Eski dönemlerde yapılan uzun seferlerde denizciler genellikle artık iyice ümitlerini kaybedip yeislenmeye başladıkları sırada karaya varırlardı.Denizciler ümitlerini kaybederken, sahil kuşları gözükür, karanın yakında olduğunu haber verirdi. Biz de her gün ‘battığımızı, yolumuzu kaybettiğimizi, kaptanın çılgın, geminin delik, karanın uzak olduğunu’ okuyoruz...Karanın o kadar uzak, geminin o kadar delik olmadığını gösteren sahil kuşları var hayatımızda aslında... O kuşların kanat sesleri çoktandır ekonomi sayfalarında, dergilerinde, işadamı sohbetlerinde duyuluyor.Ekonomi iyi gidiyor.Neler oluyor bakın;- Ak Parti, çok büyük bir büyüme oranı yaratabildi.- Nisan 2011’de bütçe 1 milyar TL fazla verdi. Bu, inanılmaz bir rakam...- 2001 yılında %1.4 oranında olaki açlık oranı 0.5’e düştü.- Açlık dışı yoksulluk 2002’de %27 iken şimdi %18 oldu.- Kişi başına günde dört doların altında harcama yapanların oranı bugün %5, 2002’de %30’du.- Toplam sağlık harcamaları 2002’de 19 milyar lirayken bugün 80 milyara çıktı.- Kişi başına sağlık harcamaları 2002 yılında 188 dolar iken bugün 1000 dolar...- Milli Eğitim Bütçesi 34 milyar lira, Milli Savunma Bakanlığı bütçesi 17 milyar lira... Bu, beni en etkileyen başarılardan biri...Ama ne tuhaf ki, artık bu ülkenin kaldıraç noktası ekonomik gelişme değil... Kürt sorununun çözümü...AK Parti yukarıda saydığım her şeyi başarabilmiş. Bu, doksanlı yılların başarıları olsaydı belki toplum için yeterli olabilirdi. Şimdi biraz zaten başarıldığı için, biraz bunu AK Parti yaptığı için ama en çok da artık Kürt vatandaşların hakkını vermeden hiçbir gelişmenin önümüzü açmayacağını bildiğimiz için çok fazla aldırış etmiyoruz bunlara...Barışın artık gelmesini bekliyoruz. Hem Türk politikacılar hem Kürt politikacılar ise Kürt sorununun çözümü için gereken çabayı göstermiyorlar. Bir an önce barış olmazsa işlerin çığrından çıkabileceğini sezemiyorlar sanki... Kimse dümene geçmiyor.Kaptanı olamayan bir gemide, sahil kuşları eşliğinde ilerliyoruz koca okyanusta. Sahil kuşlarımız var ama kara gözükmüyor bir türlü...BDP, Öcalan’ın bile eleştirdiği bir tehditkârlıkla politika yapıyor. “Demokratik özerklik” talebinin içini doldurmuyor.Ne istediğini, ne yapacağını anlatmak yerine sürekli Ak Parti’yi eleştiriyor, sanki Ak Parti olmazsa hemen barış gerçekleşecekmiş gibi. Peki ya AK Parti?O da BDP’yi çıldırtacak her şeyi yapıyor gerçekten... KCK tutuklamaları durmak bilmiyor. Erdoğan “Yeni anayasa seçimden sonra” diyor.“Maddeleri bilmek istiyoruz biz” diyor aklı başında Kürtler.“Yeni anayasa değil yeni anayasada eşitlik istiyoruz” diyorlar. AK Parti nasıl bir anayasa hazırlamak istiyor, bunu tam açıklamıyor. Sıradan bir oy avcılığı yapıyor. CHP, “Avrupa standartlarında özerklik” diyor şimdilerde ama anadilde eğitim konusundaki düşüncelerini açıklamıyor.Kürtlere en çok acıyı çektirmiş olan Ergenekon’un sanıklarını listesine alıyor. BDP, Hakkari’de CHP Genel Başkanı’nın mitingine yoğun ilgi gösterilmesini sağlıyor. Ne bu şimdi?Kürt sorunu gerçeği varsa Ergenekon zihniyeti gerçeği de var bu ülkede... Kürtlerin acılarının kaynağı bu hatta... Bu zihniyeti yok sayan bir partiye kendilerince destek verince BDP seçmeni ne düşünmeli sizce? “Oy almak için bu kadar oyun da fazla” demez mi?Ekonomi çok iyi gidiyor, partiler kendilerince projelerini açıklıyorlar ama ben kararımı verdim. Bu sorunu gerçekten çözecek siyasetçi çıkana kadar... Benim oyum hiçbirine.***Hülya Avşar mı Tarkan mı?Kral Tv Ödülleri gecesi Tarkan 7 tane ödül aldı.Hiçbirini de almak için sahneye gelmedi.Ama gecenin sonunda aslında kuliste olduğu ve tören sonrası sahneye çıkacağı için seyircilere heyecanlı, sürprizli bir gece planladığı anlaşıldı. Alacağı ödüllerden birini Hülya Avşar verdi Tarkan‘a. Tarkan yerine Samsun Demir aldı ödülü. Bu yüzden de Hülya Avşar çok kızdı Tarkan’a. Belki hissettiği şey de haklı Hülya Avşar. Kırılmıştır... Ama bunu çok kötü anlattı...***‘Bir Zamanlar Anadolu’yu beğenmeyenler var...Herkes Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da kazandığı yeni ödülü konuşuyor. Koza’dan itibaren Bir Zamanlar Anadolu’ya kadar Cannes’da bıraktığı izler ve başarılar alt alta yazılıyor.Filmi seyredenler çok iyi diyor.Bol diyaloglu diyor.Ben de merak ediyorum tabii ki...Cannes’da olan sinema sektöründe sözü geçen ve filmi seyretmiş bir arkadaşımı aradım “Film nasıl?” diye... “Alin Taşçıyan yazmış galiba, tam aynısını düşünüyorum” dedi.Filmi sevmemiş arkadaşım... Hatta beğenmemiş. “Nuri Bilge Ceylan filmi değil gibi” dedi. “Çok uzundu, sıkıcıydı, filmin tam hedefi benim için çok belirsizdi” dedi. Şaşırdım...“Robert De Niro’dan daha mı iyi bileceksin. Seni ciddiye almıyorum” dedim gülerek... Kahkahalarla kapadık telefonu.Hemen film eleştirmenleri arasında okumayı hep sevdiğim Alin Taşçıyan’ın yazısı aradım, buldum. Evet, o da beğenmemiş.Aynı gerekçelerle... Hatta o sinema yazarı olarak makyaj ve devamlılık hataları da görmüş.“Savcı ve doktorun taşra hayatına bakışı mizantropik geldi bana” demiş.İşte şimdi biraz korkmaya başladım... Mizantropik ne derseniz bu arada... Google’da ‘insan sevmezlik, insan kaçkını’ yazıyor.***İstanbul’da, kadın sürücüyü döven dolmuş şoförüOkuduğuzda hissedeceğiniz öfke ve huzursuzluğu yaklaşık on beş gündür hissediyorum...Bizim gazetenin ekonomi müdürü Ercan’ın eşi Neval’in başına gelenler, gerçekten inanılmaz.. Bakın ne olmuş? Yer Aksaray’ın göbeği, Pertevniyal Lisesi’nin önü. 10 Mayıs, saat 17.00 suları. Trafik sıkışmaya başlamış. Neval, Opel Corsa’sı ile Unkapanı’ndan Çapa’ya ilerleyen sıkışık trafikte orta şeritte yol alıyor.Bir anda otomobilinin arkasından bir ses duyuyor. Sarı bir dolmuş taksi ensesinde.Dörtlüleri yakıyor, el frenini çekiyor. Duruma bakmak için aşağıya iniyor. Trafikte önceliği olduğunu sanan dolmuştaki genç manevra yapıp öne geçmek isterken, tampona dokunmuş.Neval, dolmuşun şoförüne ‘Dikkat etsene’ diyor...Direksiyondaki genç şoför özür dileyeceğine, okkalı bir küfür sallıyor ve ‘Çarpmadık arabana dokunduk sadece amma değerliymiş araban’ diye ters bir cevap veriyor. Neval, ‘Plakanı alıyorum tamponda çizik var, seni trafiğe şikayet edeceğim’ diyerek arabasına geri dönüyor.Bu arada trafiği daha fazla engellememek için kenara çekmek istiyor. El frenini indiriyor, motoru çalıştırıyor. Kapısı birden açılıyor ve az önce tartıştığı genç şoför, Neval’i kolundan ve saçından tuttuğu gibi dışarıya sürüklüyor.Yerlerde sürüyerek “Ben sana hasarı göstereceğim” diyor bir taraftan küfürler sallıyor.Yerlerde sürünen Neval el freni indirilmiş arabasının kaymaya başladığını görüyor. Genç adam da bunu görünce kadını bırakıyor ve hızla aracına binip olay yerinden uzaklaşıyor. Neval, panikle önce arabasının önüne geçip durdurmak istiyor.Sonra açık kapıdan uzanıp el frenini çekmeye çalışıyor. Bütün bunlar birkaç saniye içinde gerçekleşirken, öndeki araca çarpmamak için direksiyonu kırıyor ve yan taraftaki bariyerlere aracını çarptırarak durmasını sağlıyor.Allahtan yoldan geçen duyarlı bir vatandaş tüm olanı biteni görüyor. Sarı dolmuş aracın plakasını da alıyor. Neval’in ellerinde morluklar var. Üstü başı yerlerde sürüklendiği için hırpalanmış, pantolonu yırtılmış ayakkabısının derileri soyulmuş. Hastaneden rapor alınıyor ve karakola gidiliyor.Bütün bunlar İstanbul’un hem de tam göbeğinde Aksaray’da onlarca kişinin gözü önünde oluyor. 34 TZA 68 plakalı araç sürücüsü, Taksim-Kocamustafapaşa hattında çalışan dolmuş şoförü, 1988 doğumlu İbrahim Öztürk hâlâ trafikte...Neval “Hamile olabilirdim, arabanın arkasında çocuğum ya da bir yaşlı olabilirdi. Ben İstanbul’un göbeğinde böyle bir şehir eşkıyalığı, magandalık görmedim” diyerek Öztürk’ten şikayetçi oluyor.İstanbul’da yaşamak bu hale geldiyse... İstanbul Valisi bize bunu açıklamalı...***Haksızlığa karşı çıkın...2011’in başında Fransa’da 15 sayfalık bir broşür yayınlanmış. Birkaç ay içinde 800 bin satmış. Ama ülkede tam bir etki uyandırmamış. Broşürün başlığı Haksızlığa Karşı Çıkın... Yazan Stephen Heissel, Berlin doğumlu bir Fransız... Bu broşür İspanyolca’ya çevrilip yayınlanınca... Fransa’da oluşmayan tepki İspanya’da büyük bir harekete dönüşmüş. Mayıs 15 Hareketi...Sağ-sol ayırt etmeden iktidar olmuş bütün partilere karşıymış İspanyollar şimdi... Haksızlıkların tümüne karşı çıkıyorlarmış. İki partiye de ‘yeter’ diyorlarmış. Tam benim Türkiye için hayâlimdeki hareket... Haydi biz de haksızlıkların tümüne karşı çıkalım...
Bahadır’la(Özdener) buluştuk geçen akşam.Çok yoğun çalıştıklarını bildiğim için ‘Diziler bitiyor artık değil mi’ diye başlamıştım ki söze...‘Kurtlar Vadisi Pusu’nun sezon finaline üç bölüm kaldı, Halil İbrahim Sofrasının da üç bölümü var, yaza devam edecek miyiz bilmiyorum ama sana başka sürprizim var’ dedi...Aklımdan ‘yeni bir film’ herhalde diye geçti.‘Kemal Tahir’in Kurt Kanunu’nu yapacağız’ dedi...Kemal Tahir benim çok sevdiğim yazarlardan biridir.Onun kitaplarında bizim edebiyatımızda az rastlanan bir ‘dinamizm‘ vardır bence.Gerçekten sevindim...Kurt Kanunu da en esaslı romanlarından biridir.Pana Film yani Bahadırlar, Kurt Kanunu’nu aslına uygun adapte edip,, tabii ki biraz da kendi yaratıcılıklarını ekleyip bu yaz çekeceklermiş...Sonbaharda TRT’de başlıyormuş.Henüz oyuncular belli değil...13 ile 26 bölüm arası planlıyorlarmış...Roman, Cumhuriyetin ilk yıllarında meydana gelen İzmir suikastını, o dönemin çalkantılı çekişmelerini ve hesaplaşmalarını anlatır.İttihat ve Terakki’nin ünlü tetikçilerinden, eski Ankara Valisi, silaha ve kadına düşkün bir adam olan Abdülkerim Bey’in, suikast planı ortaya çıktıktan sonra kaçışını izleriz romanda.Kara Kemal vardır... Türk burjuvazisi kurmak için, çeşitli işlere girmiş liderlerden biridir...Bir de Emin Bey vardır... Kara Kemal ile çocukluk arkadaşı, o da diğerleri gibi İttihat ve Terakki’de görevlerde bulunmuş daha sonra felsefi olarak tarafsızlığı seçmiş biri.Kemal Tahir o müthiş diliyle Cumhuriyet tarihinin o karanlık olayını, “resmi tarihin” anlattığından daha değişik bir yorumla ortaya koyar.Okurken, “bu planı kim yapmış peki” diye sorarsınız.Kurtlar Vadisi projesini bu kadar izlenir yapan yaratıcı ekip için, Kurt Kanunu çok iyi seçilmiş bir yeni proje...Nerdeyse tam onların işi bu...Çok heyecanlanarak ‘harika, çok iyi yaparsınız siz bunu’ dedim.Sonra da ekledim ‘ama çok iyi değil çok iyiden de iyi yapın.’Çünkü Kemal Tahir de birçok yazar gibi ‘gizli bir suçun’ kefaretini öder gibi yaşadı bu memlekette...Hapishanede yatarak, çile çekerek, sıkıntılar çekerek, yalnızlık çekerek, parasızlık çekerek ödedi yazar olmanın kefaretini.Bu toplum Kemal Tahir’e borçlu...Şimdi Pana Film çok iyi bir Kurt Kanunu dizisiyle bizim borcumuzu bir parça azaltabilir belki...Gençler Kemal Tahir okur yeniden...Fikri bile ‘müjde‘ oldu gerçekten...Umarım Kemal Tahir’e layık bir dizi olur.Heyecan ve merakla bekliyorum Pana Filmin yeni dizisini...***En konuşkan filmNuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye için yarışan ve Jüri Büyük Ödülü’nü alan filmi Bir Zamanlar Anadolu, Ceylanın en konuşkan filmiymiş...Bu haberi okuyunca gülümsedim...Çünkü Nuri Bilge Ceylan sinemasını tanıyanlar iyi bilir ki, bu haber gerçekten haber değeri taşıyan bir havadis gerçekten. Çünkü bol dialoglu bir Nuri Bilge Ceylan filmi,sessizlikleriyle akılda kalan filmlerini düşününce heyecan verici...Kırıkkale’nin bir kasabasında işlenen bir cinayetin soruşturma sürecini anlatıyormuş film...Yılmaz Erdoğan’ın oynadığı komiser karakteri Nuri bilge Ceylan filmini ‘bozan’ karaktermiş konuşkanlığıyla...Seyretmek için can atıyorum...***Birazcık akıl yeterBir kör varmış. Bir de kötürüm... Biri önünü göremiyormuş, öbürü yerinden kımıldayamıyormuş.Kör kötürümü sırtına almış...Kötürüm yol göstermiş,kör yürümüş...Bana da, seçime üç hafta kala partilere bakınca durumumuz körle kötürümün durumu gibi geliyor...Hangisi hangisi ona bile karar vermek de zorlandım yazarken...Çünkü bazen hukukun gerçeklerini göremeyen bir köre bazen de demokrasi ya da insan hakları ya da Avrupa yollarında bir kötürüme dönüyor partiler... Bazen AK Parti kör oluyor...Bazen CHP kötürüm...Bazense CHP kör BDP kötürüm...Bazense...Ama asıl ne düşünüyorum biliyor musunuz?Biz de bu şans varken...Masaldakinin tersine, kötürüm körün sırtına bineceğine,kör kötürümün sırtına biner...Ne önümüzü görürüz ne ne yerimizden kalkabiliriz...Ama bugün pazartesi bu kadar karamsarlık fazla...Sezen Aksu’nun albüm isminden esinlenerek...‘Bakarsınız umduğumuzdan da güzel olur herşey’Neden olmasın...Birazcık akıl ihtiycımız olan şey...
Kadınların acı eşiği erkeklerden yedi kat fazlaymış.Ne ‘şaşırtıcı’ bir cümle... Değil mi?Kadınların bilimsel olarak bu kadar güçlü olmaları, kadınların güçsüz görüldüğü bizim gibi toplumlar için ne kafa karıştırıcı...Kadınlar sandıklarından, söylediklerinden, zannedilenden, öğretilenden daha güçlü... imiş.Bunu çoğu zaman bilmiyoruz, değil mi?Geçen gün Balat’a gittim bir arkadaşıma.Uzun zamandır oraların geliştiğini ama ruhunun aynı kaldığını anlatıp duruyordu bana.Anlamıyordum ne dediğini...Görünce anladım...Çok güzel evler gördüm... Karşılıklı pencerelerinden ipler bağlanmış, çamaşırlar asılmış evler de...Kadınlara benzettim orayı...Kendi gücünü bilmeyen, hissedemeyen bir kadın gibi Balat...İstanbul’un içine saklanmış...Şehrin gücünü kabul etmiş, boyun eğmiş, fark edilmeyen bir semt...Ama gidip bir dolaşın, bakın neler göreceksiniz...Sokaklarda yürüdüm...Canım da çok sıkkındı... Yalnız hissediyordum kendimi...Hayatın gizli gerçekleri, ne zaman canım sıkılsa beni kendime getirir...Öyle zamanlarda duyguların, olayların, insanların, hayatların sahiciliğini sorgulamaya başlarım, gerçekle sahteyi birbirinden ayırt etmeye uğraşırım, böyle yaptığımda, daha önce fark edemediğim birçok gerçek ortaya çıkıp beni sarsar, gördüğüm her şeye bir de farklı bir açıdan bakmamı sağlar.Çünkü, ne uğruna bilmiyorum ama genellikle hayatlarımızı sahici olan her şeyden uzak yaşıyoruz...Ben de zaman zaman sahiciliğimi kaybettiğimi ya da hiç hatırlamadığım bir tarihte, hiç bilmediğim bir yerde bıraktığım hissine kapılıyorum...İşte o gün Balat bana çok iyi geldi...Üçüncü sınıf bir otelin penceresi olabilecek eskilikte bir pencere gördüm oturduğum bir kapı önünden etrafa bakarken.Pencere pervazlarının dışına su şişeleri koymuşlardı.Suları soğutmak için mi böyle yapıyorlar diye düşündüm...Eğri büğrü paslı bir merdiven vardı evin yan tarafında. Pencerenin yanından helozonik dönüşlerle aşağıya doğru uzanıyordu...Mahzun bir gökyüzü pencerelerin griliğini çoğaltıyordu akşamüstü olurken...Sokak sessizdi.Gözlerimden nedenini tam sezemediğim bir acıyla yaşlar süzülüyordu...Gerçeklerin hiçbir zaman gazetelere yansımaması gibi, kendi gerçeklerimiz de hiçbir zaman yansımıyordu hayatımıza sanki...Çünkü bu anın sahiciliğini kimselere söylemeyeceğimi, İstanbul’un belki de çok az kimsenin bildiği bir sokağında sadece canım istediği için ağladığımı hiç kimsenin bilemeyeceğini...Benim de bunu müthiş bir güç sanarak saklayacağımı, o anı yaşarken bile biliyordum.Balat, bir kadın gibi sessiz ve mahzun bir güce sahip...Çoğumuz gibi...O gün Balat’ta hayatlarımızın gazeteler kadar sahte olduğunu hissettim...Fark etmeden, küçük küçük sahte birçok şeyden yeni bir gerçeklik yaratıyoruz, sonra da ona inanıyoruz...Sonra da ağlamak için Balat’a gitmemiz gerekiyor...Eğer Balat’a gitmeye vaktiniz yoksa size şunu söyleyeyim...Kadınlar erkeklere benzemez... Çünkü geç başkaldırırlar...Ama bir kere de harekete geçtiler mi, bir daha onları durdurmak imkansızdır...Tıpkı Balat gibi...O sokakların İstanbul’dan taşmasına çok az kalmış...*****İşsiz çok yetenek yokNew York Times’ta yayılan bir araştırmada, gençlerin işsiz ve fakir, yaşlıların ise paralarının olduğu ortaya çıkmış.Amerika’da yaşlılar arasında işsizlik oranı yüzde 6.2’ymiş.Gençlerde ise 14.2, yaşı 25-35 arası olanlarda ise yüzde 9.4’müş işsizlik.2009 rakamlarına göre üniversite mezunlarının yüzde 55.6’sı mesleğini yapıyor, yüzde 22.4’ü işsiz, yüzde 22’si ise aldığı eğitimlerle hiç ilgisi olmayan işler yapıyormuş.Amerika’da gençlerin durumu bizden de kötü galiba diye düşünürken... aslında konunun daha da farklı ve ilginç noktaları olduğunu bana gösteren bir yazıya rastladım.Türkiyede 2.9 milyon işsiz varmış. 2011’de 1 milyon iş imkanı yaratılabilecekmiş.Ama işsizlik sürekli artıyormuş fakat buna karşın yetenek açığı da sürekli büyüyormuş.Ülkemizde her alanda parlak insan eksikliği sıkıntısı varmış...Yani iş arayan iş.. işvermek isteyen işçi bulamıyor...Seri ilanlara bakmayı hep sevmişimdir.Hayatla ve yaşadığınız ülkeyle ilgili ipucu verir o ilanlar...Tahmin edemeyeceğiniz kadar çok şey öğrenirsiniz.İşte ben de oralara bakarken hep bunu düşünürdüm;Şirketler neden istedikleri donanımda insan bulamıyor, bu kadar işsiz varken? Sizce neden?*****Kim doğru söylüyor? Akif Beki değilse, onu affetmemiz zor olurHâlâ tartışılıyor. Akif Beki geçen pazartesi ‘lütfen internetime dokunun’ diye yazınca da iyice alevlendi...Hangi gazeteyi okusam, hangi köşe yazarına baksam Akif Beki’ye kızgındı...22 Ağustos’ta başlayacak filtreleme sansür mü, değil mi?Akif Beki demiş ki “Taksim’de yürüyen sanal isyankârlar, eylemin adına ‘İnternet baharı’ diyor. Bana göre ‘İnternetin 31 Mart Vakası’dır. Gerici bir ayaklanma yani. Bunlar da “İnternet elden gidiyor” yaygarasıyla filtre rejimine karşı çıkıyorlar. Aslında itirazlarının neye olduğunu, tam olarak neyi istemediklerini bilmiyorlar. Amaç, seçime giden memlekette yasakçılık marazası çıkarmak.Opsiyonel filtreler, internet güvenliğini tek merkezin kontrolüne vermiyor bir kere. Onun yerine, güvenlik anlayışını kişiselleştiriyor. Güvenliğin de özgürlüğün de sınırlarını kişilerin takdirine bırakıyor. Kullanıcıya daha çok tercih özgürlüğü, daha fazla serbestlik sağlıyor. Daha fazla seçenek, daha fazla özgürlük demek.Yasanın tarif ettiği katalog suçlar arasında, Atatürk’e karşı işlenen suçlar da yer alıyor. YouTube, bu maddeden kapatıldı mesela. Maddeyi 2007’de o listeye sokturan ise CHP’ydi. Ne hikmetse sanal romantizm dalgası yükseltmediler o zaman.Açıkçası bu anlatım aklıma yatıyor benim, tüm endişelerime rağmen...Ama internet dünyasını iyi bilen arkadaşım diyor ki ısrarla “22 Ağustos’ta başlayacak filtreleme, konuyu hiç bilmeyenler için standart filtrelemede bir şey değişmeyecekmiş gibi gözükebilir. Oysa değişecek. BTK tarafından 60 bin tane erişimi engellenen site var. Bunlara rahatlıkla girilebiliyor bir taraftan da. Ama 22 Ağustos’tan sonra bunlara giremeyeceksiniz. Hatta girerseniz cezalı olacaksınız. Ama o siteler niye yasaklı bilmeyeceksiniz. Çünkü bu 60 binin içinde yasaklanmasına gerek olmayan çok site var. Yani DNS değiştiremeyeceksiniz.Ayrıca BTK, yetkilileri arasında ‘yasaklama‘ olması mümkün olmayan bir kuruluş hukuken.Bu da çok anlaşılır bir açıklamaEe, peki kim doğru söylüyor?Arkadaşım yanlış biliyorsa onu affedebiliriz...Ama Akif Beki bizi ‘kandırıyorsa’ onu affetmemiz zor olur...*****Fenerbahçe mi Trabzon mu?Bugün şampiyonluk maçı var..Trabzon mu Fenerbahçe mi şampiyon... belli olacak... Şansı daha fazla olan hatta şampiyon olmuş gözüyle bakılan Fenerbahçe...Biz futbolseverler içinse şampiyonluğun son haftaya kalması çok heyecanlı ve muhteşem...O yüzden belki de en şanslı bizleriz...Fenerbahçe beklenmeyen bir ‘şansla’ şampiyonluğu Trabzon’a kaptırırsa bugün, son beş yılda 3. kez son maçta şampiyonluğu kaybetmiş olacak...İnsan bu tuhaf şanssızlığı da her zaman göremez aslında... O yüzden karar veremedim bugün gerçek şans hangisi olur?*****www.designofcookies.blogspot.com‘Merhaba ben Deniz, mutfağıma hoşgeldiniz’ diye başlayan bir blog...Design of cookies...Deniz’in mutfağı...Leyla 4 yaşını bitirdi dün...Ona farklı seveceği özel bir pasta yaptırmak istedim.Twitter’da sordum ‘çoçuklar için lezzetli yaratıcı pastalar yapan bir yer tanıyor musunuz’ diye?Çok çeşitli cevaplar geldi, gazeteci Ece Vahapoğlu ‘design of cookies inanılmaz’ diye yazmış...Hemen aradım ve sadece pastaları değil çok olağanüstü biriyle de tanışmış oldum...Deniz...Eğer pastaya ihtiyacınız olursa, Deniz’in mutfağına mutlaka uğrayın...www.designofcookies.blogspot.comTeşekkürler Deniz... Leyla ve ben öyle mutluyuz ki...
Televizyon seyreder misiniz?Ben izlerim genellikle...İzlerken sıkıldığım, öfkelendiğim, seyrettiğim kişi namına utanç duyarak gözlerimi kapadığım, denilenlere kahkahalarla güldüğüm, cehalete şaşırdığım çok olur...Aslında evine televizyon koymayanların iradesine çok özenirim... Televizyonsuz bir dünya güzel dünyadır derim ama ben yine de severim televizyon izlemeyi...Ne düşünürsünüz televizyon izlerken?Bütün gerçekleri gördüğünüze inanır mısınız mesela?Akşam yemeğinden sonra gelişmiş bir ülkenin vatandaşı olduğunuza inanarak mutlu, huzurlu televizyon karşısına otursanız...Elinizde kahveniz, çayınız, “bir de Tayyip Erdoğan gitse ülkemiz ne güzel olacak” ya da “ Kılıçdaroğlu çok cahil o kazanmasın da” diye düşünürken, birdenbire televizyonda ‘Türkiye’nin görmek istemediğiniz gerçekleri’ programı başlasa...Önce ekranda Doğu Anadolu’dan bir mezra görünse.Çamur rengi bir bozkırın ortasında, çamur rengi kulübeler...Çırılçıplak dolaşan, çamurların içinde debelenen çocuklar...Yıllardır karnı tam doymadığı anlaşılan insanlar... Penceresiz evlerin karanlıkiçi... Yerlere serilmiş kirli yataklar...Bir jandarma gelse sonra...‘Söyleyin, anlatın’ diye adamlarla kadınları dipçiklerle yerlere yıksa,kendi dilinde ağıt yakan yaşlı kadını sustursa...Ekranda bir yazı gözükse... ‘Bu mezralar bin senedir böyle hiç kimse buraları değiştirmedi.’Sonra şehirde veya köyde fark etmez bir ev gösterseler...Bir adam eline geçirdiği sert bir şeyle önce on iki yaşındaki kızını, sonra da daha otuz beş yaşına gelmeden beli bükülmüş karısını dövse, kafalarını yarsa, duvardan duvara vursa...Görüntünün üzerinde ‘yüzlerce yıldır erkekler bu ülkede kadınları dövüyor’ diye yazsa...Ardından ekrana bir hapishane görüntüsü gelse...Gri ve soğuk bir odanın ortasında kimsesiz bir yatak, bir sandalye, kirli paslı bir çaydanlık belki ve genç bir adam veya genç bir kadın...Oraya gelme nedeni, gelene kadar yaşadıkları ekrana gelse... Sorguda gördüğü muamele, tehdit, belki işkence...Daha mahkemeye bile çıkmadığı söylense... Suçunun ne olduğunu anlamakta zorlansak...Hapishanelerde yaşanan sayısız dramlar gösterilse...O görüntülerin üzerine ‘Osmanlıdan bu yana işkence bu ülkede var... Yıllardan beri hukuk bu ülkede hukuksuzluk olarak uygulanıyor’ yazısı çıksa...Sonra, bu görüntülere rağmen çok mutlu, çok zengin, çok keyfi yerinde yaşayan devlet erkanını gösterseler...İşçileri ezen patronları bir bir izlettirseler...Hristiyanlara, Ermenilere, Alevilere, Yahudilere yapılan haksızlıkları sıralasalar. ..Hala gizli gizli hazırlanan kaos planlarını açıklasalar.Böyle bir programı seyrettikten sonra da, hala “Tayyip Erdoğan veya Kılıçdaroğlu değişse her şeyin düzeleceğine”, sistemin özünü kurcalamaya hiç gerek olmadığına, gelişmiş bir ülke olduğumuza ve Avrupalılar’ın sırf sevmedikleri için bizi aralarına almadıklarına inanır mısınız?Eğer inanırsanız...Elinizdeki kahveyi iç rahatlığıyla için, afiyet olsun...***Şafak doğruyu mu yaptı?Şafak (Pavey) CHP’den İstanbul milletvekili adayı oldu... Adaylık teklifi geldiği sırada Şafak, Birleşmiş Milletlerde annesi gazeteci Ayşe Önal’ın dediğine göre BM sekreteriyle arasında dört makam kalmış bir görevdeydi... 32 yaşında, dünya vatandaşı, geleceği dünya üzerinde bu kadar parlak birinin Türkiye’ye katkısı CHP milletvekili olması mıdır?... Kuşkuluyum... Hatta şaşkın, kızgın bile olabilirim... Ayşe Önal ‘Başka arkadaşlardan çok tepki de aldım. Şafak Afganistan’da, İran’da çalıştığı için, atlayarak yükseldi. Anne olarak bana sorsaydı, pasaportunu çalardım ve gelmesini engellerdim. Ama bana sormadı’ demiş.... Ne diyelim... Şafak bunu başarır da meclis gerçekten Şafak’ı mutlu eder mi bilmiyorum... Hep beraber göreceğiz...***Birileri bizi sürekli kandırıyorGeçenlerde Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı Vahdettin’in torununun torunuyla tanıştım, Mesude Evliyazade...Bol kahkahalı bir sohbetin ortasında, çok sıradan ve önemsiz bir cümlenin ilgimi çekmesiyle öğrendim kim olduğunu.O günlerde de çok yeni bir haber yayınlanmıştı...‘İngiltere Devlet Arşivi’nde bulunan, 1921’de İstanbul’da bulunmuş İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’un raporunda, Padişah Vahdettin’in Millî Mücadele’ye açıkça destek verdiği anlatılıyor’ diyen...Uzun uzun sohbet ettik...Genellikle hayattan ve çocuklardan...Ama Padişah Vahdettin’le ilgili haberi ilgiyle okuduğum günlerde tesadüfen torununun torununu da tanımam, bana hikayeyi gerçekten merak ettirdi...Bize yıllarca ‘hain’ diye öğretilen Vahdettin’in öyküsü zaman zaman tartışılır, hain olmadığı söylenir ama kimse inanmaz sanki...Bir başka konuşmada yine ‘hain’ Vahdettin olarak aramıza katılır...Dün 19 Mayıs’tı...Atatürk’ün Samsuna çıktığı gün... Kurtuluş Savaşı’nın başladığı gün...Ama 19 Mayıs, Vahdettin’i anmadan geçebileceğiz bir gün değil...73 sene önce ne olduğu hala tam bilinmiyor.Atatürk’ün en yakını, sırdaşı Kılıç Ali anılarında Atatürk’ün ağzından anlatır: “...Namazdan sonra Vahdettin beni salona davet etti. Bir görüşme yaptık. Epey uzunca oldu. Bana dedi ki ‘ordunun komutanları seni sever, bana güvence verir misiniz onlardan bana bir fenalık gelmesin’, ‘Bir fenalık beklemeyiniz’ dedim.‘Yalnız bugünden bahsetmiyorum. Bugünden ve yarından’ dedi.Bu cümlesi bende şüphe uyandırdı. Demek yarın padişahın öyle bir hareket yapması ihtimali var ki ordunun yurtsever komutanları bundan üzüntü duyabilirler.Padişah beni aldatarak benim aracılığımla onlardan emin olmak istiyordu.”İngiltere resmi arşivinde Vahdettin’le ilgili bambaşka şeyler yazarken...Kılıç Ali Atatürk’ün ağzından bambaşka şeyler yazıyor...Tarihçi Cemal Kutay ‘Vahdettin hain değildir, Atatürk böyle dedi ama hata etti. Üstelik Vahdettin Atatürk Samsun’a çıkmadan ona 25 bin altın vermiştir. Vahdettin çok namuslu bir adamdı. Kaşıkçı Elması onun ailesinindi. Onu alıp gidebilirdi. Bunu bile yapmamıştır.’ demiş Nuriye Akman’la röportajında.Düşünün ki daha cumhuriyetin nasıl kurulduğunu bile tam olarak bilmiyoruz.Açıklamalar birbirini tutmuyor. Dün 19 Mayıstı...“Birileri bizi sürekli kandırıyor” duygusuna kapılıyorsak, bu, paranoyak olduğumuzdan değil...Birilerinin bizi sürekli kandırmasından.***Guardian, Der Spiegel biliyor, biz bilmiyoruzGazetelerde okumayı en sevdiğim haber türü, hayatın içinden, az duyulmuş ve çok ilgi çekici olanlar...Dün hem Radikal hem de Sabah gazetesinde, tam da böyle anlatacağım haberler okudum.Radikal’de Pınar Öğünç’ün haberinde, bir ay önce Guardian gazetesinde çıkmış bir haber anlatılıyordu.İngiltere’de beş yıl imamlık yapan Muharrem Atlığ, İstanbul’a gelen turistlere isterlerse bir günlük bir haftalık bir aylık ne kadar isterlerse ‘müslüman turu’ yaptırıyormuş.Fikrin sahibi aslında Tayland’da başlayan zamanla büyüyen sivil toplum kuruluşu Blood Foundation.Özellikle batılıların farklı din ve kültürleri merak ettiklerini bildiği için çeşit çeşit turlar oluşturmuş.Bir aylığına Yahudi, bir haftalığına Keşiş, bir günlüğüne Müslüman gibi çeşitli paketler varmış...İstanbul’da ilk tur şubat ayında ikincisi de geçen gün olmuş.Blood Foundation’ın Türkiye partneri Belgesel Ajans düzenliyormuş turları.Aslında 900 dolar olan bir haftalık tur şu an tanıtım amaçlı 500 dolarmış.Sabah’daki haber de çok ilginç.İstanbul Kumkapı semtinde Somalililer sokağı varmış.Somali’den gelen göçmenler burada yaşıyormuş.Haberi hazırlayan Gül Kirekon da bu haberi Alman Der Spiegel dergisinden öğrenmiş...Çoğu kaçak olan göçmenlerin hayali Avrupa’ya gidebilmekmiş...Acıklı ve insanı hırpalayan bir gerçeklikten bahsediyor bu haber aslında, onbinlerce vatansız sahipsiz insan...Ama fark ettiniz mi, İstanbul’da neler olduğunu iki gazeteci arkadaşım da yabancı yayınlardan öğrenmiş...Biz yaşadığımız yerde neler oluyor ne yazık ki gerçekten bilmiyoruz...En az o Somalililer kadar acıklı aslında durumumuz...
Gazeteleri okuyorum...Türk basınının bir kısmı hala dirense de, bir kısmı cesurca, bir röntgen cihazı gibi Türk devletinin sakatlanmış yapısını tarıyor ve yapının içindeki tümörleri gösteriyor bize....Türkiye’de olanları okumak, fırtınalı bir okyanusta sandalla dolaşmak gibi... İnsanın içini hoplatan bir heyecan ve korku veriyor...Şimdi bir şeyi açıkça söyleyelim...‘Güvende değiliz.’Bu yazıyı okuyan okumayan... Büyük küçük... Yönetici yönetilen... Kürt Türk... Hiçbirimiz güvende değiliz...Bu ülkede yaşayan ve güvende olan kimse yok...Gazetelerde, Güneydoğu’da barışa giden sürecin ibresinin nasıl da el birliği ile bir iç savaşa döndürüldüğünün acılarını okurken, parmaklıkların dibinden yürüyen kediye takıldı gözüm...Sabah güneşinin altında, acelesiz, esnek adımlarla hayatın tadını çıkararak gidiyordu...Seçimler ve yaşanan acılar konusunda hiçbir fikri yoktu...O kedi olmak istedim bir an...Ölen gencecik insanların acıları gözlerimi yaktı, boğazımı düğümledi çünkü...Utandım, öfkelendim barışı bombalayanların da insan sayılmasından...Ama bu ülkede o kedinin bile güvende olmadığını biliyorum aslında.Gençlere aldırmayanlar kedilere de aldırmıyor...Gelişmiş ülkelerde toplumsal denge, bütün herkesin güvenlik içinde bulunması esasına dayanır.O ülkelerde yaşayanlar durduk yere başlarına bela gelmeyeceğini bilir...Bizde tam tersidir...Bizde toplumsal denge hiç kimsenin güvende olmaması esasına dayalıdır... Kedilerin bile...Yolun kenarında şişmancadan biraz daha şişman bir hanım ilerliyordu. Bir küçük oğlanın elimden tutmuştu...Onlara takıldı gözüm bu sefer de...Ülkede yaşananlara aldırmaz bir hali vardı.Yaz geldiği için rejim yapmayı planlıyordur, şişmancadan daha şişman olması canını sıkıyordur bu mevsim diye düşündüm...Baba önden yürüyordu... Şişman hanımın azar işitmeden beyine yetişme telaşını sezdim, o çok kısa göz göze geldiğimiz anda...Onun da hiç güvende olmadığını bildiğim halde, o kadın olmak istedim...Şırnak Uludere’de 12 PKK’lının öldürüldüğü operasyonu, AK Parti ve Gülen’i Bitirme Planı’nı hazırlayan ekipten Tümgeneral Mustafa Bakıcı‘nın yönettiğini okudum gazetede çünkü.Devlet Apo ile görüşürken bu operasyona kim emir verdi acaba diye merak ettim...Aklımdan geçenler içimi kararttı...O şişman hanımın, küçük oğlanı çekiştire çekiştire yanımdan geçip gitmelerini izledim...Süslü bir apartmanın önünde görevli yerleri süpürüyordu...Üşengeç bir hali vardı.Arada bir başını kaldırıp gökyüzüne bakıyordu. Gökyüzünde ne görmeyi umuyordu acaba...Ne güzel bir merak diye gülümsedim...O olmak istedim...Hükümetin bu gürültüde sessiz...BDP’nin ise bu gürültüde daha da gürültülü olmasına öfkelendim...Seçime hazırlanan Ak Parti, CHP, MHP, BDP bu acıların ortasında nasıl kendileri olmaktan bu kadar memnunlar anlamıyorum...İnsan, siyasetçilik yaptığı ülkede bunca insanın ölmesinden hiç olmazsa utanır...İnsanı kediden ayıran utanma duygusudur.Bak kediye utanıyor mu, hem utanmıyor hem de benden yemek istiyor... Ama o bir kedi...Ülkede neler olduğunu bilmiyor ki...*****D&R’dan aradılar...Mecmua Dergisi İstinye Park D&R’da satılmıyor, diye yazmıştım geçen hafta.D&R Kurumsal İletişim müdürü Nalan Demircioğlu aradı.‘D&R olarak çok üzüldük. Çünkü rafların sayısı belli, çok dergi var, satılmayan dergileri almaktan vazgeçiyoruz mecburen. Ama Mecmua bunlardan biri değil. O gün İstinye Park D&R’da, bu karar kendi insiyatiflerine göre yanlış verilmiş bir karardır. Siz de şansa oraya gitmişsiniz.’ dedi.Raflar yetersiz olduğu için her kitabı alamadıklarını anlattı.‘Neye göre, kitapları seçiyorsunuz peki?’ dedim...Açıkcası bunun tam cevabını alamadım ama Mecmua dergisini sattıklarını anladım...Fakat D&R’cılara şunu söylemek istiyorum...Nalan Hanım’a da söyledim...Kitapçının çok bol bulunmadığı memleketimizde, kendinize göre nedenlerle okuyucunun kitap ve dergi alımını engellemeniz çok tuhaf...Raf sayısını arttırmak çözüm olabilir mi bu soruna mesela...Eğer kendinize kitapçı diyorsanız...Çünkü ölçülemez bir ölçüyle kitap ve dergileri raflarınıza koymazsanız gün gelir, adınız sansürcüye çıkar..Ben bir okuyucu ve müşteri olarak diğer kitapçılarda bulduğum her kitabı sizde de bulmalıyım...Yoksa, dağıtılmadı, bize gelmedi, raf yetmedi... Büyük kitapçı olduğunu iddia eden bir kitapçı için, bunlar fazla sıradan mazeretler gibi geliyor bana...*****İşte çocukların gerçek dertleriSinema yazarı Alin Taşcıyan yazdı, bu sene Cannes Film Festivali’nde altı tane, çocukların acı çektiği hikayelerden yapılmış, istismar edilen, terk edilen, ihmal edilen çocukları anlatan film varmış... 20 film içinde 6 tane bu tarz film... Tesadüfü aşan bir benzerlik gibi geldi bana... Biz çocuklarımızı pornodan korurken, dünya ya da birileri çocukları gerçekten korumak istiyor galiba diye düşündüm...Çocukların tüm dertleri internette porno seyrederlerse ortaya çıkacakmış gibi davranılması, çocuklara haksızlık olur sanırım...O yüzden ısrarla internetteki yasaklara karşıyım...Yasakları, yapana göre ayırmaya da karşıyım ama...Daha önce de youtube Atatürk için kapatılmamış mıydı...Kimse yürümedi o zaman... O da özgürlük kısıtlaması değil miydi?Bunları gördükçe bizim derdimiz ne çocuklar ne de özgürlükler...diye geçiyor içimden...Sizce yanılıyor muyum?Bu arada Cannes’da yarışan bu filmlerin biri bile bizim ülkemize getirilip gösterilebilir mi...meraktayım...Bizler gerçekleri yok saymaya pek meraklıyız çünkü...*****Seks komplosu kime yapılır?IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn taciz suçlamasıyla tutuklandı...Elleri arkadan kelepçelenmiş fotoğrafları dünyanın bütün gazetelerinde vardı dün.Haberi okurken o fotoğrafın arkasında neler gizli acaba diye düşündüm ve okuduğum bazı bilgiler dikkatimi çekti..* Kahn’a yedi ayrı suçtan 74 yıl 3 ay hapis cezası isteniyormuş.* Kahn bir röportajında ‘seçimlerde en büyük zaafınız nedir’ sorusuna ‘kadınlar, para ve Musevi olmam’ demiş.* Kahn, IMF görevi biter bitmez Cumhurbaşkanlığı seçiminde Sarkozy’nin rakibi olacaktı.* Fransızların ödüllerle ve durumlarla dalga geçen ödül kampanyasında, daha beş gün önce ‘Uçkur Düşkünü Hıyar’ ödülünü almış Kahn.Kahn, o otelde temizlikçi kadını taciz etti mi etmedi mi bilemeyiz ama anladığım kadarıyla daha önce benzer maceralardan geçmiş biri. Bu da, gerçeği anlamamızda kafamızı karıştırıyor tabii.Ama benim daha fazla ilgimi çeken ve düşündüren bir başka şey oldu...Yaşları aynı olmasa da hayatın aynı çeyreğini paylaşan iki farklı yazarın bu konuya ilişkin görüşleri birbirinden çok farklıydı.Milliyet Gazetesinde Güneri Civaoğlu bu konu hakkında dün, ‘Fransa’da Cinq a sept yani beşten yediye saatleri genellikle paralel ilişkilere açılmış parantez zamanıdır. Devlet büyüklerinin de sevgilileri vardır. Kahn böyle bir seks kültüründe demlenerek büyümüş. Niye o kadar gözü dönsün? Öyle olsa bile niye New York’un genç ve güzel eskortlarından çağırmasın? Ben Kahn’ın düşürüldüğü durum konusunda kuşkuluyum. Fransa’da başkanlık seçimleri çok yakın. Deniz Baykal’ın ve MHP kasetleri ortada.’ diye yazmıştı...Hürriyet Gazetesinde Yalçın Doğan ise ‘Kahn’ın yaptığının affedilir yanı yok. Komplo teorileri gündemde. Daha önce benzer maceralardan geçmiş biri için komploya gerek yok. Otel Fransızların, komplocular seçimde kendisine rakip Sarkozy’nin parmağını arıyor.’Şimdi ben de merak ediyorum...Seks komploları, ‘sicili bozuk’ olana mı daha kolay yapılır yoksa hayatında hiç böyle ‘sabıkası’ olmayana mı?Ne de olsa burası komplo cenneti... Böyle soruların cevabı en iyi buralarda bilinir.
Dün Türkiye’nin 31 ilinde, saat 14.00’te on binlerce kişi “Yasaklamak yasaktır. İnternetime dokunma” dedi.22 Ağustos’ta yürürlüğe girecek İnternetin Güvenli Kullanımına İlişkin Usul ve Esaslar adlı yönetmelik hâlâ tam anlaşılamadı çünkü...Tam olarak bu yönetmelik hayatımızı ne kadar ‘azaltacak’ bilinemiyor.O yüzden de çok insan tedirgin.Seslerini duyurmak istiyor.BTK Başkanı Tayfun Acarer, “Zorunlu değil, talep edene güvenli internet hizmeti” dese de kimse inanmıyor.Bu, bana internet yasaklarından bile ürkütücü geliyor aslında...Hiç kimse bu ülkenin kurumlarına güvenmiyor.Hangisi daha kötü, bilmiyorum...AK Parti’nin bu algıyı yaratan hataları mı yoksa “AK Parti düşmanlığı”nın her şeyi olumsuz gösterme çabası mı?Her iki durumda da güvensiz bir ortamda yaşamaktan kurtulamıyoruz.Aynı zamanda dün Dünya Vicdani Ret Günü’ydü...Vicdani ret, bizde bir türlü sesini tam duyuramamış acılardan biri.O gencecik insanların başına kimbilir neler geldi. İşkenceler gördüler, hapislerde yattılar, itilip kakıldılar...Bu ülkede vicdani ret hakkını kullanmak yasak...O konuda da kimin ne dediği belli değil...Bu ülkeyi yönetmek isteyenler bu gençlerle de ilgilenmiyorlar... İlgilenmeleri gereken başka birçok konuyla ilgilenmedikleri gibi...Bu ülkeyi yönetmek isteyen herkes, Roma İmparatoru Sezar gibi yönetmek istiyor bizi.Romalılar özgürdü.Sezar’ın istediği kadar özgürdü.Sezar özgürce herkese ‘özgürlük’lerini veriyordu...Beyaz harmaniyesiyle Senato’da imparatorluk yemini ederken, “Romalılar özgürce düşünmeli, özgürce tapınmalı, özgürce ticaret yapmalı... Her şey özgür olmalı” demişti.Sonra sarayına dönüp eşi Kalpurniya’yı çağırıp “Bugün Senato’da Romalılar için özgürlüğün gereğini anlattım. Bir Romalı olarak ben de özgür olmalıyım. Ve özgürce yönetmeliyim” dedi herhalde.Ve Sezar özgürce tüm Roma’yı yönetti...Özgür Romalılar da özgürce Sezar’ı alkışladı.Hâlimizi giderek buna benzetiyorum...Çocukları korumak için geliştirilen güvenlikli internet mantığı da, vicdani retçilerin konuşulmayan acıları da buna benziyor.Çünkü bizim sorunumuz “orta yaşlı erkekler imparatorluğu” olmamız...Onlar bizim “özgür” Sezarlarımız.Bizim nasıl yaşayacağımızı özgürce belirliyorlar.Köylerde, kentlerde, kasabalarda onlar duruma hakim.Parlamento onların elinde...Basın onların elinde...Kadınlar ve gençler, orta yaşlı erkeklerin yönettiği bir ülkede ‘yanaşma’ olarak yaşadık yıllarca, hâlâ da çok köklü değişimler olmadı.Hep kadınlar ezildi denir...Ezildi de... Doğru ama bu ülkede gençlerin ezildiği hiç konuşulmaz.Bu terör aileden başlar.Ezilen her kadın da önce gençti...Gençlerin durumu çok zordur bu ülkede. Orta yaşlı erkeklerin gizli kıskançlıklarını çekerler üstlerine.Yaşam alanları sürekli daraltılır.Hayattan tat almalarına izin verilmez.Kişiliklerini güçlendirmelerine engel olunur...Birey olmaları engellenir.Gençlerin ne yapacağına, nasıl yaşacağına, nasıl giyineceğine orta yaşlılar karar verir.Bana en komik gelen de... Orta yaşlıların gençleri kendilerine benzetmeye çalışmaları...Eğer orta yaşlılar matah bir şey olsaydı, bugün, bu ülke bu duruma gelir miydi?O yüzden bırakın çocukları, gençleri yasaklarla engellemeyi...Becerebiliyorsanız büyük hatalar yapmalarını önleyin.Ama unutmayın çocuklar, ne dediğinize değil, ne yaptığınıza bakarlar önce...***Arap Alevileri hakkında kısa notlarAktüel Dergisi’nde Gökçen Dinç’in Arap Aleviler üzerine hazırladığı haber gerçekten çok ilginçti.Gökçen Dinç, Arap Aleviler’in cemaat önderlerinden 72 yaşındaki şeyh Nasreddin Eskiocak ile konuşmuş.Bunları bilmiyordum:- Hatay, Adana ve Mersin’de 2 milyon Arap Alevisi yaşıyormuş.- Kendi dillerini Arapça’yı konuşmak istiyorlarmış. Gençlerin çoğu artık Arapça bilmiyormuş.- ‘Resmi dil Türkçe olsun ama anadilde eğitim hakkımız olsun’ istiyormuş onlar da.- İçki ve sigara büyük günahmış.- Bütün peygamberleri tanıyorlarmış ve hepsinin özel günün bayram olarak kutluyorlarmış.- Cemaat genelinde eğitim seviyesi çok yüksekmiş.- Reenkarnasyona inançları büyükmüş, ‘tartışılmaz gerçek’ diyorlarmış.- Beş vakit namaz kılıyor ve 30 gün oruç tutuyorlarmış.- Kendilerine Nusayri denmesine çok alınıyorlarmış, bunun onları aşağılamak için böyle söylendiğini düşünüyorlarmış.- Temel dayanakları Kuran ve Ehl-i Beyt’miş.***Ertuğrul Özkök ve CaravaggioDün Ertuğrul Özkök, Hürriyet Pazar Gazetesi’ndeki yazısında;“Salonumda büyük bir masanın üzerinde Taschen Yayınları’ndan çıkmış iki çok büyük albüm duruyor. Biri Michelangelo öteki Caravaggio’nun eserlerinin röprodüksiyonları... Her sabah en az 15 dakikamı o albümlere bakarak geçiyorum” diye yazmış.İlgimi çekti, okumaya başladım...Çünkü aynı şeyi birçok resim seven insan gibi ben de yaparım...Özkök’ün satırları şöyle devam ediyordu: “Boş zamanım oldukça uçağa atlayıp, Roma’ya, Floransa’ya gidip, onların eserlerinin karşısında bir gün geçirip dönüyorum. Çok şanslıyım, çünkü hayat bana bu şansı verdi.”Bu sefer bir durdum.İtiraf edeyim, bu “şans” beni kıskandırdı.Boş zamanı oldukça uçağa atlayıp Floransa’ya sevdiğin tablolara bakmaya gidebilme imkanına sahip olmak...Sonra bu “şansın” benim gibi birçok insanı da kıskandıracağını düşündüm.“Her sabah on beş dakika Caravaggio’nun resimlerine bakacak kadar incelmiş bir insan, sahip olduğu şansları açıklamasının bu şansa sahip olmayanları kıskandıracağını düşünmez mi?” diye aklımdan geçirdim.Düşünür herhalde.Peki, niye onları kıskandırır?Bir insan hem Caravaggio’nun tablolarından, hem de onları seyretmeye gidecek şansa sahip olmasının yaratacağı kıskançlığı görmekten aynı anda hoşlanabilir mi?Ruhunda böyle bir çelişki taşıyabilir mi?Taşıyabilir belki de, hayatta her şey mümkün.Nedense Ertuğrul Bey’in şansını kıskanmaktan vazgeçtim.Açıp Caravaggio’nun röprodüksiyonlarına baktım.Özellikle de derin bir sadeliği olan koyu siyah tablolarını sevdiğime karar verdim.***Günlük apartman dairesiİstanbul’da olanlar bilir...Önce tek bir şube olarak Nişantaşı’nda başladı, sonra da şehrin bir çok yerinde...House Cafe...Kimimiz hiç girmedik içine kimimiz de hiç çıkmadık oradan...Ama en azından mutlaka önünden geçmişizdir...Sonra bir gün bu cafe zinciri, kendi otellerini açmaya başladı...House Apart...Hep merak ettim, bunu niye yaptılar, bunu nasıl yaptılar, neden otel açmak istediler...Dün, Sabah Gazetesi’nde Yaprak Aras’ın Alex Varlık ile yaptığı röportajı okuyunca pek çok şey öğrendim...Ressam Utku Varlık’ın Fransa’da yaşayan avukat oğlu bu projenin yaratıcısıymış.Emlakçılık yaparken, ‘House Cafe’lerin sahiplerinin Galata’daki binalarını satmak istediklerini duyunca, onlarla buluşmuş ve ‘Neden satmak istiyorsunuz? Yeni bir konsept, günlük apartman dairesi kiralama yapın mesela’ demiş.Ve ortak olup başlamışlar. Çok popüler olmuş.Artık 5 yıldızlı otel dönemi kapanıyormuş çünkü.Alex Varlık’ın anlattığı birşey çok ilginç geldi, Kadıköy yakasında oturan gençler cumartesi geceleri dışarı çıktıklarında eve geç döneceklerine Apart Otel’de daire tutuyorlarmış.Ehh, bazı gençler de yasağı hak ediyor doğrusu...
Bizim medya, eskilerin anlatımıyla Babıali, büyük ve bulanık bir nehir gibi, kendi girdapları, anaforları ve pislikleriyle yıllardan beri akar durur...Bu büyük nehre binlerce insan, küçük derecikler gibi karışıp bir süre bu nehirle aktıktan sonra ayrılıp kaybolur.Nereye akar o küçük derecikler, nereye gider, nasıl toprağa karışır kimse bununla ilgilenmez...İlgilenmez çünkü herkesin, hepimizin gözü sadece o bulanık nehirle akarkenki ‘ihtişamımızın’ nehre yansıyan yalancı aksine takılıdır...Sadece kendimizi seyrettiğimiz için nehrin sonu nereye akıyor, bizden önce bu nehirden geçenlerin sonları ne olmuş bilmeyiz...Aklımıza bile gelmez başımızı kaldırıp nehrin sonu nereye gidiyor diye bakmak...Hep merak ederim medyada çalışan bizler ne çeşit bir ‘ayna’ kullanıyoruz diye... Çünkü bakıp kendini eksik, yanlış, kötü gören yoktur, aynalar bizi sürekli çok yetenekli, çok başarılı, çok kıskanılan ve çok akıllı gösterir...Medyada çalışan tek bir kişi yoktur ki kendini haddinden fazla önemsemesin...Köşe yazarlarının çoğu dünyanın kendi yazılarıyla değiştiğini düşünür...Sorsanız köşe yazarlığının kendisiyle başladığı inancı o kadar kuvvetlidir ki kendinden önce o yoldan geçmiş insanları ne bilir ne merak eder...Gencecik kızlar, kocaman adamlar hepsi birbirine benzer...Kendileriyle o kadar doludurlar ki aynı masada oturup kendilerinden bahsedip, birbirlerinin yazılarını bile okumazlar...Birbirlerini kıskanırlar...Zamanın ve aynaların nasıl değiştiğini hiç fark etmezler...İnsanın geçtiği yoldan, kendinden önce kimler geçmiş, neler yaşamış diye merak etmemesi yaptığı işi aslında hiç sevmediğini düşündürür bana hep...Gazeteciler yani biz, yaptığı işi sevmeyen ama o işten dolayı kendini çok mühim bulan insanlar grubu gibiyiz neredeyse...Yaptığım işi seversen, senden önce kimler o yoldan yürümüş, başlarına neler gelmiş bilirsin... Merak edersin, ustaların, üstatların, hayranlık duydukların, kızdıkların olur aralarında...Farkında olmadan ilgi duyarsın gazetecilere... Bu işi gerçekten seviyorsan...Yazarları merak edersin...Kimler ne yazmış, kimler ne yazmamış bilirsin...Bunların merak edersen anlarsın ki gazetecilerin, yazarların birçoğu kimsesiz, tek başına, parasız, acı içinde ölmüş...Üstelik çoğu da gerçekten başarılı ve yetenekli adamlar ve kadınlarmış...Bugünle mukayese bile edilemeyecek kadar üstelik...Bunun nedenini merak edersin.Nerde yanlış yaptıklarını anlamaya çalışırsın. Dönüp kendi hayatına bakarsın ve hiç bir şey bulamıyorsan en azından haddini bilmeyi öğrenebilirsin...Çok eski bir kitap geçti elime geçen gün...Bir Zamanlar Kadıköy...Kitapta cumhuriyet döneminin ilk yıllarında bugünkü gazete yazarlığının ilk örneklerini verenlerden Mahmut Sadık Bey’le ilgili bir bölüme rastladım.Mahmut Sadık Bey, Türk Gazeteciler Cemiyeti’nin ilk başkanı. Hatta bir unvanı bile varmış, şeyhülmuharririn...Servet-i Fünun’da başyazarlık yapmış.Yeni Gazete’de, Takvimden Bir Yaprak başlığı altında kısa fıkralar yazmış.Fıkracılığın ilk ustası...Mahmut Sadık Bey yaşamının sonuna doğru çok ciddi para sıkıntıları içine düşmüş.Tahta döşemesindeki delikler gazete kağıtlarıyla kapatılmış, sadece iki sandalye ve bir yatağın olduğu karanlık bir odada tek başına yaşıyormuş... Hastaymış...60 yıldan fazla Babıali’de yazarlık yapmış, iyi yaşamış, birçok gence hocalık yapmış Mahmut Sadık Bey sefalet içinde ölmüş...Mahmut Sadık Bey nerede ‘yanlış’ yapmıştı acaba?Ya da bu ülke nerede hata yapmış, böyle birini sefalet içinde ölüme bırakmıştı?Gazeteciler, kendilerinden birine nasıl böyle nankörce davranmıştı?Biz, hep “medyanın” bulanık nehrinin önümüzden çağıldayarak akan, bol köpüklü kısmını görüyoruz.Bir de bu nehri beslemiş, bu nehirle birlikte akmış sonra bir kıyıda kaybolmuş küçük, parlak akarsuları var bu nehrin.O kaybolmuş, unutulmuş akarsuların geride bıraktığı kurumuş dere yataklarına dönüp baktığınızda orada günahlar, bencillikler, nankörlükler ve Mahmut Sadık Bey gibi sefalet içinde öldükten sonra unutulmuş isimler görüyorsunuz.Bazen o kurumuş dere yataklarını, çağıldayarak akan bu bulanık nehirden daha ilginç buluyorum.Oralarda gördüklerim bana daha gerçek geliyor çünkü.*****Yalılarda kimler oturuyor?Sonunda yaz geldi...Olan bahara oldu ama ne yapalım.Baharı yaşamadan yaza geçiyoruz.Boğaz’ın teknelerle dolmasına az kaldı...Gerçi mevsimi olmayan tekneler de var... Boğaz turu yapan halk tekneleri...Çoğu zaman kış vakti de onları dolu görürüm, Ortaköy’den kalkıyor, Emirgan’a kadar gidip geri dönüyor.Yalıların önünden geçtikçe hep aynı konuşmalar oluyor o teknelerde ‘kimler yaşıyor buralarda acaba.’Ben de hep aynı şeyi merak ederim...Tek tek her yalıyı, daha önce kimlerin oturduğunu, şimdi kimlerin yaşadığını, kaç lira olduğunu bilmek isterim...Bununla ilgili hâlâ çok severek okuyacağım bir çalışmaya rastlamadım...Siz biliyorsanız bana da söyleyin lütfen...Ben bir kaç tane öğrendim...-Mustafa Koç, Kanlıca’daki Nuri Paşa Yalısı’nda-Nezih Barut, Yedi Sekiz Hasan Paşa Yalısı’nda Kanlıca-Ali Koç, Kont Ostrorog Yalısı’nda Kandilli-Komili ailesi, Kıbrıslı Yalısı’nda KandilliAklınızda olsun yalıların tarihini anlatan bir kitap arıyorum...*****Kaybedeceğin seçime girmek...Bu satırları yazarken henüz Galatasaray’ınyeni başkanı belli değildi...Yani seçim sonuçları resmi olarak açıklanmamıştı.Çünkü başkan uzun zamandır belli aslında.Galatasaray’ın yeni başkanı Ünal Aysal...Adnan Polat tartışılmaya başlandığı günden beriÜnal Aysal’ın başkan olacağı gözüküyordu...Ama yine de seçime üç aday girdi...Ünal Aysal’la birlikte Mehmet Helvacıve Turgay Kıran...Helvacı’yı ve Kıran’ı kaybedecekleri bir seçimegirdikleri için anlamakta zorlandım ama birtarafdan da medeni cesaretlerini tebrikediyorum doğrusu...Bunu herkes yapamaz...*****Bu kadınlara minnettarımOyuncu Tilbe Saran’ın hem yönettiği, hem de karakterlerden birini oynadığı Düğün’ü izledim geçen gece.Bir düğün mutfağında buluşan sekiz farklı kadın.Oyun ezilen kadını, erkeklerin toplumdaki gücünü anlatıyordu ama oyuncuların beni alıp götürdükleri dünyalar oyunun mesajlarından çok daha fazla etkiledi beni...Tilbe Saran damadın annesi rolündeydi demem gerekiyor ama öyle diyemeyeceğim çünkü damadın annesi “rolünde” değildi, damadın annesiydi.Neriman Hanım’ı oynamıyordu, Neriman Hanım olmuştu.Muhteşemdi...Güler Ökten gelinin anneannesi ve Zerrin Sümer evin emektarı Şerbet rolünde harikaydılar... Kahkahalarla izledim...Şebnem Sönmez, gelinin annesi... Beni ağlatan kısım oldu...Bir anne kız hesaplaşma sahnesi vardı...Dakikalarca alkışlamak istedim...Oyundaki gençler...St. Petersburg ekolünden Maria Akgüllü, hizmetçi rolünde, hiç konuşmadan sadece beden diliyle oynadı ve tüm sözlerden daha çarpıcıydı...Gelinin en yakın kız arkadaşı Serpil Göral’a bayıldım... Olağanüstü gerçekti, küfürbaz özgür kızı oynarken...Ve gelin... Eda Çatalçam...Ben oyunu çok sevdim...Ben bu kadınları seyretmeyi çok sevdim...Ama sanki mesaj kısmı fazla vurgulanmıştı oyunun.Vazgeçişler, aldanmalar, boyun eğişler, hayal kırıklıkları, taciz, şiddet,ataerkil kurallar...Bana biraz fazla geldi...Mesajların biraz daha az olmasını tercih ederdim sanırım.Ama oyuncular gerçekten mükemmeldi.Onları seyretme imkanını size bahşettikleri için minnettar kalıyordunuz oyundan çıkarken.
Bu aralar sürekli olarak politikacıların ipe sapa gelmez konuşmalarını dinliyoruz televizyonlarda.Sanırım önümüzdeki bir ay da böyle geçecek.Ya birbirlerini ihbar ediyorlar ya da birbirlerine küfür ediyorlar...Politikacı imajının kamuoyuna yansıması da buna uygun oluyor haliyle ‘politikacılar palavracıdır, cahildir, küfürbazdır, seviyesizdir...’Gerçekten politikacılar bu kadar seviyesiz mi?Bunların hiç bilgileri, görgüleri, akıllı lafları yok mu?Elbette var...Ama onları bilmemize gerek olmadığını düşünüyorlar sanırım...‘Avrupa Birliğine girmemiz için harika bir planımız var ama boşver sen şimdi onu, seyrettin mi kasedi?’ heyecanında siyaset yapıyorlar...‘Siyasetin düştüğü yer kasetler olmamalı’ diyor herkes ama ben seçim dönemlerinde bu düzeyden yukarıya çıkıldığını pek görmedim ki.Siyaset Türkiye’nin en kirli, en puslu, en hileli alanlarından biri...İnsan, siyasetteki en akılda kalan virajları kasetlerle alan politikacılara acıyarak bakıyor ister istemez...İçimde öfke birikiyor, her yeni kasette şöyle bağırmak istiyorum:‘Bu mudur yani en büyük, en akıllı düşmanlık planınız... Bir erkeği bir kadınla onların haberi olmadan kasete çekmek mi?’Çok sevdiğim bir söz var, evi camdan olan başkasına taş atmaz...Erkeklerin kadınlarla gizli buluşmaları bizim toplumumuzda çok az rastlanılan bir şey mi ki bu kadar büyük koz olabiliyor?Bunu koz olarak kullananlar aynı silahla vurulabileceklerini hiç mi düşünmüyorlar?Aklıma 1988 yılında yayınlanan ünlü MİT raporu geliyor...Necdet Uruğ geliyor...Mafya, polis şefleri, eski bir genel kurmay başkanı, bir vali, MİT’in eski yöneticileri büyük bir soygun çetesinin elemanları olarak anlatılıyordu.Ortalığı birbirine katmıştı rapor...Örtbas edilen cinayetler, toplanan haraçlar, şantajlar, tehditler, mafya reislerinin fedailiğini yapan polisler, herkesin ortak olduğu kaçakçılık...Bir de tıpkı şimdiki kaset işlerine benzeyen aşk raporları yayınlanmıştı.O raporlarla, bu iddiaların doğruluğu ortaya çıkmadıysa da şu gerçek ortaya çıktı:MİT raporlarıyla o günlerde birçok kimsenin hayatı perişan edilmişti, aydınlar zindanlarda çürü-müştü... Solcu aydınlar için yazıldığında inanılan MİT raporlarına, Genelkurmay Başkanı, polis, asker için yazıldığında inanılmamıştı...Kimse ‘acaba aydınlar hakkında ileri sürülen iddialar doğru mu’ diye sormamıştı ta ki raporlar kendilerini ilgilendirene kadar...MİT raporlarındaki aşk bölümleri sadece Necdet Uruğ için değildi ki herkes için tutuluyordu bu raporlar...Ama bazı raporlara inanılıyor bazılarına inanılmıyordu...AK Parti, CHP’nin ve MHP’nin kasetlerini seçim oyuncağı haline getirdi.İçim acıyor, bu kasetleri seçim propagandası yapan siyasetçileri görünce.Hem çaresizliklerine, hem kendileri başına gelse çıkaracakları sesi başkalarının başına gelince çıkartmayışlarına...Bu kasetleri hazırlayanlar, sunanlar, inananlar, Necdet Üruğ’un hikayesini iyi incelemeli diye düşünüyorum.Neden mi?Çünkü daha önce MİT raporlarıyla birçok öğretim görevlisini üniversiteden uzaklaştıran sıkıyönetim komutanı... Yıllar sonra hakkında MİT raporları hazırlanan aşk mağduru Necdet Uruğ’du...Başkasının raporlarına inanmış, onları okullardan atmış komutanın kendisi rapor mağduru olmuştu.Kasetler için ‘bu özel değil genel hayattır’ diyen Tayyip Erdoğan, kendi partisinden kimsenin kasetinin çıkmayacağına nasıl bu kadar güveniyor?Milletvekillerini toplayıp ‘kimseyle sevişmiyorsunuz değil mi arkadaşlar, ortalığı görüyorsunuz’ mu dedi acaba...***Da Vinci SergisiLondra’daki National Gallery ekim ayında Leonardo da Vinci sergisi açıyormuş...Fakat bilet sayısını sınırlayacağını açıklamış.Sergide olabilecek izdihamı önlemek içinmiş bu. Her yarım saatte bir 180 biletsatma kararı vermişler.Biletlerin satışı başlamış.Da Vinci’nin 60 tablosu olacakmış... Bu haber benigülümsetti...*****Uma Thurman ve De Niro64.Cannes Film Festivali başladı...Açılış gecesinden iki kare uzun süre aklımda kalacak sanırım...Uma Thurman’ın beyaz tuvaleti içinde kuğu gibi süzülüşü ve yeşil küpeleriyle göz alıcı şıklığı içinde ürkek ve çekingen hali...Bir de Robert de Niro’nun dakikalarca ayakta alkışlandığı anlarda, kalabalık salonun karşısında sahnede tek başına dururken sezilen mahçubiyeti, mutluluğu ve mütevazi kısa konuşması...Çok etkiledi beni...Gülümsemenin, kendini değil işini önemsemenin, sahip olduklarını hırsla değil aldırmaz bir yumuşaklıkla sunmanın hem kadını hem erkeği nasıl güzelleştirdiğini gördüm...Hiç düşünmeyin bile...Bizim sahnelerimizde bundan çok az rastlanıyor bunlara...Bunların yanında bir de, bu sene festivalde çok iyi filmler var...Büyük yönetmenlerin filmleri yarışıyor bu sene...Lars Von Trier, Almodovar, Terrence Malick var Brat Bitt’in oynadığı Tree of life ile...Takash Miike var...Prenses Diana’nın öldüğü trafik kazasının daha önce görülmemiş fotığraflarının yer aldığı bir belgesel de seyircinin karşısına çıkacak.Bu film İngiltere’de gösterilmeyecekmiş. Hiçbir dağıtım şirketi kabul etmemiş...Bir de Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’su var...Filmde kadın başrol oyuncusu yokmuş...Muhammet Uzuner, Yılmaz Erdogan, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış ve Ercan Keşal oynuyor...Daha önce Cannes Film Festivali’nde ödüller alan hatta 2008’de en iyi yönetmen ödülünü kazanan Ceylan, bakalım bu kez Altın Palmiye’ye ulaşabilecek mi?Sonuç 22 Mayıs’ta...***D&R bu dergiyi neden satmıyor?Mecmua dergisinin mayıs sayısını almak için D&R’a gittim... İstinyePark’taki...Dergi bölümüne bakan genç arkadaş ‘bugün dergi geldi ama geri gönderildi, alımı durduruldu, almayacakmışız o dergiyi artık’ dedi...D&R’ın böyle tuhaf alışkanlıkları var...Bir + Bir’i de bir okuyucunun şikayeti üzerine raflarından indirmişti... Mecmua’yı neden almaktan vazgeçtiler acaba çok merak ettim...Sonra dergiyi bulmak için İzzet Çapa’yı aradım.Anlattım... ‘nedenini bilmiyorum’ dedi...Bana da dergiyi gönderdi... Fakat derginin bu sayısı bana fazla nostaljik ve ‘naftalin kokulu’ geldi...Çarpıcı ve yeni bir tat yoktu.Fakat bunun D&R’ı ilgilendirdiğini sanmıyorum...Raflarında Mecmua’yı bulmak isterdim...Mecmua dergisi D&R’larda neden satılmıyoröğrenmek istiyorum... *****Hayat çok basit ve yalın.. ne olursa olsun...Bugün cuma...Perşembeden sonra, cumartesiden önce gelen gün yani...Sabah saatlerinde yağmur bekleniyor... Mayıs ortasına geldik ama hala bacalardan dumanlar çıkıyor...Arkadaşım üşüdüğü için söyleniyor ‘Sivas’a kar yağmış yakında buraya da yağacak.’‘Akşamüstü güneş açar’ diyorum gülümseyerek ama ben de üşüyorum...Ben de kar yağsa şaşırmayacaklardanım...Hava durumunu dinledim, cumartesi güneş açacakmış...Geçen hafta cuma günü de ‘yarın cumartesiydi... Gelecek hafta da ‘yarın cumartesi’ olacak...Geçen hafta da güneşi özlüyorduk...Bu hafta da özlüyoruz. Hayat ne kadar yalın ve basit aslında...Haftanın günleri belli... Biri bitince öteki başlıyor... Saatler, günler, aylar hep aynı hızda geçiyor...Ama belki bu sefer biraz karışık... Yaz geldi ama kış bitmedi.‘Yaz gelse de yalın ve basit olanlar değişmeyecekti’ diye söylendi arkadaşım...‘O zaman da güneş her sabah doğudan, her akşam batıdan batacaktı’ dedi kızgın kızgın...Ve ekledi, ‘hayat hep yalın ve basit, karışık olanlar bu yalınlığa ayak uyduramayanlar.’Haklı herhalde...Kasım ile Mayıs yer değiştirdi... O zaman bile hayatın basitliği değişmedi...Yalınlığı sevenler var, bu yalınlıktan ‘hayat anlamsız’ diye sıkılanlar var, ‘hayat anlamsız demek çok anlamsız’ diyenler var...Ama ne yaparsak yapalım, ne olursa olsun hayat basit ve yalın... Hatta isterseniz sakin... Görmeyi becerebilirseniz her şey net ve sade...Bugün cuma yarın cumartesi...Bu hep böyle olacak...Ama bazı şeyler de hep karmaşık kalacak...Arkadaşım ne derse desin...