İki ay gibi bir süre kaldı seçime...
Bana, çok kısa gibi gözüken iki ay, partiler için yeterli bir zaman dilimi demek ki...
Çünkü hiçbirinde “Kendimizi yeterince iyi anlatabildik mi seçmene?” gibi bir dert, bir telaş, bir endişe yok.
AK Parti, var olan tabanının bu seçimi kazanmaya yeteceğine; CHP, AK Parti’ye duyulan kızgınlığın kendisine oy getireceğine; MHP “Meclise gireriz, gireriz” gibi küçük çıtaları aşabilmenin yeterli olacağına; BDP “Türkiye partisi olma” ihtimalini tümüyle aklından silip Güneydoğu partisi olarak kalmanın iyi olacağına inandığından olsa gerek, hiçbiri seçimlere iki ay kalmış olmasına rağmen bize ‘hakiki’ bir şeyler söylemiyor.
Söylemeye ihtiyaç duymuyor.
Her biri, bir diğerinin hatasından kendisine oy biçiyor.
Tabii ki projeleri var...
Mesela CHP’nin projeleri ve adayları...
CHP’nin açıkladığı projeleri ve aday adaylarını takip ediyorum.
Son bir aydır CHP’nin kendini anlatmakta, AK Parti’den çok daha iyi olduğunu görüyorum.
AK Parti’nin “seçim sonrasıyla” ilgili başka dertleri olduğu çok açık. Sanırım kafaları o yüzden karışık...
Ama CHP’nin projelerinin seçimi kazanmaya yeterli olabileceğinden şüpheliyim.
Neden mi?
Çünkü CHP, genetik koduna işlenmiş olan “Devlet vatandaştan önemlidir” anlayışını bir türlü yıkamıyor.
“Vatandaş devletin hizmetindedir” inancını bozamıyor.
Devlet dendiği zaman vatandaşın bir adım geri gitmesi gerektiğine inanıyor.
CHP olarak siz çıkıp hala Ergenekon davasına inanmadığınızı, davanın sanıklarını aday adayı olarak görmekten mutluluk duyacağınızı söylerseniz, devleti de, ‘derin’ devleti de disipline almak gibi bir arzunuz olmadığını ortaya koyarsınız.
“Ergenekon diye bir şey yoktur” derseniz, sizin, vatandaşa özgür bir hayat sunmak için iktidarı istediğinize inanmak zorlaşır.
Sonra da ne kadar proje anlatırsanız anlatın, hep biraz yarım kalırsınız.
“Özgürlük gidiyor” lafları da tüm gerçekliğini kaybeder.
Türkiye, “devlet-vatandaş” ilişkilerini yeniden düzenlemek zorunda olduğu bir dönemden geçiyor.
Belki de ilk kez bu kadar net bir biçimde toplumun bütün kesimleri haklarını istiyor.
Devleti yücelten rejimin değişmesini talep ediyor.
Türkiye’nin temelindeki çarpıklıkların düzeltilmesi; dindarların, Kürtlerin, Alevilerin ezilmesine son verilmesi gündeme geliyor.
Devlet-vatandaş ilişkisini yeniden düzenleyecek yeni bir anayasa ihtiyacı ortada duruyor.
Bu şartlarda, ancak devleti vatandaşın hizmetine sokacak bir anlayışı savunursanız oy alırsınız.
Aile sigortası, bedelli askerlik, savunma giderlerini kısmak falan iyi ama neticede bunlar “temeli çarpık” bir binada balkon süsleri.
Türkiye, “temel”i konuşuyor artık.
Belki de siyasi partilerdeki ortak sessizlik de bu yüzden.
Ya temeli nasıl düzelteceklerini bilmiyorlar ya da temeli düzeltmek istemiyorlar.
Onun için de halk “Temel ne olacak?” dedikçe...
Onlar lafı değiştirip bize balkonları, pencereleri, bacaları gösteriyorlar.
Atatürk Latife Hanım’dan niye boşandı?
Bazı kahramanlar vardır hayatın içinde, onunla ilgili kaç tane kitap yazılırsa yazılsın, üzerine söylenecek söz bitmez...
İşte bunlardan biri Atatürk’le evlenen Latife Hanım.
“Teyzem Latife” kitabını görünce de bunu düşündüm, işte bir tane daha...
Kitabın içini açınca kitabı cevaplarıyla yazan Mehmet Öke’nin, Latife Hanım’ın kardeşinin torunu olduğunu anladım. Yani Mehmet Öke’nin anneannesi Latife Hanım’ın kardeşi Vecihe.
Kitap, Mehmet Öke ile yapılmış geniş bir röportaj... Daha önce Latife Hanım’la ilgili kitap yazan Fatih Bayhan yapmış söyleşiyi.
Latife Hanım, Nazım Hikmet’in eşi Piraye, Aydın Menderes’in sevgilisi Ayhan Aydan gibi sevdikleri adamlarla yaşadıkları onca fırtınaya, iniş-çıkışa rağmen, ayrıldıktan sonra o adamlar ya da ilişkileri hakkında hiç konuşmayan kadınlar beni hep etkilemiştir.
Sesizliklerinde saklı olan güçleri, acıları ve asaletleri insanı sarsacak kadar yaralar da aslında.
Latife Hanım da öyle biridir benim için.
Hakkında yazılanlara bakınca otoriter ve despot tarafları olduğu gözükse de ben onu hep güçlü, asil ve acıları olan bir kadın olarak aklımda tutarım.
Latife Hanım, Mustafa Kemal ile tanıştığında henüz 24 yaşında. Evlilikleri sadece 2 yıl, 6 ay, 5 gün sürüyor.
1976 yılında 78 yaşında bir hastalıktan ölünceye dek, çektiği onca acıya rağmen ne anılarını yazıyor ne de kapısını çalan gazetecilere ilişkisi ve yaşadıklarını anlatıyor.
51 yıl susmayı başaran bir kadının ardından, “Teyzem Latife” kitabını görünce, üzerinde de “Atatürk’le geçen bir ömrün saklı kalmış hikayesi” diye okuyunca, belki de size tuhaf gözükecek ama bir kızgınlık hissettim içimde.
Sonra Mehmet Öke ile yapılmış röportajı okudum, “Veda filmi dahil son zamanlarda Latife Teyzem çok yanlış anlatıldı.
Bunun önüne geçmek için bu projeyi kabul ettim” demiş.
Ve en merak edilen “Paşa ile Latife Hanım neden boşandı?” sorusuna da şöyle cevap vermiş:
“Şeyh Sait İsyanı ve Takrir-i Sukun yasası yüzünden çıkan bir gerginliğin kavgaya dönüşmesi sonucu boşandılar.
Çankaya’da davet var. Piyano çaldın-çalmadın tartışması büyüyor. Teyzem yelpazesini eline vurarak kırıyor ve eli kanıyor. Paşa çok kızıyor. Teyzeme tokat atmak için elini kaldırıyor, teyzem de kendini korumak için elini kaldırınca paşanın yüzü çiziliyor. O gece yatak odasına gelmiyor ve boşanıyorlar.”
Bu kitap çok tartışılır...
76 çalışanı öldürülen gazete tekrar çıkıyor
Kürt basını için önemli bir gazeteydi Özgür Gündem...
Doksanların başında JİTEM‘in o bölgede neler yaptığını, Hizbullah katliamlarını gündeme getirmiş ilk yayındı.
Yayınladığı gerçeklerden çok, cesareti korkutmuştu bence ‘suçluları.’
Korkunca da öldürdüler, bombaladılar, tehdit edip baskı yaptılar.
76 çalışanını öldürmüşler.
Otuzu muhabir, 76 çalışanı öldürülen bir gazete var bu ülkede.
Ve basın özgürlüğü için yürüyüşler, ancak “aramızdan” birinin başına bir şey geldiğinde, 2011 yılında yapılabildi bu ülkede...
Neyse...
Özgür Gündem, 1992’de çıkmaya başlayıp, iki yıl sonra 1994’te kapatılmıştı.
Sadece iki yıllık yayın hayatı olmasına rağmen gazetenin adı, acıları, mücadelesi; gazeteciliği seven, vicdanı olan, dürüst insanların aklında hep kaldı.
Geçtiğimiz günlerde vizyona giren ve bence mutlaka seyredilmesi gereken “Press” filminde de o günlerin hiç bilmediğimiz, hiç aldırmadığımız, hiç tanımadığımız kahramanlarını izledik.
Bugün, 17 yıl sonra tekrar yayın hayatına dönüyor Özgür Gündem.
Gerçekten merak ediyorum.
Nasıl bir gazete yapacaklarını...
Böyle tarihi bir geçmişi olan bir gazetenin, ağır bir yükle yayın hayatına başlayacağı kesin.
Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Aykol, “Özgür Gündem sadece Kürtlere yönelik bir gazete olmayacak, kendi geleneğine layık bir gazete çıkaracağız” demiş.
Güneydoğu’dan tarafsız ve cesur haberler okumak isterim doğrusu...
Umarım bu sefer yaşayacakları, geçmişin acılarını biraz olsun hafifletebilir.
‘Özgür Gündem’cilere başarılar diliyorum.
Yeniden hoş geldiniz...
İstanbul’u helikopterle gezeceğim!
Haftasonu, sanırım İstanbul’un en yüksek binası artık o, Sapphire’e gittim.
Alışveriş katlarını gezmeden, -açıkçası mağazalar da “Gel beni gez” demiyordu- direkt Sapphire‘in tepesine açık terasına çıkmak ve “İstanbul nasıl gözüküyor?” diye bakmak istiyordum.
Nedense girişin ücretli olması önce beni şaşırttı.
Sonra anladım ki, zaten burası dünyada örnekleri olan bir anlayışla yapılmış.
New York Empire States binasının tepesi turistler için neyse, burası da o arzuyla yapılmış.
Teras iki katlı...
Alt kat tamamen camla kaplı.
Yükseklik korkusu olanlar için cam kenarları gerçekten hırpalayıcı olabilir.
Çatı katı ise açık teras...
5D helikopter simülasyonu vardı, binemedim.
Şimdi ilk fırsatta gidip o helikopterle İstanbul’u gezeceğim.
Fena fikir değil bence...