Yaşamaktan korkanlara “Bak acımıyor” diyecek biri lazım...

Haberin Devamı

Yaşamaktan mı korkuyoruz...
Ölmekten mi?

Bence ölümden korktuğumuz kadar yaşamaktan da korkuyoruz çoğumuz...

Sürekli olarak yaşamın kenarında dolanıyor ama bir türlü gerçekten yaşamaya cesaret edemiyoruz.

Küçücük bir fanusun içinde dolanan küçük kırmızı balık gibiyiz.

Hep aynı çemberin içinde dönüp duran balık gibi tekdüze, aynı sıkıcı hareketleri tekrarlayarak dünyada vakit dolduruyoruz.

Yaşayamamamızın nedenine bazen para, bazen aradığımız aşk, bazen doğduğumuz aile ve geleneğin yapısı, bazense kader diyoruz.

Ama aslında yaşamaktan korktuğumuzu hiç söylemiyoruz.
Çoğumuz düpedüz yaşamaktan korkuyoruz işte...

Yaşamaya kendimizi bırakacak kadar yürekli değiliz. En büyük cezamız da aslında bunu biliyor olmamız...
Niye korkuyoruz acaba dolu dolu yaşamaktan?

Ölmekten bu kadar korkarken yaşamaktan da korkmanın ne anlamı var?

Bizi ölümden ayıran, ölümle aramıza koyabildiğimiz tek mesafe olan hayatı hiç yaşamadan nasıl pas geçebiliriz ki?

Sadece “varolmak”, sadece canlı olmak nasıl yeter bize?
Düşünüyorum... Bir kırmızı balık gibi varolmak yerine gerçekten yaşamaya başlar başlamaz aslında birer ölü olduğumuzun anlaşılmasından mı çekiniyoruz? Yoksa yaşamın canımızı acıtacağından mı korkuyoruz?

O yüzden mi yaşarken ölü taklidi yapıyoruz?
Ölü taklidi yaparsak canımız acımaz mı sanıyoruz?

***

Yahya Kemal Beyatlı’nın şiiri ne güzeldir, değil mi?
“Gördüm ve anladım yaşamak mâcerâsını,
Bâkiyse rûh eğer dilemezdim bekasını.
Hülyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var?
Bitsin, hayırlısıyla, bu beyhûde sonbahar!
Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
Ölmeden önce ölmek...

Çok gençken okumuştum, çok etkilendiğim için olacak sonra bir daha hiç unutmadım:

Eski Romalı aristokratlardan Pautus, imparatoru devirmek için bir darbe hazırlamış. Ama harekete geçmeden yakalanıp idama mahkûm olmuş.

Eski Roma’da idama mahkûm olan asiller, bir odaya konur, masanın üzerine de kendisini öldürmesi için bir bıçak bırakılırmış.

Pautus’a da aynı şey yapılmış.
Kapının önüne aile fertleri toplanmış. Ama odadan sürekli ayak sesleri geliyor ve Pautus kendisini bir türlü öldüremiyormuş. Aile, Pautus’un bu korkaklığından utanmaya başlamış. Romalı bir asilzade için ölümden korkmak büyük bir onursuzlukmuş.

Pautus‘un karısı daha fazla dayanamayıp kapıyı açarak içeri girmiş ve masadaki bıçağı alıp kendi karnına saplamış. Sonra da çıkarıp kanlı bıçağı kocasına uzatmış, “Pautus non dole” yani “Pautus bak acımıyor” demiş.

Pautus ölmekten korkuyor, biz yaşamaktan... Bize de Pautus’un karısı gibi cesur biri gerek herhalde...
Ölmeden önce ölmememiz için, korkmadan yaşamamız için, gözlerimizin içine bakarak haykıracak biri lazım.
- Bak, acımıyor...

*****

Hafta sonu önerisi: 2 muhteşem film

Herhalde ayların kendisine en ihanet etmeyeni Mart...
Kasım’da yaz gelir, Şubat’ta tatlı bir bahar, bazen Temmuz’da kış olur ama Mart her zaman Mart’tır...
Geçen hafta nasıl da “Baharın gelişine kanalım” diyordum. Bu sefer Mart bile bahara dahil olacak sanıyordum. Birden herşey tekrar kış oldu.

Mart, Mart’a benzeyeceğini hissettirdi.
Ne soğuk oldu dışarısı.

Vitrinler de benim gibi erken çiçeklendi, bahara hazırlandı ama dün baktım da vitrinlerde o incecik elbiselere bakan bütün kadınlar kalın kalın paltoluydu.
Ama ben çiçek açtım bir kere... Bahar, Mart ayına rağmen içime doldu benim.

Mart ayı bana ayak uyduramasa da iki harika film seyrettim, onlar bahar coşkuma kesinlikle eşlik ettiler.
Bir tanesi Özcan Deniz’in yazdığı ve yönettiği Ya Sonra, diğeri de biraz gecikmeli olarak seyrettiğim Aşk Tesadüfleri Sever...

Özcan Deniz’in saçları hariç hikâyesine, kurduğu kadroya, yönetmenliğine, oyunculuğuna, filmin müziklerine bayıldım.
Deniz Çakır ilk defa gözüme bu kadar yumuşak ve genç geldi.
Meğerse yumuşacık roller ona ne çok yakışıyormuş. Umarım bunlardan daha çok oynar.

Ragıp Savaş ve Erdem Akakçe olağanüstüydüler. O kadar çok güldüm ki hallerine.

Hatta sinemadan çıkarken arkadaşlarıma “Erkeklerin arkadaşlığı çok eğlenceli oluyor, kıskanıyorum bunu” dedim.
Hikâye onlarsız asla olmazdı.

Barış Falay’a haksızlık etmek istemem, bu bir seyirci kusuru olsa gerek ama Kerpeten Ali’ye öyle alışmışım ki, Cem Bey’e alışamadım.

Janset ve Naz Elmas ise sürprizlerimdi, çok sevdim yarattıkları karakterleri.

Bir evlilik öyküsünü anlatıyor film.
Hava da kötü, bugün hemen gidin bu filme...
Hem Özcan Deniz’in saçlarının dedikodusunu yaparız sonra...

***

Aşk Tesadüfleri Sever ise bir farklı etkiledi beni.
Belki acılara da değdiği için...

İki filmin de senaryosunu çok sevdim. Diyalogların hepsi o kadar doğaldı ki...

Nasıl ses oyuncunun performasını farklı gösterebiliyor, iyi bir sesle oyuncu daha iyi oyuncu gibi gözüküyor.
İyi bir senaryoda da oyuncular çok daha ışıldayıp, size doğru sokuluyorlar sanki.

Aşk Tesadüfleri Sever’in senaryosunu Nuran Evren Şit yazmış. Yönetmeni Ömer Faruk Sorak...
Bu arada bu fimin web sayfasına bir bakın lütfen, bayılacaksınız.

Ayda Aksel, Şebnem Sönmez, Altan Erkekli, Yiğit Özşener Mart ayı gibiler işte... Her zaman kendileri gibi... Olağanüstü...

Belçim Bilgin gençliğin, güzelliğin, zarafetin; Mehmet Günsür ise yakışıklılığın, kibarlığın, aşkın temsili gibiydi.

Aşk ve acı ise tıpkı hayattaki gibi birbirlerinin içinden geçerek içinize işliyordu.

Ben bu filmleri çok sevdim.
Size birşey itiraf edeyim mi, galiba ben iyi film yapmak isterken sıkıcı olan yönetmenlerden çok sıkılmışım.

*****

Ciner’in ihmali mi?

Dün Taraf gazetesinde ölümle ilgili tüylerimi diken diken bir haber vardı.

Şubat ayının başında Afşin Elbistan kömür havzasında 4 gün arayla arka arkaya toprak kayması olmuş, 10 işçi ölmüştü.
Hatırlarsınız...

Ama sıkı durun... Şimdi bundan da acı bir şey söyleyeceğim, bu toprak kaymalarının kaza değil, kuvvetli bir ihmal ihtimali olduğu ortaya çıktı.

Göçüklerden 1 yıl önce EÜAŞ tarafından madeni işleten Ciner Grubu’na tam üç kez yazı gönderilmiş.

Bu belgelerde heyelan tehlikesinden bahsedip, gerekli önlemlerin alınması isteniyor.

Taraf dün bu belgeleri yayınlamıştı.

EÜAŞ gönderdiği dördüncü raporda ise üç kez uyardığı Turgay Ciner’in şirketine bu kez neler yapılabileceğini, alınması gerekenleri önlemleri anlatıyor.

Ama nedense bir önlem alınmamış.
Ölümden korkuyoruz.
Yaşamaktan korkuyoruz.

Galiba bu ülkede sadece başkasının ölmesinden korkmuyoruz.

*****

Oscar’la sabahlıyoruz

83. Oscar Töreni bu gece yarısı başlıyor.
Oscar Ödül Töreni özel yayını NTV’de saat 00:10’da “Oscar Gecesi” programı ile başlayacak. Ardından 01:00’de “Kırmızı Halı” seremonisi ve 03:30’da ödül töreni ile devam edecek.
Bu simultane çeviriyle ekrana gelecek.

Töreni aracısız izlemek istiyorsanız CNBC-e’den orijinal sesiyle izleyebilirsiniz.

Benim için görsellik çok daha dönemli diyenleriniz varsa onlar da HD-en’den izleyebilirler.

HD-en, D-Smart’ı olanlar için ama.. 116. kanaldaymış.
Ben her zamanki gibi çocukluğumdan beri, koltukta uyuklayarak izleyeceğim. Gerçi bu seferki tören sürprizsiz gibi ama olsun...

Oscar törenleri her zaman büyüleyici olmuştur.


*****

Yargının ipleri kimin elindeydi?

İnsan bazen hangi kavgayı takip
edeceğini şaşırıyor bu ülkede...

Şimdi de Yüksek Yargı’da bir kavga başladı. Kavga savaşa bile dönebilir.

Kimse ‘Yok canım daha neler’
diyemiyor bu ülkede.

HSYK Yargıtay ve Danıştay’daki boş üyeliklere, yeni kanunla oluşturulan yeni dairelere üyeler seçti, seçmiş...
Çok hızlı oldu bu iş diyen de var,
olması gerektiği gibi diyen de...

Neyse, Danıştay Başkanı Mustafa Birden bu atamaları beğenmediği için üyelerle birlikte Anıtkabir’e çıktı, çıkmış...

Yargı ele geçiriliyor diyorlar...
İsmet Berkan yazmış “Yargı ele
geçiriliyorsa demek geçmişte başkaları tarafından elde tutuluyordu.”

Bizim yargı hiç bağımsız oldu
mu gerçekten?

Sanki, ortak kavgamız bu olmalı?
Ne dersiniz?

DİĞER YENİ YAZILAR