Dün Turgut Özal‘ın 18. ölüm yıldönümüydü.
15 yaşındaydım sanırım Özal bu ülkeyi değiştirmeye başladığında...
Hayata karşı 15 yaşın tüm aldırmazlığına sahipken, hiç farkında olmadan da olsa şişman, tonton bir adamın bu ülkeyi yeniden yaratmaya çalıştığını fark ediyordum.
Herkes bundan bahsediyordu.
Herkes ona çok kızıyordu.
Onun yenilikçiliğini desteklemek, onu cesur ve farklı bulmak, çevremizdeki insanların çok kızdığı bir şeydi.
Hemen hemen her gün Özal ağır şekilde eleştiriliyor ve hemen hemen her gün Özal hakkında yazılar çıkıyordu.
Yazanlar sövmekten, okuyucular okumaktan bıkmıyorlardı.
Bu kadar sövgünün ortasında Özal için iyi bir şey söylemek ise neredeyse günahtı.
Bunları çok iyi hatırlıyorum.
Biraz daha büyümüştüm.
Lise sonuncu sınıfa gelmiştim, üniversiteye hazırlandığım dönemdi.
Özal’ın Türk ekonomisini kilitleyen karma ekonomi sistemini dağıtmaya uğraşan, Türkiye’nin kapılarını dünyaya açan, ihracatı arttıran ekonomik devrimleri yüzünden ekonomi okumaya karar vermiştim üniversitede.
Devrimci bir aklı, muhafazakar bir duygu dünyası vardı.
Devrimcilikle tutuculuğu birlikte barındıran ruhunun çelişkili yapısından olsa gerek, Özal birçok iyi şey yaparken birçok şeyi de eksik bıraktı.
En başta hukuk sistemini düzeltemedi.
Hukukun ekonomi kadar önemli olduğunu kavrayamadı.
Bunu anladığında ise artık çok geç kalmıştı.
Ama bu ülkeyi değişime açtı. Bu ülkede birçok yenilik yarattı.
Bu ülkede toplumu dönüştüren birçok değişimi “muhafazakar” Özal’a borçluyuz.
Böyle bakınca, hikaye bugün yaşadıklarımıza ne kadar benziyor, değil mi?
Dün Tayyip Erdoğan’ın seçim beyannamesini anlattığı konuşmasını dinledim.
Ve yine aynı şeyi düşündüm: Etkileyici bir lider...
Yapması gerekenleri yapsa, bu ülkede gelmiş geçmiş en büyük lider olur.
Ama Tayyip Erdoğan’ın liderliğine önce Tayyip Erdoğan karşı.
Bir yanı ülkeyi değiştirmek, Türkiye’yi en büyük ülkeler arasına sokmak istiyor, bir yanı bugünkü şartlardan yararlanarak başkanlığa tırmanmayı arzuluyor.
Özal’ın “hukukun” önemini kavrayamaması gibi Erdoğan da “evrenselliğin” ve evrensel değerlerin önemini kavrayamıyor.
Bir yandan Avrupa Birliği’ne doğru yürümek isterken, bir yandan da milliyetçiliğin kolay taraftar toplayan sığlığına sığınıyor.
Dünya liderleri arasına adını yazdırabilecek bir kapasiteye sahipken, bir türlü düzeltemediği yanlışlıkların hesabını soran Batılılara kızıp Ortadoğu’nun, demokrasinin önemine çok da aldırmayan gevşekliğinde rahatlığı arıyor.
“Modernlerin tutucu, muhafazakarların değişimci” olduğu bu ülkede ben Erdoğan’ın muhafazakarlığını, değişimciliğini, dindarlığını, sahiciliğini, büyük bir lider olma ihtirasını seviyorum.
Ama milliyetçiliği, “benmerkezciliği”, hiç beklenmedik yerde egemen güçlerle pazarlığa oturması, Batı kültürünü hep Hıristiyan kültürü gibi algılamaya yatkın olması, evrensel değerlerle kavgaya tutuşması da beni huzursuz ediyor.
Ona, “Tarih sana büyük lider olma fırsatını sunuyor, niye ucuz hesaplarla bu fırsatı tepiyorsun” demek istiyorum.
Ama biliyorum ki, benim gibilerin sesiyle onun kulağı arasında “Çankaya hayali” duruyor.
Korkarım benim kızım da bir gün Erdoğan için “Büyük bir lider olacaktı ama...” diyecek.
Bu hikaye de böyle sürüp gidecek.
Hüseyin Göcek ve Cesar Fernandez!
Cumartesi gecesi “kıran kırana” iki maç izledim...
Önce, F.Bahçe ağırlıklı bir kalabalıkla birlikte F.Bahçe-G.Antep maçı.
- 45. saniyede Alex’e yapılan penaltıyı vermedi.
- 20. dakikada Niang’a yapılan penaltıyı vermedi, üstüne Niang’a numara yapıyor diye sarı kart gösterdi.
- Lugano’yu kesin atması lazımdı.
- 13 tane sarı kart gösterilir mi? Bu adam kontrolü kaybetti, sesleri arasında.
Maçtan sonra yorumculara baktım, hepsi de üç aşağı-beş yukarı aynı cümlelerle eleştirdiler hakem Hüseyin Göcek’i...
Onun için üzüldüm ve “Ne yaparsan yap, Türk hakemleri Türk futbolunun gerisinde“ diye düşündüm.
Sonra dünya derbisi Real Madrid-Barcelona başladı.
O maçın hakemi de İspanyol Cesar Muniz Fernandez‘di...
Maçın yorumcusu Rıdvan Dilmen’in ifadesine göre Fernandez, önce Barcelonalı David Villa’ya yapılan penaltıyı vermedi ve “numara yapıyor” diye Villa’ya sarı kart gösterdi. Sonra da Real Madrid 10 kişi kalmışken ve Barcelona 1-0 öndeyken olmayan bir penaltı icat ederek Real Madrid’in maçı berabere bitirmesini sağladı.
Yani Barça’nın bir penaltısını vermedi, Real’e ise haketmediği bir penaltı verdi, maç 1-1 bitti.
İki ayrı ülkede, iki ayrı hakem, iki ayrı maç...
Hakemler benzer hataları yaptılar, maçların sonuçlarına olumsuz yönde etki ettiler, adil bir yönetim göstermediler.
Birinin adı Hüseyin, ötekinin adı Cesar...
Demek ki gerçekten “hakem şansı” diye bir şey var.
O şans o gün yoksa, yanlış kararlar verip maçların kaderini değiştirebiliyorsunuz.
Ancak Türkiye’de bu tip durumlarda komplo teorisi kurulmaya hazır bir ortam var. Hemen fısıltılar başlıyor:
- Aziz Yıldırım devre arasında soyunma odasına inmiş, hakemi korkutmuş.
- Mahmut Özgener, Trabzon’u şampiyon yapmak için Hüseyin Göcek’e talimat vermiş.
- Antep, Trabzon’dan teşvik primi almış ...
Sonra fanatik futbol seyircisi bunlara inanıyor ve güvensiz bir ortam oluşuyor.
Bu ortamda futbol oynamak da, maç yönetmek de, izlemek de “sağlıksız ve zevksiz” hale geliyor.
Halbuki her hakemin saçma hatalar yapabileceğini kabul etsek,bunu futbolun parçası olarak görebilsek, öküzün altında buzağı aramasak, belki de futbol heyecanlı bir oyun olarak bizi düşündüğümüzden daha çok eğlendirecek.
Ne dersiniz?
Futbol zevkini hakemler kadar biz yorumlayanlar da katletmiyor muyuz?
Küçük Bir Bilgi
7 bin dolara vekillik!
Seçim yaklaşıyor.
Şu ana kadar gördüklerim, ülkeyi gelecekle buluşturacak bir icraat yarışından çok, milletvekili olma yarışıymış gibi hissettiğim bir dönem...
Herkes milletvekili olmak istiyor. Amaç sadece para mı? “Bu olamaz...” diyordum.
Radikal’de okuduğum haber, fikrimi değiştirmemi sağladı doğrusu: Dünyadaki milletvekili maaşları...
- Türkiye 7000 dolar, ömür boyu 6000 lira emeklilik maaşı
- İtalya 9150
- Avusturya 8100
- Norveç 7500
- İngiltere 6200
- Hollanda 5660
- Belçika 5064
- Danimarka 5000
- Fransa 4648
- İsviçre 4200
- İsveç 4200
- İspanya 2312
- Litvanya 820
Mucize kadın Türkiye’de
Daha önce de yazmıştım, pek çok yerde de okumuştum Arianna Huffington‘ı...
Kurduğu Huffington Post sitesini 315 milyon dolara AOL‘e satan kadın...
Gerçekten inanılmaz bir başarı...
Arianna Huffington Türkiye’ye geliyormuş...Başarılarını anlatmak için...
Çok merak ediyorum, bunun için kaç lira alacak acaba Huffington?
61 yaşında, kitapları olan, siyasi yorum yazılarıyla dikkat çeken, bir ara siyasete girmek istemiş ama seçimi Arnold Schwarzenegger‘e kaybetmiş Arianna Huffington, sitesini ilk kurduğunda sadece sıradan bir haber sitesiymiş bu aslında.
Sonra haberden çok yazarların yorumunu öne çıkararak dikkat çeken site blog yazarlarıyla da işbirliği yaparak büyümeye başlamış.
Zaten bu kadar pahalı bir satıştan sonra, “İçeriği biz sağlıyorduk” diyerek blog yazarları dava açmışlar Huffington’a.
105 milyon dolarlık bir dava...
Rakamlar ne inanılmaz değil mi? Sadece bir internet sitesinden bahsediyoruz.
İnsan bu başarının sırrını merak ediyor doğrusu...