Büyük felaketler yaşayan Japonya mı yaralarını çabuk saracak ve bu yaralanmış insanlardan yeni bir Japonya yaratacak, yoksa kendini dönüştürmeye çalışan, iç çatışmaların, savaşların yaşandığı, bombaların atıldığı Ortadoğu mu?
Hangisi o büyük derdinden daha çabuk sıyrılabilecek?
Doğanın yarattığı felaketi yenmek mi kolay, yoksa diktatörlerin yarattığı felaketleri mi?
Sanırım çoğumuz onca soruna rağmen Japonya’nın kendisini büyük bir hızla baştan yaratabileceğine inanırız, değil mi?
Neden peki, Japonya’ya olan bu güvenimiz?
Arap ülkelerinde diğer bütün ülkelerin istediği, hatta muhtaç olduğu petrol var.
Büyük güç... Ama Arap ülkeleri kendilerini baştan yaratabilme gücüne sahip değiller.
Sahip oldukları güç kendilerine yetmiyor.
Tüm dünya o gücü istiyor, onun peşinde savaşlar çıkıyor ama Arap ülkeleri o gücü kendilerini dönüştürmek için kullanamıyor.
Japonya’da ise on binlerce insan kayboldu, zarar gören evlerin, arabaların, şehirlerin maliyeti kimbilir ne kadar.
Ama Japonlar hep beraber göreceğiz, çok kısa bir süre içinde bıraktıkları yerden devam edecekler.
Şimdi büyük facialarla uğraşan Japonya, dünyanın en büyük 3 ekonomisi içinde...
Hatta çok yakın zamana kadar ikinci sıradaymış, burun farkıyla Çin’e geçilmiş.
Dünyada yaşayan 7 milyar insanın, yuvarlak hesap bir yıl içinde ürettiği 55 trilyon doların onda birini Japonya tek başına üretiyormuş.
Bu nasıl bir zenginlik ve güç, düşünsenize...
Gücü yaratan sahip olduklarımız mı, yoksa sahip olduklarımızı nasıl kullanabildiğimiz mi acaba?
Bizi düşündüm...
“Birinci Dünya Savaşı’nı bizimle birlikte kaybeden, ardından İkinci Dünya Savaşı’nı bizsiz kaybedip parçalanan Almanya, bu felaketlerden kurtulup nasıl bizden çok daha zengin olabildi?” diye...
Japonlar ve Almanlar üretiyor...
Araplar, Türkler üretmeye önem vermiyor...
Onların kuralları var, bizlerin yasakları...
Onlar insana önem veriyor, biz devletin büyüklüğüne...
Onlar gerçekleri esas alıyor, biz yalanları...
Japonya depremlerden, tsunamilerden, nükleer patlamalardan kurtulacak güce sahipken, bizler kendi yarattığımız sıkıntıları aşamıyoruz.
Devleti yüceltip, insanı küçümsüyoruz çünkü...
İnsanı küçümseyen toplumların devletleri de çürük oluyor.
Sadece siyasi sistemi değil, zihinsel yapıyı da değiştirmemiz, insanın değerini öne çıkarmamız lazım herhalde.
Seçim yaklaşıyor ama bu gerçek sorunlardan söz eden yok.
Sorunları görüp çözmek yerine, o sorunlar yokmuş gibi davranmayı tercih ediyoruz.
Ama biz konuşmuyoruz diye sorunlar ortadan kaybolmuyor.
Bunca suskunluğa rağmen dertlerin hiç bitmemesinden de belli değil mi zaten bu?
Acelesi olanlar için 90 klasik kitap
Komik bir kitap aldım.
“Acelesi olanlar için 90 klasik kitap.”
Karikatürist Hendrik Lange, klasikleri okumak için zaman bulamayanlar ya da okumaktan sıkılanlar ya da kitabın arkasında yazdığı gibi okuyup da hatırlamakta zorlananlar için 90 kitabı dört resimli karede, esprili-eğlenceli bir dille anlatmış.
İşte birkaçı:
- Franz Kafka’nın Dava’sı:
Josef K doğum gününde tutuklanır. Neden olduğunu ne biz anlarız ne de kendisi. Bir sürü çetrefil yasal işlemden geçirilir ve bir sonuca varılamaz. Sonunda Josef K ölüme mahkum edilir. Hala sebebini bilmemektedir.
- Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’si:
Marcel Proust 1000 küsür sayfa boyunca çayına bisküvi batırıp yerken hatırladığı anılarını anlatır. Anıları pek çok seks sahnesiyle doludur. Çoğu da iki kadın arasında geçer. Anılar devam eder. İnsanlar güler, ağlar, sevişir, sosyetede yükselmek için herşeyi yaparlar.
- Gabriel Garcia Marguez’in Yüz Yıllık Yalnızlık’ı:
Maconda kasabasında yaşayan bir ailenin hikayesini anlatan bir kitap. Herkesin deli gözüyle baktığı Jose Arcadio’yla başlar. 100 yıl boyunca yedi kuşak gelip geçer ve herkesin ismi ya Jose ya Arcadio ya Aureliano’dur ya da hepsi birden. Yedinci kuşaktan Aureliano’yu bebekken karıncalar alıp götürür.
- Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı: Raskolnikov iğrenç bir tefeci kadınla kız kardeşini öldürmeye karar verir. Ama sonra vicdan ve paranoya yakasına yapışır. Suçluluk duygusundan kurtulmak için kendisini Sibirya’ya zorunlu tatile gönderir. Orada hala sevebildiğini keşfedir. işte Dostoyevski’nin mutlu sonu.
Demirören Alışveriş Merkezi’ni merak ediyorum
İlk fırsatta Beyoğlu‘na, İstiklal Caddesi‘ne gitmek istiyorum.
Neden mi?
Çünkü, uzun zamandır beklenen Demirören Alışveriş Merkezi açıldı.
Binanın inşaatı çok tartışma yaratmıştı.
“Tarihi dokuyu bozuyor”, “İznin dışında kat çıkıyor”, “İzinler geçerli değil” gibi çeşit çeşit iddia ve tartışma vardı hakkında.
Sonunda 3 gün önce açıldı.
İçinde müzikseverleri kendinden geçirecek Virgin açıldı. Çok büyük bir MediaMarkt var.
Sadece restaurant katı açılmamış, o da mayıs gibi açılacakmış.
Ama daha gitmeden kafam karıştı benim.
Radikal gazetesi bu inşaatla yakından ilgilenmişti. “Beyoğlu’nun tarihi dokusu bozuluyor” diye haberler yapmışlardı.
O yüzden Radikal gazetesinde çıkan Demirören haberlerini ilgiyle okuyorum.
Cumartesi Cem Erciyes “İstiklal Caddesi’nin kalabalığını içeri buyur eden geniş girişleri güzel. İçi de şık ve ferah” diye yazarken, pazar günü Ömer Kanıpak imzalı yazıda “Binanın içi neredeyse şantiye. Asansör montajları hala bitmemiş. Yürüyen merdivenlerin ayarları yapılmakta. Mağazalar boş ve inşaat tozlu” diye anlatıyordu alışveriş merkezini.
Acaba hangisi doğru?
Bu arada mimar Han Tümerertekin‘in yapmak istediği proje çok modern bulununca Anıtlar Kurulu tarafından, binanın aslını yansıtan tarihi doku korunmuş.
Binanın içini Autoban mimarlık yapmış, hatta dış cephede de büyük katkıları olmuş.
Tamamen bittiğinde bence İstiklal Caddesi’ni sevenler için güzel bir merkez olacak burası.
Sokak çocukları keman çalacak! Düşüncesi bile çok etkileyici...
Dün Hürriyet gazetesinde Gila Benmayor‘da okudum.
İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı ve İKSV Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ahmet Kocabıyık, 240 kişilik Simon Bolivar Gençlik Senfoni Orkestrası‘nın 3 gün İstanbul’a gelip, etkinliklere katılması için destek arıyorlarmış.
Bunu yapabilmek için büyük bir bütçe gerekiyormuş çünkü.
Çok merak ettim, 3 günlük bu maliyet ne kadar acaba?
Bülent Eczacıbaşı ve Ahmet Kocabıyık bunu tek başlarına yapamıyor...
İKSV’nin tek başına karşılayabileceğ bir etkinlik değilmiş bu, Gila Benmayor öyle yazmış.
Eczacıbaşı,bizzat mektup yazarak iş dünyasından yardım istemeye hazırlanıyormuş.
İKSV gerçekten tek başına yetemeyebilir ama Bülent Eczacıbaşı ve Ahmet Kocabıyık kendi şirketleriyle bu projeyi yürütemezler mi?
Borusan ve Eczacıbaşı buna nasıl yetemez ki!
Neyse, bu çok anladığım bir şey değil, sadece mantık olarak çok anlaşılır gelmediği için merak ediyorum.
Asıl ilgi çekici konu, bu gelecek senfoni orkestrasının ne olduğu...
Dünyada giderek ünlenen 30 yaşındaki genç şef Gustavo Dudamel‘in yönettiği senfoni orkestrası, gecekonduda yaşayan, suça bulaşmış gençlerden oluşuyor.
Onları müzikle beraber hayata kazandırıyorlar. Bu sistemin adı El Sistema‘ymış.
1975 yılında Venezuelalı piyanist-ekonomist Jose Antonio Abreu kurmuş.
“Yoksulların en büyük talihsizliği ekmek bulamamak değil, kişi olarak önemsizliklerinin bilincinde olmaları. Müzik sayesinde kendilerini daha iyi hissediyorlar” diyormuş Abreu.
Kişi olarak önemsizliklerinin bilincinde olmak...
Ne güzel bir anlatım.
El Sistema, yüzde 90’ı yoksul gecekondu mahallelerinden olan Venezuelalı 350 bin çocuğa yeni bir hayat hediye etmiş.
İKSV bu projenin Türkiye’de nasıl yapılabileceğini anlatmak, yollarını göstermek üzere davet etmiş şef Gustavo Dudamel ve Jose Antonio Abreu‘yü...
Sokak çocukları keman çalacak...
Kendini önemsiz hisseden çocuklar kimlik bulacak...
Çok etkileyici bir fikir.
Bu, herkesin desteklemesi gereken bir proje.
3 günlük maliyet değil de... Bu projenin hayata geçmesi için herkesin yardım etmesi gerekir.
Yoksul ve suçlu çocukları kurtarmak, üstelik müzikle kurtarmak insanı gerçekten heyecanlandırıyor.
Bu sergiye randevusuz gitmeyin, kapıda kalırsınız!
Ermeni Patrikhanesi‘nin koleksiyonunun bugüne kadar korunabilmiş önemli eserlerinin sergilendiği, Kumkapı’daki patrikhane binasının bodrum katındaki sergiye giderken bir arkadaşım “Hz. İsa’nın çarmığının parçaları varmış, gazetede okudum” dedi. Ben de ona “Aynı haberi ben de okudum, 2006 yılından beri varmış bu sergi. Moda deyimle ‘Neden şimdi?’ duyuruyorlar acaba?” dedim... 2006’dan beri olan bir sergiyi duymamış olmanın utancıyla beraber, gerçekten de üst üste o kadar çok haber okudum ki sergiyle ilgili, şu sıralar özel olarak duyurulduğuna eminim neredeyse. Osmanlı döneminden üç ferman, İsa’nın çarmığı, Ermeni ressamların tabloları, 2. Abdülhamit zamanında dönemin patriğine hediye edilen taht... Daha bir çok eser var bu sergide. Ama sergiyi ancak randevuyla gidip görebiliyorsunuz. Bizim gibi kapıda kalmayın, dikkat!