutmayın, azizler yılmadan çabalayan günahkarlardır.”Winnie Mandela da o sırada Kroonstad Hapishanesi‘nde...27 yıllık hapishane hayatıyla ayrılan bu karı-kocanın mektupları gerçekten ilgi çekici.Mandela, “olağanüstü güzel” dediği Winnie‘yle evlendiğinde bir önceki evliliğinden dört çocuğu olan, hayatı göz önünde, ırk ayrımına karşı mücadelenin en tanınmış ismiymiş.Ama kitap sadece bu değil...Çok fazla ilgi çekici parça var.Anılar, mektuplar derlenirken bir de onlarla beraber, paralel akan bir söyleşi var.Richard Stengel’in Mandela röportajı... Pek çok soruyu sevdim. Çok iyi bir söyleşi...Ama şu soru “Mandela’nın en büyük sorunu, insanların iyi yanını görme arzusudur. Buna nasıl cevap verirsiniz?”Ve kitap otobiyografisinin yayınlanmamış son sözüyle bitiyor:“Hapishanede en çok en kafamı kurcalayan konulardan biri, dış dünyaya elimde olmadan verdiğim imajdır. Aziz imajı... Ben hiçbir zaman aziz olmadım, doğruyu bulmak için çabalayan günahkar şekliyle bile.”Mandela bugün 93 yaşında...Özgürlüğüne kavuşalı 20 sene olmuş.Ömrünün 27 yılını hapishanede geçirmiş.Annesi ve büyük oğlu, o hapishanedeyken ölmüş, cenazelere katılmasına izin vermemişler. Acılara, zulme, her türlü kötülüğe direnmiş, dayanmış. Başkalarının hayatlarını merak ediyorsanız... Nelson Mandela bir hayattan da fazla...***Tansu Çiller kara kutu mu?28 Şubat denince...Benim aklıma pek çok şey gelir ama en aklıma takılanı, Tansu Çiller’in eşi Özer Çiller’in söylediği oldu:“28 Şubat aslında Tansu’ya yapıldı.”Onunla röportaj yaptığımda tam bir sene önce, Özer Bey’e somuştum:“Niye göz önünde değil Tansu Çiller.. Üzerine gelirler diye mi çekiniyor? Tansu Hanım’a bir dönemin karakutusu diyebilir miyiz?” Özer Çiller de, “Hayır, bir korkusu yok. Ama insan duvardan düşünce, bir daha çıkmıyor. 28 Şubat hep Erbakan’a yapıldı gibi söylenir, aslında 28 Şubat Tansu’ya yapıldı, Erbakan’a değil. Tansu’yu Erbakan’la koalisyon yaptı diye hiç affetmediler. Suçladılar. Askerlere söylemiş oysa ki, ‘Bunu yaparsanız bunlar tek başlarına gelecek, göreceksiniz. Yapmayın bunu’ demiş. Dinlemediler. Kalbi kırıldı orada tabii. Orduya büyük katkıda bulundu. 3 milyar dolar vardı Merkez Bankası’nda, şimdi 160 milyar dolar var. Siyaset “Dog it Dog”dur burada. Çok güçlü olmak lazım. Tabii ki hataları vardı, kimin yok ki...” demişti.Tansu Çiller bugüne kadar hiç konuşmadı...28 Şubat’ın, eski birçok gerçeğin, gerçekten tarihe gömüldüğü şu günlerde ben Tansu Çiller’le hala röportaj yapmak istiyorum.Olur mu dersiniz!***İKİZLERİN SIRRIBen tüm eleştirilere rağmen Oscar Töreni seyretmeyi sevenlerdenim.Evet artık çok sönük, evet artık çok sıradan, evet artık çok yaratıcılıktan yoksun bir tören ama... Ben yine de seyretmeyi çok seviyorum.Oscar’dan şikayet edenleri, Oscar törenlerinden daha kadar sıkıcı buluyorum hatta...Bu seneki Oscar’da beni çok etkileyen... Şaşırtan...“Social Network” fiminde, Marc Zuckenberg‘e “Bizim fikrimizi çaldın” diye dava açan ikizleri tek bir oyuncunun oynadığını öğrenmem oldu.Onlar ikiz değilmiş. İki karakteri tek bir oyuncu oynamış.Bunu yeni öğrenmeme çok şaşırdım.Siz biliyor muydunnuz?
Yaşamaktan mı korkuyoruz... Ölmekten mi?Bence ölümden korktuğumuz kadar yaşamaktan da korkuyoruz çoğumuz...Sürekli olarak yaşamın kenarında dolanıyor ama bir türlü gerçekten yaşamaya cesaret edemiyoruz.Küçücük bir fanusun içinde dolanan küçük kırmızı balık gibiyiz.Hep aynı çemberin içinde dönüp duran balık gibi tekdüze, aynı sıkıcı hareketleri tekrarlayarak dünyada vakit dolduruyoruz.Yaşayamamamızın nedenine bazen para, bazen aradığımız aşk, bazen doğduğumuz aile ve geleneğin yapısı, bazense kader diyoruz.Ama aslında yaşamaktan korktuğumuzu hiç söylemiyoruz.Çoğumuz düpedüz yaşamaktan korkuyoruz işte...Yaşamaya kendimizi bırakacak kadar yürekli değiliz. En büyük cezamız da aslında bunu biliyor olmamız...Niye korkuyoruz acaba dolu dolu yaşamaktan?Ölmekten bu kadar korkarken yaşamaktan da korkmanın ne anlamı var?Bizi ölümden ayıran, ölümle aramıza koyabildiğimiz tek mesafe olan hayatı hiç yaşamadan nasıl pas geçebiliriz ki?Sadece “varolmak”, sadece canlı olmak nasıl yeter bize?Düşünüyorum... Bir kırmızı balık gibi varolmak yerine gerçekten yaşamaya başlar başlamaz aslında birer ölü olduğumuzun anlaşılmasından mı çekiniyoruz? Yoksa yaşamın canımızı acıtacağından mı korkuyoruz?O yüzden mi yaşarken ölü taklidi yapıyoruz?Ölü taklidi yaparsak canımız acımaz mı sanıyoruz?***Yahya Kemal Beyatlı’nın şiiri ne güzeldir, değil mi?“Gördüm ve anladım yaşamak mâcerâsını,Bâkiyse rûh eğer dilemezdim bekasını.Hülyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var?Bitsin, hayırlısıyla, bu beyhûde sonbahar!Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”Ölmeden önce ölmek...Çok gençken okumuştum, çok etkilendiğim için olacak sonra bir daha hiç unutmadım:Eski Romalı aristokratlardan Pautus, imparatoru devirmek için bir darbe hazırlamış. Ama harekete geçmeden yakalanıp idama mahkûm olmuş.Eski Roma’da idama mahkûm olan asiller, bir odaya konur, masanın üzerine de kendisini öldürmesi için bir bıçak bırakılırmış.Pautus’a da aynı şey yapılmış.Kapının önüne aile fertleri toplanmış. Ama odadan sürekli ayak sesleri geliyor ve Pautus kendisini bir türlü öldüremiyormuş. Aile, Pautus’un bu korkaklığından utanmaya başlamış. Romalı bir asilzade için ölümden korkmak büyük bir onursuzlukmuş.Pautus‘un karısı daha fazla dayanamayıp kapıyı açarak içeri girmiş ve masadaki bıçağı alıp kendi karnına saplamış. Sonra da çıkarıp kanlı bıçağı kocasına uzatmış, “Pautus non dole” yani “Pautus bak acımıyor” demiş.Pautus ölmekten korkuyor, biz yaşamaktan... Bize de Pautus’un karısı gibi cesur biri gerek herhalde...Ölmeden önce ölmememiz için, korkmadan yaşamamız için, gözlerimizin içine bakarak haykıracak biri lazım.- Bak, acımıyor...*****Hafta sonu önerisi: 2 muhteşem filmHerhalde ayların kendisine en ihanet etmeyeni Mart...Kasım’da yaz gelir, Şubat’ta tatlı bir bahar, bazen Temmuz’da kış olur ama Mart her zaman Mart’tır...Geçen hafta nasıl da “Baharın gelişine kanalım” diyordum. Bu sefer Mart bile bahara dahil olacak sanıyordum. Birden herşey tekrar kış oldu.Mart, Mart’a benzeyeceğini hissettirdi.Ne soğuk oldu dışarısı.Vitrinler de benim gibi erken çiçeklendi, bahara hazırlandı ama dün baktım da vitrinlerde o incecik elbiselere bakan bütün kadınlar kalın kalın paltoluydu.Ama ben çiçek açtım bir kere... Bahar, Mart ayına rağmen içime doldu benim.Mart ayı bana ayak uyduramasa da iki harika film seyrettim, onlar bahar coşkuma kesinlikle eşlik ettiler.Bir tanesi Özcan Deniz’in yazdığı ve yönettiği Ya Sonra, diğeri de biraz gecikmeli olarak seyrettiğim Aşk Tesadüfleri Sever...Özcan Deniz’in saçları hariç hikâyesine, kurduğu kadroya, yönetmenliğine, oyunculuğuna, filmin müziklerine bayıldım.Deniz Çakır ilk defa gözüme bu kadar yumuşak ve genç geldi.Meğerse yumuşacık roller ona ne çok yakışıyormuş. Umarım bunlardan daha çok oynar.Ragıp Savaş ve Erdem Akakçe olağanüstüydüler. O kadar çok güldüm ki hallerine.Hatta sinemadan çıkarken arkadaşlarıma “Erkeklerin arkadaşlığı çok eğlenceli oluyor, kıskanıyorum bunu” dedim.Hikâye onlarsız asla olmazdı.Barış Falay’a haksızlık etmek istemem, bu bir seyirci kusuru olsa gerek ama Kerpeten Ali’ye öyle alışmışım ki, Cem Bey’e alışamadım.Janset ve Naz Elmas ise sürprizlerimdi, çok sevdim yarattıkları karakterleri.Bir evlilik öyküsünü anlatıyor film.Hava da kötü, bugün hemen gidin bu filme...Hem Özcan Deniz’in saçlarının dedikodusunu yaparız sonra...***Aşk Tesadüfleri Sever ise bir farklı etkiledi beni.Belki acılara da değdiği için...İki filmin de senaryosunu çok sevdim. Diyalogların hepsi o kadar doğaldı ki...Nasıl ses oyuncunun performasını farklı gösterebiliyor, iyi bir sesle oyuncu daha iyi oyuncu gibi gözüküyor.İyi bir senaryoda da oyuncular çok daha ışıldayıp, size doğru sokuluyorlar sanki. Aşk Tesadüfleri Sever’in senaryosunu Nuran Evren Şit yazmış. Yönetmeni Ömer Faruk Sorak...Bu arada bu fimin web sayfasına bir bakın lütfen, bayılacaksınız.Ayda Aksel, Şebnem Sönmez, Altan Erkekli, Yiğit Özşener Mart ayı gibiler işte... Her zaman kendileri gibi... Olağanüstü...Belçim Bilgin gençliğin, güzelliğin, zarafetin; Mehmet Günsür ise yakışıklılığın, kibarlığın, aşkın temsili gibiydi.Aşk ve acı ise tıpkı hayattaki gibi birbirlerinin içinden geçerek içinize işliyordu.Ben bu filmleri çok sevdim.Size birşey itiraf edeyim mi, galiba ben iyi film yapmak isterken sıkıcı olan yönetmenlerden çok sıkılmışım.*****Ciner’in ihmali mi?Dün Taraf gazetesinde ölümle ilgili tüylerimi diken diken bir haber vardı.Şubat ayının başında Afşin Elbistan kömür havzasında 4 gün arayla arka arkaya toprak kayması olmuş, 10 işçi ölmüştü.Hatırlarsınız...Ama sıkı durun... Şimdi bundan da acı bir şey söyleyeceğim, bu toprak kaymalarının kaza değil, kuvvetli bir ihmal ihtimali olduğu ortaya çıktı.Göçüklerden 1 yıl önce EÜAŞ tarafından madeni işleten Ciner Grubu’na tam üç kez yazı gönderilmiş.Bu belgelerde heyelan tehlikesinden bahsedip, gerekli önlemlerin alınması isteniyor.Taraf dün bu belgeleri yayınlamıştı.EÜAŞ gönderdiği dördüncü raporda ise üç kez uyardığı Turgay Ciner’in şirketine bu kez neler yapılabileceğini, alınması gerekenleri önlemleri anlatıyor.Ama nedense bir önlem alınmamış.Ölümden korkuyoruz.Yaşamaktan korkuyoruz.Galiba bu ülkede sadece başkasının ölmesinden korkmuyoruz.*****Oscar’la sabahlıyoruz83. Oscar Töreni bu gece yarısı başlıyor.Oscar Ödül Töreni özel yayını NTV’de saat 00:10’da “Oscar Gecesi” programı ile başlayacak. Ardından 01:00’de “Kırmızı Halı” seremonisi ve 03:30’da ödül töreni ile devam edecek.Bu simultane çeviriyle ekrana gelecek.Töreni aracısız izlemek istiyorsanız CNBC-e’den orijinal sesiyle izleyebilirsiniz.Benim için görsellik çok daha dönemli diyenleriniz varsa onlar da HD-en’den izleyebilirler.HD-en, D-Smart’ı olanlar için ama.. 116. kanaldaymış.Ben her zamanki gibi çocukluğumdan beri, koltukta uyuklayarak izleyeceğim. Gerçi bu seferki tören sürprizsiz gibi ama olsun...Oscar törenleri her zaman büyüleyici olmuştur.*****Yargının ipleri kimin elindeydi?İnsan bazen hangi kavgayı takip edeceğini şaşırıyor bu ülkede...Şimdi de Yüksek Yargı’da bir kavga başladı. Kavga savaşa bile dönebilir.Kimse ‘Yok canım daha neler’ diyemiyor bu ülkede.HSYK Yargıtay ve Danıştay’daki boş üyeliklere, yeni kanunla oluşturulan yeni dairelere üyeler seçti, seçmiş...Çok hızlı oldu bu iş diyen de var,olması gerektiği gibi diyen de...Neyse, Danıştay Başkanı Mustafa Birden bu atamaları beğenmediği için üyelerle birlikte Anıtkabir’e çıktı, çıkmış...Yargı ele geçiriliyor diyorlar...İsmet Berkan yazmış “Yargı ele geçiriliyorsa demek geçmişte başkaları tarafından elde tutuluyordu.”Bizim yargı hiç bağımsız oldu mu gerçekten?Sanki, ortak kavgamız bu olmalı?Ne dersiniz?
Ben de herkes gibi dünyada neler olup bittiğini gazetelerden ve televizyonlardan izliyorum.Tunus’ta, Mısır’da, İran’da, Libya’da neler olduğunu merak ediyorum.İnsanlık tarihinin en hareketli dönemlerinden birini yaşıyoruz.Bütün acılara rağmen şanslı bir kuşak olduğumuzu düşünüyorum, yüzlerce yıllık inançların, alışkanlıkların, tabuların yıkıldığı; yeni bir dünyanın oluştuğu çağa tanıklık ediyoruz.Petrole sahip ülkelerin artık silah depoları, terörist yuvaları olmaktan çıkıp dünyaya ve bilgiye açık toplumlar haline geleceği bir dönemden geçiyoruz.Artık savaşın bittiği, barışın ve bilginin tartışmaya açık olmayacak kadar net bir biçimde kazandığı yeni bir yüzyıl bu.İnsanlığın bilinen tarihi 5000 yıl öncesine dayanıyor, bu tarih, insanların birbirini nasıl öldürdüğünü anlatan bir savaşlar dizisi aslında... Savaşın insanlık tarihinin bu kadar temel unsuru olması tesadüf değil elbet.Savaş, insanların bugüne kadar keşfettiği en kârlı işti.Ama bugün 5000 yıllık insanlık tarihinin altına kalın bir çizgi çekiliyor.Savaş artık kârlı değil, savaşmamak daha kârlı...Eskiden dünyadaki herkes düşmanken, şimdi düşman sandığını öldürdüğünde aslında senin malını alabilecek bir müşteriyi öldürüyorsun.Teknolojinin ve bilginin geldiği noktada artık dünyaya kapalı bir toplum olarak yaşamak neredeyse imkânsız.Herkes bilgisayar, cep telefonu, iPad almalı ki...Dünya ekonomisi canlansın, bütünleşsin ve yeni buluşların önü açılsın.Teknolojideki gelişmeleri okudukça bana dünyadaki gelişmeler tesadüf gibi gelmiyor...Ortadoğu’daki gelişmeler, halk ayaklanmaları durduk yerde başlamadı herhalde...Teknoloji, bütün ülkelerin aynı gelişme çarkının içinde bulunmasını zorunlu kılıyor.Teknolojik gelişmeden kopmak dünyadan kopmak anlamına geliyor. Ki, artık toplumların buna ne tahammülü, ne de ihtiyacı var.Kalın sınırlarla bir toplumu dünyanın geri kalanından koparmak mümkün değil.Kapalı toplumlardaki bürokratik sultalar, ancak yasaklar olduğu zaman varolabiliyor.Ama teknoloji, yasaklar ve kutsallıklar arkasına saklanan güçleri parçalıyor.Ve dünyadaki yeni gelişmeler, eski hainleri kahraman, eski kahramanları hain yapıyor.Dünyanın bütün ürettiklerini satmak için ihtiyaç duyduğu pazar, dünyanın bütünü... Bölge, ülke, toplum ayırt etmeden yeryüzünün her yeri...Savaş çağı sona ererken, bilgi çağında teknolojik devrimler yaşıyoruz.Teknolojinin gelişmesi doğuda ve batıda resmi ideolojilerin zincirlerini kırıyor.Bütün tanımları değiştiriyor.Düşünsenize, ılımlı İslam ne demek?O alabildiğine katı “yasak” ve “günah” tanımı değişmiş demek...Para kazanacak ve harcayacak Müslümanlar demek...İslam aleminde üretim zincirine kadınların katılması demek...Yaşam biçiminin, hemen değişmese de ciddi biçimde esnemesi demek...Dinler ve kültürler arası ilişkilerin kabûlü demek...Dine dayalı düşmanlıkların bitmesi demek.İslam, çağa uygun bir yeni yorum aramasa; kendi içine kapalı, her şeyin, en başta da “tüketmenin” günah olduğunu düşünen Müslüman dünya, teknolojinin herkesin hayatını değiştiren ürünlerini alır mı?Dünya değişiyor.Bütün insanlık gelişen teknolojiden payını alacak.Hatta alıyor. Dünyadaki ve Türkiye’deki tüm gelişmeleri ekonomi üzerinden okusanız hangi gelişmeye şaşırırsınız ki?Ordunun gücünün azalmasına mı, Tayyip Erdoğan’ın dünya lideri olma koşusuna mı, bunları hiç anlamayanların zavallı gibi gözükmesine mi?Size birşey söyleyeyim mi, iPad 2 çıkıyormuş.Kaddafi zaten gidiyor.İran da fazla direnemeyecek bence...***Sarkozy ekonomi planlarını anlatacakBugün Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy Türkiye’ye geliyor. Sadece beş saat kalacak ve Başbakan Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüşecek. 19 yıl aradan sonra bu ilk cumhurbaşkanlığı düzeyine ziyaretiymiş Fransa’nın. Aslında bu ziyareti Fransa Cumhurbaşkanı olarak değil, G-20 Ülkeleri Grubu Dönem başkanı olarak yapıyor Sarkozy. Fransa’nın G-20 başkanlığındaki önceliklerini anlatacakmış. Dünya ekonomi üzerine dönüyor. Size demiştim...***Öcalan beni nasıl güldürdü?Birikmiş kitaplara daldım bu aralar. İyi geliyor bana...“Öcalan’ın İmralı Günleri”ni okuyorum. Daha bitirmedim.Bitirince uzun uzun yazmak isterim.Okuduğum yere kadar olan, birkaç ‘eğlencelik’ şey var ama...‘Eğlencelik’ diyorum, çünkü kaşlarımı çatmış okurken bile o satırlara gelince gülümsedim.Mehmet Ali Ağca, 2000 yılında Türkiye’ye getirildikten sonra Öcalan‘a mektup yazmış.Mektupta tam ne yazıyor bilmiyorum, kitapta bu yok ama Öcalan mektuba cevap olarak “Ağca milliyetçilikten uzak dursun” demiş ve polemiğe girmeyeceğini söylemiş.Benim gülümsediğim şeyse, mektubu gören postacı ile ilgili.Ağca zarfın üzerine Gelibolu-İmralı yazmış.Mektup Gelibolu’ya gitmiş böylece... Postacı Ali Kahoğlu mektupları tasnif ederken, mektubun yanlış geldiğini anlayıp gönderenle alıcının isimlerine bakınca meslek hayatının en heyecanlı anını yaşamış.Mektubu soluk soluğa PTT Başmüdürü‘ne götürmüş. Müdür daha da heyecanlanmış, mektubu savcıya iletmiş. Savcı da İstanbul’a göndermiş, açmadan.Postacıyla o günlerde röportaj yapıldı mı acaba?Bir diğer hikâye de...Gazeteci Hasan Cemal 11 Eylül döneminde Apo‘nun avukatlarıyla görüştüğü bir sırada avukatlar aracılığı ile Apo‘ya bir not göndermiş, “Roman yazsın” diye.Apo, avukatları bu öneriyi kendisine ilettiğinde “Aslında bir roman yazmak istiyorum, kadın konusunda. Fırsat bulursam yazacağım. Onlarla en güçlü arkadaşlık yapacak gücüm de vardır” demiş.Şimdi buna gülmez misiniz...***Haşmet keşke hep yazdığını yapsa..Aktüel Dergisi’nde Haşmet Babaoğlu “Biutiful” filmi için küçük bir yazı yazmış.Demiş ki:“Yoksa iyi yaşamak, çevremizde olup bitene kör, sağır, dilsiz olmak mı? Öyle ya, dünya boğazına kadar pisliğe batmış, bitmez tükenmez acı iki adım ötemizde. İnsanın insana eziyeti kapalı kapıların hemen ardında ama kimse oraya kadar yürümüyor. Kimse o kapının ardına bakmıyor, baksa görecek. İşte Biutiful, bu gerçeği anlatıyor.” Bir de eklemiş:“Yönetmen senarist Inarritu gönül gözü olan seyirciyi metafizik bir damardan da yakalıyor. Medyada filmin bu yanının dile getirilmeyişine şaşırmadım tabii.”Ben şaşırdım. Neye mi?Hem Aktüel Dergisi’nde hem Sabah Gazetesi’nde yazan Haşmet Babaoğlu‘nun bunu niye yazmadığına...Yazsaydı öğrenirdik.Bana hep sanki yazdıklarını yapmıyormuş gibi gelen yazarlardan Haşmet...Bir arkadaşım ben bunu yazarken, omzumun üzerinden yazdığıma bakıp şunu dedi:“Haksızlık etme, bak ne yazmış: ‘Güzel olanın yalan, çirkin olanın gerçek olduğu dünyamız’...”Hımmm... Metafizik buymuş demek ki!***Galip Tekin’in yalnızlığı...Bunu hiç bilmiyordum.Çizer Galip Tekin, kiralık katil tutup adam öldürmek iddiasıyla 7.5 ay hapis yatmış.Gerçekler ortaya çıkmış, hakkındaki bütün suçlamalar düşmüş ama mahkemesi devam ediyormuş.Önce Metris’te, sonra Silivri’deymiş.“Keyifli geçti, bin tane falan figür çizdim” demiş.Arda Uskan yapmış röportajı Aktüel’de.Mutlaka okuyun, çok şaşıracaksınız, çok...Mesela, Galip Tekin’in babası, Mustafa Altıoklar’ın amcasını öldürmüş yıllar önce... Babası onu vurduktan sonra intihar etmiş.Beni en etkileyen cümlesi ise şu oldu: “Yalnız bir insan mısınız?” deyince Arda Uskan, “Fazla arkadaşım yoktur, hele şu olaydan sonra hiç arkadaşım kalmadı” demiş Tekin...“Eşyalara canlı gözüyle bakıyorum, yalnızlıktan mı ne...” demiş bir başka yerde de...Hapishane yalnızlığından geçmiş bir adamın, hayatın içindeki yalnızlıktan dertli olması hayatın acımasızlığı olsa gerek...
Yazlık sinemalar vardı eskiden... Taşra kentlerinde bahçe sinemaları.Filmlerde görmüşsünüzdür, kendiniz hiç gitmediyseniz bile...Ya da benim gibi, gidenlerden dinlemişsinizdir.Yaz aylarında şehrin halkı ellerinde çekirdekleri ile dolarmış buralara.Ama sinemanın oynattığı eskimiş, titrek filmler sık sık koparmış.Film tam orta yerinde kopunca, seyirci ayaklanıp sorun çıkarmasın diye alelacele filmler bağlanır, seyirci sakinleştirilirmiş.Ama o acele ile genellikle yanlış filmler bağlanırmış.Tam maymununu kaybetmiş Tarzan, çığlıklar atarak bir sarmaşıktan bir sarmaşığa sıçrarken, film kopuverirmiş mesela.Sonra film yeniden başladığında, Tarzan ortadan kaybolur, yerine bir hafiye gözükürmüş perdede...Tam o bir yerden bir yere giderken film yeniden koparmış.Bu karmaşa içinde, ne çığlık çığlığa bağıran şaşkın Tarzan’ın söylediği anlaşılır, ne de hafiyenin hangi işler peşinde koşturduğu açığa çıkarmış.***Son zamanlarda Türkiye’deki gelişmeler hakkında yapılan yorumların büyük çoğunluğu da, taşra sinemaların eskimiş filmlerine döndü işte.Garip bir bulanıklık içinde, garip çığlıklar, başı-sonu tutmaz konuşmalar çıkıyor ortaya.Film şeritlerini yenileyip görüntü ayarını netleştirmenin tam zamanı... Neyin tartışıldığına karar vermek gerekiyor.Bu bulanıklık, bu mücadeleler, bu gazeteci kavgaları canınızı sıkmıyor mu hiç?İnsanların neyi, niçin savundukları, neyin ilericilik neyin gericilik, neyin gazetecilik, neyin hainlik; hatta neyin salaklık neyin kurnazlık olduğunu ortaya koymak istemez misiniz?Bulanık film seyretmekten bıkmadınız mı?Taraf gazetesinde pazar günü Yıldıray Oğur’un bir yazısı vardı.Bu bulanıklığın bitmesini arzu eden yazı bir öneri getiriyordu, “Bildiklerinizi ne zaman açıklayacaksınız?” diyordu.“1990-2010 arası bu ülkede neler yaşandı, doğumuna yardım edin gerçeğin” diyordu.Yıldıray bunları, o zamanları bildiğini düşündüğü gazetecilere soruyordu. Gerçekleri açıklamalarını istiyordu.Ben de bütün gazetecilerden, bunu istemelerini istiyorum.Çünkü gerçeklerden nefret edenlerle, gerçeğin üstünü örtmek isteyenlerle doldu her yanımız.Yıldıray diyordu ki:“Yeter ki anlatın, 30 yılda duyup da yazmadıklarınızı, bilip de anlatmadıklarınızı...”Ben de diyorum ki Yıldıray’ın istediğini destekle, gerçeği iste...Bırak diğer köşe yazarıyla kavga etmeyi, gerçeği istiyorsan, gerçeği istiyormuş taklidi yapma.Gerçekten gerçeği iste...Ve diyordu ki Yıldıray:“Kimse konuşmadığı için 720 gündür Mustafa Balbay tutuklu.”Mustafa Balbay gizli sitem mektupları yazmış mıdır acaba konuşmayanlara?***Medyada gerçekleri bilen insanlar var, Sarıkız’ı, Ayışığı’nı, Balyoz’u, bunların nasıl hazırlandığını, hazırlayanların gazetecilerle ilişkilerini, konuşmalarını, beklentilerini bilenler var.Konuşsunlar artık.Ya da bildiklerini anlatmayacaklarsa, hiç olmazsa sussunlar.Bildikleri gerçekleri saklayarak konuşmak ve sanki gerçekleri açıklıyormuş gibi yapıp gerçeğin üstünü örtmek, dolandırıcılığa giriyor çünkü.***Özyeğin, Ortodoks Kilisesi, Finansbank ve Veli Küçük...Ekonomi dergilerini okurum. Eğer bir işadamı röportajı ya da onunla ilgili özel bir dosya varsa, mutlaka okurum.İşadamlarının hayatını pop-starlardan daha çok merak ederim ben.Nedenini bilmiyorum. O hayatlarda çok daha fazla sır olduğuna inancımdan sanırım...Pop-star nedir ki, bütün hayatlarını gazetelerden öğrenirsin.İş dünyası öyle mi! Daima bir perdenin arkasından “eserler” hayata...Şubat ayının Fortune dergisi kapağı Hüsnü Özyeğin’di.Türkiye’nin en büyük zengini... Zenginler sıralamasında birinci, 3 milyar dolarlık servetiyle...Sekiz sayfalık bir dosya hazırlamışlar. Hüsnü Özyeğin’in yeni satın aldığı Millennium Bank hikâyesi etrafında Özyeğin’in bankacılık kariyeri ve başarıları anlatılıyor.Kenan Şanlı hazırlamış, zevkle okudum.Aradan günler geçti -bana hep böyle olur, size de olur mu bilmem. Hikâyeler hep birbirini tamamlayacak şekilde hayatıma girer- birikmiş kitaplardan, Timaş Yayınları’ndan çıkan, Cüneyt Dalkıran’ın hazırladığı Arif Doğan’la yapılmış röportaj kitabını okumaya başladım:“Jitem’i Ben Kurdum.”Kitap beni yeterince heyecanlandırmadı. Bir kısmı gazetelerde çıkmıştı haberlerin zaten, bir kısmına da ben inanmadım. Arif Doğan kendisini anlatmamış, bildiği hikâyeleri kendine göre anlatıp yorumlamış.153. sayfaya geldiğimde Cüneyt Dalkıran, Arif Doğan’a soruyor “Ergenekon sanıklarından Sevgi Erenerol’un Veli Küçük ile iyi ilişkileri olduğu biliniyor. Kendisi Türk-Ortodoks Kilisesi’nin başındaydı. Veli Paşa’nın da yönetiminde bulunduğu Gima, Hüsnü Özyeğin’e aitti. Yine Hüsnü Özyeğin’e ait Finansbank, Yunan-Ortodoks Kilisesi’ne satıldı...”Soru böyle devam ediyor, “Bu konudaki görüşleriniz neler?” diye. Veli Küçük’le ilgili yorumunu merak ediyor.Arif Doğan, Hüsnü Özyeğin kısmına hiç girmiyor, Veli Küçük için ise “Daha önce konuştuk bunları” diyor.O anda, Finansbank’ın National Bank of Greece’e satıldığı 2006 yılının haberleri geldi gözümün önüne.Tamamen unutmuştum.Hemen google’a girip baktım, doğru... Yunanistan’ın milli bankasının ortaklarından biri Yunan-Ortodoks Kilisesi.O tarihte çıkan Hürriyet gazetesinin haberine baktım.“2004 sonu itibariyle NBG’de 265 bin 729 hisseye sahip olan Yunan-Ortodoks Kilisesi’nin bankadaki yatırımları toplamının 10 milyon Euro’yu bulduğu tahmin ediliyor. Finansbank ortaklığı aracılığıyla Yunan Kilisesi ilk kez Türkiye finans sektörüne de adım atmış oldu. Ortodoks Kilisesi, Yunanistan’ın en eski bankası olan NBG’de uzun zamandır hisse sahibi... Bankanın bağımsız yönetim kurulu üyeleri arasında ise kiliseden iki isim yer alıyor” diyor.Fiba Holding de “Kilisenin hissesi yüzde 1’dir” demiş.Google’da bununla ilgili haberler çok...Benim aklımın takıldığı ise şu:İşadamlarının hikâyelerini biz mi unutuyoruz?Yoksa bunlar bize unutturuluyor mu?***Uri Geller İstanbul’daYetenek Sizsiniz‘de İranlı Aref kaşıkları büküp, bilinmeyecekleri bilince ortalık birden karıştı. Yok hile, yok sihir, yok müthiş, yok uzaylı temalarında konuşmalar günlerdir sürüyor. Bir Uri Geller vardı, hatırlarsanız... Fenomen adlı bir program yapmıştı Türkiye’de. Kaşıkları büküp, bozuk saatleri çalıştırmıştı. İşte kaşıkların yeniden büküldüğü bu tarihte, ne tesadüf ki Uri Geller İstanbul’da. Önümüzdeki pazar, 27 Şubat’ta kişisel gelişim semineri verecek ve bir performans sergileyecekmiş. Biletler satıştaymış. İlgilenenler... VIP bileti olanlar, seminer sonrası VIP davete katılıp Uri Geller’la tanışıp sohbet de edebilecekmiş.
Cuma günü “Güneş yaramaz bir çocuk gibi dolanıyor pencerenin önünde. Beni bahar geldiğine inandırmak ister gibi ısıtıyor odamı. Beni kandırmak istiyor. Hissediyorum... Oysa dışarısı buz gibi. Güneşe kanıp çıkarsanız dışarı, bunu çarçabuk anlıyorsunuz” diye yazmıştım...Bir okuyucu “Nelere kanıyoruz bu memlekette! Bırakın güneşe, bahara kanalım. En fazla biraz üşürüz, ne olacak?” demiş.Tek bir satır...Ama öyle etkiledi ki beni.Öyle doğruydu ki yazdığı.Tek bir şey hissettim. Haydi güneşe kanalım gerçekten, en fazla biraz üşürüz ne olacak?İki gündür bahar havası var İstanbul’da.Yaramaz bir çocuk gibi dolaşıyor etrafımızda.Hepimiz temkinli duruyoruz, “Daha önümüzde mart var, kanmayız sana” diyoruz ama kışkırtıcı birşeyler var havada, bunu hissediyoruz.Ağırbaşlı ve uslu durmaya çalışıyoruz, sokakları, aşkı, kadınları, erkekleri düşünmemeye çalışıyoruz.Deniz kenarındaki salaş lokantaları, başbaşa yemekleri, ılık bir rüzgarla müziğin ritmine bıraktığımız bedenleri, gülüşmeleri düşünmemeye çalışıyoruz.Ama düşünüyoruz... Ben düşünüyorum.Sokakları, kahkahaları, rüzgarı, çıplak ayaklarla dolaşmayı, deniz kokusunu...“Ağırbaşlı ve uslu durmaya çalışıyorum, sana kanmam” diyorum ama şu geçtiğimiz iki gün, şubat ayının sonuna yaklaşırken bahar gerçekten pencerelerden içeri giriyor.T-shirtlü insanlar gördüm cuma günü, cumartesi günü cam açık oturdum yazıyı yazarken...Yağmur da varmış şehrin bir yerlerinde ama...Yağmurlar da bahara dahildir nasılsa...Korkmayalım kanalım.Bazen baharın geldiğine inanmak bahardan bile güzel olabilir.Havada kışkırtıcı birşeyler var.Bahar geliyor gerçekten.Mart ayı soğuk olsa bile... Ardından illa ki bahar gelecek nasılsa...Ağaçlar yeşillenecek.İğde ağaçlarının kokusu duyulacak. Ardından erguvanlar açacak. Sonra manolyalar... Sonra da yaz gelecek.Tamam peki, şubat ayının ortasından hazirana bu kadar hızlı geçiş yapmamalıyım.Haklısınız.Ama dışarda bahar havası var.Ağırbaşlı ve uslu olamıyorum. Olmak istiyorum, seçimleri, memleketin durumunu, kutuplaşmayı, sıkıcı daha birçok şeyi düşünüyorum ama olmuyor.Okuyucunun cümlesi çınlıyor kulağımda:“Alt tarafı üşürüz, ne olacak?”Ben bahara kanıyorum.William Wordsworth’un bir dizesi aklıma geliyor:“Bırakın da doğa size dadılık etsin.”Ben bırakıyorum, ben kanıyorum.Herhalde memleket biz bahara inandık diye batmaz.*****Alain de Botton yaşamınızı nasıl değiştirebilir?Alain de Botton Türkiye’ye geldi.Günlük hayatın felesefesini yapan yazar... Alain de Botton‘la 2006 yılında edebiyat dergisi K‘nın ilk sayısı için yedi sayfalık bir röportaj yapmıştım.K dergisi sanırım bu konuda öncüydü, Alain de Botton‘la ilk röportajı yapan yayındı.Sonraki yıllarda Türkiye’ye birçok röportaj verdi Botton...2006 yılında, Londra’daki evinde görüşmüştük, bize bolca zaman ayırmıştı.Heyecanlıydım giderken, çünkü “Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir?” kitabından çok etkilenmiştim Alain de Botton‘un.Ama konuşmaya başladıktan çok kısa bir süre sonra şiddetli bir hayal kırıklığına uğramıştım.Yazıyla ve yazarla ilgili söyledikleri, yaşamla ilgili neredeyse sığ denecek fikirleri, acı ve mutluluk tarifleri... Benim canımı acıtmıştı. Sevdiğim yazarı gözümün önünde öldürüyordu.İKSV‘de ve Lütfi Kırdar’da bir konuşma yapmak için Türkiye’ye gelen Botton’u dinlemeye giden gazetecileri okudum cuma günü.Hürriyet’te Onur Baştürk “Hitabet ustası, çok iyi bir konuşmacı, elleriyle inanılmaz bir ilişki kuruyor karşısındakilerle, bir stand-up’çı. IKSV salonu hüşu içinde dinliyor adamı” demiş Alain de Botton için...Lütfi Kırdar’da dinleyen Millliyet yazarı Meral Tamer ise “Hızlı düşünüyor, hızlı konuşuyor, muzip bakışlı, güler yüzlü ama konuşmasından etkilenmedim, kızımla evdeki sohbetlerimizde bile çok daha fazla derinlere indiğimiz oluyor. Herşeyden azar azar derinleşmeden yaşamak isteyen günümüz insanının ‘filozofu’ sayılabilir” demiş. İki farklı konuşma mı yaptı bilmiyorum ama...Ben de diyorum ki, 4,5 sene önce üç saat konuşmuştum, 4,5 sene sonra Türkiye’de yaptığı iki konuşmasını da dinlemedim ama Alain de Botton hayatı anlatarak insanı etkileyebilecek bir yazar değil...Ne yazarak ne konuşarak...Bunu yazarken yine canım acıdı. Çünkü o hâlâ “Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir?”in yazarı benim için...Günlük hayatın felsefesini yapan bir yazar değil.Ama yaptığımız röportajda sevdiğim birşey söylemişti “Tüm yazarların göçmen duyguları olduğunu söylüyorsunuz. Bu lafınızı çok sevdim. Göçmenlikten tam ne anlıyorsunuz” diye sorduğumda:“Yazarlar yaşamın dışında dururlar, onu daha iyi görebilmek için. Göçmenler gibi... Eğer göçmen değilseniz herşey normal gözükür, içerideki herşeyi normal bulur. Dışarıdaki içinse herşey çok garip, korkutucu, ancak çok da ilginçtir.Yabancı olduğunuz her yerde yalnızlık, korku ve bir yönünü kaybetme duygusu vardır ama aynı zamanda herşeyi de çok daha açık görebilirsiniz” demişti.Ben de bu ‘ödülümle’ Londra’dan dönmüştüm.Burada Alain de Botton’u dinleyenlerin ödülü ne oldu? Onu ben de merak ediyorum işte...*****Mısır neden şimdi ayaklandı!Sayıları severim. Onları kullanmayı pek beceremem ama severim.O yüzden de istatistiki bilgiler çok ilgimi çeker.Gerçeği, tartışmaya kapayan noktalardır.Ama pek aldırmayız biz sanki onlara. Kendi ‘fikirlerimizin’ çok daha fazla gerçeği gösterdiğine inanırız. Son 40 yılın insani kalkınma açısından en iyi performansını hangi ülkeler göstermiş biliyor musunuz?2010 Kalkınma Raporu’na göre, ilk 10 ülkenin 5’i Arap ülkesi...Umman,Suudi Arabistan, Tunus, Fas ve Cezayir...Mısır, 135 ülke arasında en iyi performansı gösteren sekizinci ülkeymiş.Mısır’daki gelişmeler, halkın ayaklanması, hayatı değiştirmek isteyenlerin çokluğu, ekonomik açıdan bakınca daha berraklaşıyor değil mi?Türkiye ise son 30 yılda 135 ülke arasında en iyi performans gösteren 25. ülkeymiş.Türkiye dünyanın 17. büyük ekonomisi.Türkiye insani kalkınmışlık açısından dünyada 83., Mısır 101., İran 70., Tunus 81.!Ama Mısır en iyi performansı gösterecek kadar bizden ileride... Bir kez daha anladım.Dünyanın hareketi ekonomi üzerine kuruludur. Bunu sezemeyenlerin işi de siyasettir.*****Huffington mucizesiAmerika’da kurduğu blogdan, çok etkili internet gazetesi Huffington Post’u yaratan, Arianna Huffington ilginç bir kadın.Ayda 26 milyon kişinin ziyaret ettiği siteyi AOL, 315 milyon dolara satın aldı şubat ayının başında.Bir internet sitesinin 315 milyon dolar ettiği bir dönemden geçiyoruz.Sitenin kurucusu Arianna Huffington, Amerikan solunun popüler isimlerinden. Televizyon programcısı ve yazar... Siteyi liberal çizgide bir blog olarak 2005 yılında 1 milyon dolara kurmuş.Sitede kısa veya uzun aralıklarla yazan 100’den fazla köşe yazarı var. Haber dışında bolca analize de her verilen site reklam ve bağış gelirleriyle ayakta duruyor. Sitenin 2010 geliri 61 milyon dolar civarında. 60 yaşındaki Arianna Huffington sıradışı bir kadın.Hayatı da oldukça ilginç.İlginizi hiç çekmediyse şöyle deneyeyim, eski kocası biseksüelmiş.
Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” adlı kitabını karıştırıyorum.Eski kitap karıştırmayı hep çok sevmişimdir.Birçok şeyi yeniden öğrenirsiniz.Yepyeni pencerelerden bakarsanız hayatınıza. Başkalarının hayatlarına...Ben bu yazıyı yazarken güneş, yaramaz bir çocuk gibi dolanıyor pencerenin önünde.Beni bahar geldiğine inandırmak ister gibi ısıtıyor odamı.Beni kandırmak istiyor. Hissediyorum...Oysa dışarısı buz gibi... Güneşe kanıp çıkarsanız dışarı, bunu çarçabuk anlıyorsunuz.Miles Davis çalıyor bir taraftan.Marcus Miller’la birlikte...Sanki bir şeylerin olacağını haber verir gibi esrarengiz ve ürkütücü Miles Davis’in trompeti.Ömer Hakim’in davulu Afrika ritminde bir şeyler çalıyor parçanın girişinde.Ardından bir başka parça başlıyor, uğultulu bir fırtına gibi.Televizyona bakıyorum bir yandan da...Sesi kısık...“Odatv yöneticileri ve Soner Yalçın adliyeye sevk edildi” yazıyor.Odatv ne çok yalan yazmıştı babamla, dedemle ilgili, Taraf gazetesiyle ilgili...Babamla, dedemle ilgili yazdığı şeylere aldırmamıştım nedense...Belki bu tür düşmanlıklara çok alışkın olduğum için...Belki de Soner’i, dedemin, babamın düşmanlığına lâyık bulmadığım için...Düşmanlık önemli bir mertebe çünkü...İnsan düşmanıyla övünebilmeli. Düşman, aynı zamanda dostluk da yapmak isteyeceğin kadar yürekli olmalı.Soner hiçbir zaman o düzeyde bir düşman olamadı. Birisinin hakkında yalan yazmak, iftira atmak sizi düşman yapmaz çünkü, sizi yalancı yapar.Soner’e bunları anlatmaya çalışırdım bazen konuştuğumuzda, “Yahu, ne kadar ciddiye alıyorsun bunları, Taraf şu an gündem, haber yapıyoruz biz de işte” derdi...Ailemle ilgili yazdıklarını ciddiye almasam da Taraf gazetesiyle ilgili yazdıklarına her defasında çok kızardım.Hem tercih ettiği düzeye, hem de bunu bu kadar kolay yapabilmesine öfke duyardım.“Bunu, kendisine niye yapıyor acaba?” diye sorardım kendime.“Bu tür bir gazeteciliği kendisine neden lâyık görüyor?” diye merak eder dururdum.Düşmanlık yürekli olmayı ister ya, dostluk da benzer bir yürek ister.Soner düşmanlıkta gösteremediği yürekliliği, ne tuhaf dostlukta gösterirdi.Soner, dostluk yapmıştır bana...Soner, zor günümde yardımıma koşmuştur benim...Şimdi, gözümü ayırmadan televizyona bakıyorum, “Yeni haber var mı?” diye...Benden esirgediği düşmanlığı, benden esirgemediği dostluğa ekliyorum, Soner’i merak ediyorum.Umarım darbeciliğin, çeteciliğin kol gezdiği bu ülkede ciddi bir suça bulaşmamıştır. Umarım dostlukta gösterdiği dürüstlüğü bundan böyle düşmanlıkta da gösterir; güvenilir, saygıdeğer bir düşman olmayı becerir. Umarım...***Büyükelçi Ricciardone aslında ne diyor?Ankara’ya yeni atanan Amerikan Büyükelçisi Francis Joseph Ricciardone bir tanışma resepsiyonu verdi geçen akşam.Sanırım gazeteciler gündemle ilgili sorular sormuşlar.Odatv yöneticileri ve gazeteci Soner Yalçın’ın gözaltına alınmasıyla ilgili de soru gelince, Ricciardone “Bir yanda gazeteciler gözaltına alınıyor, bir yanda basın özgürlüğü deniyor. Biz anlamıyoruz” demiş.Hangi açıdan bakarsan bak, irdelenebilecek bir cevap bu...Ben de gazeteleri taradım, “Kim bu konuda ne yazmış?” diye...Pek ilginç birşey yok.Ama Hürriyet’ten Yalçın Doğan’ınki ilgi çekici geldi bana.Bu arada Hürriyet’te yazarlar bir bir “Tatil lâzım bana” deyip yazılarına ara veriyorlar.Önce Ahmet Hakan, ardından dün Kanat Atkaya, Sedat Ergin... Hatta bir diğer sayfada da Mehmet Yılmaz’ın köşeşinin yerinde “Yazarımız seyahatte olduğu için yazısını bugün yazamamıştır” diye yazıyordu dün...Tuhaf bir tesadüftü.Gazetede tatil kampanyası var gibi...Demiş ki Yalçın Doğan:“Ricciardone gittiği ülkeye oradaki iktidarın gözlüğü ile bakmadığını, tarafsız olduğunu göstermek istiyor.”Nedeni de şuymuş:Ricciardone’nin Türkiye gelmesi çok uzun sürmüştü. Konuyu yakından takip edenler bilecektir, Kongre bu atamayı bir türlü onaylamıyordu.Çünkü Büyükelçi daha önce görev yaptığı Kahire’de Mübarek yanlısı, iktidar yanlısı olarak tanınıyormuş.Kongre de “Türkiye’ye gelince yine iktidar yanlısı olursa” kaygısıyla bu atamayı onaylamıyormuş.Aylarca boş kalan Amerika’nın Ankara Büyükelçiliği, sonunda Obama’nın özel yetkisini kullanıp Ricciardone’yi buraya göndermesiyle dolmuştu.Ricciardone şimdi gerçekten inandığı şeyi mi söylüyor peki, yoksa kendi iç siyasetlerine dönük bir açıklama mı yapıyor acaba?***Atatürk kimi Başbakan seçer?“Çankaya” kitabını karıştırıyorum demiştim ya...İlginç bir anekdota rastladım.Falih Rıfkı Atay, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Atatürk’ün hep yanında olan bir yazardı.“Çankaya” da o dönemle ilgili anılarını topladığı kitap.O bölümü aynen aktarıyorum:“Bir akşam Atatürk’e davetliydik.Birkaç oyun masası kurulmuştu. Hanımlı-efendili vakit geçiriyorduk. Ben ve Yakup, Atatürk’ün masasında idik. Fethi Bey ve İsmet Paşa ayrı ayrı masalarda briç oynuyorlardı.Bir aralık yaver Atatürk’e bir şifre getirdi. Şeyh Sait isyanına ait bir son rapor olduğunu anladık. Bir cephe düşer gibi Şark düşüyordu. İsyana katılan katılana idi. Atatürk raporu okudu.Dudaklarını bir acı kıstı, sonra yavere usulca ‘Al bunu Fethi’ye götür’ dedi.Bize de ‘Çocuklar, dikkat edin’ dedi.Fethi Bey rahatsız edilmesinden sıkılmış görünerek bir an oyunu bırakıp yavere ‘Ne var?’ diye sordu.Yaver raporu verince de şöyle bir göz atıp ‘Sonra bakarız’ diyerek iade etti.Atatürk yaveri çağırdı, yine yavaş sesle ‘İsmet’e götür’ dedi.İsmet Paşa’nın hükümette hiçbir vazifesi yoktu. Oyunu bıraktı. Rapora bir baktı. Sonra iskemlesini geriye çekerek bir cigara yaktı. Uzun uzun okudu. Birkaç nefes cigara daha çekti. Tekrar okudu. Ve pek düşünceli bir halde kağıdı ağır ağır kıvırdı, yavere verdi. Düşüncesi bir müddet daha devam etti.Atatürk ‘İşte farkları’ dedi.”Falih Rıfkı Atay’ın anlattığı bu olaydan bir süre sonra Fethi Bey görevden alındı ve İsmet Paşa, Başbakan oldu.Simdi düşündüm de...Seçimler yaklaşıyor.Atatürk yaşasaydı, sorunlar da bugünkü sorunlar olsaydı...Siyasi liderler de bugün davrandıkları gibi davransalardı sorunlar karşısında...Atatürk kimi Başbakan seçerdi acaba?***Otellerdeki mini-bar tarihe KARIŞIYOR“Almanya’da çok ilginç bir trend başlamış” dedi arkadaşım, gazetede okumuş.Her 5 otelden biri odadaki mini-barı iptal ediyormuş.5 yıldızlı ve lüks oteller de dahil...Çünkü otellerdeki en çok enerji tüketen kaynaklar soğutma ve aydınlatmadan sonra, odadaki mini-barlarmış.Çevreci kurumların yaptığı bir araştırmaymış bu.Şimdi bazı oteller mini-barlarını iptal ediyormuş, bazılarıysa her odaya yerine koridorlara minibar koyuyorlarmış.Yüzde 20’yi aşan bir tasarruf oluyormuş böylece.Çevrecilik, çok ciddi bir konu...Bizler için... Kendi aldırmadığımız hiçbir şeyin önemli olmadığını düşünen bizler için, çevrecilik hâlâ hakettiği ciddiyette algılanmıyor bu ülkede...Dünyada ise neredeyse artık herşey, elde kalan kaynakları doğru kullanmak için geliştiriliyor.Mesela kağıt çılgınlığının çevre için büyük tehdit yarattığını düşünen dünya, ağaçların azalmaması için, kullanılmış kağıtların geri dönüşümüne, giderek daha fazla önem veriyor.Benzin kullanılmayan elektrikli arabalar için çalışıp duruyor.Ve daha bilmediğimiz kimbilir neler yapıyor?Biz de en azından ucundan tutsak mı? Haksız mıyım, ne dersiniz?***Frida’nın yeğeni burada!Yarın, 19 Şubat Cumartesi günü, saat 14.30’da Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde bir söyleşi var. Pera Müzesi’nde uzun zamandır devam eden, Meksikalı ressamlar Frida Kahlo ve Diego Rivera sergisi kapsamında Frida Kahlo’nun kız kardeşinin torunu Cristina Kahlo’nun “Frida, Diego ve dönemin sanat çevresi” başlıklı söyleşisi. Fotoğraf sanatçısı Cristina Kahlo, büyük teyzesi Frida Kahlo’yu anlatacak. Merak edenlere duyurulur.
Genç bir adam elinde senaryosuyla prodüktörün odasına girer. “Çok iyi bir hikâyem var... Buna bayılacaksınız” der ve anlatmaya başlar.Prodüktör heyecanla dinlemektedir.Kafasını her üç-beş cümleden sonra yavaş yavaş sallayıp notlar da almaktadır önündeki kağıtlara...Adam prodüktörün heyecanını hissettikçe daha da güvenle anlatmaya başlar.“Bir bavul belge gelmiştir bir gazeteciye... İçinde askerin yapmayı planladığı darbenin belgeleri vardır. Gazeteci bunları inceler ve yayınlar. Tartışma çıkar. Kavgalar artar.Bu arada dava açılmıştır. Yargılanma süreci başlar. Bir grup gazeteci neredeyse böyle bir planın olmadığına dair canını ortaya koyarak yazılar yazar, programlar yapar.Ama dava devam etmektedir. Sanıklar tutuksuz yargılanıyordur.Bir sene sonra Donanma Komutanlığı’nda bir arama yapılır subaylar eşliğinde. İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne yapılan bu baskında, İstihbarat Şube Müdürü’nün odasının zemininde, bu darbe planlarının orijinali olduğu söylenen çok sayıda belge ele geçirilir. Bu belgeler incelenir.Tutuksuz yargılanan birçok asker ve Silahlı Kuvvetler’in 301 generalinden 30’u tutuklanır.”Prodüktörün yüzü asılır.Kalemi elinden bırakır.Arkasına yaslanır.Hikâyesinin sevilmediğini, prodüktörün vazgeçmek üzere olduğunu hisseden genç adam, “Tabii belgeler gerçek mi sahte mi bilmiyoruz. Sahte de olabilir... Hatta sahtedir... Belgeleri biri gelir, Donanma Komutanlığı’nın zeminine gömer” der.Prodüktör artık kendisini tutamaz, sinirlenir...“Oğlum sen saçmalıyorsun. İki versiyonu da tutmaz bunun. Kim inanır askerin bu çağda darbe yapacağına ya da donanmanın içine birilerinin girip o belgeleri yerleştirebileceğine. Boşuna alma vaktimi” der ve önündeki kağıtları da yırtıp atar.***Eğer bu hikâye bir film senaryosu olsaydı, senarist büyük bir ihtimalle böyle bir tepkiyle karşılaşırdı.Balyoz darbesiyle ilgili yaşananlar ve iddialar, bir film yapımcısına bile saçma gelecek kadar tuhaf çünkü...Ve en acısı, bu saçmalık bizim ülkemizin gerçeği...Geçen sene ocak ayında Taraf Gazetesi’nde yayınlanan Balyoz Darbe Planı belgelerinin orijinali olduğu söylenen planlar, geçtiğimiz Aralık ayında Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürü’nün odasının zemininden çıktı.Bu belgeler incelendikten sonra, bu davada tutuksuz yargılanan 196 sanıktan 163’ü tutuklandı.Bunların 30’u general... Türk Silahlı Kuvvetleri’nde toplam 301 tane general var, yüzde 10’u hapiste...Şimdi “O belgeler sahte” diyen var.“O belgeler artık başka kanıt istemiyor, her şey ortada” diyen var.Fakat “Hangi iddia doğru olursa olsun aslında bir ordumuz yokmuş” diyen yok.***Düşünelim...Şayet o belgeler gerçekse, askerin bir darbe planladığı açıkça ortaya çıkıyor.Hiç çekinmeden kendi vatandaşlarını öldürmeyi bile planlayan bir ordu...Seçimle gelmiş bir hükümete darbe yapmayı planlayan bir ordu...Böyle bir şeye “ordu” demek gerçekten zor.Diyelim, o belgeler sahte... Belgeleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni zorda bırakmak, hepimizi kandırmak, bundan bir çıkar elde etmek isteyen, bunu uman birileri, Donanma Komutanlığı’nın İstihbarat Şube Müdürlüğü’nde İstihbarat Daire Başkanı’nın odasının zeminine gömdü.Donanmanın istihbaratla ilgili biriminde böyle şeyler olabiliyorsa ve ordu bunun farkına varamıyorsa, ben ona “ordu” demem.Çünkü o belgeler sahteyse, Türkiye’nin ulusal savunmasının güvenliği apaçık delinmiştir ki, bu inanılmaz bir skandaldır.O belgeler bir ağaç altında ya da bir evin içinde bulunmadı.Gölcük Donanma Komutanlığı’nın İstihbarat Şube Müdürlüğü’nün Daire Başkanı’nın odasının zemininin altından çıktı.Belgeler sahteyse... Kim koydu o belgeleri oraya?Ben bunun cevabı istiyorum.Ya o belgeler sahte...Donanma Komutanlığı’nın İstihbarat Dairesi’ni bile korumaktan aciz bir ordumuz var.Ya o belgeler gerçek, içinde darbe hazırlayan paşaların bulunduğu bir ordumuz var.O belgeler sahteyse de, gerçekse de aslında aynı sonuca varıyoruz.Bu ordunun değişmesi, düzelmesi, gerçek bir ordu olması gerekiyor.Bence, Balyoz’un bize gösterdiği en büyük gerçek de bu...***Gül Tahran’dan geçti ama...3 gün önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İran’a gitti.İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’la görüştü.Bu görüşme sırasında Tahran sokaklarında bir hareketlilik yaşandı.Yeşil Hareket’in binlerce taraftarı rejimi protesto etmek için sokakları doldurdu.Bu, çok uzun zamandan beri Tahran’da gerçekleşen ilk gösteriydi.İran’da 2009 baharında protestolar, ayaklanmalar yaşanmış, ardından da sansürler, tutuklamalar, işkenceler, cinayetler bir türlü dinmemişti.Ne tesadüf ki, o günden beri ilk gösteri Gül, Tahran’da iken oldu.Eski gösterilere göre daha zayıf olsa da halk protesto için sokakları doldurdu.Halkın protesto ettiği bu baskı rejiminin lideri Ahmedinejad’la buluşan Gül için belki o saatte sokaklarda yaşanan ayaklanmalar tatsız bir tesadüftü ama Ahmedinejad’ın kendi ülkesine uyguladığı baskı Gül’ün bilmediği bir şey olamazdı.Mısır’da yaşanan halk ayaklanmaları düşünülürse, Tahran’a da bunun sıçrayacağı nasıl hesaplanamadı, tam anlamadım.Görüşmenin ardından da yapılan basın toplantısında halkın yaşadığı zulümden ya da muhalefetin gördüğü baskıdan söz etmeyen Cumhurbaşkanı Gül, benim için cevaplanacak sorularla beraber yurda dönecek açıkçası...***Teknolojinin tüketiciye faydası var mı?BARCELONA’DA Dünya GSM Kongresi var. Yeni cep telefonları, 4 G telefonlar, tablet bilgisayarlar kongrenin ana ürünleri. YENİ çıkan bütün cep telefonları artık dokunmatik ekranmış. Çoğu, televizyon dünyasının 3 D teknolojisine sahipmiş. iPHONE’A rakip Samsung‘un Galaxy-S serisinin iki numaralı modeli, fuarın en ilgi çekici telefonu olmuş. 4.3 inch boyutlu ekran, 8 megapiksel kamera ve HD görüntü desteği varmış. Firmalar arası hızla gelişen teknoloji yarışı harika bir şey de tüketici için de harika mı, işte buna karar veremiyorum. Her “yeni” ürün kısa sürede “eski” ürün oluyor çünkü...***Reşat Altay konuşsun tabii... Zaten neden susuyordu ki!4 sene geçti cinayetin üzerinden.Ama öyle, bir şey yapmadan durdu ki devlet... Şimdi azıcık kıpırdansa mutlu oluyoruz.Hrant Dink cinayetinde sorumlu olduğu ya da ihmali bulunduğu açıkça ortada olan dönemin Trabzon eski emniyet müdürü Reşat Altay, sonunda sorgulanacakmış. Gazetelerde okudum.Sonunda ifadesi alınacak...Yani o da alınabilirse!Ne acıklı bir mutluluk şu bizim yaşadığımız...Bu küçük ilerlemeleri bile bizlere mutluluk sandıran AK Parti Hükümeti, bu cinayeti aydınlatmadığı sürece bu karanlığı sırtında taşıyacaktır. Bu kaçınılmaz...Reşat Altay’ın anlatacağı her doğru bu cinayeti aydınlatabilir.Reşat Altay ismi birçoğumuz için tanıdıktır aslında.16 Mart 1978’deki İstanbul Üniversitesi Katliamı’nda 7 öğrencinin yaşamını yitirdiği, 41 öğrencinin de yaralandığı saldırıda, öğrencilerin katillerini yakalamak için peşlerine düşen polislere “Geri dön” emri veren kişi dönemin komiser muavini Reşat Altay’dı. Sonra Çiftehavuzlar Katliamı, Susurluk’ta Abdullah Çatlı ile olan ilişkiler...Reşat Altay 3 Mayıs 2006 tarihinde Trabzon Emniyet Müdürlüğü’ne atanmış. Dink cinayetinin hemen ardından da 22 Ocak 2007’de merkeze alınmış. Hrant Dink’in öldürüldüğü silah Glock marka...5 Şubat’ta 5. yılı dolan Rahip Santoro Cinayeti de Glock marka silahla işlenmişti. O zamanki Trabzon Emniyet Müdürü ise Ramazan Akyürek’ti.Trabzon’da emniyet müdürleri, Glock marka silah ve 18 yaşından küçük tetikçiler arasında bir ilişki yok mu yani?Bunun için 4 sene neden bekledik ki?
Kimileri canı sıkıldığında, olan bitenden kaçmak istediğinde uyur.Uykuya sığınmak, her şeyi yok saymak, uyandığında her şeyin değişeceğini ummak iyi gelir bazılarına...Ben uyumam. Uyuyamam...Kaçmak, korkmak, beni her zaman daha fazla ürkütmüştür... Uykuya dalmak, kendimi hayattan saklamak beni daha çok korkutur.Ben, dert neyse... Onu karşıma almayı severim...Onu günlerce, bir dakika bile kaybetmeden düşünmek isterim.Onunla konuşurum... Mutlaka karşısına dikilirim.Onunla dövüşmeyi, onu yenmeyi, onu kabullenmeyi bilirim.Ben canı sıkıldığında uyumaktan korkanlardanım.Acıyan yarasına parmağını basanlardanım.Acısından kaçanlardan değil, acısını sevenlerdenim.Bunu da daha akıllı, daha güçlü olduğum için değil, bunun bana daha iyi geldiğini düşündüğüm için yaparım.Bunu bilen ama kendimi yorduğumu düşünen bir dostum, bir mektup yazmış bana...Çok uzun zamandır bir mektup almamıştım. El yazısı ile yazılmış üstelik.Dostumu yakından tanırsınız. Onun ne denli hoş biri olduğunu bilirsiniz.Ama isminin bile önemi yok aslında, yaptığı dostluğun yanında...Bana şunu yazmış:“Ünlü Fransız şairi Prevert’in dediği gibi yapsan biraz keşke...‘Şapkamızı kafese, kuşumuzu kafamıza’ koysan...Öyle çıksan hayata, sokağa...Ve Prevert’in generali gibi sorsa herkes:- Ne o, selam vermek yok mu?Sen de kuş gibi ‘Yok, selam vermek yok artık’ desen...”Prevert’in Kışlanın Dışında adlı şiirini yazmış bana... “Kalpağımı kafeseKuşu kafama koydum, dışarı çıktım.Ne o dedi komutan sokakta,Selam vermek yok mu artık?Hayır, dedi kuş;Selam vermek yok artık.Bağışlayın, dedi komutan:Ben var sanıyordum da.Aldırmayın canım, dedi kuş,Her insan yanılabilir.”***Düşündüm mektubu okuduktan sonra, bunu yapabilirim.Belki hâlâ uyuyamam ama bunu yapabilirim.Ve şapkamı kafese, kuşu da kafama koyup çıktım dışarı.Yürüdüm sokaklarda...Kimlere rastlamadım ki!Ama benim hayâlimde kuş yerine hep ben cevap veriyordum.Politikacılara rastlıyorum. Soruyorlar:- “Politikanın önemi yok mu?”Hemen cevap veriyorum:- “Yok, politikanın da önemi yok.”Politikacı özür diliyor:“Ah pardon, ben önemi var sanıyordum da.”Zengin adamlara rastlıyorum sonra:- “Ne yani paranın da mı önemi yok?”- “Yok, paranın da hiç önemi yok.”Üzülüyor zenginler, şaşkın, zavallı:“Çok özür dileriz biz paranın önemi var zannediyorduk da” diyorlar.Yakışıklı adamların, güzel kadınların yanından geçiyorum ardından...“Ne oluyor, bize de mi aldırmayacaksın? Güzelliğin de önemi yok mu yani?” diyorlar.- “Yok, asıl güzelliğin hiç önemi yok.”Kadınlar, adamlar üzülüyor:“Hay Allah, biz var sanıyorduk da.”Düşmanlara rastlıyorum sonra...Burada kuşu zor tutuyorum açıkçası. Keskin gagasıyla anlatmak istiyor çünkü, onların da hiç önemi olmadığını...Siz de arada bir kuşu kafanıza, şapkanızı kafese koyup dolanın hayatın içinde.Ne politikacıların, ne güzel kadınların, ne zengin adamların, ne komutanların, ne düşmanlığın önemi kalmasın.Şapka kafeste, kuş kafamızda uçup gidelim sonra...***Rakı içmenin adabı!Salah Birsel edebiyatında rakı, “gençlik suyu”dur.Bu anlatımı hep sevmişimdir.Rakı içmeyi o kadar sevmem ama rakı içmenin adetlerine bayılırım.Meze, meyhane, çilingir sofrası, sohbet, balık, çalgı, fasıl, sigara...Overteam Yayınları, Yeni Rakı sponsorluğunda bir rakı ansiklopedisi hazırlamış.Kitabın çıktığını bir yerlerde okumuş ama kitabı karıştırma fırsatı bulamamıştım.Gerçekten uzun zamandır bu kadar zevkle okuduğum bir kitap olmadı.İçinde rakıya ilişkin neler yok ki... Çoğunlukla gazetecilerin gittiği Asmalımescit’teki Yakup’u duymuşsunuzdur mutlaka.Önünden geçerken bile gazete koridorlarında rastamadığınız kadar gazeteciye rastlarsınız orada.Yakup’un olduğu yerde eskiden Nil Lokantası varmış.Bahçesinde piyano çalınırmış. Selahattin Hilav, Ömer Uluç, Sevim Burak, Demir Özlü, Leyla Erbil, Edip Cansever müdavimlerindenmiş. Hayat nasıl da değişmiş!Rakıya buz konmazmış.Mutlaka koyacaksan soğuk su önce, buz sonra...Önce buz koyarsanız, anason kritalize olacağından rakının tadı bozuluyormuş.Her seferinde meyhanede aynı yere oturmak, o köşeyi benimsemeye “kabak asmak” deniyormuş.50’lerin ikinci yarısına kadar kadınlar meyhaneye giremiyormuş.Sert içkileri kadınla beraber düşünmek neredeyse tabuymuş. Bunu ilk kıran kadınlar Güzin Dino, Mina Urgan, Leyla Erbil, Sevim Burak, Tomris Uyar, Durnev Tunaselli‘ymiş.Sabah rakısı varmış, en ilgimi çeken bilgilerden biri bu oldu.Adına da sabuh deniyormuş. Sabah bir tek rakı içerler, öğleden sonra kaylule adını verdikleri öğle uykusuna yatarlar, akşam dinçlenmiş akşam rakısına otururlarmış.Ansiklopedide 1775 madde var.Ben en çok meyhanelerin hikâyelerini sevdim.Meyhanelerde bir tarih saklı olduğunu bu kadar da bilmiyordum.***Art Project de mi ucube?Google’ın yeni hizmeti Art Project, dünyadaki 17 uluslararası müzeyle beraber internet kullanıcılarına galerilerde dolaşma imkânı veriyor. Toplam 1060 sanat eserini yanındaymışsınız gibi görebiliyorsunuz. Sanki müzenin içinde gerçekten dolaşıyormuş gibi... Bakamamıştım hiç...Hayat, böyle güzel zevklere zaman ayıramayacağım kadar yoğundu. Kaan Sezyum’da okudum ki, zaten vaktim olsaydı da göremeyecekmişim. Çünkü dünyada başlayan bu hizmet Türkiye’de yokmuş. Nedeni bile belli değil. Bir bilen var mı?***D&R’dan tuhaf ambargoBir+Bir diye bir dergi var...Çoğunlukla okuduğum bir dergi değil, raflarda bazen gözüme çarpardı.Ocak sayılarını biraz gecikerek çıkarınca, okuyucudan özür dilemek için İstiklal Marşı’nın dizelerini kendilerine göre uyarlayıp matrak birşey yazmışlar.“Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı okurKahraman tayfana bir gül ne bu surat bu homur...” diye başlayan satırlar.Buraya kadar hikâye heyecanlı bile değil.Hatta bir ömür boyu bunu bilmeyebilebilirdik.Ama bunu farkeden biri, kim bilmiyorum ama öğrenmek isterdim doğrusu, rahatsız olunca D&R kitapçıları dergiyi raflarından indirip satmaktan vazgeçmiş.Haber yayıldı.Ve beklenen de oldu. Şimdi herkes dergiyi merak ediyor.“Her işte bir hayır vardır” dedikleri bu olsa gerek.Çünkü meğerse bu dergiyi, dergicilik tarihinin en başarılı işlerinden Express ile Roll’u çıkaran ekip çıkarıyormuş.Bunu öğrenmiş oldum.Bunu bilmemekten utandım.Hatta öğrendim ki D&R, Roll’u almasına rağmen Express’i de satmıyormuş zamanında. “Siyasi dergi bu. Biz ‘nötr’ dergi satıyoruz” demişler.Nötr dergi!D&R’ı anlamakta zorlandım.Bir kez de onlar adına utandım.Kimi kimden koruyorlar acaba?Bilginin tek tuşla hayatımıza girdiği bu çağda bizler için endişe ediyorlarsa, aman etmesinler.En hafif tabirle komik oluyorlar.