Biz, daima ‘demokrasi kahramanı’ bol... Demokrasisi kıt bir ülke olduk. Birkaç sefer en azından yasaları değiştirerek demokratikleşme fırsatı yakalandıysa da, hiçbir zaman antidemokratik yasaklar bütünüyle kalkmadı.Her zaman necip Türk basını ile o sırada iktidarda ve muhalefette kim varsa onlardan birileri işlerine gelen yasaların değişmesinin demokrasi için şart olduğunu söyleyip, gerisine aldırmadılar.12 Haziran seçimlerine girecek partilerin milletvekili adayları açıklanınca bunu düşündüm. Beklerkenki duyduğun heyecanı açıklandığında da koruyabileceğin pek fazla açıklama olmaz bizim ülkemizde gerçi ama bu sefer heyecanlı geldi bana. Çünkü çok merak ettiğim konu var.Beni en fazla CHP’nin aday listesi meraklandırdı. Ergenekon davasının sanıklarından Hanefi Avcı, İlhan Cihaner, Mustafa Özbek, Tuncay Özkan değil de Mustafa Balbay, Mehmet Haberal, Sinan Aygün adayları olmuştu...Bu seçimi neye göre yapmışlardı acaba?Niye Mehmet Haberal olabiliyordu da Hanefi Avcı olamıyordu acaba?Ya da neden Sinan Aygün olabiliyordu da İlhan Cihaner olamıyordu? Bunu belirleyen o büyük ilke neydi acaba?Kılıçdaroğlu “CHP’de değişim” derken tam neyi kastediyor?İsimleri mi? İsimler değişti, evet...Peki, parti anlayışı değişti mi?Ergenekon’u desteklemek pek yeni bir anlayış sayılmaz, Baykal da “ben Ergenekon’un avukatıyım” diyordu.Yeni isimlerle eski anlayışlar... Buna değişim demek mümkün mü?CHP bu adayları AK Parti’ye karşı seçim kazanmak, iktidar olmak için mi çıkartıyor önümüze yoksa bazılarının gizli bir iktidarı yeniden kullanmasına olanak vermek için mi?Ergenekon destekli yeni CHP, neyi temsil ediyor? Değişimi mi, değişmemeyi mi?Eğer Haberal’ın ve onun hamisi durumundaki Demirel’in istediği türde bir “değişimin” peşindeyse Kılıçdaroğlu, ben değişmemeyi, bugünkü gibi kalmayı tercih ederim.Değişim için parmağını bile kımıldatmayan, sadece “bugünü” savunan AKP’nin bu politikasını bile “ilerici” gösterebilecek bir liste yaptı Kılıçdaroğlu.Bir türlü anlamıyorum.Ergenekon’u mu yoksa AKP’yi mi destekliyor CHP’nin lideri?Ama anladığım bir şey var.O da, CHP’nin, Haberal’lı politikasıyla gerçek bir demokrasiyi desteklemediği.*****Futbol kulüpleri ‘gol’ü yemişMilliyet‘te Güngör Uras, 2 gündür futbol kulüplerinin ekonomik durumlarıyla ilgili çarpıcı tespitler yapıyor. Verdiği rakamlara bakınca ilk aklımdan geçen şu oldu:“Bu kulüp başkanları futboldan anlamadıkları gibi, ekonomiden de bihaberler..”Tablo tek kelimeyle korkunç.. Birkaç rakamı sizlerle paylaşayım.* 4 büyük kulüp F.Bahçe, G.Saray, Beşiktaş ve Trabzon futbolculara toplam 393 milyon lira yıllık ödeme yapmış.* TBMM Meclis Araştırma Komisyonu için hazırlanan rapora göre, bu kulüplerin yıllık giderleri gelirlerini yüzde 121 oranında aşıyor.* Son 5 yıldaki transfer açığı tam 226 milyon Euro.* Bu kulüplerin yıllık gelir-gider hesapları 130 milyon lira açık veriyor.* Toplam borçları 1.2 milyar lira civarında. “Bu borç kapanabilir mi?” diye sorarsanız, yılda 130 milyon lira açık verdikleri için borç azalmaz, aksine büyür gibi gözüküyor.* Her alanın en kötüsü olmaya alışan G.Saray, borç konusunda şampiyonluğu elinde tutuyor. Borçları son 1 yılda 417 milyon liraya yükselmiş.İnsanın tüylerini ürperten bu rakamlara baktıktan sonra, futbolun bir endüstri olduğunu hala farkedememiş, bu işi “gol” atmaktan ibaret sanan kulüp başkanlarının neyle karşı karşıya olduklarını anladıklarına emin değilim.Çünkü ne Barcelona gibi özkaynaklarına eğilip oyuncu çıkarıyorlar, ne de Porto gibi karlı oyuncu satışları yapıp para kazanıyorlar. Bildikleri tek şey, işler kötü gittiği zaman gündemi değiştirmek ve taraftarı sakinleştirmek için pahalı transfer yapmak. Oysa bu model artık demode ve kulüpleri batağa sürüklemekten başka işe de yaramıyor.Baksanıza F.Bahçe şampiyonluğu kaçırıyor, Daniel Güiza‘yı 30 milyon Euro harcayarak transfer ediyor. Bu para F.Bahçe’nin 1 yıllık yayın gelirine eşit. Adnan Polat kendini kurtarmak istiyor, devre arasında G.Saray 21 milyon Euro‘luk transfer yapıyor. Beşiktaş bu sene düzeldi ama onların da transferde çöpe attığı para 200 milyon Euroları buluyor.Dünya değişiyor, Türkiye dönüşüyor ama kulüpler hala bu rüzgarın dışında. Sonra bu kafayla Avrupa’da başarı bekliyoruz ya, en çok ona gülüyorum.*****2.Köprü’nün ışıklandırması kötü oluyor2. Köprü de 1. Köprü gibi ışıklandırılıyor. LED Aydınlatma Projesi, Philips‘in çözüm ortağı Aydınlık Lighting tarafından yapılıyormuş. %60 enerji tasarrufu sağlayan Philips LED aydınlatma ürünleri kullanılıyormuş.Her gün bir takım çalışmalar görüyorum Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde...Test yayınlardan, çok zevksiz bir ışıklandırma olacağına dair bir endişe şimdiden sardı beni.Umarım korktuğum gibi olmaz.Asıl önemlisi, artık tasarrufsuz ampuller kalkıyormuş.O şeffaf 100 watt’lık ampüllerin satışı durdurulmuş bile...Enerji problemi yaşayan bir ülke için geç bile alınmış bir karar...*****PEKİ DÜNYADA NELER OLUYOR BU ARADA?Amerika: Obama darboğazdaHaftalardır bütçe tartışmaları ve “Hükümet daireleri kapanacak mı kapanmayacak mı?” tartışmaları var.Bu ne demek?Obama’nın bütçesini beğenmeyen ve harcama yetkisinin durdurulmasını isteyenler, bir türlü bütçeyi onaylamayıp hükümetin neredeyse bütün dairelerini kepenk kapatma noktasına getiriyorlardı.Cumhuriyetçilerin en azılı kanadı olan Çay Partililer, Obama’nın aile planlaması kliniklerine para ayırmasına karşı çıkıyormuş. Bu kliniklerde yoksul kadınlara kürtaj olma imkanı sağlanıyor, diye.Son dakikada, kongredeki karşıt görüşlü senatörler Obama’ya halkın parasını kullanma yetkisi verdiler de şimdilik sorun biraz çözüldü.Obama 38 milyar dolarlık kesintiye razı olunca gerçekleşmiş bu uzlaşma...Bilmiyorum ‘Gerçek başkanlık’ işleminin sandığı kadar rahat olmadığını öğrendiğinde Erdoğan ‘Başkanlık’ için böyle diretmeyi sürdürecek mi?Fransa: Peçe yasağıFransa sonunda kamuya açık alanlarda peçeyi yasakladı.Sarkozy, yaklaşan seçimlerde aşırı sağcı seçmenden oy toplamak için bunu yapıyormuş.Fransız müslümanlar çok rahatsızmış bu durumdan.Polis sendikaları da en az müslümanlar kadar tedirginmiş yasadan. Avrupada bu bir ilk....Bu arada 5 milyon nüfusla en kalabalık müslüman nufusa sahip yer Fransa...Köktendinci Müslümanlar kadını kapatmaya uğraşırken, ‘Köktenlaikçiler’ açmaya uğraşıyor.İkisinin ortak noktası ise ‘kadına’ fikrini sormamaları.Çin: Kültür devrimi2010 Küresel Sanat Raporu açıklanmış geçen gün...Küresel Kriz’den sonra sadece ekonominin değil, sanatın da merkezi Çin olmuş.10 yıl öncesine kadar devasa fabrikalarda Picasso kopyalayıp ihraç eden Çin, 2010 yılında dünya sanat pazarındaki payını %33 büyütmüş.Çin’in müzayede evleri geçtiğimiz yıl 500 milyon dolara yakın gelir elde etmişler.Amerikan Lehman Brothers batınca, Çin ekonomik dünyanın motoru haline gelmiş, zenginlik artmış ve o Çinliler koşarak gidip sanat eseri almışlar.Bu da bir tür yeni Çin kültür devrimi...Mao da olsa buna “tamam” derdi doğrusu...
Dün gazetelerde Rakel Dink’in Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen ‘Barışı Kurma Konferansı’nda yaptığı o iç acıtıcı konuşmayı okudum.Ayrımcı ve ırkçı söylemlerin devam ettiğini söyleyen Rakel Dink, “Kürtçe dilim hala siyasi yasaklı, Hıristiyan olmam ayrı bir problem bu ülkede” demiş.Konuşmanın bir yerinde de “Milli Eğitim Bakanlığı bu sene ilköğretim için Ermenice kitap bastı ancak orada bile Ali topu Agop’a atamadı” demiş ve eklemiş: “Kendimizle ilgili gerçeklerle alçakgönüllü bir şekilde yüzleşmekten korkuyoruz. Acı verici ve korkutucu da olsa değişim olmadan olgunlaşma olmaz.”Konuşmanın her satırı insanın içine işleyen bir samimiyet ve dürüstlükle anlatıyordu bu ülkenin yaralarını...Aslında geçmişinde yaraları, yalanları, acıları olmayan bir toplum yok neredeyse dünya üzerinde. Ama Türkiye, Rakel Dink’in de dediği gibi bunlarla yüzleşmekten korktuğu için, hala o acıların ve yalanların gölgesinde büyütüyor çocuklarını...O çocuklardan da katiller çıkıyor; sonra acılar, yalanlar, kanlar durmuyor.Sırf bu yüzden Türkiye ‘sanık sandalyesi’nde oturmayı hak ediyor doğrusu.Türkiye geçmişiyle, hatta bugünüyle o sandalyede oturmaya mahkum.Bizi yargılayacak olanların, Amerikalılar’ın, Avrupalılar’ın tarihlerine bakınca da Rakel Dink’e bir kez daha hak veriyorsunuz.* Amerikalılar; binlerce Kızılderili’yi kesip topraklarına el koymuş. Yıllarca derileri siyah diye milyonlarca insanı ezip, öldürüp, yok etmiş.* Almanlar; 6 milyon Yahudi’yi fırınlarda yakmış.* Fransızlar; Cezayirliler‘i insafsızca öldürmüş.* Belçikalılar; Kongolular’ı işkencelerle parçalamış.* İtalyanlar; Habeşler’i kırıp geçirmiş.* Ruslar; Yahudi gettolarında ‘programlar’ düzenlemiş.Hiçbir ülkenin eli temiz değil...Ama sanık sandalyesinde bugün bir tek biz varız.Bizim tarihimiz de kanlı. Biz de çok kıyımlar yapmışız. Ama herkes yapmış, biz niye diğerlerinden daha suçluyuz?Bizim daima sanık sandalyesinde oturmamızda yalnızca yabancıların suçlu olduğunu söylemek biraz kolaycılık olur.Yabancılar bizi yargılamaktan kendileri için bir çıkar umabilirler ama bu kadar da ‘yargılanabilir’ olmamızda bizim rolümüz de çok büyük.Tarihi kanla dolu olan öbür uluslara bakın... Hepsi tarihiyle hesaplaşmış.Kendi yaptığını kendisi açığa çıkarıp suçlamış. Yapılan kıyımları, haksızlıkları kınayan filmleri, kitapları, piyesleri, tarih araştırmalarını yine kendileri ortaya koymuş.Biz ise ne geçmişimizle, ne bugünümüzle hesaplaşabiliyoruz. Rakel Dink’in de dediği gibi “Kendimize sunduğumuz yalanlarla günden güne maalesef kendimizi de, etrafımızı da zehirliyoruz.”Yaptıklarımızı bir sır gibi kendi halkımızdan bile saklamışız. Bu konularda tek bir eser bile yazılmasına izin vermemişiz.Her gün televizyonlardan ‘sözde Ermeni soykırımı’ diye bir laf duyuyoruz.Nedir bu sözde Ermeni soykırımı, hiçbirimiz bilmiyoruz.Ne olmuş, Ermeniler’i kesmiş miyiz, yoksa onlar bize saldırmış da karşılıklı vahşetler mi yaşanmış?Hiçbir Türk bunu doğru dürüst bilmiyor.Bunu okullarımızda okumadık ki...Kitabını yazmadık, filmini yapmadık, araştırılmasına izin vermedik.Biz kendi geçmişimizi yargılamaktan korktuğumuz için, bizim geçmişimizi her zaman başkaları yargılıyor, yargılayacak.Ve biz de hep suçlu çıkma korkusu içinde yaşayıp, bunu yapana kızıp duracağız.Bugün bile, ucuna geldiğimiz pek çok olayın çözülmesine izin vermiyoruz, kendi suçlarımızı kurnazca saklamaya çalışıyoruz.Yine Rakel Dink’in dediği gibi “Hayata Dönüş” operasyonu gün gibi ortada...Hala elleri kanlı adamlar dokunulmazlığını koruyor.Dünya bizi yargılıyor, biz kendimiz yargılamasak da...Bizi yargılayanların elleri bizden daha temiz değil...Ama bizi ellerimiz kirli diye değil, ellerimizi yıkamak istemediğimiz, gerçekleri sakladığımız, kanların üstünü örtmeye çalıştığımız için yargılıyor dünya...Yaptıklarımızın hesabını başkalarının sormasını mı istemiyorsunuz?O zaman yaptıklarımızın hesabını siz sorun, bunu başkasına bırakmayın.Çünkü, bunların hesabını biri mutlaka sormak zorunda.*****Mungan’ın sırrıMurathan Mungan‘ın yeni romanı çıktı, Şairin Romanı... Ayşe Arman‘ın röportajında okudum, 592 sayfa boyunca -kitap 592 sayfaymış- dilimizde çok kullanılan bir kelimeyi hiç kullanmamış. “Tıpkı George Perec’in bir kitap boyunca e harfini kullanmadığı gibi” demiş Mungan. Sadece bir tek yerde o kelime geçiyormuş. Onu da bilerek bırakmış, gerisini ayıklamış. Sözcük anlamı dışında yan anlamlarıyla da çok kullanılan bir sözcükmüş. Sanırım buldum o kelimeyi... Şiir...*****12 Eylül’ün evlatları12 Eylül Referandumu’ndan 7 ay sonra, 12 Haziran seçimlerine 2 ay kala, 12 Eylül 1980 darbesinin mimarlarının yargılanması için özel yetkili Ankara Cumhuriyet Savcısı Murat Demir darbenin planı olan Bayrak Harekat Planı’nı istemiş.Darbenin mimarları...Kim bunlar?Kenan Evren, Tahsin Şahinkaya... Hadi biraz daha ilgiliyseniz Sedat Celasun, Nurettin Ersin... Hepsini biliyorsanız bir de Nejat Tümer dersiniz belki...Haydar Saltuk çok yakın zamanda vefat etti ve “Bayrak Harekat Planı’nı hazırlayan oydu” haberleri çıktığı için, bu ismi de hatırlarsınız.Ama o kadar...1980’de “Hükümette, MİT’te, Emniyet’te kimler vardı?” deseler çoğumuz bilmeyiz ya da hatırlamayız.Hapishanelerde yetkili askerler kimler, ölüm emirleri verenlerin isimleri ne?Bunları zaten hiç duymadık.Benzer bir listeyi Radikal’de okudum, tanıdık isimlere rastladım...* 1. Ordu Komutanı Doğan Güreş‘miş.* 1980’de MİT Kaçakçılık Daire Başkanı Mehmet Eymür’müş.* Korkut Eken, Eymür’ün yardımcısıymış.* MİT müşteşarları Fuat Doğu ve Teoman Koman’mış.* Mehmet Ağar İstanbul’da Emniyet Müdür Yardımcısı’ymış.* Şükrü Balcı İstanbul Emniyet Müdürü’ymüş.* Ünal Erkan Ankara Emniyet Müdürü’ymüş.* Savunma Bakanı Vecdi Gönül İzmir Valisi’ymiş.* Hayri Kozakçıoğlu Adana Valisi’ymiş.
Mutfaktan gelen yemek kokuları, heyecanı tekdüze televizyon programları, yorgun uykular, bıkkın sabahlar, tıklım tıklım otobüsler, ilerlemeyen trafik, asık suratlı insanlar, yavan bir iş...Yolsuzluk, cinayet, adam kayırma, darbe planları, ayaklanma haberleri...Yaldızı dökülmüş eski dedikodular...Çamurlu yollar, çukurlar, cılız ışıklar, anlamsız bir soğuk...Karanlık günler...Yalnızlık...Kış böyle geçer biraz. Ve ardından Nisan gelir.Bahar dallarda çiçeklenir, sokaklar aydınlanır, farkına varmadan yüzlere bir gülümseme yerleşir, etekler uçuşmaya başlar, ılık bir hava pencerelerden evlere girer ve artık herkes onu beklemektedir.Aşk, bu mevsimde gelmeyecekse ne zaman gelir ki zaten...Ne tuhaf, mevsimlere bile kafa tutan bir ülke olduk.Nisan geldi ama aşktan söz edene dahi rastlanmıyor artık.Sanki herkes aşık olabilirmiş gibi...Ne kadar az insanın aşık olabildiğini hiç düşündünüz mü?Aynı anda kendimizi bir Tanrı gibi yalnız, kainat gibi sonsuz, dünya kadar kalabalık hissedebiliyor musunuz siz?Bunu bize kim yapıyor, bilmiyorum... Ama aşk duygusunun kesilen bir kol gibi bizden kopup ayrıldığını fark etmiyor musunuz?Ben geçen gece fark ettim.Bir masada toplanmış, gazeteciler, yazarlar, içinden geçtiğimiz günleri analiz ederken, ne kadar akıllı olduğumuzu kanıtlarcasına komplo teorilerinin birini bırakıp birini didiklerken kendimizi hiç de tuhaf hissetmiyorduk.Hatta, bence hepimiz, akıllı olduğumuz için iyi bir gece geçirdiğimize de emindik. O sırada, geçerken bizi gören genç, gazeteci dostumuz Ayşe(Özyılmazel)uğradı masamıza.Enerjisi hepimizinkinden farklıydı.Aşktan bahsetti... Heyecanı, enerjisi, coşkusu, merakları hepimizin ilgisini çekti.Anlattı, anlattı, anlattı... Çok akıllı bizler, onu hayranlıkla dinledik.Masada olanlardan, aşkı küçümseyen bir-iki göze de rastlamadım değil ama itiraf edemeseler de aşkı nasıl özlediklerini de gördüm.O an anladım işte...Ülke batıyormuş...Batarsa batsın.Sarhoş bir liman memurunun kıyıya bağlanmış bir gemiyi izlemesi gibi her gün ülkenin batıp batmadığını gözlemekten bunalmadık mı?Aşksızlığın bizi her gün biraz daha eksilttiğini, her gün biraz daha az, biraz daha eksik yaşadığımızı anlamıyor muyuz?Bir aşk acısı bile çekemediğimizi...Duyguların en zavallısı ve zavallıların en sık yaşadığı duygu olan sıkıntının hayatımıza sahip çıktığını görmüyor muyuz?Hatırlasanıza...Bazen bir çiçek kokusunun mızrak yarası gibi insanın içini parçaladığı...Bazen bir gülümsemenin insanı bir yıldız uçurtması gibi uçurduğu...Bazen ölümcül bir acının bile, çocuksu bir şakaya dönüştüğü zamanları...Aşkı...Acının, sevincin, sevişmenin coştuğu zamanları...“İşte yaşıyorum, ben aşığım kardeşler” diye bağırmak istediğiniz zamanları...Böyle zamanlar yaşamadıkça...Biraz sonra ölecekmiş gibi sevişmedikçe...Ölüme bile aldırmayacak kadar sevmedikçe...Ülke elden gidiyormuş, ne olacak?Elden gitmiyormuş, ne olacak?Bir karar verdim, aşık olmayan kimseyle politika da konuşmayacağım.Gülümsemeyi sevmeyen biriyle tartışmayacağım.Nisan geldi.Doğanın kuralları değişti.Benimkiler de değişti. *****Mustafa Koç ve AKPForbes dergisinin kapağında Mustafa Koç‘un fotoğrafı vardı, üzerinde de “Başarı endişesi. Koç ailesinin rekor servet artışı sürer mi?” diye yazıyordu.Birkaç gün önce de Taraf gazetesinde WikiLeaks belgelerinde dönemin ABD elçisi James Jeffrey‘nin Mustafa Koç‘la 2009 temmuzundaki görüşmeleri yayınlanmıştı.O buluşmada Koç’un “2011 seçiminde AK Parti Meclis’te çoğunluğu kaybeder, koalisyon olur” dediğini okumuştum.Koç ailesi üzerine yorum yazılarına pek sık rastlanmaz, “İyi bir Koç ailesi yazısını ilgiyle okurum” diyerek dergiyi aldım.Ticari başarısı tartışılmayacak kadar büyük olan Koç Holding’in yönetim kurulu başkanının, kendi ülkesinin siyasi gidişatını doğru okuyamaması çok ilginç gelmişti bana...Parayı kazanmasını ve yönetmesini bu kadar iyi bilen bir grup, ülkenin siyasi sürecini nasıl bu kadar yanlış değerlendirir ki...Çünkü Koç ailesinin serveti bir yıl öncesine göre yüzde 73 artmış.Koç ailesinin toplam serveti 2010 yılında 7.1 milyardan 12.3 milyara çıkmış.Dergide anlatılana göre, 2001 krizinden sonra Koç Holding büyük bir sadeleşmeye gitmiş. Genel performansındaki değişim de 2003 yılında Mustafa Koç’un holding yönetimini devralmasıyla başlamış.Faaliyet alanlarını 5 ana sektöre indirmişler.Migros‘u satıp Tüpraş‘ı almak bu kararın önemli hamlelerindenmiş. Yani AK Parti hükümeti döneminde zenginleşme ve büyüme hep devam etmiş.WikiLeaks belgelerinde ortaya çıkan ABD elçisinin kendisinin sözleriyle ilgili tuttuğu nottan rahatsızlık duymuş olmalı ki Mustafa Koç, haberin hemen ardından bir açıklama yaptı:“O zaman öyle dedim ama bu seçimde AK Parti birinci olur. Ekonomi çok iyi gidiyor.”Rakamlara bakılırsa ekonomi, Koçlar için baştan beri zaten hep iyi gidiyormuş.Peki, neden Mustafa Koç 2009’da AK Parti’nin gitmesini ‘dilemiş’ acaba?Bunun cevabını bulamadım doğrusu.*****İshak Alaton’un cesareti!İshak Alaton denince her zaman, cesur çıkışlar ve aydınlık fikirler gelir akla.Ama bu seferki başka sanki...TÜSİAD‘ın hazırlanan sivil anayasa konusunda insanın içini acıtan korkaklığı mı onu bu hale getirdi yoksa kendi hayatında mı birşeyler değişti bilmiyorum ama İshak Alaton bu sefer, onu tanıdığım halinden çok farklı bir cesarete sahip...Dostu,ortağı Üzeyir Garih cinayetinden sonra neredeyse ortalığa hiç çıkmayan İshak Alaton’un kararını bir şey değiştirdi ama ne?İyi bir İshak Alaton röportajının zamanıdır bence... *****Danimarka filmlerinin büyüsüFestivalin iyi filmlerinden birini seyrettim.Herşey Güzel Olacak...Orjinal adı Alting Bliver Godt Igen...Danimarka yapımı...2011 Oscarlarında en iyi yabancı film Oscar’ını alan film de Danimarka filmiydi...Daha İyi Bir Dünyada.Film isimlerine bakınca gerçekten merak ediyor insan Danimarka’daki hayatı, değil mi? Sürekli umut tazelenmesi gereken birşey var sanırım...Gerçi Lars Von Trier tutkunu bir sinemaseverseniz, isimlere aldırış etmeden de Danimarkalı bir başka yönetmenin filmini de merak edebilirsiniz. Herşey Güzel Olacak‘ın yönetmeni Christoffer Boe da onlardan biri işte...Filmi gerçekten çok sevdim. Böyle anlatmaya başladım ama en az 5 farklı başlangıçla anlatabileceğim bir filmdi bu...Filmde bir Türk oyuncu var. Özlem Sağlanmak... Danimarka’nın başarılı tiyatro oyuncularından biri. Filmde, bir senarist savaş üzerine bir senaryo hazırlıyor.Ve bir gece, Danimarka ordusunun Irak savaşında yaptıklarını, gizlice çektiği fotoğraflarla kamuoyuyla paylaşıp vicdanıyla baş etmeye çalışan Ali’ye arabasıyla çarpıyor. Ali elindeki tüm dökümanları senariste veriyor ve film başlıyor.Fimdeki psikolojik gerilimin dozuna bayıldım.Gerçekleri ve hayalleri birbiriyle sürekli yer değiştirerek anlatan yönetmen, neyin gerçek olduğunu size bırakıyor.Ve ne kadar karıştırırsa karıştırsın, yine herşeyin altından -ülke Danimarka bile olsa- devlet çıkıyor. Belki de bu yüzden film isimleri tesadüf değil.- Herşey Güzel Olacak... - Daha İyi Bir Dünyada...Bu arada festival filmini kaçırmış olabilirsiniz ama En İyi Yabancı Film Oscarı alan Daha İyi Bir Dünyada, vizyona girecekmiş.*****OPM ne kadar da güzel yöntemmiş!İstanbul Deniz Otobüsleri‘nin özelleştirme ihalesini 861 milyon dolara Tepe-Akfen-Souter-Sera ortaklığı alınca, bütün gazetelerde İDO‘nun yeni sahipleriyle ilgili haberler vardı.En ilgimi çeken Akfen‘in sahibi Hamdi Akın‘ın başarısının sırrının OPM olması...Other People Money, yani başkasının kaynaklarıyla büyüme... Hamdi Akın “Kendi parası olan adam niye iş yapsın ki, çok mantıksız” diyormuş. İDO işine de yine OPM formülüyle, yani banka kredileriyle giriyormuş. Başarısının sırrı bu kadar basit olmasa gerek... Bu cesur kararların ardında mutlaka Hamdi Akın‘ın kimseye söylemediği bir sırrı daha vardır.
Son zamanlarda artık iyice belirginleşti bu...Ben, siz, o, kim olduğu hiç fark etmez, ne söylersek söyleyelim, söylediğimiz, mutlaka bir başka fikrin, bir başka inancın uzantısı gibi gözüküyor.Aynı fikirde olmadığımız her insanın söylediğinin, aslında “gizli bir çıkar” nedeniyle söylendiğine inanıyoruz.Üstelik, farklı fikirde olanlar bile birbirleri için aynı türde suçlamaları dile getirmek konusunda birbirleriyle benzeşiyorlar.Gazetecilerin çoğu “Tayyip Erdoğan’a istediğim gibi sövemiyorum, onu istediğim gibi eleştiremiyorum” diye şikayet ediyor ama Tayyip Erdoğan’ı destekleyen birini görünce de “Yandaş, bu kadar da olmaz ki!” diye susturmak için baskı yapmaya uğraşıyor.Anlayacağınız, Tayyip Erdoğan’ın yaptığını söyledikleri şeyi, onlar da karşılarındakine yapıyorlar...Ne düşünüyorum, biliyor musunuz? Bütün sorunlardan dolayı hükümeti suçlamak çok sıkıcı olmaya başladı.Bütün acılarımızı, dertlerimizi, yüzlerce yıllık sorunlarımızı, kederlerimizi iyileştiren, bizi mesut, bahtiyar eden bir uyuşturucu bulduk nihayet...Toplumun bir kesiminin uyuşturucusu Başbakan Tayyip Erdoğan!Her türlü kişisel ve toplumsal başarısızlığımızın Erdoğan yüzünden olduğuna, o gidince her şeyin düzeleceğine inanıp rahatlıyoruz.Tayyip Erdoğan gitmesini gerektirecek kadar hata yaptı ama kalmasını gerektirecek kadar da cesur işler yaptı bu ülkede.“Tayyip Erdoğan gidince düzelir” isimli yeni uyuşturucumuz, bir yalanı temsil ediyor aslında.Her acı karşısında yatışmamızı, toplumun kendi çarpıklığından kaynaklanan her bozukluğu görmezden gelmemizi sağlıyor.Bu ülkedeki bütün çarpıklıkları, yalanları, gizli kararları, kirli-puslu karanlık işleri sadece Tayyip Erdoğan’ın yaptığı hatalar mı yaratıyor yani?Bu ülke Erdoğan’dan önce güllük gülistanlık bir yer miydi?Hatalara karşı bu kadar duyarlıysak, niye Erdoğan’ın yaptıklarından başka hiçbir hataya “hata” diyemiyoruz?Niye Balyoz‘a Balyoz, Ergenekon‘a Ergenekon, ajana ajan demiyoruz da “12 Eylül yargılanmaları başlayacak” gibi bir haber okuduğumuzda “Tayyip Erdoğan’ın seçim öncesi hareketleri bunlar” diye mutsuz oluyoruz?12 Eylül bir hata, bir karanlık, bir acı, bir suç değil mi?Hataları sevmiyorsak bu haberi bile niye AK Parti’ye kızarak okuyoruz?Dürüst olmadan etkili olmak pek mümkün değildir.Tayyip Erdoğan birçok iyi şey yaptı bu ülkede.Birçok da yanlış...Toplumumuzun gelişmesi için Tayyip Erdoğan’ın başlattığı birçok başarılı iş devam etmeli...Başarısızlıkları da eleştirilip düzeltilmeli.Bunu becerebilmek için de Tayyip Erdoğan’ı bir uyuşturucu gibi kullanmaktan vazgeçmeliyiz.Yapılan iyi şeyleri görmezden gelirsek, sırf içimizi rahatlatmak, acılarımızı uyuşturmak için Erdoğan’ın her yaptığını kötülersek, en sonunda kendi kendimizi öfkemizle uyuşturup hareketsiz kalacağız.Üstelik inandırıcılığımızı yitireceğimiz için Erdoğan’ın yaptığı gerçek hataları da önleyecek bir güce ve güvenilirliğe hiç kavuşamayacağız.Erdoğan’a yapacağınız en büyük iyilik, onun istisnasız her yaptığını kötülemek, halkın size olan inancını da böylece yok etmektir.Her şeyi eleştirmek, hiçbir şeyi eleştirmemekle aynı anlama gelir.Bu “uyuşturucu”yu bırakır, gerçekleri görür, gerekeni över, gerekeni yererseniz, toplumsal sorunların çözümü için önerilerde bulunursanız hem kendinize, hem ülkenize yardım edersiniz.Aksi takdirde sürekli aynı adamı kötüleyen, hep aynı lafları tekrarlayan, gerçek sorunlardan hiç söz etmeyen, uyuşturucuyla algıları bulanmış tinerci çocuklara döner-siniz.*****Arda’nın okuduğu kitapKadıköy’deki Avusturya maçında attığı golle “milli kahraman” ilan edilen Arda Turan’ın, birkaç gün sonra Antalya’da G.Saray taraftarları tarafından taciz edildiğini, gencecik çocukların aslında idol olarak görmeleri gereken kendileri kadar genç bir yıldıza iki metreden küfürler yağdırdığını okuyunca çok üzüldüm. Arda’nın bunu haketmediğini ve yöneticilerinin basiretsizliği yüzünden hedef tahtası haline geldiğini düşünüyorum, umarım o küfürleri edenler gelecek sezon Arda’yı Atletico Madrid formasıyla La Liga’da izlediklerinde yaptıklarından utanırlar... Arda bu olayı anlatırken, Sabah’tan Bülent Timurlenk’e söyle demiş: “Antalya’ya uçarken bir ağabeyimin hediye ettiği, ‘Aşkın Gözyaşları’ adlı kitabı okudum. Mevlana ile Şems’in dostluğu üzerine... Sabretmeyi ne güzel anlatıyordu. O küfürleri, kitaptaki satırlar sayesinde sabırla dinledim.” Çok ilgimi çekti. Arda’ya o kitabı hangi ağabeyi hediye etti, merak ettim. Madem Arda kitap okumayı seviyor,okuduklarını hayata uyarlıyor,ona kitap önermek istiyorum. Çok kitap var aslında ama... Tanrılar Okulu’nu seveceğini biliyorum...*****Middlesex bize ağır mı geliyor?Solmaz’la (Kamuran) çeviri kitaplarla ilgili sohbet ederken “Benim en severek çevirdiğim kitap Middlesex’tir ama Türkiye’de neredeyse hiç okunmadı. Yunanistan’da da okunmamış. Bu konular için hala hazır değil bu toplumlar galiba” dedi.Üzerine biraz konuştuk. Başka konulara daldık sonra.Eve gelir gelmez, Middlesex‘i buldum kütüphaneden ve tekrar okumaya başladım.Jeffrey Eugenides‘in kitabı... “Bakir İntiharlar”ın yazarı... Sofia Coppola filmini de yapmıştı hatta.Middlesex’le de Pulitzer Ödülü alan yazar New York’taki Princeton Üniversitesi‘nde yaratıcı edebiyat dersleri veriyormuş şu sıra.Midddlesex, çift cinsiyetli doğmuş Calliope‘nin hikayesi.Kitap Bursa’da 1922’lerde başlıyor.Calliope‘nin büyükannesi ve büyükbabası Kurtuluş Savaşı sırasında Bursa’dan Detroit’e kaçan iki kardeştir aslında.Evet, kitap iki kardeşin evlenmesi ve kocaman bir aile olmasını anlatıyor.80 yıllık bir aile hikayesi.Hermafroditenin bir ruhta nasıl tahribatlar yarattığını, kağıt yarası gibi sızlatarak ama kanatmadan anlatmayı başarıyor Eugenides.Kitabın sonlarında, Calliope’nin bir başka hermafrodit olan Zora’yla dialoğu ise hepimizi yaralayacak cisten;“Şu dünyada daima hermafroditler olmuştur. Her zaman. Plato ilk insanın hermafrodit olduğunu söylemiştir. İlk insanın yarısı kadın yarısı erkekti. Sonra bu parçalar birbirinden ayrıldı.İşte o günden beri herkes diğer yarısını arıyor.”*****Şifreler ve kazlarÇok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş.Yanına başvezirini alıp yola çıkmış.Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler.Adam elindeki derileri suya sokup döverek tabaklıyormuş.Padişah ihtiyarı selamlamış.- Selamün aleyküm ey pir-i fani...- Aleyküm selam ey serdar-ı cihan!Padişah sormuş:- Altılarda ne yaptın?- Altıya altı katmayınca otuz ikiye yetmiyor.Padişah yine sormuş:- Geceleri kalkmadın mı?- Kalktık, lakin ellere yaradı.Padişah gülmüş.- Bir kaz göndersem yolar mısın?- Hem de ciyaklatmadan..Padişahla başvezir yaşlı adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah sormuş...- Ne konuştuğumuzu anladın mı?- Hayır padişahım.Padişah sinirlenmiş...- Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.Korkuya kapılan başvezir padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada.- Ne konuştunuz siz padişahla?Adam başveziri şöyle bir süzmüş...- Bedava söylemem, ver bir yüz altın söyleyeyim.Başvezir hemen çıkarıp vermiş.- Sen padişahı serdar-ı cihan diye selamladın. Padişah olduğunu nasıl anladın?- Ben dericiyim, sırtındaki kürkü padişahtan başka kimse giyemezdi.- Peki, altılara altı katmayınca otuz ikiye yetmiyor ne demek?Adam bu soru için bir yüz altın daha istemiş.- Padişah altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de altı ay yaz altı ay kış çalışmazsak yemek bulamıyoruz, dedim.- Geceleri kalkmadın mı ne demek?Vezir bir yüz altın daha vermiş...- Çocukların yok mu, diye sordu. Var ama hepsi kız, evlendiler başkalarına yaradılar, dedim.Vezir kafasını sallamış.- Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek?Adam gülmüş...- Onu da sen bul.Bu eski masalda vezir şifreleri çözmek için kaz gibi yolunmuş.Biz de son zamanlarda birçok anlaşılmaz laf duyuyoruz, Ahmet Şık’ın kitabı, şifre kopyacılığı gibi...Bunların ne olduğunu anlayalım derken, birçok önemli olayı gözden kaçırıp kaz gibi yolunuyoruz.Vezirden tek farkımız kaybetmemize rağmen, aslında tam ne oluyor hala anlamıyoruz...Öyle değil mi?
Geçen gün, Inside Job belgeselini seyrettiğimi ve özetle “Dünyayı ekonomi yönetiyor” diye yazdığım yazıya, beni şaşırtacak kadar çok mail geldi.Çok kızanlar vardı, “Bunu ben yıllar önce söyledim” diyorlardı.Bu tarz mailler beni düşündürdü, aslında neye kızdıklarını tam anlamadım çünkü.Nedense “Yaşanan küresel felaketin suçluları arasında neden bu kadar çok Yahudi var, insan merak ediyor doğrusu?” diye sormama incinmiş Yahudi dostlar vardı...Kitap ve belgesel önerileri gelmişti.“Bir Ekonomik Tetikçisinin İtirafları”nın yazarı John Perkins’in kitabı, New York Times’ın best seller listesinin birincisi Kafes ve içinde yine John Perkins’in anlattıkları olan Zeitgeist belgeseli... En çok önerilenlerdendi.Tam o günlerde, yani geçtiğimiz üç-dört gün içinde, Türkiye’nin 2010 yılı içinde büyüme, istihdam ve yatırım rekoru kırdığı haberleri çıktı. 2010’un tamamında gerçekleşen büyüme oranı yüzde 8.9’muş. Bu, yıllık bazda 2004’ten bu yana en yüksek büyüme oranı...Kişi başına milli gelirin 10 bin dolar olduğu açıklandı.Enflasyon mart ayında 3.99 ile 41 yılın en düşük seviyesine indi.Ve bir mail daha geldi. “Peki bütün bunları Türkiye seçime yaklaşırken nasıl değerlendirmemiz gerekiyor? Sizin dünya dediğiniz paranın başında olan insanlar, acaba bizi kimin yönetmesini ister? Acaba ülkemize özlediğimiz demokrasi gelir mi?” diyen bir mail.Bu muhteşem büyüme oranı ile Türkiye, hem geçen yılın son çeyreğinde, hem de 2010 yılının tamamında, Avrupa’da birinci sıraya, dünya ekonomileri arasında da Çin ve Arjantin’in ardından üçüncülüğe yerleşti.Bu etkileyici sonuç bizim bütün sorunlarımızı çözmeye yetmiyor ama ne yazık ki...Çünkü ekonomistlerin söylediğine göre hâlâ en zayıf yanımız ihracatımızdan çok daha fazla büyüyen ithalatımız.Dış ticaret, Türkiye ekonomisini geçtiğimiz yıl yüzde 4.4 oranında küçültmüş.Sanayimiz, ihtiyacı olan ara malını yurt dışından karşılıyor. İthal ara malı listesinin başında enerji geliyor. Çünkü Türkiye’nin petrolü, doğalgazı yok. Bu yüzden alternatif enerjiler için çalışmak gerekiyor.Hurda demir, enerjiden sonraki en önemli ithal ara malıymış. Otomotiv sanayinin ihtiyacı olan demirin tümünü içerde üretemediğimiz için ithal ediyoruz.Başka hayatlara bu kadar bağımlı bir hayatımız varken, özlediğimiz demokrasi bana hep biraz zor gelişecek gibi geliyor.Çünkü ne de olsa demokrasi ile paranın önemli bir ilişkisi var.Paranın olduğu her yerde demokrasi yoktur ama demokrasinin olduğu her yerde muhakkak para vardır.Demek ki özlediğimiz demokrasi için önce üretimimizi artırmamız gerekiyor.Bu sorunun cevabı da sanırım devletin ve toplumun biçimlenmesinde yatıyor.Uzun yıllar buraya “Türkler üretmeden parayı devletten kazanır” anlayışı yerleşmiş.Herkes devletten geçindiği için kimse üretmeye önem vermemiş.Bu anlayışın sonunda da Devlet Baba imajı büyüdükçe büyümüş. Malını ve emeğini uluslararası pazarda satamayan herkes devlet kasalarına koşmuş.Şimdi bu yapı değişiyor.Gelişmiş ülkeler kadar üretemesek de eskiye kıyasla çok daha fazla üretiyoruz.Ama bu üretim ve zenginleşme dışarıya fazla bağımlı.Kendi enerjimiz ve kendi tasarruflarımız ihtiyacımız olan üretimi sağlamıyor.Gerçek bir büyüme, gerçek bir zenginlik ve gerçek bir demokrasi istiyorsak daha fazla ve teknolojisi daha gelişmiş mallar üretmemiz lazım.Keşke siyasi figürleri ciddiye almayı bırakıp bunları ciddiye almayı başarabilsek...***Bu kadar kısa sinema kursu olmazBoğaziçi Üniversitesi’nde 30 Nisan‘da Altyazı Sinema Seminerleri başlıyor.Türk filmlerinin son yıllarda elde ettiği büyük başarı pek çok genç insanı sinema alanına kaydırıyor. Dört hafta sürecek bu seminer sinemayla ilgilenen herkesi mutlu eder gibi geldi bana.Senaryoda Derviş Zaim, yapımcılıkta Zeynep Özbatur, oyunculukta Bülent Emin Yarar, görüntü yönetmenliğinde Feza Çaldıran, sanat yönetmenliğinde Yaşar Kartoğlu, kurguda Çiçek Kahraman, ses tasarımda Nurkut Özdemir ve yönetmenlikte Durul Yağmur Taylan ders verecekmiş.Buraya kadar harika...Fakat Boğaziçi Üniversitesi‘nde cumartesi günleri olacak kurs sadece 4 hafta. Toplam 16 saatmiş.Kursun ücreti 650 lira... BÜMED üyelerine % 20, öğrencilere % 50 indirim varmış. Ne kadar iyi bir öğretmen kadrosu da olsa sinema 16 saatte anlatılabilecek bir şey değil ki...O halde, bu kadar iyi bir şey niye bu kadar kısa yapılır? Daha uzunu yapılamıyorsa, yapmak için mi yapılıyor bu kurs... Aklım karıştı doğrusu...***100 bin dolar için bu hale düşülür mü?Pazar gecesi kanallar arasında dolanırken, kafasından yaralanmış bir çocuğun çekingen yüz ifadesi çekti dikkatimi. Biraz izleyince, Arena’daki ilk maçta kafasına bira şişesi isabet eden Batuhan Sağır olduğunu anladım.Batuhan mahçup mahçup ekrana bakıyor, yanındaki annesi G.Saray yönetimine sitem ediyordu. - “G.Saray Kulübü söz vermesine rağmen oğluma sahip çıkmadı.”- “Oğlum Arena Stadı’nda yaralandı, şimdi beyin ameliyatı geçirmesi gerekiyor. Eğitimi de yarıda kaldı.”- “G.Saray yönetimi bize sağlık ve eğitim konusunda yardım edeceğini söyledi. Ama yaptırdıkları sağlık sigortası, Batuhan’ın beyin rahatsızlığını kapsamıyor. Ben de kullanmayı reddettim.”- “Batuhan şu anda okula gidemiyor. Mikrop kapmaması için evde eğitim alması gerekiyor. 4 gönüllü öğretmen gelip ders veriyor, ancak G.Saray o konuda da kılını kıpırdatmadı.”Can acıtıcı bir konuşmaydı.Bir Galatasaraylı olarak utandım hem de acılı bir annenin yalnızlığı içime dokundu. Herkes anne-baba... Empati kurup aynı talihsizliğin bizim veya çevremizdekilerin başına geldiğini düşünürsek eğer, G.Saray’ın kayıtsızlığının ne kadar iç karartıcı ve insanlık dışı olduğunu daha iyi anlayabiliriz.G.Saray, Adnan Polat yönetiminde tuhaf bir kulüp haline geldi. Eskiden saha dışında şaşırtmazdı bizleri, saha içindeki başarısızlıklara şaşardık, kızardık.Şimdi, artık ne 3-0’lık Antalya yenilgisine, -8’lik averaja, alınan 14. yenilgiye veya ligde 13. sırada olmasına şaşırıyoruz. Ne de kendi taraftarının uğradığı talihsizliğe karşı gösterdikleri kayıtsızlığa...Adnan Polat anlayışı bu mu gerçekten!Batuhan tek örnek değil...Batuhan’ın kafasına bira şişesi atan o ‘insan’ yakalanmadı, Allah bilir maçlara gelmeye devam ediyor.2 hafta önce F.Bahçe derbisinde ise 35 cl.lik rakı şişesi Volkan Demirel’in kafasını sıyırdı. O da isabet edebilirdi. O şişeyi atan da henüz yakalanmadı.Demek ki, sadece Florya’da, kulübün içinde, transferlerde değil yanlışlıklar... Aynı sorumsuz anlayış Arena’ya da hakim... Bir yönetim kurulu, kendi stadında kafasına şişe isabet etmiş minik bir taraftarın ailesine, epi topu 100 bin dolarlık yardımda bulunamıyorsa... Sonra bu durum çadır tiyatrosuna çevrilip G.Saray ekranlarda unufak ediliyorsa...Adnan Polat’ın “Benimle ilgisi yok. Bunlar G.Saray düşmanları” deme hakkı olamaz! 100 bin dolar dediğin, oynamadan giden 10 milyon Euro’luk Misimoviç’in otel masrafı kadar bile tutmaz.Hele şişe atan adamların bazıları, hiçbir müdahaleye uğramadan Antalya’da takım kaptanı Arda’ya 2 metreden galiz küfürler ediyorsa, G.Saray’da sözün bittiği noktaya gelinmiştir.G.Saray, bu vurdumduymaz kafayla daha büyük olaylara gebe...Bu linç kültürü inşallah birinin başını yakmaz!Gerçekten korkuyorum... ***Obama küresel sermayeyi memnun etti. Peki ABD halkını ne yapacak?Obama tekrar aday oluyormuş. ABD’de 2008 krizinin ardından değişim sloganıyla Beyaz Saray’a çıkan Obama, 2012 için seçim kampanyasını resmen başlatmış.2008 seçim kampanyasında 750 milyon dolar harcayan Obama, Kasım 2012 için 1 milyarlık rekor bütçe ayırmış.Amerika’da siyasi gözlemciler Obama’nın adaylığının sürpriz olmadığını, zaten bunun beklendiğini söylemişler.40 yıldır görevdeki her başkan ikinci dönem başkanlığa tekrar aday olmuş.Bense şöyle düşündüm:Demek ki finans lobisi Obama’dan memnun...Demek ki ekonomik dengeler anlamında çok da yeni birşeyler olamayacak...Mesele, Obama halkta kaybettiği desteği tekrar sağlayabilecek mi?
İki ay gibi bir süre kaldı seçime...Bana, çok kısa gibi gözüken iki ay, partiler için yeterli bir zaman dilimi demek ki...Çünkü hiçbirinde “Kendimizi yeterince iyi anlatabildik mi seçmene?” gibi bir dert, bir telaş, bir endişe yok. AK Parti, var olan tabanının bu seçimi kazanmaya yeteceğine; CHP, AK Parti’ye duyulan kızgınlığın kendisine oy getireceğine; MHP “Meclise gireriz, gireriz” gibi küçük çıtaları aşabilmenin yeterli olacağına; BDP “Türkiye partisi olma” ihtimalini tümüyle aklından silip Güneydoğu partisi olarak kalmanın iyi olacağına inandığından olsa gerek, hiçbiri seçimlere iki ay kalmış olmasına rağmen bize ‘hakiki’ bir şeyler söylemiyor.Söylemeye ihtiyaç duymuyor.Her biri, bir diğerinin hatasından kendisine oy biçiyor.Tabii ki projeleri var... Mesela CHP’nin projeleri ve adayları...CHP’nin açıkladığı projeleri ve aday adaylarını takip ediyorum.Son bir aydır CHP’nin kendini anlatmakta, AK Parti’den çok daha iyi olduğunu görüyorum.AK Parti’nin “seçim sonrasıyla” ilgili başka dertleri olduğu çok açık. Sanırım kafaları o yüzden karışık...Ama CHP’nin projelerinin seçimi kazanmaya yeterli olabileceğinden şüpheliyim.Neden mi?Çünkü CHP, genetik koduna işlenmiş olan “Devlet vatandaştan önemlidir” anlayışını bir türlü yıkamıyor.“Vatandaş devletin hizmetindedir” inancını bozamıyor. Devlet dendiği zaman vatandaşın bir adım geri gitmesi gerektiğine inanıyor.CHP olarak siz çıkıp hala Ergenekon davasına inanmadığınızı, davanın sanıklarını aday adayı olarak görmekten mutluluk duyacağınızı söylerseniz, devleti de, ‘derin’ devleti de disipline almak gibi bir arzunuz olmadığını ortaya koyarsınız.“Ergenekon diye bir şey yoktur” derseniz, sizin, vatandaşa özgür bir hayat sunmak için iktidarı istediğinize inanmak zorlaşır.Sonra da ne kadar proje anlatırsanız anlatın, hep biraz yarım kalırsınız.“Özgürlük gidiyor” lafları da tüm gerçekliğini kaybeder.Türkiye, “devlet-vatandaş” ilişkilerini yeniden düzenlemek zorunda olduğu bir dönemden geçiyor.Belki de ilk kez bu kadar net bir biçimde toplumun bütün kesimleri haklarını istiyor.Devleti yücelten rejimin değişmesini talep ediyor.Türkiye’nin temelindeki çarpıklıkların düzeltilmesi; dindarların, Kürtlerin, Alevilerin ezilmesine son verilmesi gündeme geliyor.Devlet-vatandaş ilişkisini yeniden düzenleyecek yeni bir anayasa ihtiyacı ortada duruyor.Bu şartlarda, ancak devleti vatandaşın hizmetine sokacak bir anlayışı savunursanız oy alırsınız.Aile sigortası, bedelli askerlik, savunma giderlerini kısmak falan iyi ama neticede bunlar “temeli çarpık” bir binada balkon süsleri.Türkiye, “temel”i konuşuyor artık.Belki de siyasi partilerdeki ortak sessizlik de bu yüzden.Ya temeli nasıl düzelteceklerini bilmiyorlar ya da temeli düzeltmek istemiyorlar.Onun için de halk “Temel ne olacak?” dedikçe...Onlar lafı değiştirip bize balkonları, pencereleri, bacaları gösteriyorlar.*****Atatürk Latife Hanım’dan niye boşandı?Bazı kahramanlar vardır hayatın içinde, onunla ilgili kaç tane kitap yazılırsa yazılsın, üzerine söylenecek söz bitmez...İşte bunlardan biri Atatürk’le evlenen Latife Hanım.“Teyzem Latife” kitabını görünce de bunu düşündüm, işte bir tane daha...Kitabın içini açınca kitabı cevaplarıyla yazan Mehmet Öke’nin, Latife Hanım’ın kardeşinin torunu olduğunu anladım. Yani Mehmet Öke’nin anneannesi Latife Hanım’ın kardeşi Vecihe.Kitap, Mehmet Öke ile yapılmış geniş bir röportaj... Daha önce Latife Hanım’la ilgili kitap yazan Fatih Bayhan yapmış söyleşiyi.Latife Hanım, Nazım Hikmet’in eşi Piraye, Aydın Menderes’in sevgilisi Ayhan Aydan gibi sevdikleri adamlarla yaşadıkları onca fırtınaya, iniş-çıkışa rağmen, ayrıldıktan sonra o adamlar ya da ilişkileri hakkında hiç konuşmayan kadınlar beni hep etkilemiştir.Sesizliklerinde saklı olan güçleri, acıları ve asaletleri insanı sarsacak kadar yaralar da aslında.Latife Hanım da öyle biridir benim için.Hakkında yazılanlara bakınca otoriter ve despot tarafları olduğu gözükse de ben onu hep güçlü, asil ve acıları olan bir kadın olarak aklımda tutarım.Latife Hanım, Mustafa Kemal ile tanıştığında henüz 24 yaşında. Evlilikleri sadece 2 yıl, 6 ay, 5 gün sürüyor.1976 yılında 78 yaşında bir hastalıktan ölünceye dek, çektiği onca acıya rağmen ne anılarını yazıyor ne de kapısını çalan gazetecilere ilişkisi ve yaşadıklarını anlatıyor.51 yıl susmayı başaran bir kadının ardından, “Teyzem Latife” kitabını görünce, üzerinde de “Atatürk’le geçen bir ömrün saklı kalmış hikayesi” diye okuyunca, belki de size tuhaf gözükecek ama bir kızgınlık hissettim içimde.Sonra Mehmet Öke ile yapılmış röportajı okudum, “Veda filmi dahil son zamanlarda Latife Teyzem çok yanlış anlatıldı. Bunun önüne geçmek için bu projeyi kabul ettim” demiş.Ve en merak edilen “Paşa ile Latife Hanım neden boşandı?” sorusuna da şöyle cevap vermiş:“Şeyh Sait İsyanı ve Takrir-i Sukun yasası yüzünden çıkan bir gerginliğin kavgaya dönüşmesi sonucu boşandılar. Çankaya’da davet var. Piyano çaldın-çalmadın tartışması büyüyor. Teyzem yelpazesini eline vurarak kırıyor ve eli kanıyor. Paşa çok kızıyor. Teyzeme tokat atmak için elini kaldırıyor, teyzem de kendini korumak için elini kaldırınca paşanın yüzü çiziliyor. O gece yatak odasına gelmiyor ve boşanıyorlar.”Bu kitap çok tartışılır...*****76 çalışanı öldürülen gazete tekrar çıkıyorKürt basını için önemli bir gazeteydi Özgür Gündem...Doksanların başında JİTEM‘in o bölgede neler yaptığını, Hizbullah katliamlarını gündeme getirmiş ilk yayındı.Yayınladığı gerçeklerden çok, cesareti korkutmuştu bence ‘suçluları.’Korkunca da öldürdüler, bombaladılar, tehdit edip baskı yaptılar.76 çalışanını öldürmüşler.Otuzu muhabir, 76 çalışanı öldürülen bir gazete var bu ülkede.Ve basın özgürlüğü için yürüyüşler, ancak “aramızdan” birinin başına bir şey geldiğinde, 2011 yılında yapılabildi bu ülkede...Neyse...Özgür Gündem, 1992’de çıkmaya başlayıp, iki yıl sonra 1994’te kapatılmıştı.Sadece iki yıllık yayın hayatı olmasına rağmen gazetenin adı, acıları, mücadelesi; gazeteciliği seven, vicdanı olan, dürüst insanların aklında hep kaldı.Geçtiğimiz günlerde vizyona giren ve bence mutlaka seyredilmesi gereken “Press” filminde de o günlerin hiç bilmediğimiz, hiç aldırmadığımız, hiç tanımadığımız kahramanlarını izledik.Bugün, 17 yıl sonra tekrar yayın hayatına dönüyor Özgür Gündem.Gerçekten merak ediyorum.Nasıl bir gazete yapacaklarını...Böyle tarihi bir geçmişi olan bir gazetenin, ağır bir yükle yayın hayatına başlayacağı kesin.Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Aykol, “Özgür Gündem sadece Kürtlere yönelik bir gazete olmayacak, kendi geleneğine layık bir gazete çıkaracağız” demiş.Güneydoğu’dan tarafsız ve cesur haberler okumak isterim doğrusu...Umarım bu sefer yaşayacakları, geçmişin acılarını biraz olsun hafifletebilir.‘Özgür Gündem’cilere başarılar diliyorum.Yeniden hoş geldiniz...*****İstanbul’u helikopterle gezeceğim!Haftasonu, sanırım İstanbul’un en yüksek binası artık o, Sapphire’e gittim.Alışveriş katlarını gezmeden, -açıkçası mağazalar da “Gel beni gez” demiyordu- direkt Sapphire‘in tepesine açık terasına çıkmak ve “İstanbul nasıl gözüküyor?” diye bakmak istiyordum.Nedense girişin ücretli olması önce beni şaşırttı.Sonra anladım ki, zaten burası dünyada örnekleri olan bir anlayışla yapılmış.New York Empire States binasının tepesi turistler için neyse, burası da o arzuyla yapılmış.Teras iki katlı...Alt kat tamamen camla kaplı. Yükseklik korkusu olanlar için cam kenarları gerçekten hırpalayıcı olabilir.Çatı katı ise açık teras...5D helikopter simülasyonu vardı, binemedim.Şimdi ilk fırsatta gidip o helikopterle İstanbul’u gezeceğim.Fena fikir değil bence...
Ben ekonomi okudum üniversitede.Tembel bir öğrenci olduğum için çok azını öğrenebildim öğrettiklerinin ama ekonominin hayatın özü olduğunu kavramam zor olmadı.Dünyayı ekonominin yönettiği, siyasetin paranın yanında çırak oğlan çocuklardan pek farkı olmadığı, tembelliğime rağmen öğrenebildiğim şeylerdi.Yıllar içinde dünyada olanları takip ederken, parayı yönetenlere “Sizin için siyaset, siyasetçi ne ifade eder?” diye sorsak, alacağımız cevabın sorumuzun saflığına şaşan bir kahkaha olacağını düşündüm hep...Siyasetçi vatandaş için uydurulmuş, sistemin kurallarını uygulayan aslında pek bir önemi olmayan biri. Bizler, bize sunulan liderlerle dövüşerek ya da onlara bayılarak, kum havuzunda oynayan çocuklar gibi kendimizi çok ciddiye alıp, oyunumuza daldıkça, parayı yönetenler de bizim hiç bilmediğimiz kendi oyunlarını oynuyorlar. Ve biz fakirleşirken onlar çok büyük paralar kazanıyorlar.Bu sene Oscar’da “en iyi belgesel” ödülünü alan Inside Job‘ı seyrettim geçen gece.Bu gerçeği olağanüstü bir biçimde ortaya koyuyor.Amerika’da Wall Street‘te başlayan, oradan da dünyaya yayılan 2008 krizinin arka planında olan, o bizim hiç bilmediğimiz oynanan oyunları... Siyasal Bilgiler mezunu, daha önce Irak’ın işgalini konu alan “No End In Sight” filmiyle hem Oscar’a aday gösterilen, hem de birçok festivalde ödül alan yapımcı-yönetmen Charles Ferguson‘ın çektiği bir belgesel bu.***Dünyada milyonlarca insanın fakirleşmesine sebep olan krizin tesadüf olmadığını, tepedeki yüzde 1’lik kısımda olanların büyük paralar kazandığını seyredenlere çok net bir biçimde gösteriyor.Finans sektörü denen canavarın nasıl da insanlara arkasını döndüğünü, kimseyi umursamadığını, açgözlülükte sınır tanımadığını söylüyor.ABD’de milyonlarca kişi evine varıncaya kadar her şeyini yitirirken, dünyada yüz milyonlarca kişi yeniden açlık sınırının altına düşerken, kriz zenginlerinin hiçbir riskle karşılaşmadan servetlerinin keyfini sürdüğünü çok sade bir dille perdeye yansıtıyor.Belsegel boyunca, konuşmayı kabul edip röportaj verenler “2008 krizinin, Başkan Reagan döneminde başlayıp, Clinton ve Bush dönemlerinde hız kesmeden sürdürülen “Deregulation” sürecinin kaçınılmaz sonucu” olduğunu söylemiş.Yani, “Kuralsızlaştırma”nın, “Denetimsizlik”in, “Piyasayı kendi haline bırakma”nın neticesi...Bütün Amerikan başkanları, anlaşılıyor ki bilinçli olarak bu krizi durdurmamış.Küreselleşmeyi denetleyebilmek için sermayenin belli ellerde toplanmasına göz yummuşlar.***Amerika 1927 Buhranı‘ndan sonra 40 yıl bir daha hiç mali bir bunalım yaşamamış. Çünkü herşey çok iyi denetlenmiş.Ama yıl 1980’e gelirken Başkan Ronald Reagan zamanında düzen değişmeye koyulmuş. 30 yıllık bir denetimsizlik süreci başlamış. Denetim yasalarca yasaklanmış hatta.Yatırım bankaları kendi uydurdukları yeni yatırım ürünlerini hiçbir risk almadan yatırımcıya pazarlarken, bir tarafdan da bu sistemin çökeceği üzerine kendileri yatırım yapıp para kazanmışlar.Belgesel boyunca en dikkat çekici şey, suçlu oldukları hiçbir zaman ortaya çıkartılmamış, yargıya bile gönderilmemiş olan sorumluların röportaj vermeyi kabul etmemesi.Hiçbiri konuşmamış.Harvard ve Columbia üniversitelerinin profesörlerinin bu krizi yaratan denetimsizliği desteklemeleri ve hükümetlerde görev alarak ya da yatırım bankalarında büyük paralar karşılığında danışmanlık yaparak, bu krizin en büyük suçlularından biri olmaları... Beni en şaşırtan bilgilerdendi. Clinton‘ın düzeni desteklemesi, “Bu krizi çözeceğim” diyerek gelen Obama‘nın krizin neredeyse tüm sorumlu baş aktörlerini ekibine alması, onları yargılayacağına onları aynı sistemin içinde tutması ise beni meraklandırdı.“Gerçekten siyasetçiler finans lobisinin oyuncağı mı?” sorusunun yanıtını tekrar düşünmeye başladım. ***Inside Job‘ın yönetmeni Charles Ferguson Oscar’ını alırken 2008 krizine yol açan büyük finans şirketlerinin tek bir yöneticisinin bile hapse atılmamış olmasını protesto etmişti.Çok haklıymış...Bir başka ilginç nokta da, filmde gösterilen özel ya da tüzel neredeyse herkesin ya Yahudi ya da “Yahudi olduğu” bilinen bir firma için çalışmış olması... Belgeselde bu hiç vurgulanmıyor.Yaşanan küresel felaketin suçluları arasında neden bu kadar çok Yahudi var, insan merak ediyor doğrusu?Hayatın gerçeğini anlamak istiyorsanız bu belgeseli mutlaka seyredin.Sizi en azından siyasetin gerçek olmayan ağırlığından kurtarır.Size müthiş sırrı fısıldar:Dünyayı ekonomi yönetiyor.***Nedim Şener’in kitabındaki “ısrarlı” hataAhmet Şık‘ın “İmamın Ordusu” kitabı internet ortamına düştükten sonra, Nedim Şener‘in “Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat” kitabını merak ettim.Kitabın kapağında “Gündemdeki gelişmelerle ve yeni eklerle genişletilmiş 5. baskı” yazıyor.Okumaya başladım. Fakat kitabın zaman zaman doğruları yazmadığını gördüm. Üstelik düzeltme imkanı varken...Sayfa 222‘de “Darbe belgesi mi komplo belgesi mi?” bölümünde, Nedim Şener eski asker avukat Serdar Öztürk‘ün ofisinden çıkan “AKP ve Gülen’i bitirme planı” başlığı taşıyan belgede olan imzada, Albay Dursun Çiçek‘in imzasıyla benzerlik bulunduğunu ama bunun belgenin gerçek ya da olmadığını ispatlamadığını yazmış. Ve eklemiş:“Metin üzerindeki Albay Dursun Çiçek imzasının, ıslak imza olmadığı ortaya çıktı.” (sayfa 235)Peki, durum bu mu gerçekten?Alper Görmüş dünkü yazısında bunu harika anlatmıştı.Görmüş‘ün ödünç aldığım satırlarından:“...Çiçek önce, Emniyet Kriminal Dairesi’nin imzanın kendisine ait olduğuna dair raporunu reddetti, incelemenin Jandarma Kriminal Dairesi’nde yapılmasını istedi. Savcılar talebi kabul ettiler, fakat jandarmadan gelen raporda ‘İmza Dursun Çiçek’in’ sonucuna varılmıştı. Çiçek bu defa ‘Adli Tıp incelesin’ talebinde bulundu. Savcılar bunu da kabul etti. İmza önce Adli Tıp İhtisas Kurulu’nda, ardından da Adli Tıp Genel Kurulu’nda incelendi. Genel Kurul, Temmuz 2010 tarihli raporunda İhtisas Kurulu’nun imzanın Dursun Çiçek’e ait olduğuna dair kararı onayladı. Yargı açısından tamamen kapanmış bir konu. Peki neden Çiçek’in avukatları savunmalarını ‘İmza taklit’ propagandası üzerine kuruyor? Çünkü mahkemenin değil, kamuoyunun aklını çelmeye çalışıyorlar...”Merak ettim Destek Yayınevi ve Nedim Şener bunu neden düzeltme gereği görmüyor?1. baskısı Ekim 2010‘da yapılan bir kitapta bu yanlış hala neden var?***Tayland’dan Türk dizisine transferYeni bir dizi başladı atv‘de, “Herşeye Rağmen.”Tek partili dönemden çok partili döneme geçişin, Demeokrat Parti’nin kuruluşunun hikayesi etrafında bir aile dramını ve aşkı anlatıyor.Proje Tomris Giritlioğlu‘nun...Aktüel dergisinin yeni sayısında, Sinem Barkın diziyle ilgili bir dosya hazırlamış.Tomris Giritlioğlu’nun başrol oyuncularından Mehmet‘i oynayan Can Nergis‘i nasıl bulduğunun hikayesine bayıldım.Can Nergis, önce Çin‘de 1.5 sene modellik yapmış, ardından Hong Kong‘a gitmiş. Ardından Singapur, Tayland, Malezya, Japonya derken, en sonunda Tayland‘da yaşamaya karar vermiş.Bir çok reklam filminde oynamış.Ve bir restoran açmış. Şehrin 30 km. dışında bir çiftlik evi varmış orada ve restoranı da şu an hala açıkmış.Günlerden bir gün, Milliyet‘te yazan Çağdaş Ertuna bu restorana gitmiş, döndüğünde de Can Nergis‘in fotoğrafını koyup hikayesini yazmış.Bunu okuyan Tomris Giritlioğlu da Can‘ın peşine düşmüş.Ve dizide oynaması için ikna etmiş.Can Nergis geldiğinde 1.5 ay Türkçe dersi almış.Müthiş bir keşfedilme hikayesi... Çok sevdim.***İstanbul Film Festivali 30 yaşındaFestival dün başladı...17 Nisan’a kadar devam edecek. 230 tane film var... Kaçını görebileceğim bilmiyorum ama festivalin ana sponsoru Akbank’ın, festival boyunca İstiklal Caddesindeki Akbank Sanat Merkezine her fırsatta uğrayacağımı biliyorum. Çünkü kafeteryasında kısa filmler izleyip,kütüphanesinde vakit geçirip, sergi ve atölye çalışmaları arasında dolanmak bu festivale en yakışan iki film arası vakit geçirme alanı olacak. Eğer siz de benim gibi festival filmleri seviyorsanız ve günde bir iki filme gidiyorsanız Akbank Sanat Merkezi’ne uğrayın...
Dünyadaki olayların, hatta şu sıralar sadece Türkiye’de olanların bile değişim hızı, zaman zaman insanların bunu algılama hızını geçiyor.Rengarenk dilimlerden oluşmuş bir çemberi hızla çevirirseniz, bütün renkler birbirine karışır, her şey tek renk haline gelir, renkleri tek tek ayırt edemezsiniz ya, işte sanki şu an Türkiye’de olanlar da hızla çevrilmiş bir çembere benziyor.Renkler birbirine karışıyor.Dost gözükenler birbirine düşman oluyor, düşman olanlar barışıyor, bütün kavramlar ve kanaatlar değişiyor, suçlular suçsuz, suçsuzlar hain gözüküyor.Oysa ki değişim hayatın en eğlenceli, en yaratıcı yanı.Ama bizim gibi az gelişmiş ya da gelişimini tamamlayamamış toplumlarda değişim hiçbir zaman eğlenceli olmuyor.Sarsıcı, kanatıcı ve kırıcı oluyor.Her olayda daha sert, daha çabuk, daha hızlı dönmeye başlıyor o renkli çember.Çarşamba günü Ergenekon Davası’nı yürüten savcı Zekeriya Öz, terfi ettirilerek görevinden alındı.İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliği’ne atandı.HSYK bir kararname yayınlayarak, 128 hakim ve savcının görev yerini de değiştirdi.Ve çember hızla dönmeye başladı Türkiye’de...Dün sayısız köşe yazısı okudum gazetelerde, televizyonlarda yorumlar dinledim, sohbetlerde “Savcı Öz” demeden selamlaşmak bile günah gibiydi neredeyse...Bir değişiklikle yine bütün renkler birbirine karıştı.Peki, şimdi ne olacaktı?Bu değişiklik, Ergenekon Davası’nı akamete mi uğratacaktı yoksa soruşturma aynı hızla devam mı edecekti?Bu, Ak Parti’nin seçime iki ay kala ayağına bağlanan taştan kurtulma manevrası mıydı?Kimse tam bilemiyor bunların cevaplarını...Ama bu gelişmeler bana, davanın seyrinin daha da güçleneceğini düşündürüyor, söndürüleceğini değil...Evet, şimdilik delilsiz bir inanç benimki...Ama sanırım dünyanın değişimine olan inancımdan kaynaklanıyor.Artık gizli iktidarların her şeye hakim olduğu dönemlere geri dönemeyiz.Dönüşü olmayan noktayı geçtik.Uçakların rota çizelgesi üzerinde vardır bu dönüşü olmayan nokta...O noktaya varmadan önce arıza çıkarsa uçak kalktığı havaalanına döner.Ama o noktayı geçmişse, ne olursa olsun uçak hedefine ilerler.O noktadan sonra kalktığı yere dönmek, varacağı yere doğru gitmekten daha risklidir çünkü.O noktadan sonra dönüş yoktur.Türkiye, Ergenekon Davası’nda dönüşü olmayan noktayı geçti.Ne olursa olsun yoluna devam edecek, etmeli.Bundan sonra geriye dönmek, ileriye gitmekten daha riskli ve avantajsız.Evet, savcıların Ahmet Şık’ın yayınlanmamış kitabının peşine düşmesi cevaba muhtaç bir halde kaldı.Ama bu bile uçağı kalktığı havaalanına döndürmeye yetmez.Ergenekoncu eylemlerin acılarını çekenler, sevdiklerini kaybedenler, gerçeklerin ortaya çıkmasını isteyenler, hiç merak etmeyin, her türlü kaşkarikoya, ihanete, yalana, dolana rağmen ileriye gitmek zorunda kalan bir uçaktasınız.Haklısınız ürkmekte, etrafta hesaplarını geri dönüş üzerine yapan pek çok adam ve kadın dolanıyor.Aldırmayın onlara.Onlar gerekirse Ahmet Şık’ı sevmekten bile vazgeçerler.Baksanıza Savcı Öz‘ün “terfiinden” sonra dün neler söylediklerini unuttular, HSYK’yı ayakta alkışlıyorlar.Ama bundan sonra ne tarafa gideceğimiz konusundaki tartışma bitmiştir, bir savcı gider bir savcı gelir, Ergenekon Davası devam eder.Geri dönüşü hayal edenler ise ya çıldırıp kendilerini uçaktan atarlar ya da yalanları bırakıp arka koltuklardan birine otururlar.***Kaybedenler KulübüFilm bittiğinde onu sevdiğimi düşündüm.Ama Kaybedenler Kulübü dinleyicisiydim gençken, o yüzden mi yoksa gerçekten filmi mi beğendim, karar veremedim.Neden mi?Çünkü oyuncu seçiminin hatalı olduğunu düşündüm.6.45 Yayınevi’nin sahibi Kaan’ı oynayan Nejat İşler, tamamen kendisi gibiydi filmde.Nejat İşler, Kaan olmamıştı bence. Kötü oynadığı için değil, zaten bir çeşit Kaan olduğu için.Peki öyleyse, yönetmenin senaryo ve oyunculukla filme neler kattığını nasıl anlayacağız?Yönetmen Tolga Örnek kendi yönetmenlik kariyerinin çıtasını kesinlikle yükseltmiş bu filmle. Müziklerini, rengini, diyaloglarını çok sevdim filmin.Ama garanti isimler yerine sürpriz bir kadro ile bunu yapsaydı, yine de sevecek miydik filmi, merak edip duruyorum.Gerçek hikaye olması, tanıdık olması, oyuncuları zaten öyle tanımamız filmi sevmenize yetti.Bu, bir yönetmen için tehlikeli bir şey değil mi?***Hülya Avşar neden hep demode?Bu akşam Hülya Avşar’ın programı var TNT kanalında.Geçen hafta ilki yayınlandı. Gerçekten tahammülü zor bir programdı. Çünkü bu program ne için yapılıyor, anlayamıyordu insan.TNT’nin proje sıkıntısı içinde olduğu hissine kapıldım ben.Dün Telesiyej köşesinde bunun nedeni çok güzel anlatılmıştı:“Şımarık, doğal stil artık demode. Televizyon seyircisi bilgiye dayalı, seyirciye saygılı zeka gösterileri bekliyor talk showlarda.”TNT ve Hülya Avşar bir an önce seyirciye saygı duymayı öğrenmeli...Saygı duymak sıkıcı olmak demek değildir.Saygı duymak yaratıcı olmak demektir.Belki mesele burada karışıyordur diyerek, küçük bir hatırlatma...***Obama seçimi facebook’la kazanmışSadece iki yıl önce Facebook‘a üye olan, burada vakit geçirdikçe, eski arkadaşların birbirini bulması dışında, “Bunun ötesinde birşeyler daha olmalı” diye düşünmeye başlayan ve Facebook’ta olan ‘başka’ hikayelerin peşine düşen Emily Liebert bir kitap yazmış:Facebook Masalları.Mart ayında Derin Kitap Yayınları’ndan çıktı.Facebook’ta neler olamamış ki!Hepsi gerçek hikaye... “İnsanın ruhuna ilham veren modern zaman mucizeleri” diye yazıyor kitabın üzerinde.- Birbirini hiç tanımayan iki kadının, Facebook’taki bir mesajla hayatlarının birbirine bağlanması; Cathy hiç tanımadığı Beth’e böbreğini vermiş.- Danimarka’da ilkokul öğretmeni Claus, Başbakan Anders Fogh Rasmussen’e önce arkadaşlık isteği göndermiş, sonra da okullarına davet eden bir mesaj atmış. Arkadaşlık isteği hemen onaylanmış. Mesajına ise cevap 4 ay sonra gelmiş ve Rasmussen, Claus’un okulunu ziyaret etmiş. Rasmussen şu an Nato Genel Sekreteri... Claus ise yeni bir okula müdür yardımcısı olarak atanmış. Sıradan bir öğretmen Başbakan’a Facebook‘tan ulaşmış, bu, Claus’un tüm öğrencilerine inandıkları bir şeyde kararlılık göstermeleri için büyük bir örnek olmuş. Claus bunun için Facebook’un kurucusu Mark Zuckerbeg’e teşekkür mesajı atmış. Bir cevap alamamış ama aylar sonra The New York Times muhabirinden röportaj yapmak isteyen bir mail aldığında, bu fikri ona verenin Mark Zuckerberg olduğunu öğrenmiş Claus...Daha çok hikaye var kitapta... Ama beni en etkileyenlerden biri, seçim dönemine girdiğimiz şu dönemde Chris‘in hikayesi. - Facebook kurucularından Chris Hughes, Obama ABD Başkanlığı için resmen aday olduğunda Obama’nın internet müdüründen bir teklif almış. Kampanyanın internet ortamında yürütülmesinden sorumlu müdür olması için... 24 yaşındaki Chris bunu kabul etmiş. Başkanlık adayı için ilk kez düşünülen bir girişim olan MyBarackObama.com internet sitesinde işe girişmiş. Facebook, Chris sayesinde Obama‘ya ilgi duyan, ona destek olmak isteyen kişilere olanak sunan kampanyanın ikinci merkezi haline gelmiş. Barack Obama, yalnızca Facebook’ta 5 milyon destekçi kazanmış. Para bağışında bulunan 3 milyon kişiden 500 milyon dolar kazanılmış.Dünya çapında 350 milyon kişinin kullandığı Facebook sadece bir sosyal paylaşım sitesi değil...İnsanların hayatlarını değiştiren büyük bir güç.Şimdi şunu merak ediyorum dünya üzerinde Facebook mu yoksa Twitter mı daha etkili acaba?Twitter masallarını da okumak isterdim...***Arena’ya kira ödenir mi ödenmez mi?Türk Telekom Arena Stadı Galasaray’a hala devredilmedi.Galatasaray yapması gerekenleri henüz yapmamış çünkü.Mesela, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğüne kira ödemesi gerekiyormuş.Galatasay ödemek istemiyormuş.Yıllık 1 milyon dolar...Ayrıca isim hakkı gelirlerinden pay vermeleri de gerekirmiş...Kira kısmını anladım, bunu bütün takımlar ödüyor.Galatasaray da ödemeli...Ama gelirden pay kısmı da biraz abartı olmuş gerçekten...Devlet burada manasız bir tavır içinde.İnsan bunun nedenini merak ediyor...