Dünyadaki olayların, hatta şu sıralar sadece Türkiye’de olanların bile değişim hızı, zaman zaman insanların bunu algılama hızını geçiyor.
Rengarenk dilimlerden oluşmuş bir çemberi hızla çevirirseniz, bütün renkler birbirine karışır, her şey tek renk haline gelir, renkleri tek tek ayırt edemezsiniz ya, işte sanki şu an Türkiye’de olanlar da hızla çevrilmiş bir çembere benziyor.
Renkler birbirine karışıyor.
Dost gözükenler birbirine düşman oluyor, düşman olanlar barışıyor, bütün kavramlar ve kanaatlar değişiyor, suçlular suçsuz, suçsuzlar hain gözüküyor.
Oysa ki değişim hayatın en eğlenceli, en yaratıcı yanı.
Ama bizim gibi az gelişmiş ya da gelişimini tamamlayamamış toplumlarda değişim hiçbir zaman eğlenceli olmuyor.
Sarsıcı, kanatıcı ve kırıcı oluyor.
Her olayda daha sert, daha çabuk, daha hızlı dönmeye başlıyor o renkli çember.
Çarşamba günü Ergenekon Davası’nı yürüten savcı Zekeriya Öz, terfi ettirilerek görevinden alındı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliği’ne atandı.
HSYK bir kararname yayınlayarak, 128 hakim ve savcının görev yerini de değiştirdi.
Ve çember hızla dönmeye başladı Türkiye’de...
Dün sayısız köşe yazısı okudum gazetelerde, televizyonlarda yorumlar dinledim, sohbetlerde “Savcı Öz” demeden selamlaşmak bile günah gibiydi neredeyse...
Bir değişiklikle yine bütün renkler birbirine karıştı.
Peki, şimdi ne olacaktı?
Bu değişiklik, Ergenekon Davası’nı akamete mi uğratacaktı yoksa soruşturma aynı hızla devam mı edecekti?
Bu, Ak Parti’nin seçime iki ay kala ayağına bağlanan taştan kurtulma manevrası mıydı?
Kimse tam bilemiyor bunların cevaplarını...
Ama bu gelişmeler bana, davanın seyrinin daha da güçleneceğini düşündürüyor, söndürüleceğini değil...
Evet, şimdilik delilsiz bir inanç benimki...
Ama sanırım dünyanın değişimine olan inancımdan kaynaklanıyor.
Artık gizli iktidarların her şeye hakim olduğu dönemlere geri dönemeyiz.
Dönüşü olmayan noktayı geçtik.
Uçakların rota çizelgesi üzerinde vardır bu dönüşü olmayan nokta...
O noktaya varmadan önce arıza çıkarsa uçak kalktığı havaalanına döner.
Ama o noktayı geçmişse, ne olursa olsun uçak hedefine ilerler.
O noktadan sonra kalktığı yere dönmek, varacağı yere doğru gitmekten daha risklidir çünkü.
O noktadan sonra dönüş yoktur.
Türkiye, Ergenekon Davası’nda dönüşü olmayan noktayı geçti.
Ne olursa olsun yoluna devam edecek, etmeli.
Bundan sonra geriye dönmek, ileriye gitmekten daha riskli ve avantajsız.
Evet, savcıların Ahmet Şık’ın yayınlanmamış kitabının peşine düşmesi cevaba muhtaç bir halde kaldı.
Ama bu bile uçağı kalktığı havaalanına döndürmeye yetmez.
Ergenekoncu eylemlerin acılarını çekenler, sevdiklerini kaybedenler, gerçeklerin ortaya çıkmasını isteyenler, hiç merak etmeyin, her türlü kaşkarikoya, ihanete, yalana, dolana rağmen ileriye gitmek zorunda kalan bir uçaktasınız.
Haklısınız ürkmekte, etrafta hesaplarını geri dönüş üzerine yapan pek çok adam ve kadın dolanıyor.
Aldırmayın onlara.
Onlar gerekirse Ahmet Şık’ı sevmekten bile vazgeçerler.
Baksanıza Savcı Öz‘ün “terfiinden” sonra dün neler söylediklerini unuttular, HSYK’yı ayakta alkışlıyorlar.
Ama bundan sonra ne tarafa gideceğimiz konusundaki tartışma bitmiştir, bir savcı gider bir savcı gelir, Ergenekon Davası devam eder.
Geri dönüşü hayal edenler ise ya çıldırıp kendilerini uçaktan atarlar ya da yalanları bırakıp arka koltuklardan birine otururlar.
Kaybedenler Kulübü
Film bittiğinde onu sevdiğimi düşündüm.
Ama Kaybedenler Kulübü dinleyicisiydim gençken, o yüzden mi yoksa gerçekten filmi mi beğendim, karar veremedim.
Neden mi?
Çünkü oyuncu seçiminin hatalı olduğunu düşündüm.
6.45 Yayınevi’nin sahibi Kaan’ı oynayan Nejat İşler, tamamen kendisi gibiydi filmde.
Nejat İşler, Kaan olmamıştı bence. Kötü oynadığı için değil, zaten bir çeşit Kaan olduğu için.
Peki öyleyse, yönetmenin senaryo ve oyunculukla filme neler kattığını nasıl anlayacağız?
Yönetmen Tolga Örnek kendi yönetmenlik kariyerinin çıtasını kesinlikle yükseltmiş bu filmle. Müziklerini, rengini, diyaloglarını çok sevdim filmin.
Ama garanti isimler yerine sürpriz bir kadro ile bunu yapsaydı, yine de sevecek miydik filmi, merak edip duruyorum.
Gerçek hikaye olması, tanıdık olması, oyuncuları zaten öyle tanımamız filmi sevmenize yetti.
Bu, bir yönetmen için tehlikeli bir şey değil mi?
Hülya Avşar neden hep demode?
Bu akşam Hülya Avşar’ın programı var TNT kanalında.
Geçen hafta ilki yayınlandı. Gerçekten tahammülü zor bir programdı. Çünkü bu program ne için yapılıyor, anlayamıyordu insan.
TNT’nin proje sıkıntısı içinde olduğu hissine kapıldım ben.
Dün Telesiyej köşesinde bunun nedeni çok güzel anlatılmıştı:
“Şımarık, doğal stil artık demode. Televizyon seyircisi bilgiye dayalı, seyirciye saygılı zeka gösterileri bekliyor talk showlarda.”
TNT ve Hülya Avşar bir an önce seyirciye saygı duymayı öğrenmeli...
Saygı duymak sıkıcı olmak demek değildir.
Saygı duymak yaratıcı olmak demektir.
Belki mesele burada karışıyordur diyerek, küçük bir hatırlatma...
Obama seçimi facebook’la kazanmış
Sadece iki yıl önce Facebook‘a üye olan, burada vakit geçirdikçe, eski arkadaşların birbirini bulması dışında, “Bunun ötesinde birşeyler daha olmalı” diye düşünmeye başlayan ve Facebook’ta olan ‘başka’ hikayelerin peşine düşen Emily Liebert bir kitap yazmış:
Facebook Masalları.
Mart ayında Derin Kitap Yayınları’ndan çıktı.
Facebook’ta neler olamamış ki!
Hepsi gerçek hikaye... “İnsanın ruhuna ilham veren modern zaman mucizeleri” diye yazıyor kitabın üzerinde.
- Birbirini hiç tanımayan iki kadının, Facebook’taki bir mesajla hayatlarının birbirine bağlanması; Cathy hiç tanımadığı Beth’e böbreğini vermiş.
- Danimarka’da ilkokul öğretmeni Claus, Başbakan Anders Fogh Rasmussen’e önce arkadaşlık isteği göndermiş, sonra da okullarına davet eden bir mesaj atmış. Arkadaşlık isteği hemen onaylanmış. Mesajına ise cevap 4 ay sonra gelmiş ve Rasmussen, Claus’un okulunu ziyaret etmiş. Rasmussen şu an Nato Genel Sekreteri... Claus ise yeni bir okula müdür yardımcısı olarak atanmış. Sıradan bir öğretmen Başbakan’a Facebook‘tan ulaşmış, bu, Claus’un tüm öğrencilerine inandıkları bir şeyde kararlılık göstermeleri için büyük bir örnek olmuş. Claus bunun için Facebook’un kurucusu Mark Zuckerbeg’e teşekkür mesajı atmış. Bir cevap alamamış ama aylar sonra The New York Times muhabirinden röportaj yapmak isteyen bir mail aldığında, bu fikri ona verenin Mark Zuckerberg olduğunu öğrenmiş Claus...
Daha çok hikaye var kitapta... Ama beni en etkileyenlerden biri, seçim dönemine girdiğimiz şu dönemde Chris‘in hikayesi.
- Facebook kurucularından Chris Hughes, Obama ABD Başkanlığı için resmen aday olduğunda Obama’nın internet müdüründen bir teklif almış. Kampanyanın internet ortamında yürütülmesinden sorumlu müdür olması için... 24 yaşındaki Chris bunu kabul etmiş. Başkanlık adayı için ilk kez düşünülen bir girişim olan MyBarackObama.com internet sitesinde işe girişmiş. Facebook, Chris sayesinde Obama‘ya ilgi duyan, ona destek olmak isteyen kişilere olanak sunan kampanyanın ikinci merkezi haline gelmiş. Barack Obama, yalnızca Facebook’ta 5 milyon destekçi kazanmış. Para bağışında bulunan 3 milyon kişiden 500 milyon dolar kazanılmış.
Dünya çapında 350 milyon kişinin kullandığı Facebook sadece bir sosyal paylaşım sitesi değil...
İnsanların hayatlarını değiştiren büyük bir güç.
Şimdi şunu merak ediyorum dünya üzerinde Facebook mu yoksa Twitter mı daha etkili acaba?
Twitter masallarını da okumak isterdim...
Arena’ya kira ödenir mi ödenmez mi?
Türk Telekom Arena Stadı Galasaray’a hala devredilmedi.
Galatasaray yapması gerekenleri henüz yapmamış çünkü.
Mesela, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğüne kira ödemesi gerekiyormuş.
Galatasay ödemek istemiyormuş.
Yıllık 1 milyon dolar...
Ayrıca isim hakkı gelirlerinden pay vermeleri de gerekirmiş...
Kira kısmını anladım, bunu bütün takımlar ödüyor.
Galatasaray da ödemeli...
Ama gelirden pay kısmı da biraz abartı olmuş gerçekten...
Devlet burada manasız bir tavır içinde.
İnsan bunun nedenini merak ediyor...