Avrupa Birliği’ne bizi neden alsınlar?

Haberin Devamı

Türkiye büyük bir ülke değil... Küçük bir ülke de değil... Türkiye bir ülke.

Güçlü ve güçsüz olduğu yerler var.

Politikasını da güçlü ve güçsüz olduğu noktaları iyi saptayıp ona göre belirlemek zorunda.

Tabii biz genellikle bunun tam tersini yaparız. Ya olmadık yerde “Biz büyük bir ülkeyiz” diye bağırıp her şeyi allak bullak ederiz ya da “Biz zaten küçük bir ülkeyiz” deyip siner, kaybederiz.

AB’ye giriş hikâyemiz de buna benzedi...

Gücümüzü ve güçsüzlüğümüzü iyice birbirine karıştırdık sanki. O yüzden de kurulmuş robotlar gibi hep aynı şeyi söylüyor politikacılar.

Pazar günü Sabah gazetesinde baş müzakereci Egemen Bağış’la yapılmış söyleşiyi okudum. Bağış ‘2011’de Avrupa Birliğine üyelik sürecine tam gaz vereceklerini’ söylemiş.

Gülümsedim...

Bizi değil ama hafızamızı ciddiye almamalarına güldüm.

Merak ettim, kendilerine güldürecek açıklamaları yapmak çaresizliklerinden mi yoksa gerçekten kendi ülkelerinin insanlarını unutkan ve aptal mı buluyorlar?

Ben, Egemen Bağış’ın kurduğu bu cümleyi, yılları değişmiş haliyle pek çok kez duydum aynı hükümetin ağzından.

Sonra pazartesi günü Dışişleri Bakanı Davutoğlu, 180 büyükelçiyi toplayarak Türkiye’nin gelecek vizyonunu anlattı.

Toplantının ayrıntılarını gazetelerde okuduk.

Büyükelçilere dağıtılan kitapçıklarda ‘müzakereler tıkanma noktasında’ hükmünün bulunduğu ama suçlunun AB olarak gösterildiği bir toplantı olmuş.

‘2011’de AB’ye üyelik için tam gaz vereceklerini’ söyleyen Egemen Bağış, baş müzakereci olduğundan beri sadece üç müzakere başlığı açabilmiş Türkiye.

2005 yılında fiilen başlayan müzakereler sonrasında bugüne kadar 34 müzakere dosyasından, sadece birini geçici olarak kapatmışız.

Aynı tarihlerde müzakere sürecine başlayan Hırvatistan ise 28 dosyasını kapatmış.

Hırvatistan’ın bu kadar gerisinde kalmamızın nedenleri olmalı...

Bunlardan biri, hükümetin söylediği gibi AB’nin bazı ülkeleri tarafından Türkiye’nin önüne çıkarılan engellerse, sanırım diğeri de bu hükümetin AB’ye giriş için engelleri yok etme çabasında olmamasıdır...

Büyükelçilerle yapılan toplantıda Kıbrıs sorununun çözülememesi, AB’ye girme sürecini tıkayan en büyük engel olarak kabul edilmiş.

Sanki Kıbrıs sorunu bize gökyüzünden düşmüş bir sorunmuş gibi...

Güney Kıbrıs limanlarının açılaması yüzünden 14 başlık bloke edilmiş durumda!

Limanlar meselesi ile ilgili ne gelişmeler oluyor, insan merak ediyor.

Ama tüm ülkece merak etmediğimiz, hatta emin olduğumuz bir şey var:

Biz cesuruz, zekiyiz, dürüstüz ama “namussuz gâvurlar” bizi istemiyor.

Bütün dünya hakkımızı yiyormuş gibi konuşuyoruz... Bizim için bütün dünyada yalanlar söylenmiş gibi davranıyoruz...

“Biz her şeyi gerektiği gibi yaptık mı?” diye hiç sormuyoruz.

Avrupa Birliği’nin her ülkeden istediği bir gelişmişlik düzeyi var. Sorunlarını çözüp o seviyede bir hayat kurmanı bekliyorlar. Bizi de epey sorunlu buluyorlar. Biz de pek sorunlu olduğumuza inanmıyoruz.

Bu konuda birisi yanılıyor olmalı.

Ya Avrupalılar bizi yanlış değerlendiriyor ya biz kendimizi tanımıyoruz.

Bir ihtimal de iki tarafın birden yanılması.

Ne onların dediği kadar geriyiz, ne de kendi sandığımız kadar ileri...

Biz kendimizi eleştirinin odağından kaçırdıkça Batılılar da bizi eleştiri oklarının hedefi haline getirdiler.

Biz içerdeki tatsız kokular dışarıya çıkmasın diye pencereleri kapadıkça dışarıdakiler de “Bunların evi kokuyor” diye bağırıyor.

Açsak şu pencereleri, kendi evimizi herkesin gözü önünde temizlesek...

Avrupa Birliği üyeliğine aday bir ülke olmanın gereklerini yerine getirsek.

Hükümet de boş övünmeleri bırakıp biraz kıpırdasa...

Peki bu arada, muhalefet ne mi yapıyor?

Hiiçç... Muhalefet bunları bilmiyor.

Seçim varmış, onu kazanmaya çalışıyor.

***


İnsan, şu kehanete inanmak istiyor!

Her yeni yıl böyle başlamazdı, değil mi?

“Gelecek 10 yıl, 30 yıl, 100 yıl neler olacak?” diye...

2 binli yılların 10 yılı bitti diye mi oluyor bunlar, bilmiyorum ama etraf gelecek kehanetleri ile dolu...

George Friedman’ın “Gelecek 100 yıl” kitabını okuduğumda, 1980 yılında herhangi birimize “2010 yılında bilgisayar diye birşeyler olacak, hatta onlar küçücük hale gelecek, cebinde dünyayı taşıyacaksın” dendiğinde hissedebileceğimizi boşluğu hissettim.

Seksenlerden beni olanlara baktığımızda artık 1980’lerdekine benzer bir inanç zorluğu çekmesek de, yine de geleceği kavramakta zorlandım.

Friedman diyor ki, geleceğin ülkesi Çin değil; Türkiye, Meksika ve Polonya... Ve Japonya’ymış.

Hatta 2050 yılında Türkiye, Polonya, Japonya ve ABD arasında küresel savaş çıkacakmış.

2020’de Türkiye dünyadaki ilk 10 ekonomiden biri olacakmış.

Rusya çökecek, ABD-Türkiye ilişkilerinde gitgide artan huzursuzluk ABD’nin Türkiye’yi algılamasını değiştirecek, 2030’da Türkiye’yi net bir şekilde bölgesel tehdit olarak görecekmiş.

İngiliz Observer gazetesi de gelecek 25 yıl için buna benzer 20 kehanette bulunmuş.

Bunlardan biri 2030’da Türkiye, Polonya ve Brezilya’nın çok güçlü olacağı...

Ne dersiniz?

İnansak mı?..

***


Bu kitap sizi sarsacak: Çoluk çocuk

Açıkça söylemem gerekirse kitabı alırken, bilmediğim bir hayatın sokaklarında dolacağım için heyecanlıydım ama bu denli sarsılacağımı pek düşünmemiştim.

Hatta kitabın iyi olup olmadığından umutsuzdum. Patti Smith’in hayatıydı benim için çekici olan...

Patti Smith’in National Book Awards ödüllü kitabı Çoluk Çocuk’tan bahsediyorum.

Amerikalı müzisyen Patti Smith’in hayatını anlattığı kitabı... Çok etkileyici...

Aslında tahmin etmeliydim, “Ben şarkı söylemek istemiyorum, ben şair olmak istiyorum” diyen birinin bir hayatı da iyi anlatabileceğini.

Fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe ile yaşadıklarını anlatırken, o tuhaf imkansız aşkın gerçekliği canımı acıttı.

Annesinin 16. yaş gününde ona hediye ettiği Meksikalı ressam Diego Rivera’nın hayatını okuduktan sonra bir sanatçının sevgilisi olmak istediğine karar vermesi ve bunu kitapta “Genç zihnim için bundan daha romantik bir şey yoktu. Kendimi Diego’nun Frida’sı olarak hayâl ediyordum, hem ilham perisi hem de sanatçı” diyerek anlatması tanıdık geldi...

“Yaşlıca bir çift önümüzde durup alenen bizi incelemeye başladı. Robert ilgi çekmekten hoşlanıyordu, heyecanla elimi sıktı. ‘Hadi, fotoğraflarını çek’ dedi kadın, hayretler içindeki kocasına, ‘Sanatçı bunlar galiba.’ ‘Hadi canım’ dedi adam, omuz silkerek: ‘Çoluk çocuk bunlar.’” Kitabına isim olan hikâyesi beni gülümsetti...

Birbirlerini tanıdıklarında çocuk denecek kadar genç olan Patti ve Robert hayatın tüm kirli, paslı arka sokaklarından beraber geçmişler, paltolarını yanyana asmışlar, birbirlerini kavuşmak için değil birbirlerine ait oldukları için sevmişler...

Patti Smith, Mapplethorpe için “Ayrı yollara gittik ancak birbirimize yürüyüş mesafesindeydik” diyor.

Smith’in “Çoluk Çocuk”unu okuyun.

Ama gençlik yaralarınızın kabukları kalkacak, hatta yeniden kanayacak, hazır olun.

Ama kanadıkça tekrar Patti’ye sığınacaksınız.

Biliyorum...

Dün gazetede okudum, Smith’in kitabının yayımlandığı şu günlerde Robert Mapplethorpe’un eserleri de ilk kez İstanbul’a geliyormuş. Mapplethorpe’un “Desired” adlı sergisi 14 Ocak’ta Galeri Nev’de olacakmış.

2011’de Patti ve Robert’tan daha çok bahsedeceğiz...

***


Cem Yılmaz’ın meyhanesine gittim

“Av Mevsimi” filminde Cem Yılmaz’ın Şener Şen’le rakı içtiği meyhaneye gittim geçen akşam... Tarihi Safa Meyhanesi... Yedikule’de... 140 yıllık bir Osmanlı meyhanesi... Aslında TCDD çalışanlarının buluştuğu bir lokalmiş burası geçtiğimiz yüzyılın başında. “Filmden sonra gelenlerin sayısı arttı” dedi servis yaparken garson, “Biz buraya gelen herkesi tanırız” diye de ekledi... Yabancı olduğunuzun hemen bilindiği küçük yerleri hep sevmişimdir... Safa’yı da sevdim... Bana herşey tanıdık geldi çünkü...

DİĞER YENİ YAZILAR